İlhami Algör'ün 2005 yılında Turkuvaz Kitap'tan, daha sonra 2015 yılında İletişim Yayınları'ndan çıkan ayrılık romanı. Teması aşk acısı, bir nevi ağır roman. Sayfa sayısı 65 olduğu için uzun hikaye olarak nitelendirmek de mümkün. Goodreads puanı 3.45.
Kitap, ismi değiştirilmeden 2014 yılında sinemaya uyarlanıyor. Anlatıcıyı Arif adıyla Erdal Beşikçioğlu oynuyor, Müzeyyen'i ise Sezin Akbaşoğulları. Yönetmeni Çiğdem Vitrinel.
Sanırım bu noktada insanları ikiye ayırmak mümkün. Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku'yu ilk okuduklarında anlayabilenler ve diğerleri. Ben "diğerleri" kategorisine giriyorum. Bu nedenle kitabı ikinci kez okudum.
İlk
kez okuduğunuzda şöyle düşünmüş olabilirsiniz: Dikkat çekmek için
kullanılan çakma İstanbul kabadayısı üslubu, raconlar, delikanlılığın
kanunları, Oğuz Atay özentisi eleştirel memleket yorumları,
Doğu'ya mı yoksa Batı'ya mı ait olduğu belli olmayan bir sahte üslup,
gerçek olup olmadığı bile anlaşılmayan bir aşk hikayesi, dikkat dağıtan
binlerce fantastik öğe... vs.
Eğer
böyle düşündüyseniz, üzgünüm, kitabı anlayamamışsınız. Tavsiyem
kendinize sessiz bir alan bulup, gerekirse elinize kağıt kalem alarak
her paragrafı sindire sindire tekrar okumanız. Okumazsanız bir şey
kaybetmezsiniz, okursanız çok hoş bir tattan eksik kalmamış olursunuz.
İlk okuduğumda hikayeyi bir bütün olarak görmeyi başaramamıştım. Bu biraz anlatım tekniğinden kaynaklanıyor. Kitap 7 bölümden oluşuyor. 1, 6 ve 7. bölümlerde şimdiki zaman kullanılıyor. Geri kalan bölümlerin tamamında geriye dönüş var. Bu kısımlarda Müzeyyen ve anlatıcının aşkından gerçek sahnelere tanık oluyoruz. Dolayısıyla aslında 2, 3, 4 ve 5. bölümlerde hiç fantastik öğe yok.
Yazarın çok titiz bir üslubu var. Her paragraf aslında yalnızca 1 cümle anlatmak istese bile anlatılmak istenen her cümle için farklı bir atmosfer yaratılmış gibi. Dolayısıyla paragraftan paragrafa geçerken bütünlük yokmuş, gerçeğe uygun bir hikaye yokmuş gibi hissediyorsunuz. Öyle değil. Sadece hayalgücü gelişkin, yazar adayı bir anlatıcımız var. Tavsiyem sabredip anlattığı hikayeye odaklanmaya çalışmanız.
Bu bir ayrılık hikayesi. 1. bölümde dün gece evi terk etmiş olan ve kendisiyle ayrılık konuşması yapmak üzere buluşmayı isteyen kadının yanına giden bir anlatıcı var. Belki de ayrılık anını ertelemek için iç sesiyle muhabbet ede ede İtalyan Yokuşu'ndan aşağı, Tophane'ye iniyor. Yol boyu Orhan Gencebay'ı ve acı dolu şarkılarını, ama artık abideleştirildiği için ona hissettiği kızgınlığı, garibanların isyan edememe huyuna duyduğu antipatiyi, gazetelerin sağ, sol ve liberal olarak üçe ayrıldığını, Apo ve Doğan'ın masaya oturması gerektiğini, Kürtlere sinemada verilen rolleri, ülkeyi yöneten gizli güçleri, Tophane delikanlılarının bozulmuşluğunu, dolayısıyla aslında yozlaşmayı, alınan dış göçü, Sadri Alışık'ın tüm hikayelerde üzülen adam olmasını kendi içinde eleştire eleştire iniyor yokuştan aşağı. Sonra zihninde birden Müzeyyen beliriyor, öykünün adını aldığı karakteri böylece tanımış oluyoruz.
Çoğu kişi burada Müzeyyen'in hayali bir karakter olduğunu düşünme yanılgısına kapılıyor, benim gibi. Müzeyyen bize 1. bölümde, anlatıcının zihninde beliren bir kadın olarak tanıtılsa da 2. bölümden itibaren gerçek Müzeyyen'e geçiş yapılıyor. Buradan sonra anlatılan tüm anılar, yaşanan tüm diyaloglar gerçek.
Yalnız bir noktanın hala ucu açık bende. Hikaye tam olarak kaç yılında geçiyor? Tarkan'ın kız hepsi senin mi şarkısını söylüyor mahallenin delikanlıları, dolayısıyla 90'lardan sonra. Üslup ise ben 70'lerden geliyorum diyor. Müzeyyen hangi dönemin kadını? 2000'li yılların modern kadınları gibi eleştiriyor erkeğinin yazdığı kurgu öyküyü. Ama bir yandan da bir çingene gibi özgür ruhlu, belki cahil ama her daim neşeli, dobra bir karakter çiziliyor. Hala bu noktayı oturtabilmiş değilim. Bu bakımdan filmi izlemek benim için rahatlatıcı oldu. Çünkü benim de olmasını istediğim gibi, Müzeyyen'i eğitimli modern bir kadın olarak betimlemişler.
Ağızda tat bırakan, okuması zaman kaybı olmayan bir acı roman, ayrılık hikayesi. Mutlaka ikinci şansı tanıyın ve lütfen anlamadan nefret etmeyin.
Filme gelirsek, kitabı güzel aktardığını ve hatta Müzeyyen karakterini oturtmada okura yardımcı olduğunu düşünüyorum. Yalnız bu filmi eğer kitabı okuyup anlamadan izlemiş olsaydım eminim çok sıkılırdım. Çünkü beylik laflar eden bir yazar, aşık olunan ve sahip olunamayan güzel ve neşeli bir kadın, eski tip bir ev, aldatılma hikayesi, modern ayrılıklar, vs. Çok klişe olduğunu söyleyebilirdim.
Müzeyyen'in Arif'in roman karakterini "sapık, takıntılı" olarak nitelendirdiği kısmı, filmin adının esprisi anlaşılsın diye olduğu gibi aktarmışlar. Bu kısmın bir filme yakışmayacak kadar edebi olduğunu, ama kitaba hürmetle katlandığımı söyleyebilirim. İlhami Güngör ağır bir üslup kullanarak yazıyor. Müzeyyen'i bir çingene kızı gibi, dobra, argo konuşan kadın olarak betimlemiş. Kitaptaki alaturka Müzeyyen'in beylik lafları filmdeki modern Müzeyyen'in diline yakışmamış.
Filme kitabın modern bir yorumu gibi baktığımızda keyifli, akıyor. Kitabın sonu daha şık, filmin sonu biraz fantastik olmuş.
Önce kitap, sonra film sıralamasıyla gitmenizi tavsiye ederim.