4 Ocak 2023 Çarşamba

Film: Dünyanın En Kötü İnsanı (2021)

Joachim Trier'in 2021 yapımı filmi. 12 bölüm, 1 prolog ve 1 epilogdan oluşan bir film yazısıyla başlıyor. Sıra dışı bir başlangıca sahip bu bakımdan. Prolog kısmında hızlıca Julie'nın üniversitedeki kendini bulma savaşı anlatılıyor. Hırslı bir öğrenci, zor olduğu için tıp okumayı seçiyor. Ancak sonra tıp bölümünün marangozluktan farkı olmayan, fazla teknik olduğunu, asıl ruh ile ilgilendiğini fark edip büyük bir iştahla Psikoloji bölümüne geçiyor. Buraya kadar saygı uyandıran, ne istediğini bilen, ayakları yere basan ve geleceği parlak bir insan olduğunu düşünüyoruz. Daha sonra psikoloji bölümünde de aradığı şeyi bulamadığını, aklının daha hareketli bir yaşamda olduğunu, bir bakıma heyecan aradığını fark ediyoruz. İnsanların ruhlarıyla değil görüntüleriyle ilgilendiğini fark edince Psikoloji bölümünü de bırakıp Fotoğraf alanına kayıyor. Burada istediği hareketli Oslo hayatına kavuşuyor nihayet. Karikatürist Aksel ile bir partide tanışıyor, Oslo üçlemesinin diğer iki filminde oynayan karakterimiz burada aniden karşımıza çıkıyor. Bu üçlemenin odağı şimdiye dek kendisiydi, üçüncü filmle birlikte odak artık bir kadın karakter.

Filmin ayrıldığı 12 bölüm, bir ilişkinin fazlarını anlatıyor sanki. Flört, yakınlaşma, seks, aşık olma, birlikte yaşamaya başlama, aldatma, her şeyin yolunda gittiğini hissettiğin o anda beliren şimdi ne olacak sorusu, çocuk yapma fikrini kafada evirip çevirme, ayrılma, yeni arayışlar, yenisinde aradığını bulamama, eskiye dönüş, her şeyin birbirine karışması, hepsinden vazgeçip yoluna bakma, vs.

Julie'yı oynayan Renate Reinsve Cannes'da aldığı en iyi kadın oyuncu ödülünü sonuna kadar hak ediyor öncelikle. Karakterin yaşamının her dönemini abartısız, inandırıcı biçimde aktarabilmiş. Ben bu insanı bir yerden tanıyorum dedirtti bana film boyu. Ayrıca nasıl başarmışlar bilmiyorum ama, tıp öğrencisiyken farklı, Aksel'le sevgili olduğunda farklı, Aksel'den ayrılırken farklı bir yüze sahip sanki. İlişkinin karanlık dönemlerinde yorgun, çökük bir yüzü var örneğin, canlı dönemlerinde dinlenmiş bir yüz. Babasıyla buluştukları o berbat geçen günde bambaşka, kendini kasan, sorunlarını örten bir yüz. Bunu yalnızca saç kesimi ve rengini değiştirerek başardıklarına ikna olamıyorum, sanki farklı bir beceri var burada.

Baba, Julie ve Aksel buluşması, karakterin o ana kadarki daldan dala atlama eğilimine biraz açıklık getirmiş. Aksel'in yaptığı yoruma göre, Julie babasıyla arasındaki sorunların üstüne gidip onları çözmeye cesaret edemediği için hayatındaki her şeyi yarım bırakma eğiliminde. İşler sarpa sarınca üstüne gitmeyi, çözmeyi değil kaçmayı, yarım bırakmayı tercih ediyor. Ne tıp, ne psikoloji, ne fotoğraf, hiçbirinin sonunu getiremiyor. Onca başarılı akademik notlarla sağlam bir kariyer yapabilecekken yetişkinliğinin başlarında yaşamını bir kitapçıda çalışarak sürdürüyor, kendisine ait bir evi yok, erkek arkadaşlarının evinde yaşıyor. Biraz heyecan verici bir şeyle karşılaştığında, ona sarılıyor, hayatındaki eskimeye başlamış, düğüm olmaya başlamış karmaşıklıkları öylece bırakıp gidiyor.

Aksel'in çocukluk arkadaşlarının evinde geçirdikleri hafta sonu boyunca ikisi çocuk yapmak üzerine düşünüyor, tartışıyor. Julie'nın çocuk istemeyişinin sebebi muhtemelen çocuğun yarım bırakılıp kaçılamayacak bir karar olmasından kaynaklanıyor. Başladığı işi bitirme fikri ona ağır geliyor. Yaşamını tamamen bir "şeye" bağlama, o rutini ömür boyu sürdürecek olma hali onu panikletiyor. Bir yere çakılı kalmak, kafasına esince özgürce çekip gidememek onun için korkutucu muhtemelen.

Julie'nın ilişkilerini derinleştirme eğilimi var. Aksel'le birbirlerini tanıma evresinde ikisine de çok ilginç gelen sohbetleri oluyor. Aksel son ana kadar Julie'yla bu uzun sohbetlerinden çok keyif aldığını söylüyor. İkisinin arasındaki derinliği Julie'nın başkasıyla yakalayamayacağını düşünüyor. Eivind'le de aynı şekilde, ona derinlik katıyor Julie. İlk buluşmalarında iki kişinin birbirini tanıması için sorulabilecek en uç soruları soruyor, vs. Eivind'in neşeli tabiatına derinlik katıyor. En sonuna kadar götürmeyi beceremeyen, ancak bulundukları anı tamamen doldurmayı becerebilen bir karakter Julie. Enerjisini anı yaşamak, güzelleştirmek, hayatındaki kişinin boşluklarını doldurmak için kullanıyor. Belki de bunun için gereğinden fazla çabalıyor. Beğenilmek, arzulanmak için fazla enerjik davrandığı için bu dönemi bir yorgunluk takip ediyor genellikle. 6 ay iyiyken, sonraki 6 ay çöküyor örneğin. Çökme anlarında hayatıyla ilgili sonlandırma, başka bir faza geçme kararlarını alıyor. Bunları yine baba sorunlarıyla ilişkilendirmek mümkün belki de.

Karakteri bize kitap gibi okutan, bölüm başlıklarıyla o anda izleyene ne aktarmak istediğini açıkça belirten, izleyenine rehberlik eden bir film. Baştan sona su gibi akıp gidiyor. Derli toplu, müthiş bir seyir sunuyor. Yakın zamanda okuduğum T. Singer ile de bazı açılardan bağlantı kurdum ister istemez. Her iki hikayenin de Oslo'da geçmesi, hem Dag Solstad'ın hem de Joachim Trier'in karakterlerinin yaşamından uzun bir aralığı anlatmaya odaklanması, her ikisinin de anlatı sırasında araya girip okuyanı/izleyeni yönlendirmesi, her ikisinin de karakterlerinin hayatlarının çeşitli dönemlerine yakından bakıp, karakterin o döneme özgü olgunlaşma özelliklerini göstermeye çalışması, vs. Her iki eser de benzer bir anlayıştan çıkmış gibi. Norveç edebiyatını/sinemasını kurcalar, yeni şeyler keşfederim belki bu yıl. Gidilecek ülkeler listeme de ekliyorum kendisini.

1 yorum:

Kitaptan Filme dedi ki...

Teşekkürler, ertelemeyin bence hiç :)
İyi seyirler!