21 Eylül 2017 Perşembe

Kitaptan Çizgi Romana: L'Ecume des Jours

Boris Vian'ın 1946 yılında yayınlanan sürrealist dramatik aşk romanı L'Ecume des jours (Günlerin Köpüğü) hatırlayacağınız gibi 2013 yılında Michael Gondry yönetmenliğinde sinemaya uyarlanmıştı. Audrey Tautou etmeni sayesinde, romanın bugüne kadar en çok konuşulan uyarlamasıydı bu film. Beklenti çok büyük olduğu için ne yazık ki fazla tatmin etmemişti. Özellikle Chloé ve aşçı Nicolas karakterleri kitap okurunu memnun edememişti. Romanın yakın zamanda çıkan popüler bir çizgi roman uyarlaması da var. Kitabın hissini görsele dökme konusunda filmden bin kat daha başarılı bir çizgi roman üstelik. Jean David Morvan ve Frédérique Voulyzé'nin uyarlamasıyla ve Marion Mousse'un çizimleriyle 2012 yılında yayınlanan bu uyarlama Türk okuruna da E Yayınları tarafından 2014 yılında, ne yazık ki aynı sene vefat eden Elif Ertan çevirisiyle sunuldu. Zaten E Yayınlarından çıkan romanın çevirisi de kendisine aitti. 

Tüm fizik kurallarının çarpıtıldığı, yeni bir gerçekliğin yaratıldığı böyle bir romanı görselleştirmek hiç de kolay bir iş değil. Çizgi roman yaratırken herhangi bir vraisemblance (gerçeğe benzeme) kaygısı olmadığı için hem karakter tasvirinde hem de romana özgü o tuhaf alet edevatın tasvirinde Mousse'un daha özgür davranma şansı vardı ve bundan layıkıyla faydalanmış.

Chloé ve Nicolas karakterlerini tam da okurun hayal ettiği gibi çizmesi bakımından film uyarlaması karşısında bir sıfır öne geçmeyi başardı. Chloé tıpkı kitaptaki gibi zarif, kırılgan; Nicolas ise tipik bir Fransız aşçısı olarak tasvir edilmişti. 

Jean-Sol Partre konusunda filmin hakkını vermek gerekiyor, gözlükleriyle şahane bir karakter yaratmayı başarmışlardı. Yalnız filmin bu başarısı bile, çizgi romandaki aşırı komik Partre tasvirinin yanında sönük kalıyor. 

Filmde ünlü komedyen Gad Elmaleh tarafından canlandırılan ve bu bakımdan çok dikkat çeken Chick karakteri, çizgi romanda zayıf kalmıştı. Çizimini beğenmediğim tek karakter oldu. 

Piyanokteylin çizgi roman versiyonu yine filme göre daha zayıftı. Filmde uzun uzadıya gösterilmesi izleyiciyi hazdan hazza sürüklemişti, hayal gücünden gerçeğe dönüştürüldüğünü görmek keyif vericiydi, film bunu çok iyi başarıyordu. Hayal ürünü bir ürünün yine hayal ürünü çizimlerle tasvir edilmesi o kadar da etkileyici değildi. 

Buz patenindeki vahşet ve Biglesanabana dansı, koridorun iki tarafında Chloé'nin hastalığı ilerledikçe küçülüp kirlenen camlar da yine çizgi romanda iyi yansıtılmamıştı, bu kısımları filmde büyük bir keyifle izlemiştik. 

"Sizi Duke Ellington mı düzenledi?" esprisini yapıp, arkasını dönerek kaçtığı kısım ve ormandaki öpüşme kısmı, çizgi romanın en sevimli bölümlerindendi. Colin'in kurşun yetiştirme merkezinde çalıştığı bölüm de başarılıydı. Chloé'nin akciğerinde çıkan çiçek çizimi ise, çizgi romanın belki de en vurucu bölümüydü.

Çalışmakla ilgili bakış açısı 2 sayfaya yayılarak anlatılmıştı. Anlaşılan, iki senaristin en çok üzerinde durduğu noktalardan biri buydu, çünkü çizgi romanda uzun uzadıya anlatılan başka pek bir şey yok.

Kitapta sürreal, 'patafizikçi yönüyle dikkat çeken bu hikaye, çizgi romanda görsellerin de yardımıyla leziz sürreal bir drama, hatta ağır romana dönüşmüş. Çok aşık, zengin, huzurlu bir adam aşkına karşılık bulur. Duke Ellington'ın şarkılarından fırlamışçasına güzel ve neşeli kadın da adama aşık olmuştur, kavuşurlar. Derken bu mutlu hikayeye bir hastalık (çiçek) dahil olur. Hastalıkla birlikte para tükenir, umut tükenir, hikayede bu mekanın tükenip yok olması şeklinde tasvir edilir. Öte yandan Jean-Sol Partre hayranı Chick ve Alise ilişkisi hikayeye bir polisiye yön katar. Çizgi romanla birlikte hikaye sürükleyici, sürreal bir kaybedenler hikayesine dönüşmüştür.

Yine de söylemek gerekiyor, kitabı bilmeden çizgi romandan cok da zevk almayı beklememek gerekiyor. Önce kitap sonra çizgi roman şeklinde ilerlemeniz şiddetle tavsiyedir. 

19 Eylül 2017 Salı

Kitaptan Filme: From Morn to Midnight


Georg Kaiser'ın 1912 yılında yazdığı, 7 perdeden oluşan From Morning to Midnight oyunundan uyarlanan, Alman Dışavurumculuğunun en ikonik örneklerinden biridir. 1920 yapımı filmi, aynı zamanda tiyatro oyununu da yöneten, aslında bir tiyatro yönetmeni olan Karl-Heinz Martin yönetir. The Cabinet of Dr. Caligari'den sonra, çarpık perspektifleri ve derme çatma dışavurumcu dekoruyla türün en çok dikkat çeken yapımlarından biridir. Tiyatro sahnelerine benzeyen, tamamen el yapımı setler ve ışık ve konturlarla vurgulanmış rahatsızlık hissi uyandıracak kadar abartılı kostüm ve makyajlar söz konusudur.

Oyunun özeti

Kredi çekmek isteyen, kürkler içindeki İtalyan bir kadın, Kasiyerin çalıştığı bankaya girer. Kadının bir dolandırıcı olduğunu düşünen banka müdürü, tavsiye mektubu olmadığını bahane ederek kredi vermeyi reddeder. Kadın telegram çekerek bankasından tavsiye mektubu istemiştir, kaldığı otelin adresini bırakarak mektup geldiğinde kendisine bildirmelerini ister. Bu krediyi, bir şarap satıcısından oldukça değerli bir tabloyu düşük fiyata bağlamış olan koleksiyoner oğlu için çekmek isteyen kadın, işleri hızlandırmak için bankaya geri döner ve kasiyerle tekrar konuşur.

Kadının dolandırıcı olduğunu düşünen ve ona kur yaptığını sanan kasiyer, cazibesine karşı koyamayıp şeytana uyar ve kahramanlığa soyunur. Çalıştığı bankadan 60.000 mark çalarak kaçar ve kadının kaldığı otele gider. Orada kadının bir oğlu olduğunu, aslında dolandırıcı olmadığını ve kendine kur yapmadığını, kendisiyle kaçmayacağını fark eden kasiyer adeta bir çöküş yaşar, uğruna çalışıp çabaladığı parayı elde etmiş ama amacını kaybetmiştir. Bitkin bir şekilde evine döner. Kendisini bekleyen, mükemmel ailesi kasiyeri karşılarlar. Burada kendiyle bir içsel çatışma yaşayan kasiyer, henüz kaybettiği tutkuyu yeniden aramak üzere ailesini terk eder ve yollara koyulur. Kendisini bağlayan tüm ipleri koparmış olan kasiyer, artık zengindir, geri dönüşü yoktur ve parasını harcayacak bir şeyler bulması gerektiğini düşünür. Bu arada banka müdürü soygunu fark etmiş ve harekete geçmiştir. İlk olarak bisiklet yarışlarına gidip büyük bahisler oynayarak seyircinin coşkuyla hareketlenmesini sağlayan kasiyer, bu geçici heyecanı çabuk tüketir. İkinci durağı bir kabaredir, burada kendisine özel bir oda tutar, pahalı içkiler ve yemekler söyler, maskeli kızları getirtir, ne yazık ki aradığı heyecanı ve tutkuyu onlarda da bulamaz. Arayışla yoluna devam ederken bir kadın tarafından Kurtuluş Ordusu salonuna girmeye ikna edilir, burada günah çıkaran insanları seyreder, en sonunda kendi sırrı ona ağır geldiği için, kadının da ısrarlarıyla günah çıkarmak üzere platforma çıkar, her şeyi itiraf eder. Kendisini salona girmeye ikna eden kadın tarafından polise ihbar edilir ve yakalanır.

Film, oyunun büyük ölçüde sadık bir uyarlaması olsa da birtakım farklar içerir. Bunlardan bölümlerin sayısıdır. Oyun şu şekilde 7 perdeden oluşur: 
  1. The Interior of a Provincial Bank (Bir Bankanın İçi)
  2. The Writing Room of a Hotel (Bir Otelin Yazı Odası)
  3. A Field in the Cashier's Home (Kasiyerin Evinde bir Alan)
  4. The Parlor in the Cashier's Home (Kasiyerin Evinin Salonu)
  5. The Steward's Box at a Velodrame during Bicycle Races (Bisiklet Yarışları Sırasında Veledromdaki Görevlilerin Platformu)
  6. A Private Supper Room in a Cabaret (Bir Kabarede Özel Akşam Yemeği Odası)
  7. A Salvation Army Hall (Bir Kurtuluş Ordusu Salonu)
Film ise 5 bölümden oluşur. 
  1. Bir Bankanın İçi
  2. Bir Otelin Yazı Odası
  3. Kasiyerin Evinde bir Alan + Kasiyerin Evinin Salonu
  4. Bisiklet Yarışları Sırasında Veledromdaki Görevlilerin Platformu
  5. Bir Kabarede Özel Akşam Yemeği Odası + Kağıt Oyunu + Bir Kurtuluş Ordusu Salonu
Kasiyerin evden kaçışı ve monoloğu tek bir bölüme sıkıştırılmıştır. Sessiz filmde monolog sahnesini uzun uzadıya işlemek mümkün olmadığı için akıllıca bir seçimdir. Başrol oyuncusunun abartılı jest ve mimikleri ne de olsa adamın iç dünyasındaki delirme belirtilerini göstermeye yetmez. 

Aynı şekilde, oyunda 3 perdede verilen hikayenin sonu, filmde tek bir bölüme sığdırılmıştır. Adamın arayışı ve delilik hali, yoğun bir tempo ve heyecanla aktarılır. Filmin en hareketli bölümüdür. Her türlü imkanı olan ama amacı olmayan bir kişinin hayatına nasıl anlam katacağı, nasıl bir mutluluk ve tatmin çözümü bulacağı merak konusudur. Umutsuzca ve saldırgan bir şekilde aradığına tanık olursunuz.

Filmin bir başka ve hatta en önemli farkı, kasiyerin her bölümde gördüğü Ölüm'dür. Filmdeki kadın karakterlerin yüzünde beliren Ölüm maskesi, arayıştaki kasiyerin korkulu rüyasıdır. Bulduğu her fikirde Ölüm gelip onu rahatsız eder ve kaçıp başka bir şeyler aramasına neden olur. 

Oyunda çok fazla vurgulanmasa da, filmde bariz bir sınıf eleştirisi vardır. Bisiklet yarışlarında, izleyicinin bulunduğu platformlardan bunu anlamak mümkündür. En zengin olan aristokratlar geniş alanda tek başlarına izlerken, onun bir altında bulunan burjuvalar pahalı kıyafetleri ve aksesuarlarıyla nazikçe izlemekte, en alttaki halk ise tıklım tıkış, buna ters orantılı olarak büyük bir coşku ve heyecanla yarışları takip etmektedir. Kasiyer orta sınıfı temsil eder. Yırtık kıyafetleri ve bakımsız görüntüsü, halk sınıfına mensup olduğunu hissettirse de, evde piyano çalan ve dikiş diken iki kızı, huzurlu bir annesi ve mutlu bir karısı vardır. Ayrıca çalıştığı bankada müdürden sonraki en yetkili kişidir. Tam olarak alt sınıf olmasa da, üst sınıf olmadığı da aşikardır. İki arada bir derede bir yaşantısı vardır. Kısarak huzurlu ve mutlu olabileceği, bunun için birçok şeyden, özellikle heyecan ve tutkudan ödün verdiği bir hayat sürdürmektedir. Kasiyerle karısı arasında şöyle bir diyalog geçer.  
- Banka kapanmadı mı?
- Asla, Hanım. Hapishaneler asla kapanmaz. Sonsuz bir geçit. Ölümsüz bir hac ziyareti. Akın akın mezbahaya giden koyun sürüsü gibi. Kaynayan bir kalabalık. Arka pencereden atlamazsan kaçışı yok, asla.
Elde ettiklerinden vazgeçemeyen ama daha fazlasını da elde edemeyen sınıfsal sıkışmışlığı yıllardır sürdüren kasiyer, bankaya gelen kadın sayesinde hatırladığı tutkunun peşine düşmeye karar verdiği andan itibaren tamamen isyan havasına girer ve birden hayatında yolunda gitmeyen her şeyi çıplak gözle görmeye başlar. Bu sebeple sakin ve rutin aile yaşantısına artık dayanamayacağına karar vererek her şeyi bırakır ve evi terk eder. 
- Peki nereye gidiyorsun?
- [...] Yanıt çok açık. Bu benim yolculuğumun sonu değil, yalnızca bir işaret. Yol devam ediyor.
1. Dünya Savaşı döneminde pesimist, hatta nihilist bir bakış açısıyla yazıldığı söylenebilir. İnsanoğlu ölümün soğuk nefesini ensesinde hissederken, geri dönüşü mümkün olmayan bir yıkıma sürüklenmişken, tutunacak bir dal aramakta, ne bulursa bulsun, hayatın zıttı olan ölüm gerçeği bu kadar yakında olduğu için zevk alamamakta ve heyecan duyamamaktadır. Film bir bakıma kasiyer karakteriyle bunu tasvir eder. Toplumda elde ettiği yeri, sistem içindeki rolünü, sınıfsal ayrıcalıklarını geri dönmemecesine terk eden ve attığı her adımda ölümü hatırlayan birey, artık sadece hayatını anlamlı kılabilecek birkaç değer bulabilmek adına çabalamaktadır. Kasiyerin seyirciyi sürüklediği bu meraklı arayışın sonu ne yazık ki ihanet ve intiharla sonuçlanır. 

Açıkçası herkesin zevk alacağı türden bir film ve oyun değil. Ağır edebi metinleri sevenler ve sinema tarihini kurcalamaktan hoşlananlar okuyup izlemeli. Alman Dışavurumculuğu deyince büyük bir öneme sahip olan bu filmi beğeneceğinizi iddia edemiyorum. Filmi izlemiş veya oyunu okumuş kişiler varsa yorumları büyük bir merakla ve heyecanla bekliyorum. Sizce Ölüm neyi ifade ediyordu? Kasiyer sonunda neden kendisini çarmıha gerdi? Ecce Homo ile ne mesaj verilmek istendi?

16 Eylül 2017 Cumartesi

16. Filmekimi'nde Kitaplardan Uyarlanan Filmler!

Filmekimi'ne sayılı günler kala, romandan uyarlanan ve edebi göndermeler içeren filmleri derledik. Edebiyata meraklı sinemaseverler film seçimlerini yapmadan önce bu yazıyı mutlaka okumalılar.



Yönetmen: Luca Guadagnino
Oyuncular: Armie Hammer, Timothée Chalamet, Michael Stuhlbarg, Amira Casar, Esther Garrel, Victoire Du Bois 
Ayrıntılar:
İtalya, Fransa / 2017
DCP / Renkli / 130’
İngilizce, İtalyanca, Fransızca; Türkçe altyazılı

Amerikalı yazar André Aciman'ın 2007'de yayınlanan aynı isimli romanından uyarlanmıştır. Roman, 1980'ler İtalya'sında, 2 genç erkek arasındaki eşcinsel aşkı konu alır. Sel Yayıncılık'tan Adınla Çağır Beni ismiyle Süha Sertabiboğlu çevirisini okuyabilirsiniz



Yönetmen: Wim Wenders
Oyuncular: Alicia Vikander, James Mcavoy, Celyn Jones, Audrey Quoturi, Alex Hafne
Ayrıntılar:
Fransa, Almanya, İspanya / 2017
DCP / Renkli / 112’
İngilizce; Türkçe altyazılı

Savaş muhabiri J.M. Ledgard'ın aynı isimli romanından uyarlanır. Romanda İngiliz James More, Cihatçılar tarafından Afrika'da tutsak tutulan, El-Kaide'nin hareketlerini takip eden bir su uzmanıdır. Yarı Fransız yarı Avusturyalı Danielle Flinders ise işine tutkuyla bağlı bir biyomatematikçidir. Tesadüfen karşılaşırlar ve aralarında aşk başlar. Kariyerlerine olan bağlılıkları ve ülke ülke gezmeleri nedeniyle kavuşamazlar.

3- ZAMA


Yönetmen: Lucrecia Martel
Oyuncular: Daniel Giménez Cacho, Lola Dueñas, Matheus Nachtergaele, Juan Minujín
Ayrıntılar:
Arjantin, Brezilya / 2017
DCP / Renkli / 115’
İspanyolca; Türkçe altyazılı

Arjantinli yazar Antonio di Benedetto’nun 1956 tarihli aynı adlı varoluşçu romanından uyarlanır. Hikayenin protagonisti Don Diego de Zama, 18. yüzyılda İspanya'nın sömürgesi olan Paraguay'da terfi almayı bekleyen bir sömürge görevlisidir. Dostoyevski'den etkilenen yazar, varoluşçu bir üslupla yazar, hareketler hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Arjantin edebiyatı için önemli bir kitap olarak kabul edilir.

4- THELMA


Yönetmen: Joachim Trier
Oyuncular: Eili Harbo, Okay Kaya, Ellen Dorrit Petersen, Henrik Rafaelsen
Ayrıntılar:
Norveç, İsveç, Fransa, Danimarka / 2017
DCP / Renkli / 116’
Norveççe; Türkçe altyazılı

Bir roman uyarlaması olmasa da, IKSV film tanıtımında şöyle der: Norveç’in en önemli sinemacılarından Joachim Trier bu kez gerçeklikten bir nebze uzaklaşıyor ve âşık olunca doğaüstü güçlere kavuşan bir genç kızın hikâyesini beyazperdeye aktarıyor. 1980’lerin Japon animeleri, Stephen King romanları ve synthesizer müziklerinden ilham alan filme adını veren Thelma, kasabadaki hayatını ve dindar ailesini geride bırakarak Oslo’ya, üniversitede biyoloji okumaya giden çekingen bir kızdır. Burada, güzel sınıf arkadaşı Anja’ya âşık olur, ancak bu durum Thelma’ya fazla ağır gelir. İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale kazanan Reprise / Tekrar ve Oslo, 31 Ağustos filmleriyle tanıdığımız Joachim Trier’in özel efektlerden destek alan ve Norveç'in oscar adayı seçilen filmi Thelma, uluslararası prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yaptı. Japon animeleri, Stephen King romanlarını ve synthesizer'ı bir araya getiren filmekimi ekibinin bir bildiği vardır herhalde.


Yönetmen: Danny Strong
Oyuncular: Nicholas Hoult, Kevin Spacey, Laura Dern, Brian D'arcy James, Hope Davis, Zoey Deutch
Ayrıntılar:
ABD / 2017
DCP / Renkli / 106’
İngilizce; Türkçe altyazılı

Çavdar Tarlasında Çocuklar'ın yazarı J.D. Salinger'ı konu aldığı için merakla beklenen bir filmdir. Filmekimi sitesinde yer alan tanıtım yazısıyla sizleri başbaşa bırakalım: Amerikan edebiyatının en yetkin, edebiyat dünyasının en gizemli isimlerinden J.D. Salinger yıllarca gözlerden uzak durdu; okurlarının, hayranlarının ve öğrencilerinin ulaşamayacağı bir şekilde kendini dış dünyadan soyutladı. Dünya prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapan Çavdar Tarlasındaki Asi, hem Salinger’ın kariyerinin hem de dünya edebiyatının başyapıtlarından Çavdar Tarlasındaki Çocuklar romanını yazışı ekseninde yazarın gençlik yıllarını ve pek de fazla bilinmeyen, ancak kendisine ağır bir travma kazandıran 2. Dünya Savaşı sırasında cephede geçirdiği günleri anlatıyor. Buffy’den Gilmore Girls’e birçok dizi ve filmde rol alan Danny Strong’un yönettiği bu ilk filmde yazarı Mad Max:Fury Road’dan A Single Man / Tek Başına Bir Adam’a rol aldığı filmlerde parlayan Nicholas Hoult canlandırıyor.

15 Eylül 2017 Cuma

Kitap: Gökdelen - Tahsin Yücel


Tahsin Yücel'in Kumru ile Kumru'dan bir sene sonra, 2006 yılında yayınlanan yedinci romanıdır. Hikaye, kitabın protagonisti olan Can Tezcan isimli başarılı avukatın gördüğü bir rüyayla başlar. Rüyasında tarihi bir türlü bilemez. Aklına o kadar takılmıştır ki, uyanır uyanmaz karısı Gül Tezcan'a tarihi sorar.

Bulmacayı andıran bu giriş, kitabın gelecek zamanda, 2073 yılında geçtiğinin müjdesini vermek için formüle edilmiştir. Bundan sonra okuru merak uyandıran bir gelecek tasvirinin heyecanı sarar. Zaman zaman tatmin eden, zaman zaman da hayal kırıklığına uğratan distopik bir anlatım söz konusudur.
- Mekikle mi gideceksin, arabayla mı?
- Arabayla. Neden, bilmem, şu son günlerde mekik biraz ürkütüyor beni.
Gökdelenlerin içinde yaşanan steril yaşamların ve işe gitmek için binilen mekiklerin hikayeye dahil olması şaşırtıcı ve heyecan vericidir, çünkü bir bilim kurgu romanıyla karşı karşıya olduğunuzu düşünürsünüz. Öte yandan, yukarıdaki alıntının klişeliği karşısında hayal kırıklığına uğrarsınız. Bu iki zıt duygunun kitap boyunca sürekli olarak zihninizde birbiriyle çatışacağını not edelim. Türk edebiyatının ortasında duran bir distopya örneği olması bakımından üzerinde uzun uzun konuşmayı hak etse de, aslında tam bir distopya değildir. 

Kitabın asıl iddiası ironi ve sosyal eleştiridir. Dönemin özelleştirme furyasının bundan 70-80 sonra başımıza neler açacağını, insanların günlük yaşamında ve ahlaklarında ne farklar yaratacağını ironik bir biçimde gösterir. 
"Seksen, doksan yıl önce bu ülkenin ulusunu ve Allah'ını seven insanlarının köktenci bir özelleştirme seferberliğine girişmiş olduklarını, onların bu hayırlı girişimi alınlarının akıyla bitirmiş olamamaları durumunda bugün bulunduğumuz noktanın 'çok, ama çok gerilerinde' kalmış olacağımızı anlattı bir süre."
Karadeniz usulü totaliter devlet anlayışı. 

1984, Fahrenheit 451, Otomatik Portakal, Biz... Distopya türünün tüm bu leziz örneklerinde başında kim olduğunu bilmediğimiz birer totaliter devlet vardır. Gökdelen romanını bu gibi distopyalardan ayıran en önemli özellik, halkı yöneten ve ezen devletin ulaşılmaz, kimliksiz, belirsiz olmayışıdır. 2073 yılında devletin başında olan Mevlüt Doğan'ı kanlı canlı görürüz, hatta protagonist aracılığıyla onunla muhabbet ederiz. Yukarıda saydığımız romanların aksine, sıcakkanlıdır ve hatta karşısındakine teklifsiz bir samimiyet gösterir. Çünkü 2073 yılı Türkiye'sinde belli ki Karadeniz usulü bir totaliter devlet anlayışı hüküm sürmektedir. Her şey Mevlüt Doğan'ın istediği şekilde olur. Üstelik dostluk, teklifsizlik, yapmacık bir samimiyet tutumu, tabiri caizse "halk adamı" tavrıyla kendini sürekli olarak gösterip sokak dilinde oluşturduğu söylemlerle bu otoriteyi kurmuştur. Ünlü distopya romanlarındaki o gizemli ve soğuk otorite, yerini "Karadenizli otoriteye" bıraktığı için, kitabın "ironi" üzerine kurulu olduğunu ya da tasvir ettiği otoritenin "şaka gibi" olduğunu anlamak zor değildir.
"Ivan Karamazov'un Smerdiakof'a söylediğini düşünün, efendim," dedi: "Bana öyle geliyor ki sen çok hem sıkı bir salak... hem dört dörtlük bir üç kağıtçısın." [...] "Mevlüt Doğan hem sıkı bir salak, hem de dört dörtlük bir üç kağıtçı olarak yapıyor yaptıklarını, kimi zaman üç kağıtçı, kimi zaman salak olarak."
2073 Yılında da Eril Söylemler Devam Edecek

Kitapta yalnızca 3 kadın vardır: Alegorik bir karakter olan Nokta hanım, Can Tezcan'ın karısı Gül Tezcan ve sekreteri İnci. Nokta hanımın romandaki rolü farklı olduğu için onu bir kenara bırakalım. Gül Tezcan'ın kitaptaki tek işlevi kocasını sürekli "sevgilim, canım, cicim" hitaplarıyla rahatlatmak, abartılı bir şekilde sevgisini ve ona muhtaç olduğunu belli etmek, evde kalıp düzeni sürdürmektir... İnci'nin tek işlevi de "peki efendim, tamam efendim" gibi laflar kullanarak kendisine verilen talimatları yerine getirmek, üstelik patronunun tacizlerine rağmen bozuntuya vermeyip buna devam etmektir. Fahrenheit 451'dekine benzer bir robotlaşmış kadın tasviri söz konusudur. Kadına 2073 yılında iki seçenek verilir. Kocasının ekonomik gücü sayesinde gökdelenin mümkün olduğunca en üste yakın dairelerinden birinde yaşayıp kocası hakkında sürekli olarak endişelenmek veya işe girip diğer erkeklerin talimatlarını yerine getirmek. 

Yatay ve Dikey

Kitapta dikine uzayan, yerden gittikçe uzaklaşan bir yaşam tasvir edilir. Bu yeni yapılanmanın en üstünde yaşayanlar, aynı zamanda toplumun da en zengin kesimidir. En altta, sokaklarda gezenler ise sistemin dışladığı, ekonomik olarak gözden çıkarılmış ve tüm itibarlarını yitirmiş "yılkı adamları" olarak tanımlanan insanlardır. Metropolis'tekine benzer bir alt-üst anlatımı vardır. Prof. Dr. Hanife Nalan Genç ve Doç. Dr. Ali TilbeTahsin Yücel'in Gökdelen'i: Yapısal ve İzleksel Öğeler* isimli makalelerinin 4.1. Dikey/Soyut Uzam: Gökdelen İnsanları ve 4.2. Yatay/Somut Uzam: Yılkı İnsanları başlıkları altında bu durumu yatay-dikey olarak ikiye ayırırlar. Dikey uzamı doğadan gittikçe uzaklaşan kenterler ve onların hırsları doldururken yatay uzamı yılkı adamları doldurmaktadır.

Yılkı Adamları 

Yılkı adamları, şüphesiz Gökdelen romanının en akılda kalıcı ve okurda en çok heyecan yaratan distopik öğesidir. Teknoloji ve doğayı karşı karşıya koyan Fahrenheit 451 romanına benzer şekilde, beton ve doğayı karşı karşıya koyan Gökdelen romanında, sisteme karşı gelen bir grup insan doğaya sürülür. Artık insanlara hizmet etmediği için doğada başıboş bırakılan yılkı atları misali, bu kişiler de sistemde kendilerine bir yer bulamadıkları için sürü halinde doğada yaşarlar. Mekikle dolaşan veya gökdelenlerin üst katlarında yaşayan kişiler yılkı adamlarını bilmez, çünkü betonun uğramadığı doğal alanlarda bir bakıma gizlenerek yaşamaktadırlar. 

Kitabın sunduğu bu nefis distopik öğe ne yazık ki o kadar derinlemesine işlenmez. Başta da söylediğimiz gibi, kitabın kaygısı güzel bir distopik anlatım sunmak değil, toplumu yönetenleri ve ülke ekonomisinin başrol oyuncularını ironik bir dille eleştirmektir. 

Nokta Hanım

Karadenizli çılgın müteahhit Temel Diker, güzeller güzeli annesinin fotoğrafını tüm yakınlarına gösterir, Nokta Hanım'ın güzelliği dillere destandır ve fotoğrafı gören herkes uzun süre etkisinden kurtulamaz. Komünist Rıza Koç, inatçı emekli öğretmen Hikmet amca, hırslı ve başarılı plaza avukatı Can Tezcan başta olmak üzere farklı hayat bakışlarına sahip olan herkesi etkisi altına almaktadır. Özgürlük Anıtı açılışı sonrasında, Nokta Hanım'ın yüzü yılkı adamlarını bile tesiri altına almayı başarır. Abartılı bir büyülenmişlik anlatımı söz konusudur. Ne zaman kitaptaki bir öğeye aşırılık yüklense, burada durup Tahsin Yücel'in gizlediği anlamların peşine düşmek gerekiyor, Yücel okurları bunu iyi bilir. Kitap boyunca durmadan birbiriyle çatışan tüm bu insanlar, sisteme karşı farklı pozisyonlarda yer alan bu kişiler nasıl olur da Nokta Hanım'ın güzelliği konusunda hemfikir olabilirler? Nokta Hanım neyi temsil ediyor olabilir? 
"Bence bu yüz olsa olsa Havva'nın yüzü olabilir diyordum"
"Çok yazık! Bir dahaki sefer bak", dedi Rıza Koç. "Çıplak dağların güzelliğine hayran kalacaksın, sanki dünya yeniden kendi oluyormuş gibi gelecek sana, kendine ya da... Nokta Hanım'ın yüzüne dönüşüyormuş gibi..."
"Nokta hanımın yüzü öylesine güzel, öylesine arı, öylesine benzersiz, öylesine doğal ve öylesine canlıydı ki her an uçup gidebilir ve yerinde Barthaldi'nin anasının yüzü kalabilirmiş gibi bir izlenim uyandırıyordu insanda, onda tüm düşlenmişlerin, tüm bulunmuşların ve tüm yitirilmişlerin yüzünü görmüş gibi, neredeyse soluk bile almayan bakıyorlardı."
2073 yılında tahminen 50 yaşlarında olan Temel Diker'in annesi Nokta Hanım, olsa olsa 1990, 2000 doğumlu olur. Bu yıllarda toplumun henüz doğadan tamamen kopmadığını, gökdelen çılgınlığının böylesine abartılı bir şekilde yaşanmadığını zaten biliyoruz. Temel Diker'in Karadenizli oluşundan yola çıkarak, Nokta Hanım'ın da Karadeniz'de büyümüş bir kadın olduğunu varsayabiliriz. Yani Nokta Hanım'ın doğanın ortasında doğup büyümüş, kenterlerin beton ve yükselme hırsından nasibini almamış, muhtemelen çalışkan ve üretken bir kadın olduğunu varsayabiliriz. 

Öte yandan, kitaptaki karakterlerin isim seçiminde Yücel'in özellikle titizlendiğini anlamak zor değil. Yaygın bir kadın ismi olmayan Nokta kelimesinin kitapla bağlantılı birkaç anlamı şöyle: Cümlenin bittiğini belirten noktalama işareti, çok küçük boyutlarda işaret, benek.

Gökdelenlerin en üst katlarında yaşayan insanlar, yerde gördükleri kişileri adeta birer "nokta" olarak tanımlarlar. Yerde dolaşan, yani yatay uzamı dolduran noktalar, çoğunlukla yılkı adamlarından, sistem dışı insanlardan oluşur. Öte yandan, biz okurlarla çağdaş olan Nokta hanım, kitaptaki gelecek tasvirine bakılırsa doğanın takdir edildiği, insanların iyi kötü özgür olduğu bir dönemin son temsilcilerindendir ve artık hayatta değildir. Nokta hanım ile birlikte bir devir artık noktalanmış; yepyeni, çok daha saçma ve yozlaşmış bir nesil ile yeni bir devir açılmıştır. Nokta hanım, bir bakıma eski günlerin güzelliğini, bozulmamışlığını, özlemini çağrıştırır. Bozulmayan doğayı, henüz totaliter bir rejimin altına girmeyen insanların özgürlüğünü, nefes alınan zamanları temsil eder. 

Kitabın kötü adamlarının da Nokta hanıma hayran olması, belki de "üç kağıt" peşindeki bu "sıkı birer salak" olan kötü adamların da aslında doğadan geldikleri için içgüdüsel olarak doğaya özlem duyduklarını ama "üç kağıt" çevirme hırsları ve idealleri nedeniyle "salaklık ederek" bunu sürekli olarak bozmaya devam ettiklerini vurguluyordur.

Diğer taraftan, yılkı adamları için Nokta hanım, umudu temsil eder. Umut tek bir noktadan doğar. Yılkı adamlarını ülkenin en zengin ve umursamaz adamıyla kesiştikleri tek şey Nokta hanıma duydukları hayranlıktır. Ülkeyi mahveden kişilerin güzelliğe, buradaki anlamıyla doğaya hayran olmaları yılkı adamlarına umut verir. Belki de yeniden yeşeren ortak doğa sevgisiyle, medeniyet bunca gerilemeyi telafi edebilecek, üzerindeki fazla betonu silkeleyerek özüne dönecektir.
"[...] Yazı Emile Zola'nın on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Fransız kamuoyunu altüst eden Suçluyorum'u kadar etkili ve tutarlı değildi belki, ama yazarının büyük ölçüde ondan etkilendiği, hatta bilgisayarının başına geçmeden önce onu birkaç kez, hem de çoktan aramızdan ayrılmış ve çoktan unuzulmuş olan sıradan bir yazarın tam yetmiş yıl önce yaptığı bir çeviriden okuduğu da belli oluyordu."
Yakın zaman önce kaybettiğimiz, Türk edebiyatında önemli bir yere sahip olan ve Türkçeye şahane çeviri kitaplar kazandıran Tahsin Yücel'in kendi iddiasının aksine uzun yıllar boyunca unutulmayacağını söyleyerek yazıyı sonlandıralım.

*Makaleye buradan göz atabilirsiniz. 

7 Eylül 2017 Perşembe

Kitaptan Filme: Sunrise A Song of Two Humans / Reise nach Tilsit

1857-1928 yılları arasında yaşayan Alman yazar Hermann Sudermann'ın adını daha önce duymuş muydunuz? Hafizanızı biraz zorlarsanız, Sunrise: A Song of Two Humans filminden hatırlayacaksınız. Dönemin en popüler filmlerinden biri olan, sinema tarihinin en iyi filmleri listelerinde kendisine yer edinen, Alman Dışavurumcu sinemanın özelliklerine sahip bu sessiz filmin dışında da, Sudermann'ın uyarlama dünyası açısından önemli bir figür olduğunu biliyor muydunuz? 1910'lu yıllardan bu yana, çeşitli ülkelerden yönetmenler Sudermann'ın eserlerini sinemaya, kısa filmlere, TV filmlerine, dizilere ve TV gösterilerine uyarlıyorlar. Başlıca işlere göz atmak isteyenler için, IMDB'den 7.0 üzeri puan alan uyarlamaları şöyle sıralayalım: Reise nach Tilsit (1969), Armchair Theatre, Sunrise (1927), Hochzeit auf Bärenhof, Flesh and the Devil, Wonder of Woman, Jons und Erdme, The Trip to Tilsit (1939).

Gazeteci olarak başladığı kariyerine kısa hikayeler yazarak devam eder. Yazarlık kariyerinde ona ilk olarak, yazdığı dramalar ün getirecektir. Bir roman yazarıyla evlenir. Eserleri çok tutar, 30'dan fazla filme uyarlanır. Kariyerinin son döneminde yazdığı Reise nach Tilsit (1917, Tilsit'e Seyahat) daha sonra tam üç kez sinemaya uyarlanacak ve bunlardan biri sinema tarihinde kendisine önemli bir yer edinecektir. Yine kariyerinin son döneminde yazdığı Die Frau des Steffen Tromholt (1927, Steffen Tromholt'un Karısı) daha sonra Wonder of Woman isimli filme uyarlanarak ses getirecektir.

Sunrise, neden diğer uyarlamalar arasından bu kadar sivrilir? 

İlk olarak, döneme damgasını vuran bir sinema akımından bahsedelim, Alman Dışavurumculuğu. Metropolis, The Hands of Orlac, The Golem, From Morn to Midnight, Nosferatu, The Cabinet of Dr. Caligari gibi nefis örnekler veren bu akım, Birinci Dünya Savaşı'nın özellikle ekonomik izlerini silmeye çalışan Almanya'nın, yükselen Hollywood trendine karşı sağlam bir pozisyon kazanmak amacıyla ortaya attığı bir akımdır. Mimari, heykel, resim gibi alanlarda Avrupa'yı saran Dışavurumculuğu sinemaya getirerek 1920'li yıllarda çok ses getiren birkaç film çekmeyi başarırlar. İzleyicinin duygularına hitap etmek ve rahatsızlık hissettirmek için perdelerle, boyalarla yapılan çarpık ve yapay dekorlar, gerçeküstü ortamlar, genellikle düşük bütçeyle yapıldığı için olsa gerek, izleyiciyi tatmin etmeyecek ve popülaritesini uzun süre koruyamayacaktır. Almanya'dan Hollywood'a taşınır, farklı genre'lerle birleşir. Özellikle korku sinemasında ve film noir'da bıraktığı etkiler nedeniyle Alman Dışavurumculuğu günümüzde bile popüler bir konudur. Sunrise, Alman Dışavurumculuğun kırıntılarından faydalanan ABD yapımı bir filmdir. Bir Dr. Caligari kadar Alman Dışavurumculuğu içinde yüzmese de, etkilerini taşır. Örneğin, vamp kadının odasından çıkıp ayakkabısını boyatmak üzere hizmetçilerin odasından girdiği sahnede, masanın ve üzerindeki kaselerin pozisyonuna hiç dikkat ettiniz mi? Ve vamp kadının tavırları, kıyafetleri, makyajı size de korkutucu, adeta bir "vampir" gibi gelmedi mi? Bunlar, filmin taşıdığı dışavurumcu izlerden birkaç tanesidir. 

İkincisi, alegorik bir yapıttır, Üzerine söylenecek laflar vardır. Hermann Sudermann'ın eserinde de yoğun bir şekilde hissedeceğiniz bir "iyiyle kötü arasında gidip gelme" durumu vardır. Esas Adam (insanoğlu), şehirden gelen vamp kadın (şeytan, kötülük) ve evdeki fedakar, güzel, çalışkan ve iyi huylu karısı (melek, iyilik) arasında seçim yaparken ecel terleri döker. Vamp kadının etkisi altına giren Esas Adam, Masum Karısını öldürmeye karar verir. Ama kararını uygulayacakken vicdanı devreye girer. Karısının masumiyetini görünce, sonra da bir kilise de birbirlerini sonsuza kadar koruyacaklarına yemin eden bir çiftin nikahına denk gelince şeytanı kafasından tamamen kovar ve iyiliği seçer. Film, bu gelgit üzerine kuruludur. Gerilimi yüksektir, duyguları harekete geçirir. Sonuyla da heyecanı son seviyeye çıkartır. O döneme ve o prodüksiyon olanaklarına göre çok zengin bir filmdir.

Üçüncüsü, kadroda döneme damgasını vurmuş birkaç figür yer almaktadır. Yönetmen F. W. Munrau, Bram Stoker'ın efsanevi Dracula romanından uyarladığı Nosferatu filmi ile sinema tarihine silinmez izler bırakmıştır Nosferatu'dan beş sene sonra, Sunrise için yönetmen koltuğuna oturacaktır. Senaryoyu yazan Carl Mayer, yine akımın imzası niteliğindeki The Cabinet of Dr. Caligari'nin senaryo yazarıdır. Yedi sene sonra Nosferatu'nun yönetmeniyle bir araya gelerek yaptığı işin sönük olması zaten beklenemez.

Dördüncüsü, setler akımdaki düşük bütçeli filmlerin aksine son derece çeşitlidir ve gerçek mekanlarda oluşturulmuştur. Alman Dışavurumculuğun "derme çatma" dekor anlayışı, filmin geneline hakim değildir. Ev, evin yanından geçen nehir, dans ettikleri salon, kilise, kadının kaçıp bindiği tren... Dışavurumculuğu daha "gerçekçi" bir dekora oturturlar. Bu nedenle izleyici filmi daha çok benimser. 

Film hikayeye sadık kalmış mıdır? 

Uyarlamaları değerlendirirken çoğunlukla "aslına sadakat" üzerinden not veririz. Önce gelen edebiyat olduğu için aslolan edebiyattır ve sinemanın görevi bunu doğru şekilde yansıtmaktır diye düşünenlerin sayısı hiç de az değil. 20. yüzyılda ortaya çıkıp yaygınlaştığı için üvey evlat muamelesi görse de, sinemanın bir sanat dalı olduğunu unutmamak gerekiyor. Kendine göre bir stili, yöntemi var. Edebiyatı tıpa tıp taklit etmesi beklenemez. Öyle yapsa sanat olmaz.

Bu girizgahın ardından, tahmin edeceğiniz gibi yanıt: Hayır, kitap birebir yansıtılmamış. Tren sahnesi, mutlu son, kilise sahnesi sonradan eklenmiş; kadının zengin bir aileden geldiği, babasının gönül ilişkisini öğrenip damadı tehdit edişi, üç çocukları olduğu detayları filmde gösterilmemiş. Fakat bunların da ötesinde, kitapta olmayıp filme yansıtılan önemli bir detay var: Kasaba-Şehir zıtlığı. 

Filmde şehir ve şehre dair her şey, şehveti, kötülüğü anımsatır. Şehir büyük ve bireyi, içindeki vicdanı ve sağduyuyu yutmaya hazır bir canavar olarak tasvir edilir. Kasaba ise bireyin kendi iç dünyasına daha yakın, huzurlu, sağduyulu ve sakin bir şekilde yaşadığı bir yer olarak gösterilir. Her ne kadar Sudermann, bu öyküyü yazarken kendi doğup büyüdüğü coğrafyaları seçerek belki biraz kasaba hayatını öne çıkarmak istediyse de, kitapta şehir-kasaba zıtlığına dair bir yorum yok. 

Başka bir fark da, romanda karakterlerin isimleri var, filmde yalnızca rollerini öğreniyoruz. Belki de bunun alegorik bir anlatım olduğunu daha fazla vurgulamak için, karakterlerin üzerinden vurguyu çekmişler. 3 çocuk, zengin baba da hikayeden çıkartılmış. Daha yalın ve mesaja odaklı bir hikaye anlatımı seçilmiş. 

Kitap yorumu

Kitapta Indre, kocası Ansas'ın kendisini öldürme planı yaptığını anlar. Ansas ona bir tekne gezisi yapmayı önerdiğinde, başından itibaren bunun planlanmış bir cinayet girişimi olduğunu bilmektedir. Tekne gezisine çıktıkları andan itibaren, hazin sona ulaşana kadar sürekli olarak "öldürecek, hayır öldürmeyecek" ikilimi içinde kalırız. Bu da okur üzerinde müthiş bir gerginlik yaratır. Film adamın vicdan muhasebesi üzerinden akarken, kitap kadının korkusu üzerinden ilerler. Kadının korkak, pasif, kabullenmiş ve affetmeye hazır bakış açısından Ansas'ı gözlemleriz. Bazı hareketlerinde şefkat vardır, öldürmeyecek deriz. Bazen gözünden şeytani bir ışıltı geçer, öldürecek deriz. Kısacası gölün ortasında, savunmasız bir şekilde Ansas'ın gelgitlerini tartarak öldürülüp öldürülmeyeceğini hesap etmeye çalışırız. 

Burada hikayeyi Indre'nin gözünden algıladığı için okur otomatik olarak "melek" tarafındandır. Ansas'ın bir an önce kapıldığı cazibeden kurtulması için yumruğunu ısırır. Sonunda Ansas da, tıpkı filmdeki adam gibi içindeki şeytanı yenerek Indre'nin dizlerine kapanır, itiraf eder ve af diler. Daha sonra çok sarhoş oldukları için ikisi de suya düşecek, Indre kurtarılacak fakat Ansas ölecektir. Okur bu noktada ikiye ayrılır. Ansas'ın bu hazin sonuna üzülen "melekler" ve kitap boyunca kadına çektirdikleri için ondan nefret edip sonuna zerre üzülmeyen, hatta Indre'nin bu affediciliğine ve pasifliğine kızan "şeytanlar".

Kadına 20. yüzyılda biçilen affedicilik, pasiflik, yakarış, kabulleniş 21. yüzyılda iyice küflendiği için, neden üzülecekmişim dediğinizi duyar gibiyim. Ben de sizinle aynı tepkiyi verdim. Elbette hiçbir şey bu kadar iki boyutlu, tam siyah veya tam beyaz olamaz. Sanırım herkes bu hikayeden, kişisel deneyimlerine bakarak farklı bir sonuç çıkarabilir. 

Kitap zulmeden adamı sonunda öldürüp "bu dünyada ilahi adalet var, eden bulur" diyerek aslında ezilen kadının tarafını mı tutuyordu yoksa, sonunda adamı affettiği halde yine de öldürüp "kadının yüzü gülmeyecek, öyle de üzülecek, böyle de üzülecek" diye kadının dramına dram mı katıyordu? Yoksa yalnızca okuru ters köşeye mi yatırmak istemişti? Sizce?

2 Eylül 2017 Cumartesi

Kitaptan Filme: The Dark Tower

Stephen King’in 1982-2012 yılları arasında yazdığı 8 kitaptan oluşan seridir. Serideki kitaplar sırasıyla şöyledir : The Gunslinger (1982), The Drawing of the Three (1987), The Waste Lands (1991), Wizard and Glass (1997), The Little Sisters of Eluria (1998), Wolves of the Calla (2003), Song of Susannah (2004), The Dark Tower (2004), The Wind Through the Keyhole (2012). Türkiye’de Altın Kitaplardan Gönül Suveren, Canan Kim ve Nejat Ebcioğlu çevirileriyle yayınlanır.

Edebi Göndermeler

The Dark Tower serisi, İngiliz yazar Robert Browning’in 1855’te yazdığı ve Men and Women kitabında yayınlanan « Childe Rolande to the Dark Town Came » şiirinden ilham alınarak yazılır. Şiirde geçen Cuthbert ismi kitapta da vardır örneğin. Bu şiir de ilhamını William Shakespeare’in King Lear oyununda geçen şu dizeden alır: « Child Rowland to the Dark Town Came ». Shakespeare bu dizeyi yazarken ilhamını « Child Rowland » masalından almıştır. Stephen King, tüm bu edebi referanslar arasında en çok Browning’in şiirini baz aldığını söylemesine rağmen, örneğin, Maerlyn karakteri ve Kral, masaldan esinlenilerek oluşturulur. Hepsinin ortak özelliği Roland/Rowland adında bir karakterin, hedefine ulaşmak için The Dark Tower’a ulaşma çabasıdır. Yolda atlattığı maceralar, geçirdiği mental değişimler anlatılır.

Ayrıca Stephen King, seriyi oluştururken İtalyan yönetmen Sergio Leone’nin « spagetti Western » türü İyi, Kötü, Çirkin filminden esinlendiğini söyler. 1960-75 yılları arasında, özellikle İtalyan olmak üzere bazı Avrupalı yönetmenler tarafından Amerikan kovboy filmlerinden esinlenerek çekilen ancak daha düşük bütçeli ve daha düşük inandırıcılığa sahip kovboy filmlerine bu isim verilir. Esinlendiği bir başka seri de, Yüzüklerin Efendisi’dir.

Birinci Kitap (The Gunslinger) Özeti

(Dileyenler özet kısımlarını geçip doğrudan yorumları okuyabilirler, bu yazı biraz uzun olacak.)

Kitap Silahşör'ün, çölde Siyahlı Adam'ı arayışıyla başlar. 2 ay önce çıktığı yolda bir gün Brown isminde tuhaf bir gencin kulübesinde konaklayarak geçmişi düşünmeye başlar. Tull kasabasında yaptıkları kafasını kurcalamaktadır, bir nevi vicdanını hafifletmek için yaşadıklarını Brown'a anlatır. Tull kasabasında, Sheb isimli, hadım edilmiş bir müzisyenin mekanına gidip barda çalışan Alice isimli fahişeyle zaman geçirmeye başlar. Alice ona Nort isimli şeytanotu bağımlısı ayyaş bir kasabalının bir süre önce öldüğünü, yabancı rahip kılıklı bir adamın gelip onu canlandırdığını anlatır. Silahşör, yabancının Siyahlı Adam olduğunu öğrenir, ona yaklaşmıştır. Birkaç günlük konaklama sürecinde her şey normal giderken, Sylvia Pittston isimli aşırı radikal bir rahibe karakteri ortaya çıkar. Bu kişi Siyahlı Adam'ın azılı bir savunucusudur ve hatta ondan hamiledir. Bir vaazinden sonra Silahşör'ü kasabalıya hedef gösterir. Kasaba halkının kendisine linç girişiminde bulunacağını anlayan Silahşör önce davranarak kadına gider, karnındaki bebeğin bir iblis olduğunu söyleyip onu öldürür, daha sonra Alice dahil tüm kasaba halkını öldürür. 

Silahşör, Brown isimli gencin kulübesinden ayrılıp tekrar yola koyulduğunda 9 yaşlarında Jake isimli bir çocukla karşılaşır. Jake kendi dünyasıyla ilgili anılarını çok az hatırlar, bu dünyaya neden geçtiğini artık unutmuştur. Silahşörün onu uyutmasıyla bir Cadillac'ın kendisine çarptığını, Rahibin orada belirdiğini hatırlar. Anne ve babası zengin ve ilgisizdir. Özel okullar, dadılarla büyür. Kızlar şimdiden ona hayran olmaya başlamıştır. Araba kazasından sonra kendi dünyasındaki hayatı sonlanır, Roland’ın dünyasına geçiş yapar. Silahşör bir kuleyi bulması gerektiğini anlatır, yola birlikte devam edeceklerdir. Daha sonra karşılarına çıkacak olan kahinin kehanetine göre, çocuğun bu serüvendeki rolü Silahşörün Siyahlı Adama erişmesini sağlamak olacaktır. Silahşör, çocuğun bir basamak olduğunu öğrendiğine üzülse de yollarına devam ederken çok yakında kopacaklarını çocuğa belli etmez. 

Geçmiş hakkında düşünmekten çok hoşlanmayan Silahşör, Tull olayından sonra bu kez çocukluğunu düşünmeye başlar. Kendisini eğiten kaba saba ve sert öğretmeni Cort'u, küçükken Siyahlı Adam'ı destekleyip kendilerine ihanet girişiminde bulunduğu için ispiyonladıkları ve idamına sebep oldukları aşçı Hax'ı, annesini kendi gözü önünde ayartıp onunla birlikte olan Marten'i Marten'e duyduğu öfke nedeniyle sinirlenip Cort'tan silahşörlük sınavına girmeyi talep edişini ve bu dövüşü son derece kanlı bir şekilde kazanıp Silahşör oluşunu hatırlar. 

Bu arada yollarına çıkan bir drezini çocukla birlikte kullanarak yollarına devam etmektedirler. Bir noktada Değişken isimli yaratıkların saldırısına uğrarlar ve birlikte yenerler. Nihayet beklenen an geldiğinde, Jake geçtikleri köprüden kayarak aşağı düşer. Karşılarına çıkan Siyahlı Adam, Silahşör'ün zihnini kontrol ederek Jake'i kurtarmasını engeller. Jake'in son sözleri "Öyleyse git. Bundan başka dünyalar da var." olur. Silahşör Jake'in öldüğünü düşünür, bir şey yapamadığı için kendisine çok öfkelidir. Aylardır peşinde olduğu Silahlı Adamın karşısına çıkmıştır, ancak zihnini tamamen kontrol altında tuttuğu için onun dediklerinden başka bir şey yapamaz. Siyahlı Adam ona tarot ve iskambil falı bakarak kehanette bulunur, daha sonra Roland'ı uyutarak ona Kule'nin gizemini anlatır. Rüyasında evrenin doğup büyümesini gören Roland'a, Kara Kule'nin en uzaklardaki hizmetkarı olduğunu, dünyanın kendine teslim edildiğini, evrenin en büyük sırrının hayat değil Büyüklük olduğunu, yaşamı Büyüklüğün sardığını ve Kulenin de Büyüklüğü sardığını anlatarak Kule'nin yüceliğini açıklar. Siyahlı Adam'ın bir efendisi (Maerlyn) olduğunu, onu hiç görmediğini ama Silahşör'ün ileride göreceğini, efendisinin geri geri yaşama yeteneği olduğunu, hatta onun da bir efendisi olduğunu, bu kişinin Kara Kule bekçisi olduğunu açıklar. Son olarak Siyahlı Adam'ın daha önce Marten'in yanında Walter kılığıyla Silahşör'ün karşısına çıktığını öğreniriz. Silahşör, Siyahlı Adam'ın uzun bir gece olacak dediği geceden uyandığında aradan 10 sene geçmiştir, Silahşör yaşlanmıştır, uykuya dalmadan önce Siyahlı Adam’ın olduğu yerde artık bir iskelet durmaktadır. Sembolik olarak yanında yatan iskeletin çene kemiğini kırar ve yeni serüvenlere hazırlanır.

Kitap Yorumu

Kitaba genel olarak karanlık bir hava hakimdir. Silahşör, tam olarak hangi yüzyıla ait olduğu belli olmayan, Yüzüklerin Efendisi serisindeki Orta Dünya'ya benzer bir dünyaya aittir. Örneğin sanki drezin onun için çok antik bir alet gibi drezinin ne olduğunu bilmez, gelecekte yaşıyormuş hissi uyandırır. Daha sonra bunun bildiğimiz dünyayla alakası olmadığını, paralel bir evrende olduğunu, dolayısıyla yaşadıkları yüzyılın tahmin edilemeyeceğini anlarız. Önüne katırını bağlayıp içindeki fahişeye para ödediği han kavramı ise çok daha eski zamanlara aittir. Biraz Western (silahşörler, kasaba halkıyla girilen dövüşler), biraz 16. yüzyıl (han, fahişe, içki, katır), biraz fantastik (değişkenler, kahin, çene kemiği), biraz bilim-fantastik (paralel evren) genel olarak karanlık bir dünya tasviri söz konusudur.

Silahşör duygusuz, hissiz, bir ölüm makinesi şeklinde yetiştirilmiş bir karakterdir. Geçmişe takılma huyu yoktur. Önüne bakar. Yumuşamaz. Zeki değil ama amacına bağlı ve soğukkanlıdır. Silahşörlük konusunda tüm akranlarından daha önce sınavını verecek kadar doğuştan gelen bir yeteneği ve cesareti vardır. Babadan oğula geçen Silahşörlüğü onurlu, geleneksel, kutsal bir şey olarak değil, son derece gergin, yükü ağır, amacı belli ve umutsuz bir misyon olarak gösterilir. Tüm kitapta gerek Alice'in yanında, gerek annesi Gabrielle'e ve aşçı Hax'e karşı bu gaddarlığı görürüz. Yalnızca genç ve yetenekli, ışığı kuvvetli Jake'e karşı bir parça zaafı oluşur.

The Dark Tower (2017) Film Özeti ve Yorumu

Film karanlık bir görünüme sahip bir tür köyde toplanan çocukların ironik bir şekilde mutlu şakımalarıyla başlar. Dev bir hoparlörden gelen korkutucu gonk sesiyle mutlu atmosfer dağılır, çocuklardan daha büyük olanlar oyunlarını bırakıp bir yapıya doğru yürürler. Siyah camlı bu yapının içerisinde çocuklar için belirli düzenekler hazırlanmıştır, buraya otururlar, kafalarına bir şey takılır ve zamanı geldiğinde onlara korkunç bir acı verecek olan işleme başlarlar. Hepsinin birden kafasından bir ışık çıkar, bu ışık yukarı doğru giderken birleşip daha kuvvetli bir ışık yaratır ve göğe yükselir. 

Yorum: Buradaki çocuklar, Stephen King dünyasında « Shining » olarak adlandırılan, ışıkları yüksek, özel çocuklar arasından seçilip bu evrene getirilir. Filmin direkt olarak bu çocuklarla başlaması, kitap sıralamasına göre gidilmeyeceğinin ipucunu verir çünkü birinci kitapta böyle bir atıf bulunmaz. Ayrıca filmin sınırlı sayıdaki güzel sahnelerinden bir tanesidir. 

Bu tuhaf sahnenin ardından gerçek dünyaya dönülür. Meğer Jake isminde 9-10 yaşlarında bir çocuk rüyasında bu yaşananları görmüştür. Çocukların kafasından ışık çıkıp göğe yükseldiğinde gerçek dünyada da deprem olmaya başlar. Annesi, telaşla odasına girip Jake'i kontrol eder. Telaşlı olduğu kadar kuşkuludur da, Jake'in hep bu tür rüyalar gördüğünü öğreniriz ve belli ki depremler de bu rüyalarla bağlantılıdır. Oğullarının psişik olduğunu bildikleri için nasıl başa çıkacaklarını bilmezler, endişelidirler. Jake rüyasında gördüklerini çizip duvarına asmaktadır. Hep Silahşör ve Siyahlı Adam figürlerini gördüğü için gerçekten öyle bir evren olduğuna inanmaktadır. Annesi ve üvey babası ise bu duruma korku ve endişeyle yaklaşıp, onu psikoloğa gönderirler. Psikolog, bu duruma babasının yangında ölme hikayesinin neden olduğunu söylemektedir, çünkü Jake'in rüyalarının teması her zaman "karanlık ve ateş" şeklindedir. 

Yorum: Jake’in annesi fazlasıyla sinir bozucu bir karakter olarak tasvir edilir. Oğlunun rüyalarının depremlere neden olduğunu görür, böyle doğaüstü bir bağlantı olduğuna bizzat tanık olur ama oğlunun rüyalarının yalnızca bir delilik alameti olduğunu varsayarak, gözünün önünde gerçekleşen şeyleri görmezden gelerek onu sıradan psikologlara göndermeye devam eder. Neden oğluna inanmaz, neden onun tarafını tutmaz, belirsizdir. Ayrıca bu noktada film kitaptan kopar. Kitapta Jake’in ailesi zengin ve ilgisiz bir ailedir ve bu gibi bir ilişkileri yoktur.

Bir gece rüyasında gizemli bir ev görür. Bu evin çizimini yapıp internette paylaşarak insanlara adresini sorar. Birisi "universal studios" esprisi yapar, filmin klişe Hollywood esprilerinden ilkidir, son olmayacaktır. Bir başkası bu evin Brooklyn'de olduğunu söyleyip adresini verir. Bu arada bir psikoloji derneğinden iki görevli Jake'in annesine yaklaşmıştır. Jake'i iyileştireceklerini, yalnız birkaç günlüğüne kliniğe gelip orada kalması gerektiğini söylerler. Jake'i almak üzere eve gelirler. Kulaklarının arkasında, rüyalarındaki karakterlere benzer dikişler olduğunu gören Jake, onların kötü adamlar olduğunu anlayarak kaçar. Kaçarken çizimlerini ve Brooklyn'deki evin adresini de yanına almayı başarır.

Yorum: Film, kitabın o karanlık atmosferini söküp yerine klasik bir Hollywood filmi atmosferi koyar. En can alıcı gerilim sahnelerinin arasına, süper kahraman filmleri tarzında espriler koyar. Hikayeyi modern bir Amerikan evine taşır. İşin içine interneti dahil eder. Filmin çiğ ve sıradan olmasının birincil sebebidir. 

Brooklyn'deki eve vardığında, buranın sıradan bir ev olmadığını, onu rüyalarındaki evrene taşıyacak bir geçidi barındırdığını görür. Rüyasında gördüğü 19-19 şifresini girerek kapıyı aktive eder. Tam diğer tarafa geçmek üzereyken parkeler yükselip (daha sonra bunun, çocuğun girmesini engellemeye çalışan parke canavarı olduğunu öğreniriz) girmesine engel olur. Ama çocukta öyle bir zihin gücü vardır ki, parke canavarını aşıp diğer tarafa atlar. Bir çölün ortasında bulur kendini. Tek yaşam belirtisi olarak uzaklarda yanan cılız bir ateş görür, oraya doğru gider. Ateşi Silahşör yakmıştır, tanışırlar. Ona çizimlerini göstererek düşman olmadığını kanıtlar. Silahşör, Siyahlı Adamı ve kendisini rüyalarında gören bu çocukta bir numara olduğunu anlar, görülerini yorumlatmak üzere çocuğu güvenli köye, oradaki kahine götürmek üzere yola çıkarlar. Yolda karanlık bir ormandan geçerken, üzerinde "Pennywise" yazılı antik, üzeri tamamen yapraklarla kaplanıp paslanmış bir theme park bulurlar. Burada bir canavarın saldırısına uğrarlar. Silahşör silahını düşürüp canavar tarafından boğulmak üzereyken, Jake silahı alma cesareti gösterdiği için aralarında bir bağ oluşur. Canavarı alt edip yollarına devam ederler ve güvenli köye, oradaki kahine ulaşırlar. 

Yorum: Birinci kitap, Jake’in bir Cadillac’ın altında kalarak öldüğünü ve o şekilde diğer evrene geçtiğini söyler. Filmde ise rüyasında gördüğü evin peşinden giderek parke canavarıyla boğuşup kendi kendine gider. Diğer evrene geçip Silahşör’le tanıştığında tam olarak neden orada olduğunu bilir ve geldiği dünyayı tamamen hatırlar. Bu noktada kitabın Jake’le ilgili kattığı fantastik havayı söküp daha ayakları yere sağlam basan bir karakter oluşturmuşlardır. Yine kitabın türünü görmezden gelen bir hamledir. Öte yandan, birinci kitapla en çok bağlantı kurulan kısım, bu kısımdır. Jake ve Silahşör’ün çölde karşılaşmalarını anlatır. Pennywise, Stephen King’in "It" romanına yapılmış bir göndermedir ve filmin az sayıdaki iyi anlarından biridir.

Bu arada Siyahlı Adam, yani Walter kapıdan izinsiz bir giriş olduğunu öğrenmiştir, çocuğu aramaya koyulur. Güvenli köye adamlarını gönderir. Güvenli köyde Jake'in zihnini okuyan Kahin çocuğun ışığının çok kuvvetli olduğunu söyler, özel bir çocuktur. Siyahlı Adam'ın eline geçerse bu ışığın kullanılması kötü sonuçlara yol açacaktır. Kahin, Jake'in rüyasında gördüğü siyah yapının yerini öğrenip Silahşör'e söyler. Silahşör, Kahin'den kendilerini oraya göndermesini ister, tehlikeli olduğu gerekçesiyle reddeder, bunun yerine dünyaya gönderecektir, dünyadan Dixie geçici aracılığıyla oraya gitmek daha kolaydır. Siyahlı Adam'ın adamları köyü basar, yakıp yıkar, Jake ve Silahşör sağ kurtulur. Dünyaya giderler. Siyahlı Adam, kahini bulup nereye gittiklerini öğrenerek yine peşlerine düşer. 

Yorum: Bu kısımda birinci kitapla ilgili kurulabilecek tek bağlantı Kahin’dir, ama filmle kitabın bahsettiği Kahin birbirinden çok farklıdır. Birinci kitaba göre yollarına çıkan bir Kahin, Jake’in kaderini okuyarak onun bu serüvende yalnızca bir basamak olduğunu söylemiştir. Söz konusu Kahin, kötücül bir karakterdir ve kötü haber verir. Filmdeki Kahin ise meleksi bir karakter olup çocuğu kahramanlaştıracak şeyler söyler. 

Bu arada dünyaya döndüğünde Jake'i kötü bir sürpriz beklemektedir, Jake'in dünyadaki evine ulaşan Siyahlı Adam, evde bulduğu anneyi ve üvey babayı öldürür. Jake hayatta değer verdiği tek kişi olan annesini kaybetmiştir, hayatı tamamen değişir. 

Yorum: Bu sahne de yine Hollywood’a özgü bir kaybeden sahnesidir, çocuğu dünyaya bağlayan her şey yok edilir ve çocuğun serüvenine diğer evrende devam etmesi sağlanır. 

Walter’ın adamları dünyaya gelir. Üzerinde Sombre yazan bir minibüsle Jake’i kaçırırlar. Onu geçitten geçirip siyah yapıya götürüp kafasına, ışığından faydalanacakları düzeneği takarlar, çocuktan çıkan enerjiyle Kara Kule’ye darbe indirirlerken dünyada da kırmızı bulutlar oluşur. Bir dünyada olan diğer dünyaya da yansır diyerek paralel gezegenlerde olduklarına başka bir gönderme yaparlar. 

Yorum: Serinin tamamını okuyanlar, Sombre’ye filmde bu kadar yüzeysel bir şekilde yer verilmesine kızarlar. İlk kitapta adı geçmese de, serinin gelecek kitaplarında önemli bir rolü vardır. Filmde bu rol, bir minibüsün üzerine yazılıp sahnede 2 saniye gösterilerek geçiştirilmiştir.

Silahşör Jake’i takip etmiştir. Geçidi koruyan kişilerin hepsini öldürüp Jake’in yanına girmeye çalışır. Jake enerjisiyle geçidi açık tutar, Walter bunu fark edip dışarı çıkarak Silahşörle dövüşür. Tam yenilmek üzereyken Jake, geleneksel Silahşör yeminini hatırlatarak Silahşöre motivasyon verir ve Silahşör toplanarak Walter’ı öldürür, Jake’i kurtarır, siyahlı yapı çökmüştür. Dünyaya dönerler. Silahşör onu kendisiyle birlikte diğer dünyaya geçmeye davet eder, dünyada değer verdiği hiçbir şey kalmayan Jake bunu kabul eder, kapalı bir kapının arkasına geçip kaybolurlar.

Yorum: Bu sahne tamamen Hollywood seyircisi için yaratılmış bir sahnedir. Aşırı aksiyon sona saklanır, gerilim en yükseğe getirilir, sonra kötü adam iyi adamların arasındaki duygusal bağın da kuvvetiyle hiç beklemediği bir yenilgi alır, seriden bihaber Hollywood seyircisi heyecan, hüzün, sevinç duygularının aynı anda harekete geçirilmesinden mutludur, zevk alıp salondan çıkar. Elbette seriyi okuyanlara saç baş yolduracak kadar yüzeysel bir sondur bu. 

----

Film, serinin tüm kitaplarından biraz alarak ortaya genel bir uyarlama çıkarır. 8 kitabı 2 saate sığdırmak gibi zor bir görevi üstlendiğine bakmayın, o kadar iddialı ve ince düşünülmüş bir yapımla karşılaşmayacaksınız. Eğer iyi vakit geçirmek istediğiniz bir aksiyon filmi arıyorsanız bu film tam sizlik, yalnız seriyi nasıl anlatmışlar bakayım mantığıyla gidiyorsanız, hiç gerek yok. İsmi The Dark Tower olan bir filmin sonu, kimse kuleye ulaşamamasına rağmen mutlu sonla biter, her nasılsa. Kökeni masallara, Shakespeare’e ve 19. yüzyıl şiirine dayanan Roland ilk defa içtiği cola'yı çok seven, metrodaki mini etek giyen kızlara atanızın yolundan sapmışsınız diyerek komik durumlara düşen, çocuğun yediği şeyin hot dog olduğunu öğrenince « savages ! » gibi aşırı orijinal ( !) bir tepki veren tırt bir karaktere dönüşmüştür. Bu gereksiz uyarlamanın devamının gelip gelmeyeceği merak konusudur. Gelirse 8 kitabı birden birazcık anlatan filmin devamını nasıl getireceklerdir, henüz lafı bile açılmayan Kara Kule’ye ulaşmaya çalışırken daha ne kadar sığ olabileceklerdir, bilinmez. Dileriz her kitabı layığıyla aktaran bir seri şeklinde yeniden uyarlanır ve bu filmi hiç çekilmemiş kabul edebiliriz. Filmin tek çok iyi tarafı olan Idris Elba ve Matthew McConaughey oyunculuklarına yazık olmuştur.