17 Kasım 2018 Cumartesi

Kitaptan Filme: Heart Is a Lonely Hunter

1917 doğumlu Amerikalı yazar Carson McCullers'ın 1940 yılında yayınlanan ilk romanıdır. McCullers'ın babası bir saat tamircisi, annesi de kuyumcu çalışanıdır. Orta halli, son derece saygın bir ailedir. Carson küçük yaşlarında piyano çalmayı öğrenir. Daha sonra yazmaya daha ilgili olduğunu keşfeder. Yazmanın kendisi için bir "tanrı arayışı" olduğunu söyler. Bu bakımdan kitap otobiyografik özellikler taşır. Kendi coming-of-age deneyimini yazar bir bakıma.

McCullers Rus gerçekçilerin geleneğine uygun şekilde yazar. Güney kurgu geleneğini sık sık "gotik" olarak yorumlayan dönemin eleştirmenlerine tepki olarak, "Rus Gerçekçileri ve Güney Edebiyatı" isimli makalede, "gotik" teriminin aşırı kullanımını eleştirir ve Güney kurgu geleneğinin kökenlerini aksine gerçekçilikten aldığını, doğaüstü açıklamalarla ve olaylarla ilgisi olmadığını söyler. On dokuzuncu yüzyıl Rus gerçekçileriyle yirminci yüzyıl Güney gerçekçilerinin birçok ortak özelliği olduğunu, özellikle her ikisinin de "köylü" sınıfının mevcut olduğu bölgeler hakkında yazdığını söyler.

Müzik eğitimi almış bir yazar olarak, romanını bir füg şeklinde üç bölümde tasarlar. Birinci Kısım'da, insanın kendi iç yalnızlığına karşı isyanını ve kendini ifade etme dürtüsünü gösterir. İkinci Kısım'da, her insanın kendi özgür iradesi ve çevresel tuzakların bir araya gelmesiyle uğradığı kaçınılmaz başarısızlık anlatılır. Üçüncü Kısım koda işlevi görür. Karakterlerin durumu, Singer hayatlarına girmeden öncekinden daha da kötü bir hal alır. 

Romanını bir müzik eseri gibi ele alan McCullers, ayrıca beş "counter-theme" kullanır: 1) İnsanların birleştirici bir ilahi varlık veya ilke yaratma gereksinimi, 2) İnsan tarafından yaratılan bu tanrının bir yanılsama olma ihtimali, 3) Bireyselliğin toplumsal olarak bastırılması, 4) İnsanın diğerleriyle işbirliği yapma dürtüsünün saptırılması ve 5) Sıradan bireylerde zaman zaman ortaya çıkan kahramanlık.

Roman iki sağır ve dilsiz arkadaşın birkaç haftasıyla açılış yapar. Bir gümüşçüde oymacı olarak çalışan 32 yaşındaki uzun boylu John Singer ve kuzeninin şekerlemecisinde çalışan Yunan asıllı şişman Spiros Antonapoulos 10 yıldır birlikte yaşayan, her sabah birbirine yakın olan iş yerlerine birlikte gelip eve birlikte dönen dostlardır. John Singer eve geldiklerinde işaret diliyle gün boyu başından geçenleri büyük bir heyecanla dostuna anlatmaya hevesliyken Antonapoulos yalnızca tembel tembel dinleyip bolca yemek yer. Bir gün Antonapoulos hastalanır. Fiziksel olarak iyileşmesine rağmen tuhaf huylar sergilemeye başlar. Dükkanlardan eşyalar çalar, sokak ortasına tuvaletini yapar, vs. Singer ise büyük, hatta abartılı bir vefayla, adeta uyuşturulmuş gibi, her zaman dostunun arkasını toplar, hapse girecek kadar büyük suçlar işlediğinde birikmiş parasıyla mahkeme ücretlerini ödeyerek onu kurtarır. 

Nihayet Antonapoulos'un akli dengesinin yerinde olmadığına ikna olduklarında onu bir akıl hastanesine yatırırlar. Yıllardır paylaştıkları evde yalnız kalmaya tahammül edemeyen Singer taşınır. 

Böylece Singer, başından geçenleri anlatabildiği, kendi dilini anlayan bir dostuyla hayatını paylaştığı dönemi kapatır; ikinci ve yeni bir döneme başlar. Ev sahibinin kızı Mick Kelly, her gün yemek yediği restoranın sahibi Biff Brannon, Biff'in restoranına gelip giden sarhoş Jake Blount ve zenci doktor Copeland zamanla John Singer'ı keşfederler. Bir şeyler anlattıklarında kendisini hiçbir tepki vermeden dinlediğini ve anladığını görürler. Bunun üzerine başları sıkıştığında dertlerini anlattıkları bir dost haline gelir John Singer hepsi için. Hayatının ikinci döneminde, Singer, dostunun yokluğunda gelip kendisine kendi dertlerini anlatan insanlarla çevrelenmiş, bu kez dinleyici konumuna düşmüştür. 

Antonapoulos'tan önce ve Antonapoulos'tan sonra diye ikiye ayrılan her iki dönemde de, aslında bir şey anlatılmaya çalışılmaktadır. Romandaki karakterler, "karşılıklı" iletişime değil; yalnızca anlaşılmaya muhtaçtır. Singer, yalnızca konuştuğu dili bilen tek kişi olduğu ve kendisini anlayabildiği için  Antonapoulos'a bu kadar bağlıyken; diğer dört karakter de kendilerini dinleyip anladığını ve yargılamadığını düşündükleri için Singer'a bağlıdır. Oysa Antonapoulos başından beri Singer'ın kendisine anlattıklarını anlamaz. Singer da diğer dört karakterin içini yakan nefreti veya tutkuları anlamaz. 

Kimi eleştirmenlere göre Singer, herkesi sessizce dinlemesi bakımından İsa'yla ve kişinin Tanrı arayışıyla bağdaştırılır. Herkesin gelip günahlarını anlattığı, anlattıktan sonra rahatladığı, esrarengiz bir figürdür. 

Kitabın odak noktası John Singer karakteri olmasına rağmen, protagonistin Mick Kelly olduğunu söylemek daha doğru olur. Mick'in annesi evlerini pansiyon olarak işletmektedir. Babası bir saat tamircisidir. Evlerinde kiracılarla birlikte on dört kişi yaşar. Annesi daima meşgul ve sinirlidir. Kendisinden küçük olan 2 kardeşinin bakım sorumluluğu okula gitmediği zamanlarda Mick'e aittir. Mozart ve Beethoven hayranı, ünlü bir müzisyen olmak isteyen Mick bu duruma çok bozulur. Almak istediği piyanoya, kemana ve radyoya asla ulaşamaz, müzik derslerini hiçbir zaman alamaz. Kendi kemanını yapmaya çalışır. Gizlice başka evlerden yükselen radyoları dinler. Ablaları gibi elbiseler giyip süslenmeye ilgi duymaz. Tıpkı Harper Lee'nin Scout Finch'i gibi bir tomboydur. Koşulların onu hayal ettiğinden bambaşka yerde eli kolu bağlı şekilde tutmasından dolayı başta ailesi olmak üzere herkese öfkelidir. Bu öfkesini dindirebilen tek kişi kiracıları John Singer'dır. Mick kitapta 2 kez coming-of-age evresinden geçer. İlk olarak arkadaşları için evde bir parti verdiğinde, güzel elbiseler giyip makyaj yapar. Liseden büyük çocuklar partiye gelir. Bu, onun kendini büyük hissettiği ilk andır. İkinci olarak Harry Minowitz'le cinsel yakınlaşma yaşarlar. Bu onun cinsel yönden büyük hissettiği ilk andır. Kitabın sonunda ekonomik durumu kötüleyen ailesine destek olmak için okulu bırakıp çalışmayı kabul eder, kendince kahramanlık yapar. Bu noktadan sonra dönüşü olmayan bir yetişkinlik yoluna girmiştir. Artık müzikle ilgili hayallerinden, tomboy tarzından tamamen vazgeçmiştir.

Biff Brannon, New York Café isimli restoranın sahibidir. Karısı Alice'le birlikte işletirler. Mutsuz bir evlilikleri vardır. Alice romanın ilerleyen bölümlerinde ölür, Biff yalnız kalır. Yalnız kaldığında Singer'ı ziyaret etmeye başlar. Romandaki diğer karakterlerin aksine, Biff anlatmayı değil gözlemlemeyi sever. Gözlemlediklerini hisleriyle birleştirme becerisi yok gibidir. Geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği sentezleyemez. Singer'ı gözlemler, onun davranışlarını ve insanlarda yarattığı etkiyi anlamaya çalışır. Singer'a kapılmayan tek kişidir. Anlaşılmakla değil, anlamakla ilgilenmektedir. Mick'le kimi zaman cinsel olarak kimi zaman da bir baba gibi ilgilenmektedir. Restorana sık sık gelen deli dolu Jake Blount'a da büyük bir ilgi duymaktadır. 

Jake Blount nerede akşam orada sabah yaşayan bir adamdır. Öfkelidir. Marksizmden etkilenmiştir. Kapitalizmi zenginlerin cebi dolsun diye fakirleri sömüren adaletsiz bir sistem olarak görür. Okuyarak kendini çok geliştirmiştir. Kapitalizmin bu adaletsizliğinin farkında olan diğer insanlarla bir araya gelip eyleme geçme isteğiyle yanıp tutuşmaktadır. Etrafındaki insanların cehaleti onu çok öfkelendirir. Singer'a öfkesini anlatırken onun kendisini tamamıyla anladığı, onun da "bizden" olduğu izlenimine kapılır. Oysa Singer hiçbir şeyin farkında değildir. 

Dr. Copeland zenci bir doktordur. O da tıpkı Blount gibi Marksçıdır. Ancak toplumdaki maddi eşitsizlikten çok ırkçılık konusuna yönelir. Zencilerin cahilliği ve ayaklanmaması nedeniyle öfkelidir. Oğullarından birinin ismini Karl Marx koymasına rağmen hiçbir çocuğu kendi fikirlerini paylaşmaz, hatta Marx'ın kim olduğundan bihaberlerdir. Bu nedenle ailesinden kopuktur. Bu bakımdan Mick Kelly'ye benzer. Ailesinden kopuktur. Bu arada, Singer'ın dinleyicileri, içlerindeki öfke ve yalnızlık bakımından birbirine çok benzese de bir araya geldiklerinde doğrudan iletişim kuramazlar. Singer onlar arasında bir köprü niteliğindedir. Örneğin Copeland ve Blount çok benzer fikirleri savunmalarına rağmen bir araya geldiklerinde birbiriyle asla anlaşamazlar. 

Dr. Copeland karakteri aracılığıyla McCullers, 1930'ların sonunda Güney'de ırkçılığın geldiği boyutu işler. Kölelik yıllar önce kaldırılmasına rağmen ırkçı önyargılar toplumda hala sürmektedir. Zencilerin birçok kamu alanına girişi hala yasaktır.

Karakterlerin öfkesini, yazarın kendi öfkesiymiş gibi gerçekçi bir şekilde hissettiğiniz müthiş karakter tasvirlerinden sonra kitabın en çarpıcı bölümü olan üçüncü bölümde Singer, dostunun akıl hastanesinde öldüğü haberini aldığı anda hayata küser. Artık dünyada kendisini anlatabileceği kimse kalmamıştır. Tamamen yalnız hisseder ve bunun altından kalkamayıp intihar eder. Onun intiharıyla birlikte 4 karakter de büyük bir yıkıma uğrar. Buldukları huzur artık yok olmuştur. Onları anlayan kimse kalmaz, hepsi bir tarafa saçılır.

FİLM

1968 yılında Robert Ellis Miller yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır. Singer'ı Alan Arkin, Mick'i Sondra Locke oynar. Kimi kısımlar kitaptan kesilip atılsa da aslına epey uygun bir uyarlama olarak karşımıza çıkar. Örneğin Mick kitaptakinden daha büyüktür. Kitaptakinin aksine yalnızca bir kardeşi vardır. Ralph'in Baby'yi kafasından vurma sahnesi filmde yer almaz. 

Sondra Locke'un ilk filmidir. Hem kendisi hem Alan Arkin filmdeki rolleriyle Oscar'a aday olsalar da ödülü alamazlar. 

Karakter tasviri ve coming of age sevenlerin, Harper Lee sevenlerin kaçırmaması gereken bir roman ve yazardır. İçinde bol bol sistem eleştirisi; cahil toplum içinde bildiğini anlatamamanın öfkesini yaşayan aydın karakterler barındırır. Bu bakımdan günümüz toplumuyla ve bireyiyle çok paralel özellikler taşır. İş Bankası Yayınları Modern Klasikler Dizisi'nden çıkan baskısı ve çevirisi şiddetle taviyedir. Filmi de çerez niyetine izlenebilir.

---
https://www.sparknotes.com/lit/lonelyhunter/

8 Kasım 2018 Perşembe

Kitaptan Filme: Apocalypse Now (Heart of Darkness)

İtalyan asıllı Amerikalı yönetmen Francis Ford Coppola’nın yönettiği Apocalypse Now (1979), Polonya asıllı yazar Joseph Conrad’ın Heart of Darkness kitabından serbest uyarlanır. New Hollywood dalgası yönetmenlerinden Coppola, Modernist Edebiyat yazarlarından Conrad’ın ucu yoruma açık narasyon stilini muhafaza eder. Bununla birlikte seti, temayı ve karakterleri neredeyse tamamen değiştirir. Kitaptaki hikaye Congo’da fildişi ticareti yaparken kontrolü kaybedip gaddar bir yöneticiye dönüşen Kurtz’e ulaşmaya çalışan şirket kaptanı Marlow’u konu alırken, filmdeki hikaye Vietnam Savaşı’nın ortasında Kamboçya’daki bir kabileye kendi ilkel yöntemleriyle hükmeden yoldan çıkmış kanlı ve gaddar Albay Kurtz’ü yok etmek üzere görevlendirilmiş Willard’ı konu alır. Kitap sömürgeciliği eleştirirken film Amerika’nın Vietnam Savaşı’ndaki müdahaleci pozisyonunun gereksizliğini eleştirir.

FİLM: APOCALYPSE NOW (1979)

60'lı yıllarda Roger Corman'in yanında küçük bütçeli filmlerle başarı yakalayıp adını duyuran Coppola, öğrencilik yıllarında tanıştığı George Lucas’la yakın arkadaş olur. Başlarda filmi yönetmesi tasarlanan Lucas, hikayenin senaryolaştırmasına büyük katkılar sağlar ve film boyunca Coppola’yla birlikte çalışırlar. Hatta filmde Harrison Ford’un canlandırdığı Albay Lucas karakteri, ismini ünlü yönetmenden alır.

Bu dostluğa ve filmler ilgili daha birçok detaya, Eleanor Coppola’nın 1991’de yayınlanan, çekim sürecini anlatan Hearts of Darkness: A Filmmaker’s Apocalypse belgeselinde yer verilir. En az film kadar ilgi çekici bir iştir.

Çekimler sırasında yaşananlar filmin ve hikayenin önüne geçecek kadar ilginçtir. Çekimlere başladıktan sonra Coppola'nın isteğiyle başrol oyuncusu değiştirilir. Odadaki sahnede Martin Sheen gerçekten sarhoştur ve elini gerçekten kanatır. Çekimlerin bitmesine az vakit kala kalp krizi geçirir, ülkeye geri döner. Dönülmez bir noktada oldukları için başka çaresi olmayan Coppola, Sheen'in iyileşmesini bekler. 1 milyon dolara nakit ödeme ile anlaştıkları Marlon Brando, filme katıldığında hikayeyi aslında hiç okumamıştır ve vereceğine söz verdiği kilolarından kurtulamamıştır. Kilolarını örtmek için ışık oyunları yapılır. Çekim sırasında tayfun çıkar, setlerin hepsi yerle bir olur, tekrar inşa ederler. Yapım şirketinin ayırdığı bütçe aşılır, Coppola kendi evini ve şarap evini ipotek ettirir. Günlük yüklü bir miktar kira ödeyerek kullanma hakkına sahip oldukları Filipinler hava kuvvetlerinin helikopter filoları, bölgede çıkan terör olayları nedeniyle çekimin ortasında sık sık seti terk edip savaşmaya gider. Eleanor Coppola, Apocalypse Now’ın Francis'in hikayesi; kişinin kendi iç dünyasına yaptığı yolculuğun bir metaforudur der. Kurtz’e ulaşmak için bir savaşın ortasından geçmeye çalışan Willard gibi, Francis de anlamlı bir sona ulaşmak için varını yoğunu ortaya döküp her gün kendi sınırlarını keşfederek büyük bir savaş verir. Yalnızca arayışın anlatıldığı ve sonun yoruma açık bırakıldığı hikaye gibi, Coppola'nın sonu muğlak olan serüveninin süreci bir hikayeye dönüşecektir.

Ünlü Cannes konuşmasında söylediği gibi, Vietnam Savaşı’nı filme çekerken Vietnam Savaşı’nın kendisini yaşarlar. Ellerindeki çok malzeme ve çok adamla Filipinler’in ortasında bir şeyler yapmaya çalıştıklarını, zamanla bunun onları delirttiğini söyler. Sörf delisi, klasik müzik meraklısı, napalm kokusu seven ikonik Yarbay Bill Kilgore karakteriyle savaşın şov yönüne eleştiri yapılır.

Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon kitabında Apocalypse Now’a bu bağlamda atıf yapar. Coppola’nın Amerikalıların savaşma yöntemiyle aynı şekilde film yaptığını söyler. Her ikisinde de ölçüsüzlük, çok fazla kaynak ve çok fazla insan kullanılır. Savaş, teknolojik ve saykodelik hayal gücünün ürünüdür ve özel efektlerle gelir. Adeta filme çekilmeden önce bile bir filmdir. Bu bakımdan film, savaşın bir uzantısı gibidir. Teknolojiyle haşır neşir olma yaklaşımları bakımından film savaşa, savaş da filme dönüşmüş gibidir. Amerikalıların gerçek Vietnam Savaşı’nı kaybederken Apocalypse Now’la kazandıklarını söyler. Sinematografik gücün endüstriyel ve askeri güçle eşit olduğunu, hatta onlardan üstün olduğunu öne sürer.

Başlangıçta 16 hafta sürmesi beklenen çekim defalarca ertelenince filmle ilgili Apocalypse When? Apocalypse Forever gibi karikatürler ve manşetler medyada sık sık görülür. 1979 yılında henüz tamamlanmamışken, 32. Cannes Film Festivali’nde devam eden iş olarak gösterilir ve o yıl The Tin Drum’la birlikte Altın Palmiye’yi paylaşırlar.

NEW HOLLYWOOD

1960’lı yıllarda Hollywood, ekonomik kriz zamanında, pahalı filmlerden büyük maddi kayıplar yaşanınca risk alan yenilikçi sinemaya yönelir. Genellikle genç sinemacılara ve yapımcılara yetki verilir. Yeni bir soluk, anlatım arayışı hakimdir. Stüdyolar Avrupa sanat filmlerine doğru ilgisi kayan izleyicinin ilgisini tekrar çekmek için, çoğu Roger Corman ekolünden gelen genç sinemacılarla çalışır.

1960’ların sonu, 70’lerin başında yeni bir jenerasyon Amerikan sinemasında kontrolü ele alır. Yaptıkları işler konu bakımından kompleks, yenilikçi, ahlaki bakımdan belirsiz, otorite karşıtıdır. Vietnam Savaşı ve iktidardaki yöneticiler tarafından hayalkırıklığına uğratılmış, aileleri kadar boyun eğme meraklısı olmayan yeni bir jenerasyonu temsil ederler.

Basının Yeni Hollywood ismini verdiği bu akımdan çıkan filmler genellikle büyük stüdyolar tarafından finanse edilir. Ancak yeni stilistik yaklaşım sunarak stüdyo geleneğinden ayrılırlar. Avrupa’daki devrim niteliğinde yeni sinema akımlarından etkilenip suç, savaş, vahşi batı gibi klasik Hollywood türlerini yeniden kurgularlar. Böylelikle Amerika’nın geçmişine ve geleceğine daha eleştirel bir bakış sunarlar.

Genellikle New York’ta eğitim almış olan aktörler, aktrisler, sinematograflar, editörler ve diğer çalışanlar Amerikan filmlerinin üslubunu tamamen değiştirmeyi başarırar.

Alfie gibi, 1966’da yayınlanan birkaç İngiliz filmine seyirciden büyük ilgi gelir, bu da izleyicilerin cinsel olarak daha açık içeriklere ve daha serbest narasyonlara açık olduğunu gösterir. Dönemin sinefilleri, örneğin Ingmar Bergman’dan, François Truffaut’dan, Jean-Luc Godard’dan yeni filmler çıkmasını büyük bir ilgiyle bekler haldedir.

Diğer taraftan, sinema sektörünün büyük patronları yaşlanıp işten ayrıldıkça stüdyolar satılmaya ve dev holdingler tarafından satın alınmaya başlar. Film prodüksiyonu, örneğin sigorta, araba, emlak gibi işlerde faaliyet gösteren firmaların alt işlerinden biri haline gelir. Yine de stüdyodaki ayaklanmalar prodüksiyona yeni yöneticilerin ve genç idarecilerin getirilmesine, risk alınmasına yol açar. Film seyircisinin zevkinin değiştiğini fark ederler ve onlara istediklerini verecek olan sinemacıları aramaya koyulurlar. Böylelikle Amerikan Yeni Dalgası başlar.

Arthur C. Clarke’la işbirliği yaparak çektiği 2001: Bir Uzay Destanı filminde Kubrick, hem bilim kurgu türü için büyük bir sıçrayış gerçekleştirir hem de sinema evreninin sınırlarını yeniden tanımlar. Steven Spielberg, filmi kendi jenerasyonunun büyük patlaması olarak yorumlar ve bu film olmasaydı Star Wars gibi sinemanın dev yapımlarının gerçekleştirilemeyeceğini söyler. Yeni Hollywood yönetmenleri için Kubrick’in auteur stili ve hem Hollywood sinemaları tarafından finanse edilip hem de kendisine müdahelede bulunulmaması müthiş bir ilham kaynağı olur.

Roger Corman de başka bir başarılı bağımsız sinemacıdır. Yeni yetenekleri keşfetme yeteneği sayesinde, deneyimsiz yetenekleri ucuz iş gücüyle çalıştırır. Francis Ford Coppola ilk keşiflerinden biridir. Azim, kararlılık ve yeteneğinden etkilendiği Coppola’ya The Young Racers (1963) filminden artan bütçeyle düşük bütçeli bir korku filmi yapma görevi verir. Coppola yalnızca 9 günde Dementia 13 filmini çeker.

Steven Spielberg, Martin Scorsese, Brian De Palma, Woody Allen ve George Lucas ünlü Yeni Hollywood’cu yönetmenler arasında yer alır.

Anlatımda çözümsüzlüğe, filmin açık uçlu olmasına önem verilir. Sonunu bağlamaya çalışan klasik filmlerin üslubu artık kullanılmaz.

MODERNİST EDEBİYAT

Açık uçlu anlatım, ahlaki değerleri empoze etmekten kaçınma, otoriteleri reddetme gibi özelliklere Birinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da çıkan Modernist Edebiyat akımında da rastlamak mümkündür.

Modernist romandaki anlatıcı, karakterlerin ahlaksızlıklarından, eksiklerinden bahsetmekten kaçınır.

İçi boş materyalist bir toprak parçası gibi görünen bir dünyayla yüzleşen birçok yazar ve sanatçı, pesimist ve yorgun bir ruh haline bürünür. Viktoryanizm’in kısıtlamalarından kendilerini sıyırmaya çalışan bu sanatçılar, dünya deneyimleri ve anlayışları üzerinden doğruyu anlatmaya çalışırlar. Dünya değiştikçe edebiyat da değişikliği yansıtacak şekilde dönüşür. Ortaya çıkan edebi dönem, şu an Modernizm diye adlandırdığımız, tüm sanat dallarını kapsayan devrim niteliğinde bir harekettir.

1920’lerde ve 1930’larda Avrupa ve Amerika’da gelişen edebi harekete atıf yapan Modernist terimi, yenilikçi anlamına gelen modern kelimesiyle karıştırılmamalıdır. Dolayısıyla her yeniyi modernist edebiyat olarak adlandırmak doğru olmayacaktır. Belirli coğrafi ve tarihi sınırları olan bir akımdır.

Modernizm, özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra edebiyat ve diğer sanat dallarındaki öznelere, formlara, kavramlara ve stillere atıf yapar. Yalnızca Batı sanatının değil, genel olarak Batı kültürünün geleneksel temellerinden bazılarını kasıtlı olarak radikal çekilde yıkmayı ifade eder. Friedrich Nietzsche, Karl Marx, Sigmund Freud gibi, toplumsal düzen, din ve ahlak, insanın kendisini anlamaya giden yolda benimsenen geleneksel yollar gibi mutlak kabul edilen değerleri sorgulayan düşünürler, modernizmin önemli entelektüel öncülleri arasında yer alır. Modernist yazarlar, Freud ve Carl Jung’un yeni psikolojik teorilerinden etkilenir. Modernist yapıtlar, Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan kayıp, kandırılmışluk ve umutsuzluk hissini yansıtır.

19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başlarında, özellikle bir jenerasyonu neredeyse tamamen silen, geri kalanları büyük bir travma içinde bırakan, kendini yeni ve tuhaf bir dünyada yabancı gibi hisseden kayıp bir jenerasyona neden olan Birinci Dünya Savaşından sonra, Batı medeniyetinin, geleneksel inançlarının, toplumsal ve ahlaki sistemlerinin, teknolojik ilerlemelerinin, ilerleme kavramlarının üstünlüğüne ve sürdürülebilirliğine yönelik inanç sarsılır.

Modernist edebiyat ve diğer sanat dalları, savaş sonrasının sert gerçeklerini yansıtmak için geleneksel edebiyat yöntemlerinin yeterliğine inanç duymamaya başlarlar. T.S. Eliot’un dediği gibi, geleneksel şekilde tutarlı ve stabil bir toplumsal düzen sunan bir edebi eseri bir araya getirmek, gerçek tarihteki karmaşaya ve anlamsızlığa uygun düşmemektedir. Modernist yazarlar, güncel düzensizliği yansıtan, hatta genellikle dine ve kültürel geçmişin mitlerine dayalı entegrasyona zıt olan yeni edebi formlar ve stiller denerler ve genellikle insanlığın tarihsel olarak süreksizliğini ve yabancılaşmalarını vurgularlar.

Modernist yazarlar kendi güncellerinin doğruluğunu ifade ederler. Modernistler düzensizlik, süreksizlik, yabancılaşma, anarşi, dünyanın parçalanması gibi temaları; kısımların yerini kasıtlı olarak değiştirip çok çeşitli bileşenler arasındaki bağlantının keşfini okura bırakarak, naratif sürekliliği bozup, standart karakter yaratma yöntemlerinden uzaklaşarak ve bilinç akışı ya da diğer yenilikçi anlatım yöntemleriyle geleneksel cümle dizilimi ve naratif dil tutarlılığını ihlal ederek edebiyata eklerler.

Modernist edebiyat ve diğer yaratıcı sanat dalları “avant-garde” ve deneyseldir. Bir grup sanatçı ve yazar, “yenileştirme” misyonunu üstlenir. Hem sanatta hem de toplumsal söylemde kabul edilen sözleşmeleri veya özellikleri ihlal ederek o güne kadar hiç görülmemiş yeni sanatsal formlar ve stiller oluştururlar ve ihmal edilen, bazen de yasaklanan konuları gündeme getirirler. Avant-garde sanatçılar sıklıkla kendilerini yerleşik otoriteye “yabancılaşmış” olarak tanımlarlar, bun karşı kendi otonomilerini kurmaya çalışırlar. Amaçları geleneksel okurun hassas noktalarına dokunmak ve baskın burjuvazi kültürünün normlarını zorlamaktır. Tüm bu trendler, 19. Yüzyılın sonlarında estetizmden ve “sanat sanat içindir” düsturundan beslenir.

1902 yılında Blackwood’s Magazine’de üç bölüm olarak yayınlanan novella Heart of Darkness, birçok edebiyat eleştirmeni tarafından “Erken Modernizm” eseri olarak kabul edilir. Birçok farklı hikaye anlattığı için birçok farklı şekilde okunabilir ve yorumlanabilir. Bir yandan kendi zamanını yansıtan, diğer yandan bizim zamanımınız da ilgilendiren hikayeler söz konusudur. Yalnızca içeriği ve temaları değil, deneysel narasyonu da Modernist izler taşır.

Heart of Darkness bir yandan Batı sömürgeciliğinin eleştirisini yapar. Özellikle de 1890’ların sonunda Kral Leopold II’nin malı sayılan ve insanlarının akıl almaz işkencelere maruz kaldığı Belçika Kongosu'nda yaşanan şeytani kötülüklere gönderme yaparak, sömürgeciliği acıtıcı bir gerçekçilikle gösterir. Tanıklık raporları, insani reform hareketleriyle birlikte Heart of Darkness, Avrupa sömürgeciliğinin insanlığa sığmayan aşırılıklarına karşı genel bir olumsuz kanı yaratmaya katkı sağlar.

Diğer yandan, Heart of Darkness “Psikolojik Roman” olarak algılanabilir. Odak hikayenin kendisinden, hikaye anlatıcısının zihnine yönelir. Burada hikaye anlatımının kendisi bir iyileşme aracı olarak görüldüğü için önemlidir. Freud teorilerine aşina biz okurların aksine, Conrad’ın döneminde yaşayan okulara bunu kabul ettirmek o zamanlar daha yenilikçi bir çabaydı. Heart of Darkness çoğu zaman otobiyografik bir roman olarak anılır. Joseph Conrad, Heart of Darkness’ı yazmadan önce Kongo’da kaptanlık yapar ve çalıştığı süre boyunca bir sürü zulme tanık olur. Bu deneyimi hastalanmasına ve hayatının geri kalanında onu etkileyecek travmalar geçirmesine neden olur. Kitapta Kongo deneyiminden esinlenir. Freud, hikaye anlatarak iyileştiren psikanalitik yöntemin öncüsüdür. Burada kişinin çocukluğuna be bilinçaltına inilerek kişinin davranışının sebebi anlaşılır. Bu bakımdan Heart of Darkness, Conrad’ın bilinçaltına uzanmamızı sağlayan psikanalitik bir materyaldir.

Conrad’ın seçtiği hikaye anlatıcısının ismi belli değildir. Kurtz hakkındaki hikayesini anlatan Marlow’un gemideki dinleyicilerinden biridir. Okurların olayın kendisine veya Kurtz’e değil, hikayenin Marlow üzerindeki etkisine odaklanmalarını ister bir bakıma. Marlow hikayesine başladığında ise hikayeyi bir sona bağlamak yerine yalnızca deneyimini anlatacağı okur tarafından anlaşılır. Ayrıca hikayeyi bir yan karakterin ağzından, birinci tekil şahısla dinleriz. Dolayısıyla okur olarak Kurtz hakkındaki düşüncelerimiz Marlow’un anlatımıyla sınırlıdır. Conrad araya girip karakterlerin kafasından geçenleri anlatmaya çalışmaz, sonunu bağlamaz veya anlamlandırmak için çabalamaz. Yalnızca Marlow’un anlattığı kadarını öğreniriz. Onun bakış açısına ve hikayeyi yorumlayışına muhtacızdır. Marlow da birkaç kez başından geçen bu olayda cevapları kesin olarak öğrenemediğini söyler. Marlow seansa gelmiş bir hasta, okur da psikolog gibidir bir bakıma. Hikayenin kendisini değil kendi hikayenin üzerinde yarattığı algıları anlatması, ama açıklamaması veya yorumlamaması bir modernist naratif özelliğidir. Aynı şekilde bilinç akışı, sık sık yapılan geri ve ileri zaman sıçramaları, kronolojik olmayan anlatım; açık uçlu anlam, çok tabakalı ve sonuca bağlanmayan hikaye; arayış yolculuğunun kendisine odaklanma, sonuç üzerinde durmama gibi modernist edebiyat türüne özgü özellikler de Heart of Darkness’ta gözlemlenebilir.

Evrensel bir otorite olmadan kişisel bir yapı olarak ahlak konsepti fikri Heart of Darkness’ın ana fikridir. Her karakterin kendi ahlaki kuralları vardır. Marlow, Kurtz ve anlatıcı kendi kurallarına sahiptir. Kitaptaki karakterler birbiriyle sürekli temas halinde olmasına rağmen ilişkilerinin kalitesi ve bağlantıları sınırlıdır çünkü ortak değerleri paylaşmazlar. Bu da modernizmin bir özelliğidir. 

Modernist özelliklerinin yanı sıra kitapta sembolizmin izlerini de yoğun şekilde görmek mümkündür. Karakterler simgeseldir. Örneğin Kurtz, aydın bir toplumdan yetişmiş parlak bir karakter olarak karanlığa ışık götürmek inancıyla sömürge topraklarına gidip orada ahlaki çöküş yaşadıktan sonra içindeki karanlık yönü çıkaran bir karakterdir. Avrupa burjuvasizinin sömürgecilikle birlikte ahlaki çöküşünü temsil eder. Fransız devrimiyle birlikte özgürlük, kardeşlik ve eşitlik sloganları için savaşan Avrupa uygarlığı, sömürgecilikle birlikte devrimci özelliğinden uzaklaşıp sömürdüğü ülkelerin özgürlüğünü, eşitliğini ve kardeşliğini unutur.

Film özellikle medeniyet ve ilerleme kavramlarının eleştirilmesi bakımından romanın ruhuna sadık kalsa da, birçok yönden değişiklikler içerir. Avrupa sömürgeciliğinin yerini Amerikan müdaheleciliği alır. Yine de kitabın verdiği mesaja sadık kalmaya çalışır.

Filmden sonra Hearts of Darkness: A Filmmaker’s Apocalypse belgeseli kesinlikle izlenmelidir.

-------------------

Kaynakça 
http://www.newwavefilm.com/international/new-hollywood.shtml
http://web.cocc.edu/cagatucci/classes/eng109/Modernism_Heart2007.htm
http://dipnotkitap.net/ROMAN/Karanligin.htm

20 Ekim 2018 Cumartesi

Diziden Diziye: Maniac

True Detective'in yönetmeni Cary Joji Fukunaga'nın yönettiği, Bron/Broen'in Amerikan uyarlaması The Bridge'in senaristlerinden Patrick Somerville'in yazdığı 10 bölümlük beyin yakan Netflix mini dizisi. Hikayenin esin kaynağı, 2014'te Kjetil Indregard yönetmenliğinde Maniac ismiyle Norveç'ten çıkan 10 bölümlük başka bir mini dizidir. Karakterin gerçek olamayacak kadar mutlu olduğu çeşitli delüzyonları gösterildikten sonra aslında bir akıl hastanesinde tedavi gördüğünü öğrendiğimiz Norveç versiyonu, Netflix versiyonunun yalnızca çıkış noktasını oluşturur. Temayla, katmanlarla, türle, mekanlarla fazlasıyla oynanır ve ortaya bambaşka bir hikaye çıkar. Zayıfladıktan sonra jön olarak yeniden doğan Jonah Hill ve her ne kadar fare suratına katlanamasam da diziyi izledikten sonra hakkını vermek zorunda hissettiğim Emma Stone başrolleri paylaşır. Ayrıca Sonoya Mizuno, Rome Kanda, Justin Theroux ve Sally Field da ikonik karakterler yaratır. Fukunaga özellikle Owen ve James karakterlerine istedikleri gibi bir karakter yaratmaları özgürlüğünü verdiğini, kafalarındaki şeye karışmadığını söyler. Oyuncuların karakterleri diledikleri gibi zenginleştirdikleri, yönetmenin türleri eğip büktüğü, yazarların da narrasyonla hunharca oynadığı neredeyse deneysel bir dizi çıkar ortaya.

Dizi hikaye içinde hikaye yapısı üzerine kuruludur. En dış katmandaki ana hikaye, hayatları boyunca insanlarla bağ kurmakta zorluk yaşayan Annie ve Owen'ın bir dizi süreçten geçip birbirleriyle arkadaş olmalarıdır. Toplamda 3 sahneyle anlatılabilecek bu çok basit ana hikayenin içine biraz daha karmaşık başka bir hikaye eklerler:

Psikolog James, kocası tarafından terk edildikten sonra histerik tavırlar sergileyen, herkesi istediği gibi etkisi altına alıp kontrol edebilen, dominant, genellikle oğlunun başarılarını görmezden gelip aşağı çeken psikolog annesiyle sorunlar yaşar. Annesinin kendisine koyduğu parafili teşhisiyle yüzleşmek istemediği için teşhisi reddeder, annesinin yaptığı konuşma terapilerinden kaçar, hatta bu onun için o kadar büyük bir korkuya dönüşür ki, konuşma terapisini tamamen ortadan kaldıracak 3 fazlı bir yenilikçi bir ilaç tedavisi geliştirir. İlaç tedavisinin deneyleri başarıyla devam ederken sistemde bir şekilde sorun çıkar ve James, konuşma terapisiyle sorunu çözmesi için 7 yıldır konuşmadığı annesini aramak zorunda kalır. Kahramanımız kaçma amaçlı geliştirdiği bu sistemde başarıya ulaşmak için annesiyle ve konuşma terapisiyle yüzleşmek zorunda kalır. Ve olaylar gelişir. Hikayenin gerçeklik yönünü oluşturan bu ikinci katmanı asıl ilginçleştiren şey eklenen birkaç atraksiyondur:

1) Hikayenin hangi zaman diliminde geçtiği belirtilmez. Eski tip IBM bilgisayarlar, 2001: A Space Odyysey'den fırlamış gibi duran laboratuvarlar, kapsül yataklar, fütüristik beyaz montlar, ayakkabılar, iri gözlükler, yemek olarak servis edilen kapsül besinler, vs. Retrospektif eşya ve dekorlarla süslenmiş olduğu için 70'ler veya 80'lerde geçiyor hissi uyandırır. Öte yandan birtakım distopik öğeler de mevcuttur. Örneğin, insanlar artık yanlarında onlarla birlikte metroya binen ve kağıttan reklam metinlerini okuyan AdBuddy'lerden reklam geliri kazanır; Friend Proxy hizmetinden kendilerine arkadaşlarının yerine geçip onların yakınlığını hissettirecek olan arkadaşlar kiralar; ölen kocalarıyla hasret gidermek için yalancı kocalar tutarlar; büyük paralar vererek minik kapsül dairelerde kalırlar; yasal şantaj bürolarından insanların aleyhine bilgi satın alabilirler; Ekstra Özgürlük Heykeli diye yeni bir heykel vardır. Hal böyle olunca hem 70'lerde geçiyor, hem de gelecek tasvir ediliyor gibi genel bir hava vardır dizide. 70'lerden önce yazılmış ve o zamanın gözünden teknoloji ancak bu kadar geliştirilmiş gibidir. Biz bu atmosfere anlam vermeye çalışaduralım, Somerville ve Fukunaga işin aslını şöyle açıklar: S: It’s definitely now; I don’t know why people keep saying it’s the future. To me it’s our zeitgeist now, and it’s a different history of technology. It’s sort of now, but not now. Somewhere along the line something changed. F: "I’ve always loved the idea of the multiverse and parallel realities, and the idea that we’re all living in a simulation; for me it’s sort of a facile jump to say that this reality that we created in the show could absolutely exist somewhere." Dolayısıyla hikaye geçmişte veya gelecekte değil, alternatif bir 2018'de geçer. 



2) Azumi. Dizinin en ikonik karakteridir. Sürekli olarak içtiği sigarası, soğukkanlılığı, zekası, iri gözlükleri, kakülleriyle izlemeye doyamayız. James'le geçmişte bir aşk maceraları olduğunu öğreniriz. Robert öldükten sonra deneyi sürdürmesi için gururunu yenip James'e gider. Eski aşk hikayesi, deney boyunca iki karakteri kimi zaman ufak ufak yoklar. James annesiyle yüzleşmek zorunda kaldığında Azumi onu destekler. Her başarılı erkeğin arkasındaki kadını temsil edercesine, James'in başladığı işi bitirmesi için canını dişine takıp çalışır. Gerçek hayatta psikolojik sorunları olan Azumi ve James, psikoloji alanındaki dehaları aracılığıyla birbirleriyle bağ kurarlar bir bakıma. Dizinin sonunda ikisi de kendi psikolojik problemlerini yenmek için birer minik adım atarak beraberliğe yelken açarlar. Dolayısıyla hikayenin ilk katmanındaki bağlanma temasını bu iki karakterde de gözlemleriz. Hem Owen-Annie hem de Azumi-James hikayesi mutlu sonla biter.

3) Hikayenin Azumi-James eksenli ikinci katmanına bir de mesaj eklenir: Konuşma terapisi gerçekten ortadan kaldırılmalı mı? İnsanlar sentetik ilaçlarla gerçekten tedavi edilebilir mi? İlaçların yan etkileri göz önüne alındığında bu acımasız ve tehlikeli değil mi? Hem Azumi-James hem de Owen-Annie hikayesinde gözümüze sokulduğu gibi, bu aslında bir bağlanma hikayesidir. İnsanların arasındaki kopukluğun ve iletişimsizliğin sorunlara yol açtığını, tekrar bağlanıldığında bu sorunların şiddetinin hafiflediğini öne sürer. Owen, Annie'yle birlikte hastaneden kaçarken şizofrenisini yenmemiştir ama 9 bölümdür ilaç tedavisi alırkenki halinden çok daha mutludur. Aynı şekilde James ve Azumi 73 iterasyondur devam eden deneylerini bilgisayarı kapatarak yok etmek zorunda kaldıklarında istediklerine ulaşamamış olurlar, ama en sonunda birlikte bir araba yolculuğuna çıktıklarında ikisi de mutludur. Greta, geçmişte de psikolojik sorunları müdahale ile çözme tedavilerinin bulunduğunu ama bunların her sorunu ortadan kaldırmadığını söylediğinde aslında bir bakıma yönetmenin bakış açısını yansıtır. Dizinin girişinde bahsedilen kozmik bağlantı muhabbeti dolaylı şekilde Tanrı'ya atıf yapar. Hikaye boyunca anlamsız şekilde birbiriyle bağlanarak çözülen sorunları Greta "kozmik" dokunuş, yani Tanrı'nın işi olarak yorumlar. Bu fikre hırçınlıkla karşı çıkan James ve James'in başarılarını kıskanıp onu aşağı çekmeye çalıştığı için böyle konuştuğunu düşünen Azumi ise yönetmene göre bir bakıma bilimin kibirli, objektif, duygusuz ve hatta Tanrı tanımaz yönünü temsil eder.

4) Gerçekte parafilisi nedeniyle duygusal ve cinsel ilişkiye girmeyen James, evinde bir sanal gözlük ve sanal "el" kullanarak süper teknolojik sanal bir pornografik evrene girer ve cinsel dürtülerini bastırır. Bu da yine dizinin en ikonik anlarından biri olarak akılda kalıcıdır.

5) Annie gibi babasının da ruhsal sağlığı bozuktur. Kardeşi öldüğünden beri bahçesindeki tuhaf, retrospektif, teknolojik arabada saklanır. Belli ki kimseyle görüşmek ve iletişim kurmak istemez. Kendi kabuğuna çekilir. Dizinin çözülme noktasına gelindiğinde, babası da sonunda arabasından çıkıp kızıyla yüzleşme cesaretini gösterir. Bu onun için de iyileşmeye yönelik atılmış bir adımdır. Dolayısıyla Annie-Owen ve Azumi-James ekseni yanı sıra, Annie-babası arasında da bir yeniden bağ kurma söz konusudur.

6) En önemlisini sona sakladık. Dizinin gerçeklik boyutundaki en mükemmel şey, Azumi'nin kodlamasında büyük rol oynadığı bilgisayar GRTA'dır. Adının Gerta'yı anımsatması tesadüf değildir. Çünkü Azumi, bu bilgisayarı tasarlarken Gerta'nın geçmiş doktora çalışmalarından bir sürü şey kopyalar. Dolayısıyla GRTA, Gerta'nın zihninden izler taşır. Tam bu noktada dizideki en sürrealist ve keyifli anlardan biri gerçekleşir. Azumi, delüzyon halindeki hastaların bulundukları yerde güvenliğini sağlaması, gerekiyorsa onları oradan çekebilmesi için GRTA'ya çok az bir empati özelliği yükler. Bu özellikle birlikte GRTA'nın duyguları oluşmaya başlar. Duyguları o kadar insani boyuta ulaşır ki, Robert'la aşk yaşamaya başlarlar. Robert öldüğünde, deneyin ortasında GRTA depresyona girer ve kabuğuna çekilir. Denekleri tehlikeli bir duruma maruz bırakan bu tepki sonrasında işler sarpa sarar. Hikayeye müthiş bir tempo gelir. Bakalım kahramanlarımız sapıtan ve histerik tepkiler vermeye başlayan bilgisayarın elinden sağ çıkabilecek midir, yoksa hepsi birer "McMurphy" mi olacaktır? Gerta devreye girer. GRTA'nın zihnine girerek onuna karşılıklı konuşmaya çalışır. Konuşma tedavisine yanıt alamasa da bir bakıma kendi zihniyle yüzleşmiş olur. 

Son olarak bu katmanda psikolojik sorunları olan ana karakterlerin psikologlarla hastanede tedavi edilmeyip ilaç firmasında deneye sokulması Fukugana tarafından şöyle açıklanır: "When Patrick and I first met, both of us really felt strongly that setting the story in a mental hospital would not be a smart choice. We wanted to be compassionate to mental illness, and not make that the butt of the joke. On a very practical level too, we had two stars, and that kind of dynamic between therapist and patient was not going give us the opportunity to have both these characters having delusional experiences. There were many pieces to that conversation, but we got to the idea of a pharmaceutical trial real fast."

İç içe hikaye yapısı burada son bulmaz. İki ana karakterin geçmiş travmaları şeklinde iki gerçek hikaye ve delüzyon şeklinde birkaç hayali mini hikayeler eklenir. Bu kimi zaman fantastik, kimi zaman 80'ler, kimi zaman gangster temalı mini hikayeler diziyi epey deneysel bir şekle sokar. Her an değişen üsluplar, tonlar, temalar hikayenin ayağının biraz kayganlaştırır. Zaten, kimsenin göremediği Grimmson karakteriyle konuşan Owen, yerde bir anda patlayıveren mısırlar, masanın üzerinde titreşen su bardağı gibi anormal öğelerle başlayan ve çok da anlaşılır olmayan hikaye böyle değişken bir şekilde devam edince hızla seyirci kaybeder. Aslında bu diziyi bu sebeple bütün olarak ele almakta fayda var. İç içe geçen kurguların bir noktada mantıklı bir sona bağlanacağına inanarak sürdürürseniz sonunda güneşi göreceksiniz.

Tuhaf başlangıcı takip eden Owen ve Annie'nin deneye dahil oluş hikayeleri zemini biraz güçlendirir. Tedavinin ilk fazı olan A hapını aldıklarında, Annie'nin kız kardeşiyle olan geçmişine, sonra Owen'ın ailesi ve Jed'le yaşadığı sorunlara tanık oluruz. Bu da yine gerçeklik yönünü sağlamlaştıran ve izleyiciyi kendine çeken bir öğedir. B hapını aldıklarında ise tuhaf bir şey olur ve Owen ile Annie gördükleri delüzyonlarda bir ekip olarak birlikte hareket etmeye başlarlar. Bu kısım biraz daha romantik, psikolojik, sürrealist yapıdadır. İşlerin ilginçleşmeye başladığı noktadır. C hapında ise işler biraz sarpa sarar. GRTA kendini kaybedip deneklere saldırganca yaklaşmaya başlar. Annie'yi kendi evreninde kalmaya ikna eder. Derken Owen, Annie'yi kurtarıp kahraman olmak için kendi delüzyonundan Annie'ninkine geçmeye çalışır. Hikayenin hem gerçeklik hem de delüzyon boyutlarında eş zamanlı olarak kıyasıya bir mücadele gözlemleriz. Bu kısım son derece tuhaf ve keyiflidir.

Diziye dair başka bir tuhaflık da, olaylar ve kişiler arasındaki nedeni belirsiz "kozmik" bağlantılardır. Dizi girişinde dış ses, doğal güçlerin birleşik bağlantılarımızın sonsuz potansiyelini gösterdiklerini, tüm ruhların bağlanma arayışı içinde olduklarını, yalnız olmanın kötü olduğunu söyler. Bu, yönetmenin bakış açısıdır. Hikaye eninde sonunda gelip buraya bağlanır. Sonra Owen henüz Annie'yi tanımıyorken, hayali kardeşi Grimmson ona dünyayı kurtarmak için seçildiğini, kahraman olduğunu, görevinin kendisine bir kadın tarafından iletileceğini, modelin önemli olduğunu söyler. Owen bunu ciddiye alır, Annie'yle tanıştığında onun gönderilmiş elçi olduğunu bildiğini söyler, vs. Sonra B fazını aldıklarında bu bağlantı birden bire gerçeğe dönüşür. Owen'ın hayali kardeşinin söylediği doğru çıkar. Bizim aşina olduğumuz gerçeklik zalimce eğilip bükülür. C fazında Owen engelleri aşıp nihayet Annie'nin delüzyonuna ulaştığında Grimmson'ın gazıyla bir zeka küpünü çözerek Annie'yi kurtarır ve kahraman olur. Gerçek, gerçekteki hayaller ve ilacın delüzyonu bir araya gelip hikayeyi sona bağlar. Farklı gerçeklikler aynı düzleme diziliverir. Bir bakıma paralel evren temasına selam çakılır. Sürreal bir çözüm formülüyle havada kalan her şey yerine oturuverir. Tuhaf hissettirir ama aynı zamanda tatmin edicidir. 

Dizi fark ettiğiniz gibi hastalığı tedavi edecek olan C fazına geldiklerinde ortalığı karıştırıp biraz aksiyon ekleyerek seyirciyi oyalar. Tedavi vadetmez. Zaten en başından beri bu tip tedavinin acımasızlığını savunduğu için kendi içinde tutarlıdır. Mesajını vermek adına deneyin sonunu mahvedip, onun yerine karakterleri birbirleriyle kurdukları bağ sayesinde iyileştirir. Dolayısıyla dekorlar haricinde hikayenin bilim kurgu yönü zayıftır.

Genel olarak hikaye içinde hikaye yapısını yorucu bulmuyorsanız ve işin içine biraz bükülmüş gerçeklik katılması sizi rahatsız etmiyorsa bir hafta sonu başlayıp bitirivereceğiniz anlamsızca keyifli, tuhaf bir dizi sizi bekliyor. İyi seyirler.

13 Ekim 2018 Cumartesi

Kitaptan Diziye: Sharp Objects

Dark Places ve Gone Girl romanlarıyla adını duyduğumuz Amerikalı yazar Gillian Flynn'in 2006 yılında yayınlanan ilk romanıdır. 2016 yılında HBO tarafından 8 bölümlük mini diziye uyarlanacağı haberi duyurulur. Yapımcılar arasında yer alan Amy Adams'ın başrolde oynadığı diziyi Dallas Buyers Club'ın yönetmeni Jean-Marc Vallée yönetir. Bu senenin en çok konuşulan dizilerinden biri olur. Yazıya geçmeden önce okurken dizinin müzik seçkisine kulak vermeniz tavsiyedir.

Özet

Ailesiyle birtakım sorunları olduğunu anladığımız gazeteci Camille, huysuz ve aksi müdürü Curry tarafından bir seri cinayet vakasını incelemek üzere doğduğu yere, Wind Gap'e gönderilir. Ayakları geri geri gitse de müdürüne hayır diyemeyen Camille arabasına biner, yanına yolluğunu alır ve annesinin kapısını çalar. Şık bir ev kıyafeti giymiş, üst sınıfa mensupmuş gibi görünen müşkülpesent annesi Adora kapıyı açar ve Camille'i karşısında görünce ilgisiz, yarı hoşnutsuz, soğuk bir şekilde karşılar onu. Buradan annesiyle aralarında bir husumet olduğunu anlarız. Daha sonra Adora'nın kocası, sürekli müzik dinleyip oturan ve Adora sorunca evet demekten başka bir rolü yokmuş gibi görünen Alan'ı ve Adora ile Alan'ın ergen çağındaki kızları Amma'yı tanırız. Amma evde çiçekli elbiseler giyip saçını ören bir tipken dışarıda crop topla paten kayan ve serseri bir hayat yaşayan iki yönlü bir kızdır. Başlarda Adora'nın baskıcılığıyla bu şekilde mücadele ettiğini düşünsek de sonra Amma'yı tanıdıkça altında başka şeyler olduğunu öğreniriz. 

Ailedeki herkesin bir şekilde tuhaf ve soğuk olduğu bu girizgahtan sonra odak, Camille'in çocukken ölen tatlı kız kardeşi Marian'la ilgili anılarına kayar. Adora ve Alan'ın Marian'ın ölümü nedeniyle Camille'e mesafeli olduğunu anlarız ama bağlantı kuramayız bir türlü. Camille'in Marian'ı yanlışlıkla öldürmüş olabileceğini falan düşünürken, altından daha tuhaf bir durum çıkar. Adora, Camille'i gördüğünde Marian'ın ölümünü hatırladığı için ona soğuk davranır. Sevdiği çocuğu Marian ölürken sevmediği çocuğu Camille'in hayatta kalması Adora'yı öfkelendirir. Adora'nın çocuklarını seviyorum ve sevmiyorum diye ayırabilen, sevdiği çocuğunun yasını abartılı yaşayıp sevmediği çocuğuna anlamsızca soğuk davranan bir anne olduğunu öğreniriz. Adora'nın histerik bir yönü vardır. 

Derken Camille, cinayetleri çözmesi için Wind Gap'e getirilmiş özel dedektif Richard'la yakınlaşmaya başlar. Odak, Camille'in aşk maceralarına ve cinsel hayatına kayar. Küçükken sınıfın en popüler kızı olan Camille, cinselliğe erken yaşta atılır. Cinselliği bir kendini beğendirme aracı olarak kullanır. Adora gibi ruh hastası bir kadın tarafından koşulsuz sevgi görmeden büyüyen Camille, insanlar kendisini sevsin diye onlara bir şeyler sunmak zorunda hisseder. Ergenlik zamanlarından itibaren erkeklere bedenini sunmak, onları memnun etmek için çabalamak gibi bir rahatsızlığı vardır. Küçük yaştayken 4 kişilik beyzbol takımı oyuncularıyla ilişkiye girer. Onu beğensinler diye çeşitli erkeklerin çeşitli taleplerini kabul eder. İlerleyen yıllarda da bu eğilimi devam eder. Ta ki annesine olan öfkesini dışa vurduğu kendini kesme hastalığı başlayana kadar. Vücudunun görünmeyen her tarafını keserek kelimeler yazan Camille, yirmili yaşlarının başında, vücudunu gizlemek için cinsel ve romantik hayatına son verir. Yıllar sonra karşısına çıkan ve kendisine karşı çok nazik davranan Richard'dan hoşlanmaya başlar. İlişkileri flört düzeyinde devam ederken, bir gün kavga ederler, Richard tüm kibarlığını bir kenara bırakıp Camille'i azarlar. Camille de kendini beğendirme dürtüsüyle Richard'a bedenini sunarak yıllar sonra tekrar bir cinsel deneyim yaşamış olur. 

Richard bir yandan kasabadaki bir türlü çözemediği ölüm vakalarını araştıradursun, diğer yandan bir yakınlaşıp bir uzaklaşan Camille'e kapılır. Nasıl bir kadın olduğunu öğrenmek için Camille'in geçmişini didiklemeye başlar. Marian'ın ölümüyle ilgili hastane belgelerini eşelerken zamanında bir hemşirenin Adora hakkında yazdığı raporu bulur ve Adora'nın Munchausen by Proxy hastası olduğunu, Marian'ı öldürenin, Amma'yı hasta edenin Adora olduğunu, belki ölen iki kız çocuğuyla da bir ilgisi olabileceğini anladığı an koşup Adora'nın evinde alır soluğu.

Bu arada 33 yıldır annesinin tuhaflığını ve soğukluğunu çözemeyen Camille, bir gün hasta olup yatağa düşünce annesinin kendisine vermeye çalıştığı haplardan ve gösterdiği aşırı ilgiden şüphelenen, flashback'le Adora'nın eskiden beri böyle bir tip olduğunu hatırlar, bir şeylere uyanmaya başlar. Amma, durumun farkında olduğunu, istediğini ilgiyi görmek için Adora'nın kendisini ilaçlarla hasta etmesine izin verdiğini itiraf eder. Camille gidip hastaneden hemşirenin Adora'yla ilgili raporuna ulaşır, sonra gidip Jackie'den durumla ilgili teyit alır, annesiyle ilgili karanlık geçmişi ve tüm soru işaretleri bir anda çözülür. Koştur koştur eve dönüp hasta Amma'yı yoklar. Amma'yı koruma içgüdüsüyle Adora'ya kendisini sunar. Adora'nın kendisini tedavi etmesine -a.k.a ilaçlarla zehirlemesine- izin verir. Tam ölmek üzereyken vakada kendisinden bir adım önde olan Richard ve huysuz ve tatlı müdürü Curry eve baskın yaparak Camille'i hastaneye, Adora'yı hapishaneye, Amma'yı da Camille'e teslim eder ve olayı çözerler.

---

Yerinde bir tempoyla ilerleyen hikaye "tatmin edici" bir sona doğru gider gitmesine ama izleyicinin aklında bir soru vardır: Adora neden Ann ve Nathalie'yi öldürsün? Biz tam buna kafa patlatırken, kamera Amma ve Camille'in yeni ve anlamsızca huzurlu hayatlarını göstermeye başlar. Amma, Camille'in evine taşınır, burada kendine yeni bir hayat kurar, hatta bir arkadaş bile edinir. Her şey güzel giderken, bir gün Amma'nın arkadaşının annesi, kızının akşam eve gelmediğini söyler. Tam da bize sunulan mutlu sonun sarhoşluğuna kapılmışken, dağıldığını düşündüğümüz kara bulutlar tekrar hikayenin tepesine toplanır. Camille, Amma'nın taşınırken yanında getirdiği oyuncak evini kurcalamaya başlar ve hikayeyi tamamen değiştiren gerçekle karşılaşır. Amma; Ann ve Nathalie'i öldürüp dişlerini sökmüş ve bu dişlerle Adora'nın odasındaki fildişi zemini yapmıştır. 8 bölümdür adım adım çözmeye çalıştığımız ve bize verilen ilk sonla bile son derece tatmin olduğumuz psikolojik hikaye, sadece 3-4 dakika içinde keskin bir dönüş yaparak bambaşka bir yöne sapar ve daha tatmin edici bir sonla biter. Doğru, Adora'nın Ann ve Nathalie'yi öldürmek için bir sebebi yoktur ama Amma, her ikisini de annesinin ilgisinden kıskandığı için onları öldürür. Zaten başından beri zarar vermeye meyilli olduğunu, insanlara kontrollü olarak istediğini verip sonra onları kontrolü altına aldığını, müthiş bir zekaya ve psikolojik baskı yapma yeteneğine sahip olduğunu biliriz. Amma da Camille'in yetiştiği hastalıklı aile ortamında yetişir ama onun içsel tepki mekanizmaları Camille'in aksine, başkasına zarar verme şeklinde gelişir. Katilin Amma olduğunu öğrenmemizle birlikte hikayede her şey bir anda çat diye yerine oturur. Son sahnesiyle, Amma karakteriyle akıllara kazınır.

Teknik olarak iyi bir yapı üzerine kurulmuş, keyifli bir kurgudur. Bir anda hikayenin havasını değiştiriveren bir sonla taçlandırılmıştır. Yavaş, psikolojik hikayeleri sevenlerdenseniz, ilk bölümlerde size tam da istediğiniz yavaşlığı sunar. Hastalık belirtilerini baştan itibaren hikayenin sonunu çözmek için minik ipuçları olarak hikayeye serpiştirirler. Bir de tüm bu ruhsal bozuklukları kasaba yaşantısının ağırlığıyla açıklamaya, işi o boyuta taşımaya çalışırlar. Kitabın geneline dağıtılamamış bir bağlantı olmasına rağmen iyi bir fikirdir. Dizide çok da net aktarılmasa da, hikaye anneden kızına geçen psikolojik rahatsızlıklar zinciri üzerine kuruludur. Joya Adora'nın içsel mekanizmalarını bozup onu hasta eder, Adora da, Amma ve Camille'de hastalıklı mekanizmalar gelişmesine neden olur. Derken Amma en yakınındakilere zarar verir, vs. Bir baskın karakterin psikolojik bozukluklarının etrafındaki insanları da bir şekilde etkilediği küçük, kapalı bir kasaba olan Wind Gap'te herkesin öyle ya da böyle tuhaf davrandığını fark ederiz. Hiç kimsenin bahsetmediği Alan mesela, kasabanın belki de en hastalıklı insanıdır. Adora'nın gölgesinde kalıp comfort zone'unu oraya inşa etmiş, zincirlerini kırmak için uğraşmayan, aksine işkencesine tapınan tuhaf bir tip olarak karşımıza çıkar. Bir sürü hastalıkla mücadele eden, Adora'nın sırrını başından beri bilip gizleyen Jackie, John kardeşinin ölümüne ağlayarak tepki verdiği için onun katil olabileceğinden şüphelenen kasaba halkı, vs... Herkes bir şekilde tuhaf. İnsanların geliştirdiği tuhaf neden-sonuç ilişkileri, mekanizmalar topluluktaki diğerlerini de etkiler ve zincirleme bir psikolojik bozukluklar bulutu karşımıza çıkar. Hikaye boyunca bunların izini sürmek, üzerinde kafa patlatmak çok keyiflidir.

Güzel ilerleyen hikayede bir iki göze batan kısım vardır.

Kitaptaki ruhsal bozukluk temasını kasaba psikolojisiyle bütünleştirme çabası güzel ve üzerinde düşünülesi bir çabadır. Tüm ruh hastası karakterler neden hep bu kasabada sorusu için mantıklı bir açıklama yapılır. Tam hikayeye kafamızda güzel bir temel yaratmaya başlamışken bir anda ne idüğü belirsiz başka bir tema çıkıverir karşımıza. Ruhsal bozuklukları kadınlara, kadınların cinsel deneyimleri nedeniyle tükenmişliklerine yıkarlar. Bu da kitabı feci şekilde anlamsızlaştırır. Erkeklerin de hasta olabildiğini, ama en çok kadınların hasta olduğunu, çünkü cinsel deneyimleri sırasında vücutlarına çok fazla "yabancı cismin" girdiğini, bunun da kadının dengesini ve sağlığını bozduğunu falan söylerler durduk yere... Cinselliği kadın bedenini yıpratan, dolayısıyla ruh sağlığını da bozan, erkeğe ise zarar vermeyen bir deneyim olarak tanımlamaları bakımından biraz cinsiyetçilik söz konusudur. Alan denen ruh hastası karakterin derinine inilmemesi de sanki bu cinsiyetçiliği destekler nitelikte bir öğedir. 

İkinci sinir bozucu kısım da; dizideki o aşırı baskın, ergensi müzik ve viski vurgusudur. Kitapta bu yoktur. Müzik işitsel bir materyal olduğu için zaten kitapta kendine ortam bulamayacaktı. Dizi bu kapasitesinden faydalanıp Camille karakterine ekstradan böyle bir tutku ekler. Şarkılar var, ruhsal sağlığı bozuk güzel kadın var deyince gaza gelip karaktere hemen Marla Singer'lık katmak isteyen senaristler işi biraz ucuzlaştırır. Senaryo ekibi pala bıyık erkeklerden oluşmamaktadır üstelik, birkaç kadın ve birkaç adamlardır, bu yüzden de ataerkil çabayı anlamak zordur. Bu kadına kitaptakinden 18 kat daha fazla viski içirelim ve bir de müziği tutku haline getirme hikayesi çiziktirelim ve onu biraz loser'lık musibetine bulayarak seksileştirelim çabası sırıtır. Camille, hastanede tanıştığı, kendisiyle aynı hastalığa sahip kızdan müziğin sakinleştirici etkisini öğrenir. Kızla birkaç mutlu ve huzurlu gün geçirdikten sonra kız intihar eder. Arkadaşını kaybetmenin acısını tüm hücrelerinde hisseden Camille de müziği o gün bugündür hiç bırakmaz. Camille'in müzik tutkusuna böyle "sözde aşırı keskin ve derin bir background uyduruluverilir. İçki detayını da abartıp karikatürize edecekler ya, şöyle yaparlar: Bir büyük şişe alıp edebiyle içmez. Duty Free'de kasa yanından alınmış 5 Euro'luk onlarca küçük şişeyi kese kağıdına biriktirip her gittiği yere bu kese kağıdını taşır. Niye? Şişeden içse karakterin alkolle bağlantısı biz gerizekalı izleyiciye tam geçmeyecek miydi? Sapasağlam gerçekten hastanelik psikolojik problemleri olan karakterin kulağına spotify, eline de onlarca şişe tutuşturmak işi biraz 16 yaş depresyonuna indirmek gibidir, ucuzdur.

Kitapla Birlikte Açıklığa Kavuşan Şeyler

Camille'in kendini kesme hastalığı önce her şeyi yazma şeklinde kendini gösterir. Bir şekilde kelimelerin geçici olmasından korkup onları kalıcı hale getirme çabasındadır. Kendini lingual conservationist olarak tanımlarkitapta. Kelimeleri kalıcı hale getirme çabası, psikolojik durumunu analiz ederken incelenmesi gereken bir husus olarak karşımıza çıkar. 

Alan kitapta Camille'e açık açık saldırır. Adora'nın annesi gibisin, Adora'yı hasta ediyorsun, başkalarının iyi olmasını çok kıskanıyorsun, vs. der. Zaten kitabın en underrated karakteridir Alan. Onun da bir ruhsal hastalığı olduğu şüphesizdir. Adora'nın her türlü sağlıksız ilişkisini aşırı destekleyici bir tavır sergiler.

Camille'in memnun etme hastalığı vardır. Amma'yla dışarı çıktıkları gece onun verdiği uyuşturucuyu kabul etmesinin sebebi budur. Ayrıca otel odasında basıldıktan sonra Richard'ın kendini affetmesi ve sevmesi için ona yine bedenini sunmaya kalkmasının sebebi de budur. 

Kitapta Adora hapisteyken Amma da yakalanınca, kendi kızlarını öldürme suçundan cezası devam eder. Alan gerekli paraları ödeyerek cezasını hafifletir. Amma hapse girer. Camille bazen onu ziyarete gider. Amma'ya yardım eden üç kız da daha hafif çeşitli cezalar alırlar. 

Camille, Amma'yı alıp kendi evine döndüğünde, Richard'la bir daha görüşmezler. Adora'yı yakaladıkları gün vücudundaki kesikleri gördüğünde zaten bir daha aramayacağını bildiğini söyler. Dizide buna dair bir ipucu gösterilmez. Camille'in yeni mutlu hayatında Richard'ın da olduğunu zannederiz hatta.

Adora'nın evde kullandığı ilaçların zehir içerdiği, Camille'e yapılan toksikoloji testleriyle ispatlanır. 

Amma'nın en popüler olmayı çok ciddiye aldığını, bunun için eskiden günlükler tuttuğunu öğreniriz. Bir giydiğini bir aydan önce tekrar giymemek için her gün kıyafetlerini yazar, vs. Aynı şekilde Adora'nın da çocuklarının hastalığı için günlük tuttuğunu görürüz. Bugün Marian çok hastaydı, hastaneye gittiğimde o yakışıklı doktor benimle yakından ilgilendi, yarın tekrar gideceğim, vs. gibi. 

Camille, Amma'yı alıp evine geri döndüğünde Amma ona başlarda çok sorun çıkarır. Sürekli onunla ilgilenmesini, sürekli onun dediğinin olmasını isteyip krizlere girer. Ağlayıp bağırır. Dizide bu kısım çok yüzeysel ve mutlu bir şekilde geçilir. Hikaye bitti sanalım ve sonuna çok şaşıralım diye.

Diş sökmek kuvvet gerektirdiği için herkes katilin yetişkin bir erkek olduğunu düşünür. Kitabın sonunda, çocuk dişi sökmenin o kadar da kuvvet gerektirmediği bilgisi verilir. 

Camille'in babasından dizide bahsedilmez. Kitapta açıklanmıştır. Kentucky'li bir adamdır, Adora'yı hamile bırakıp kaçar. Camille doğduktan sonra anne ve babasının arkadaşları onu Alan'la tanıştırırlar. Evlendikten, 8 ay sonra kızları olur. Adora 20, Alan 35 yaşındadır. Camille ve Alan arasında asla bir baba-kız bağı oluşmaz. Bir kez ona baba dediğinde yüzünün düştüğünü görünce bir daha tekrarlamaz.

Kitapla Film Arasındaki Farklar

Ann Nash'in babası dizide çok agresif bir adam olarak tasvir edilse de kitapta böyle biri değildir. Başlıca şüphelimiz olsun diye dizide çocuklarını azarlayan, törenlerde sapıtan bir tipe dönüştürülmüştür.

Camille gençliğinde kendisini kesip 12 hafta hastaneye kaldırılır kitapta. Burada ziyaretine annesi ve Curry gelir. Dizide Curry'yle geçmişlerinin bu kadar eskiye dayandığını bilmeyiz. Ayrıca hastaneye yattığında annesi yanına gelmez.

Kitabın sonunda Camille dağılıp yine kendini kesmeye başlar. Curry ve Eileen müdahale edip ona kendi evlerinde bakmaya başlarlar. Dizide bu kadar sonrasını bilmeyiz.

Dizide Ashley'nin ispiyonlamasıyla John'un odasında kanıt bulup hakkında yakalama emri çıkartırlar. Otel odasını basıp John'u tutuklarlar. Dizide ise böyle bir kanıt yoktur, John tutuklanmaz, otel odasını basmalarının sebebi, Camille'den haber alamadığı için ortalığı ayağa kaldıran Adora'nın polise yaptığı kayıp ihbarıdır. Otel odasına Camille'i almak için girerler. Ayrıca Richard dizide Camille'i görünce hakaretimsi şeyler söyler. Kitapta daha sakindir. 

Kitapla dizi arasındaki belki de en büyük fark; Richard kitapta başından beri Adora'dan şüphelendiği için Camille'le yakınlaşmıştır. Ona en başından itibaren çok nazik davranmasının sebebi belki de budur. Dizide ise Camille ona söyleyene kadar böyle bir şeyden şüphelenmez bile. 

Kitapta Amma'nın Lily'nin saçlarından halı yaptığını öğreniriz. Dizide böyle bir detay yoktur.

Kitapta Alan ve Adora bir yaz partisi verirler ve herkesi davet ederler ama o gün hiç gelmez, detayları bilmeyiz. Dizide Calhoun Day büyük bir event olarak kutlanır. Herkes burada toplanır. Amma burada bir piyeste rol alır. Hocasına asılır. Hocası sonra Camille'e asılır. Amma kaybolur, Camille onu kulübede bulur, vs. Yani bir sürü bir sürü olay eklenir bu kısma dizide. Kitapta bunların hiçbiri yoktur. 

---

Dizinin en parlayan ismi kuşkusuz Avusturalyalı genç oyuncu Eliza Scanlen'dir. Tam olarak kitapta tasvir edilen bir fiziksel görünüme sahip olmasının yanı sıra zor Amma karakterini tam da olması gerektiği gibi canlandırır. Bir başka dikkat çekici genç oyuncu da Camille'in gençliğini canlandıran Sophia Lillis'tir. Geçtiğimiz sene kendisini It filminde Beverly rolüyle izlemiştik. Dünya sevimlisi bir kızdır. Burada bir dipnot verelim. Yetişkin Beverly'yi Jessica Chastain'in canlandırmasına karar verilmiş olsa da, It fanları, bu role en çok Amy Adams'ın geçmesini isterler. O yapımda olmasa da Sharp Objects'te böyle bir eşleşme olması hoştur. Revenge'in Conrad'ı Henry Czerny, Alan rolüyle karşımıza çıkar. Ona da kitapta olmayan bir müzik tutkusu aşılanmıştır. Onunki kendisine çok yakışır, Camille'in aksine. Richard kitapta tasvir edildiği gibi masmavi gözlü bembeyaz dişli bir adam olarak karşımıza çıkmasa da fena değildir. Amy Adams bu dizideki rolüyle benim katılamayacağım şekilde çok övgü alır. Sanki her duyguyu aynı yüz ifadesiyle veriyormuş gibi geldi bana. Lisenin en popüler ve güzel kızı olmamışçasına donuktu. Artı canlandırdığı karakterden 10 yaş büyüktü gerçekte.

Kitap da dizi de bağımsız olarak son derece güzeldir. 2018'in son çeyreğinde iyi ki izlemişim dedirtmiştir. 

İyi seyirler. İyi okumalar.

3 Ekim 2018 Çarşamba

Dizi: Castle Rock


J.J. Abrams ve Stephen King ortaklığıyla Hulu'dan yayınlanan, 2018'in en çok ses getiren yapımlarından Castle Rock'ın ilk sezonunu bölüm bölüm, tüm detaylarıyla yorumladık. Diziyi izledikten sonra çayınızı kahvenizi kapın, bölümleri birlikte inceleyelim. İyi okumalar.


1. Bölüm | Severance

Gizem öğelerinin bir bir sofraya getirildiği gri atmosferli bu ilk bölüm izleyiciyi bir güzel kendine çekmeyi başarır. Her sahneyle birlikte hikayeye şüpheli görünen başka bir karakter katılır. Aynı bölüme hem korkunç bir şekilde kendini öldüren Lacy, hem uzun yıllardır bir depoda tutsak olan The Kid, hem de kasabada adı lanetle anılan Henry Deaver şeklinde üç garabet karakter sokulur. Seyirci bunların arasındaki bağlantıya kafa patlatadursun, bir yandan da sürekli olarak yapılan  flashback ve flashforward'lardan Henry Deaver'ın ne ayak olduğunu çıkarmaya çalışır. 

Gelelim bölümün açıklamasına. İlk olarak 27 yıl öncesine, 1991 yılına gidiyoruz. Henry Deaver ormanda kaybolur ve 11 gün boyunca ortaya çıkmaz. Serif Alan Pangborn onu bulup evine getirir. Buraya dikkat: Henry'nin elinde beyaz bir heykelcik var ve bulunduğunda orman karlı; üstelik 11 gündür ormanda tek başına olmasına rağmen soğuktan acı çekmiş gibi bir hali yok. Bu kısmın gizemini 9. bölümde anlayacağız. Bu arada Shawshank hapishanesi müdürü Lacy korkunç bir şekilde intihar eder. Yerine atanan yeni müdire, hapishanenin Lacy tarafından yaklaşık 30 yıldır kullandırıltmayan bir bloğu olduğunu öğrenince kıllanıp inceleme ekibi gönderir. Ekip depoda It filminden Pennywise olarak hatırladığımız Bill Skarsgârd'ın bir kafeste tutsak halde bulur. Açıkgöz müdire, kısa sürede çocuğu oraya tıkanın Lacy olduğunu anladığı için olayı örtbas etmek eğilimindedir. Ama bu isteğini gerçekleştiremez. Çünkü kafesten çıkan, The Kid olarak isimlendireceğimiz bu çocuğa ismi sorulduğunda Henry Matthew Deaver der. Biraz önce ormanda kaybolduğunu öğrendiğimiz arkadaşın ta kendisidir. Gardiyanlardan sarışın ve tipsiz olan bu ismi duyunca, kasaba tarafından hiç de sevilmeyen gerçek Henry Deaver'a ulaşır. Ona Kid'den bahseder. Geçimini avukatlık yaparak kazanan Henry de atlar otobüse yıllar sonra Castle Rock'a, bu gizemli olayın altını kurcalamaya gelir. 

Bunlar olurken Henry'nin gözünden geçmişine dönüyoruz. Yalnız çok dönemiyoruz, çünkü şerif Alan tarafından bulunduğu 1991 senesinden öncesini hatırlamıyor. Bulunduğundan kısa bir süre önce babasıyla ormanda geziye çıkarlar, babası beli kırılmış halde bulunur, Henry ise 11 gün kayıptır. Kasaba halkı Henry'nin babasını öldürdüğüne, sonra dönüp ormana kaçtığına, hatırlamıyor numarası yaptığına inanır, bu yüzden Henry'yi sevmezler. Henry'yi kasabada görünce heyecanlanan tek kişi uyuşturucu kullanan, mütevazi giyimli, tuhaf emlakçı Molly'dir. Molly'ye sonraki bölümlerde geleceğiz. 

Castle Rock'a ayak basar basmaz soluğu annesinin evinde alan Henry'yi burada iki sevimsiz sürpriz bekler. İlk olarak Alzeihmer'lı annesi artık şerif Alan'la birlikte yaşamaya başlamıştır, ikinci olarak da babasının mezarının kaldırıldığını, izin için imzanın şerif tarafından atıldığını öğrenir. Annesi yerine kararlar veren bu adamın fırsatçı bir pislik olduğuna kanaat getiren Henry aşağı yukarı 5. bölüme kadar Alan'a artistlenmeye devam eder. Sonra işin aslında öyle olmadığını yavaş yavaş anlayacaktır. Bu arada Alan'ın ağzından laf almaya çalışmayı da ihmal etmez. Zindandan çıkan Kid'i bilip bilmediğini öğrenmeye çalışır. Önemli bir nokta: Alan soruyu geçiştirir, 2. ve 5. bölümleri dikkatli izleyin. 

Dizi bundan sonra çok da anlamlı olmayan iki gerçek üstü sahneyle devam eder. İlk olarak Henry, Lacy'nin intihar ettiği yere gider, ki yine önemli bir nokta: burası kendisinin yıllar önce Alan tarafından bulunduğu yer, burada yürürken etraf bir anda karla kaplanır, arkasında küçük Henry belirir, sonra bir anda hepsi yok oluverir. Kar önemli demiştik. İkinci sahnede, gece kameraları takip eden gardiyan, Kid'in diğerlerini öldürüp kamerada doğrudan kendisinin yüzüne baktığını görür. Bu sahne biraz kafa karıştırıcı. 2. bölümü beklemeniz gerekiyor. [Spoiler: Çünkü 2. bölümde Kid'in böyle bir eylemde bulunmadığını, tüm gece hücresinde kaldığını öğreniyoruz. Burada Kid, memura hayaller göstererek akıl oyunu yapıyor anlaşılan. Yalnız olmayanı olmuş gibi göstermek pek de onun yöntemi değil, dizide altı en boş kalan sahnelerden biri. Akıl oyunu yapma yeteneğini ve tehlikeli biri olduğunu iyice kafamıza girsin diye Bilal'e anlatır gibi anlatmış olmaları muhtemel.]

Son olarak bir flashbackle ilk bölüm biter. Lacy, son günlerinde Kid'e sorarlarsa adım Henry dersin diye tembihler. [Spoiler: 9. bölümü izledikten sonra, ismi sorulduğunda zaten doğal olarak Henry diyeceğini anladığımız için yersiz bir tembih.] Yine ilk bölümde seyirci Kid, Lacy ve Henry arasında bağ kurabilsin diye konmuş bir sahnedir muhtemelen.


2. Bölüm | Habeas Corpus

İlk bölümle karman çorman olmuş kafalar, daha düşük tempolu ikinci bölümle biraz dinlenme fırsatı bulur neyse ki. Bu bölüm genel olarak Lacy'ye odaklanır. 

Bölüm arka planda Lacy'nin sesiyle başlıyor. Bu kısma en sonda döneceğiz. Kid'i tek kaldığı odadan alıp başka bir mahkumun yanına tıkarlar. Adam dazlağına yaptırdığı dövmeleri, iri yarı vücudu, çıkardığı tuhaf sesleri ve savurduğu küfürleriyle Kid'i korkutup sindirmeye çalışacağını en baştan belli eder. Elbette Kid'in geçen bölümden öğrendiğimiz akıl oyunu kabiliyetinden habersizdir. Sabaha çıkmaz. Yapılan otopside kalp krizinden öldüğü, ayrıca tüm hücrelerinin kanserli olduğu ortaya çıkar. Kid'in namı yayıladursun, Molly'nin geçmişine döneriz. Küçükken Henry ile karşılıklı evlerde oturduklarını, Henry'nin hissettiklerini hissedebilmek gibi bir psişik yeteneği olduğunu öğreniriz. Henry kasabaya geri gelince bu yeteneği de geri gelir. Geçmişi hatırlar. Henry'nin kaybolduğu dönemde polisten bir şeyler sakladığını görürüz. Henry'nin kaybıyla ve babasının durumuyla ilgili bir şeyler biliyor gibi bir hali vardır. 

Bu arada Henry, Kid davasının altını kurcalamak için kasabadaki çalışmalarına başlar. İlk olarak Lacy'nin evine gider. Görme engelli dul eşi onu eve alır. Lacy'nin çekmecelerini karıştırır, "elçiler" temalı onlarca dini metin bulur. Dul eşe bir telefon gelir, eve girenin Henry olduğunu anlayınca öfkelenip onu evden kovar. Lacy ile birlikte papaz Matthew Deaver'ın cemaatinde olduklarını öğreniriz. Kasaba halkının geri kalanı gibi, Martha da Matthew'i öldürenin Henry olduğunu düşündüğü için onu sevmez. Bir önemli bilgi: Lacy, her pazar Martha'yı kiliseye bırakıp ormana gider. Orman lafına dikkat. Aklınızın bir köşesine kazıyın. 6. bölümde aydınlanacağız. 

Lacy'nin evinde işe yarar bir şey bulamayan Henry, gardiyanla iletişime geçerek onu Shawshank'a sokmasını ve Kid'le görüştürmesini ister. Gardiyan mırın kırın eder. Henry bunun üzerine çözümü kilise otobüsüyle hapishaneye sızmakta bulur. Bu arada koğuş arkadaşının gizemli ölümünden sonra hapishane yönetimi Kid'i tek kişilik hücreye tıkar. Gardiyan punduna getirip Kid'i hücresinden çıkarır, arka kapıda Henry'yle görüştürür. Henry, beni avukatın olarak iste der. 27 yıl boyunca tutsak ettikleri için yüzde yüz kazanacağı temiz bir dava gözüyle bakar. Habeas Corpus bildiriminde olduğu gibi, yargıç kararı olmadan kişiyi hapsedemeyeceklerini, serbest bırakmak zorunda olduklarını düşünür. Kid'in tuhaflığına pek takılır gibi bir hali yoktur. Aklı fikri kazanacağı davada, repütasyondadır. Henüz bir idam davasını kaybetmiş olmanın travmatik etkileri sürmektedir anlaşılan.

Gelelim Lacy'ye. Bölüm Lacy'nin sesiyle başlıyor demiştik. Bölüm sonunda bu sesin Lacy tarafından Alan'a bırakılmış bir mektup olduğunu görüyoruz. İçinde Kid'le ilgili önemli kanıtlar olduğu için Henry okuduktan sonra derhal imha eder. Lacy, küçükken erkek kardeşinin intihar etmesiyle birlikte dünyadaki amacını sorgulamaya başlar. Sonra Tanrı'nın bir gün buna cevap verdiğini, karşısına Kid'i çıkardığını söyler. Tanrı Lacy'yle konuşur, Kid'in bir daha ışığı görmesine izin verme der, onu nasıl tutsak edeceğini bir bir anlatır. Hatırlayın, gardiyan Kid'i arka bahçeye çıkarmıştı, burada Kid yıllar sonra ilk kez ışığı gördü, belki de bir şeyler tam bu anda aktive oldu. Burada bir parantez açalım. Alan bölümün ortalarında, barda yeni müdireyle karşılaştığı zaman, Lacy'nin şeytanı yakaladığını, o gün gökyüzünün maviye döndüğünü, o çocuğun asla bırakılmaması gerektiğini söyler. Ta-tam. İlk bölümde Alan Kid'den haberdar mı acaba diye sormuştuk ve yanıt alamamıştık. İşte cevabı burada. Lacy Kid'i orada tuttuğunu kasabadan birkaç kişinin bildiğini yazar, bunlardan biri Alan'dır. Başka bilen var mı, henüz bilmiyoruz. Lacy 27 yılın sonunda ruhunu bir şüphenin kapladığını söyler. Sonunda intihar edeceğini uzun zamandır biliyor gibi bir hali vardır. Castle Rock'ın hala bir koruyucusu olduğuna inanıyorum diye bitirir mektubunu. Koruyucuyla kimi kastettiğini henüz bilmiyoruz. 


3. Bölüm | Local Color

Tam Kid'in geçmişine inmeye başlamışken bu bölümde hikayenin yönü başka bir tarafa çekilir, temposu yavaşlatılır, doğaüstü görüntülerle gizemin dozu artırılır, kafalar iyice çorba olur. Molly'nin geçmişini biraz daha eşelediğimiz bir bölümdür. 

Kid yemekhanede yemek yerken duvarda Lacy'nin fotoğrafını görünce çok öfkelenir. Kid'i oraya tıkanın Lacy olduğunu baştan beri herkes bilir ama bir türlü kanıtlayamaz. Gardiyan yemekhanede tanık olduklarını Henry'ye kanıt olarak yetiştirse de yeterli değildir. Henry, Kid'i kaçıranın Lacy olduğuna dair somut kanıt aramaya koyulur. 

Henry'nin kasabaya gelişiyle birlikte Molly'nin dengesi bozulmaya başlar. Sürekli olarak geçmişi hatırlar. Matthew ormanda beli kırılmış vaziyette bulunduktan sonra eve getirilir, makineye bağlı tedavi görür. Molly bir akşam kafasının içinde Henry'nin düşünceleri bağrışırken hipnotize biçimde gidip Matthew'in fişini çeker ve onu öldürür. O gün bugündür Matthew'in hayali yakasını rahat bırakmaz. Geceleri rüyasında sürekli onu görür. Hatta bölüm sonuna doğru hayaleti bir kez belirip kaybolur. Bu noktada araya girelim. Kayıp çocuklar, hatırlanmayan geçmişler, tutsak gizemli karakterler, lanetli bir kasaba şeklinde ilerleyen bir dizi şablonu var başından beri. Durduk yere rahibin ruhu beliriyor. Huzursuz ruhların yaşayanlara musallat olduğu saçma sapan bir gidişata mı sapacak acaba diye şüphelenip biraz umutsuzluğa kapılıyoruz. Sonuçta musallat ruh izlemek istesek Siccin 6'ya gideriz. Bir paralel evren muhabbeti bekliyoruz ki, 2018 yapımı Stephen King evrenine ayak bastık. Merak etmeyin. Molly'nin rahip travmasını vurgulayıp, aklımızı karıştırmaya çalıştıkları bir sahneden ibaret. Öyle ya bu bölümün amacı, geçen bölümde tam da çözmeye yaklaşıyoruz sandığımız Kid'in gizemini biraz daha merak ettirmek, tempoyu durdurmak, dikkati dağıtmak. Ruhlar yok, hayaletler yok. Keep calm and carry on.

Gizemi sündürmek için sıkıcı bir bölüm çekiyoruz, bari seyircinin dikkatini iyice dağıtalım mantığıyla çekilmiş başka bir tuhaf sahne daha var bu bölümde. Molly, Henry'yi gördüğünden beri kafasındaki sesler artar. Yarın sabah emlakla ilgili bir televizyon programına katılıp ev tanıtımı yapması gerekir. Kendini iyi hissetmez, gecenin bir vakti satıcının peşine düşer. Her zamanki çocuk elinde mal kalmadığı için onu başka bir çocuğa yönlendirir. Karanlık bir yoldan gidip ulaştığı esrarengiz mekanda çocuklardan oluşan tuhaf, maskeli bir mahkeme gerçekleştirilmektedir. Apışıp kalırız haliyle. Bu sefer de antik çağdan kalma Ray Bradbury korkutuculuğuna doğru mu gidiyoruz diye huzursuz oluruz. Neyse ki yönetmen şakayı fazla uzatmaz. Oyunu düzenleyen çocuğun basit bir ergen olduğunu anlarız. Uyuşturucu sattığını örtbas etmek için kendine böyle bir maske uydurmuştur. Molly çocuktan uyuşturucu aldığı sırada polis mekanı basar, Molly'yi içeri tıkar. 

Tesadüfen Shawshank'ta bulunan Henry, hapishane memurlarının Emlakçı'dan bahsettiklerini duyar duymaz araya girer. Molly'yi kurtarıp sabah programına yetiştirir. İyi ki de yapar bunu, çünkü Molly sayesinde Kid için istediği kamuoyunu yaratmış olurlar. Henry'nin kafasının içindekilerin etkisi altındaki Molly programda evi bırakıp Shawshank'ta hukuksuzca tutulan Kid'den bahsetmeye başlar. Böylelikle Kid'in hikayesi ilk kez halka taşınır, Müdire'nin örtbas etme çabaları boşa çıkar. Henry tekrar Shawshank'a girdiğinde artık onu Kid'in avukatı olarak tanırlar, özenle buyur ederler. Henry ve Kid ilk görüşmelerini yapar, Henry, Kid'e onu buradan çıkarıp deli bir tazminat kazanacaklarını vaadeder. Kid. Hala işin maddi boyutundadır. Kid ise hiç oralı olmaz, Henry'nin yaşını sorar yalnızca. 39 yanıtını alınca biz akıllı izleyiciler hemen 39'dan 12'yi çıkarıp 27 sonucunu buluruz. Kid 27 yıldır içeridedir.


4. Bölüm | The Box

Henry'nin etrafında dönen, temponun yükselmeye başladığı bir bölümdür.

Geçen bölüm Molly'yi korkutan rahip hayaleti bu kez Henry'yi korkutur. Bir önceki bölümde yaptığım yorumu tekrarlıyorum. Keep calm and carry on.

Kid, koğuşa girip kendini korkutmaya çalışan hödük hapishane avukatına esrarengiz bir hikaye anlatır. Dizi başından beri ilk kez bu kadar uzun cümleler kurar. Burası önemli: ismi bedeninin üzerinde kendinden başka kimsenin göremeyeceği şekilde yazılı olan, kanla kaplı bir kaftan giyen, Tanrı'nın Sözü diye bilinen bir varlıktan bahseder. Lacy'nin bahsettiği Tanrı'nın Sözü'nün ta kendisidir. Dizi boyunca din ve tanrıyla bağdaştırılan bu varlığın aslında dünyevi bir varlık olduğunu öğrenmiş oluruz böylece.

Henry bu bölümde ilk kez geçmişinden bir görüntü hatırlar. Tel kafesin arkasında toprağın üzerinde oturur, elinde oyuncak araba, yukarıdan sopalı ve fenerli bir adam iner. Bu sahnenin gizemini 9. bölümde çözeceğiz. Henry gözünü bürüyen para ve repütasyon hırsından yavaştan vazgeçer, kasabada büyük bir gizem olduğunu nihayet kabullenir, geçmişini hatırlamak için tırmalamaya başlar. Kendi kayıp haberlerini tarayıp Vince Desjardins ismine ulaşır. Evine gidip kardeşini bulur, kendi kayıp dosyasını evinde sakladığını öğrenir, dosyayı ondan alır. Sonra gidip Alan'la yüzleşir. Ormanda neden kendisini tek aradığını, kanıtı olmadığı halde Vince Desjardins'ı neden şüpheliler listesinden çıkardığını sorar. Bu arayışı Ruth'a yaranmak için yaptığını, o kadar da özenli davranmadığını ima eder. Alan da dayanamayıp ağzındaki baklayı çıkarır. Ölmeden önceki gün Matthew'in bir kağıda "Henry yaptı" yazıdığını söyler. Henry, Matthew'i itmiştir. Bunu öğrendikten sonra sarsılır, Molly'ye gidip ben yapmış olabilirim der, kasabayı terk etmeye karar verir, gardiyanı arayıp davayı bıraktığını söyler. Gardiyan buna manasız dramatik bir tepki vererek hapishanede katliam yapar, en sonunda kendisi de öldürülür. Kanı ve vahşeti bol bir bölüm olur.


5. Bölüm | Harvest

Başından beri fark ettiyseniz bir bölüm aksiyon, bir bölüm gerilim şeklinde devam ediyor hikaye. Tam bazı yanıtlara ulaşacağınızı sanarken birden tempoyu durdurup kafa karıştırıyorlar. Ağızlara birer parmak bal çalıp hikayeyi daha da dağıtarak ilerliyorlar. Bu bölüm, şablona uygun olarak izleyiciye bol gizem ve kafa karışıklığı vaadediyor.
Gardiyanın katliamı üstlerin kulağına gidince Henry'yi serbest bırakmak zorunda kalırlar. Kid, kendisini kabul edecek bir akıl hastanesinde kontenjan açılana kadar Molly'nin boş evinde kalmaya başlar. Kid, bir akşam çıkıp bir evin kapısı önünde dikilir, başlangıçta mutlu olan ev halkı dakikalar içinde kafayı yer, evde katliam çıkar. Bunun üzerine Kid, gittiği her yere lanet götürdüğünü fark edip umutsuzluğa kapılır. Delikte kalmalıydım diye feveran halindeyken Molly onu sakinleştirip eve getirir. Burada önemli bir nokta: Kid'in yanında küçük beyaz bir heykelcik görürüz. Tıpkı yıllar önce Henry Deaver ormanda bulunduğunda yanında taşıdığı beyaz heykel gibi. Bu heykelin anlamını 9. bölümde anlayacağız, dikkatle izlemeye devam. Bu arada Molly, Kid'in zihninde çok fazla ses duyduğunu söyler. Bu da önemli bir ayrıntı. Molly, Henry ve Kid arasında bir ses bağlantısı var, bunu yazın bir kenara.

Kid sakinleştikten sonra Henry onu alıp Ruth'un bahçedeki evine götürür. Alan onu gece vakti bir başına bahçesinde görünce çok öfkelenir. Şimdi yıllar öncesine gidelim. Bundan 27 yıl önce, Lacy Kid'i bagaja tıkmış, hapishaneye doğru götürürken Alan onları durdurur. Bagajı kontrol edip Kid'i görür. Lacy, ona güvenmesini ister. Alan güvenip kurcalamaz. Yıllarca Kid rüyalarına girer. 27 sene sonra onu karşısında görünce, üstelik hiç yaşlanmamış olması karşısında dehşete düşer. Şeytan olduğundan şüphelenir. Kid elbette şeytan falan değildir. Kendisi hakkında ser verip sır vermeyen Kid, Ruth'a yardım edebilirim diyerek Alan'ın dikkatini çekmeyi başarır. Ruth'a yardım etmekle neyi kast ettiğini henüz bilmiyoruz ama şöyle bir tüyo vereyim. Kid akıl oyunları yapabilen bir karakter. Belli ki Alan'la aralarında bir gerginlik var. Alan'ın en büyük zaafı olan Ruth konusunda ona yardım eder miydi? Yoksa bunu kullanıp Alan'a zarar mı verirdi? 6. bölümü bekleyin.

Bu arada bölümle ilgili önemli bir detay daha. Ruth bölüm ortasında intihar etmeyi dener. Henry onu kurtarır. Alan'ın perişan olduğunu görünce dört bölümdür sürdürdüğü inadı ve kini biraz kırılacak gibi olur. Alan, 1991 yılında Ruth'a yüzük aldığını, Henry'yi alıp Matthew'den kaçmayı teklif ettiğini, Ruth'un reddettiğini bir bir anlatır. Yıllar sonra Ruth'un evinde bir silah sesi duyan komşular Alan'ı arayacak, Ruth da karşısında bulduğu Alan'a beni bırakma diyecektir. Burada bahsedilen silah sesi, dizinin en beyin büken detaylarından biri. Gelin 7. bölümde tartışalım bunu. 


6. Bölüm | Filter

Şablon gereği aksiyonu bol bir bölümdür. Bir sürü önemli detay öğreneceğiz.

İlk olarak Henry'nin eskiden beri kulak çınlaması sorunu olduğunu öğreniriz. Bunun bir tür psişik güce tekabül ettiğini artık anlayabiliyoruz. Ne olduğunu henüz bilmiyoruz.

Alan, Ruth'u doktora götürür. Ruth'un uzay zaman karmaşası yaşadığını, zamanlar ve mekanlar arasında gidip geldiği için anı yakalayamadığını; hayatın düz ilerleyen zaman çizgisinden çıktığını, bir daha ona geri dönemediğini öğreniriz. Nöroloğunun tavsiyesiyle Alan'ın kendisine hediye ettiği satranç taşlarını kullanarak kendine bir savunma mekanizması oluşturur.  Her odaya bir satranç taşı koyar. Zamanlar arasında atlarken bu taşlardan birini bulup eline aldığında çıkış yolunu bulmuş sayılır. Bu sistemi, dizinin en efsane bölümü The Queen'de net göreceğiz. Sabredin.

Ruth'a yardım edebilmek için Kid, Alan'dan gidip Lacy'nin intihar ettiği, kendisinin de zamanında bagajına tıkıldığı aracı bulmasını ister. Alan bu görevi yerine getirmek için Syracuse'a gidedursun, Henry, Ruth üzerinde akıl oyunları yapmaya başlar bile. Matthew'in takım elbisesini giyip birkaç kez Ruth'un karşısına çıkarak huzursuzluk yaratır. Ruth evde yalnızken, kapıdan içeri girip ceketini rahat bir tavırla askıya asar. Ruth'un aşırı derecede huzursuz olduğunu, ortamda yoğun bir gerilim bulutu dolaştığını anlarız. Hikayenin bu kısmı sonraki bölümde devam edecektir.

Bundan iki bölüm önce Matthew'i ittiğini Alan'dan öğrenen Henry, hala travmasını atlatamamıştır. Babasıyla birlikte ormanda neler yaptıklarını öğrenmek için tırmalamaya devam eder. Annesine sorar, yanıt alamaz. Molly'ye sorar. Babasından nefret ettiğini, ormandayken korktuğunu, sonra bir anda rahatlama hissettiğini, muhtemelen babasını ittikten sonra bu rahatlamayı yaşadığını öğrenir. Ayrıca bonus olarak, Molly Henry'ye babasını öldürenin kendisi olduğunu itiraf eder. Henry'nin hislerini bire bir algılayan Molly, Henry ondan nefret ettiği ve ölmesini istediği için Matthew'i öldürdüğünü söyler. Kaldırdığı her taşın altından daha korkunç bir şey çıkması üzerine Henry kafayı sıyıracak gibi olur, kendini ormana vurur. Küçükken çekilen video kasetlerden birini kameraya takar, filmi izleye izleye ormanın içine doğru ilerler. Kameranın pili bitip kapanınca ormanın derinliklerinde kaybolduğunu fark eder.

Burada ilginç olaylar onu beklemektedir. Dizinin başından beri dini bir motif gibi işlenen Tanrı'nın Sesi meselesine ilk kez bilimsel bakan bir karakterle, Odin Branch'le karşılaşırız. İşitme engelli Branch, Tanrı'nın Sesini kimi insanın hiç duyamadığını, kimi insanın sadece bir kez, kimisinin de sürekli duyduğunu söyler. Sesi psikoakustikle biyoakustiğin karışımı bir şey olarak tanımlar. Tüm muhtemel evrenlerdeki ve tüm muhtemel zamanlardaki sestir. Nihayet din temasından çıkıp ucundan köşesinden paralel evrene dokunduğumuz için; hayalet ve şeytani kötülük gibi bayat bir temadan, paralel evrenlerdeki geçişler ve tuhaflıklar temasına geçiş yaptığımız için rahatlarız. Branch, Matthew'in ormanda sesi duyduğunu söyler. Hatta ses zirve yaptığında Filtre isminde bir alet geliştirmeye başlar, ama bitiremeden ölür. Filtre dünyanın tüm gürültüsünü keser, bu sayede sesi duymak kolaylaşır. Matthew ölünce Branch aleti tamamlar. Şu ana kadar çok düzeyli ve mantıklı ilerleyen diyalog, Branch'in Henry'yi Filtre'nin içine çekip onu orada kilitlemesiyle son bulur. Nezih bir bilim adamı sandığımız Branch'in sesi duymak uğruna kendini sağır eden bir manyak olduğunu öğrendiğimizde artık çok geçtir. Yazının başında Henry'nin de bir psişik yönü olduğunu söylemiştik. Kapı üstüne kilitlenir kilitlenmez korkunç bir çınlamayla birlikte anıları zihnine üşüşen Henry'yi iki bölüm daha orada bırakır ve Kid'le Alan'a geri döneriz.
Alan Syracuse'dan arabayı aldığını, yarın sabah gelmiş olacağını söyler. Kid'e arabayla ne yapacağını sorar. Kid'in verdiği yanıt tüylerimizi ürpertecektir. Niyetinin bozuk olduğunu anlarız. İlk kez bir öfke ve kin belirtisi gösterir. Arabayı Lacy'ye ve o kafese girmesine göz yuman herkese anıt yapacağını söyler. Alan'a beni bagajda gördüğün halde neden müdahale etmedin diye hesap sorar. Alan'ın bir ayağının çukurda olduğunu anladığımız bu sahnede, bir tuhaflık daha vardır. Kid'in eli kanlıdır. Acaba Ruth'a zarar mı vermiştir?


7. Bölüm | The Queen

Sezonun en saykodelik bölümüne hoşgeldiniz. Bu bölüm tamamen Ruth'un etrafında döner. Kendisine demans teşhisi konduğunu, tedavi gördüğünü önceki bölümlerden biliyoruz. İleri doğru akan zaman bantından çıktığını, sürekli atlamalar yaptığını, kafasının karışık olduğunu hatırlayın. Acaba bu basit bir demans belirtisi mi, yoksa Ruth'ta da gizemli bir durum mu var? Yanıtını sabaha kadar tartışabiliriz.

Geçen bölüm evden çıkan Kid'in eli kanlıydı. Ruth'a ne olduğunu merak ediyorduk. Bu bölümün başında Ruth'un korkmuş bir şekilde bahçe evine kaçtığını, elinde bir silah tuttuğunu görüyoruz. Demek ki ölmemiş, direnmiş. Kaçarken Kid'in kendisini camdan izlediğini gördünüz değil mi? Burası önemli. Demek ki Kid, Ruth'un kaçmasına izin vermiş. Asıl hedefi Ruth değilmiş. 

Ruth zaman atlamalarını ve satranç taşlarıyla kurduğu sistemi geek torunu Wendell'a anlattığında, Wendell hemen gaza gelip babaannesinin AR oyunlarındaki gibi bir zaman yolcusu olduğunu falan söyler. Oynadığı oyunda, teoride düşmanını öldürerek zaman çizgisini düzeltebilmektedir. Zaten aklı gidip gelen Ruth, bu lafı çok ciddiye alır, doktorun kendisine verdiği ilaçları bir bir çöpe atar, düşmanıyla yani Matthew'le yüzleşmeye ve onu öldürmeye karar verir. Böylece aklı sıra kendini tedavi edecektir. Birkaç gündür evin etrafında Matthew'in kıyafetleriyle dolaşan Kid'i görünce Matthew'in geri döndüğüne inanmaya başlamıştır. Nihayet Alan araba mezarlığına gidip Henry de Filtre'nin içinde hapsolup onları yalnız bıraktıklarında Kid, Ruth'un üzerinde akıl oyunları oynamaya başlar. Kapıdan girip ceketini rahat bir tavırla askıya astığında, Ruth onu Matthew olarak görür. Şimdiki zamana ait olmaması gereken bu görüntüyü görünce, nihayet düşmanının kendisini bulduğunu düşünür. Kan çıkacağını anladığı için apar topar Wendell'ı evden yollar. 

Ruth'un psikolojisini anlamak için ufak bir not: Dizinin ortalarında Molly Ruth'un evine gelir. Panikle Henry'yi arar. Kötü bir şey olacağını seziyorum der. Kendi canının derdinde olan Ruth, Molly'nin yıllar önce Matthew'i öldürdüğünü bildiğini, doğru olanı yaptığını söyler. Apışık kalan Molly açıklamaya çalışırken Ruth araya girer. Matthew'in ölmediğini, geri döndüğünü, günümüzde var olduğunu ve bunu düzelteceğini söyler.

Buradan itibaren saykodelik şeyler olmaya başlar. Kid, her nasılsa tıpkı Matthew gibi davranmaktadır. Her türlü detayı hatırlar. Düğünde çalan müziği, üst kattaki kasanın şifresini, eskiden Ruth'un her akşam yemeğinden önce banyo yaptığını... Bir teori: bahçe evinde kaldığında eski videoları izleyip detayları ezberler. Bir başka teori: Kid gerçekten iki bölümdür yaşayanlara musallat olan Matthew'in bu dünyada vücut bulmuş halidir. Dizinin sonunda her iki teoriyi de çürütecek bir şey olur. Bir şekilde Alan bahçe evine girer, Ruth onu Matthew sanıp öldürür. Kid, aslında başından beri Ruth'a Alan'ı öldürmesi için akıl oyunu yapıyordur. Bagajda kendisini gördüğü halde müdahale etmeyişi karşısında Alan'dan böyle korkunç bir şekilde intikamını alır. 

Kid'in Matthew olduğundan şüphelenmiştik, artık o olmadığından eminiz. Nasıl mı? Burası önemli. Ruth geçmişe gider. Tanrı'nın sesini duymak için ormana çıkan Matthew, bir gün Henry de duydu! diyerek heyecanla eve girer. Ruth, onu rahat bıraksın diye Henry'ye kendisinin öyle söylettiğini, aslında Tanrı'nın sesi diye bir şey olmadığını, Matthew için Dr. Vargas'tan randevu alacağını söyler. Matthew öfkelenir ve bir anda devreye Kid girer. Anılarla oynama kabiliyeti olduğunu ilk defa burada öğreniriz. Matthew'in beynine girerek Ruth'la konuşur. Bana mermilerin yerini sor der. Ruth'un mermileri bulmaya çalıştığının ama bir türlü hatırlayamadığının farkındadır. Sorduğunda ise "ben ben değilim, senim, söyleyemem" gibi bir laf eder. Yani şu an gördüklerin gerçek Matthew değil, sadece zihninde oynattığın Matthew ve o da yanıtı bilmiyor, yanıt sende, kafanı çalıştırırsan hatırlayacaksın der. Ufak da bir tüyo verir, Ruth'a valizi sorar. Ruth bir anda mermilerin valizde olduğunu hatırlar. Bahçeden valizi çıkartıp mermileri silaha doldurur ve bahçe evinde beklemeye koyulur. Tüm bu sahneyi özetleyecek olursak: Kid, Ruth'un zihnine girerek Alan'ı öldürme planında ihtiyacı olan anıları çağırır. Oturduğu yerden beklemeye koyulur. Planını gerçekleştirir. Karşımızda Matthew'in bildiklerini bilen, karakterlerin zihinlerinde manipülasyon yapma kabiliyeti olan, kimi zaman çok öfkelenebilen, Henry'yle ve Molly'yle aralarında bir bağ sezdiğimiz bir karakter vardır. Peki Kid nasıl Matthew taklidi yapabildi? Onun bildiği şeyleri nereden biliyordu? 9. bölümü bekleyeceğiz. 

Gelelim Ruth'un zaman atlamalarına. Geçtiğimiz 6 bölüm boyunca Ruth'un kafasının gidip geldiğine tanık olduk. Bunu da demans belirtisi olarak kabul ettik. Peki gerçekten demans belirtisi mi? Sanki değil. Biraz daha karmaşık. Geçmişteki Ruth, gelecekteki Ruth ile göz teması kurabiliyor örneğin. Bir teori: Zamanı daha bütüncül bir şekilde yaşıyor. Geçmişiyle geleceği birbirinden haberdar. Ki bu teoriyi destekleyen iki sahne var. Bölüm sonunda, Ruth'un evinden silah seslerinin geldiğini öğrenen Alan, Ruth'un kapısında beliriyor. Eğer bizi ters köşeye yatırmıyorlarsa, zihnimizle dalga geçmiyorlarsa silah sesi Ruth'un Alan'ı vurduğu anı temsil ediyordu. Ruth'un Alan'a beni sakın bırakma diye sarılması ise, Alan'ı vurduğunu fark ettiğinde yaşadığı vicdan azabının bir sonucuydu. Peki nasıl oldu da geçmişteki Alan, gelecekten silah sesi duyup Ruth'un yanına gelebildi? Ruth gerçekten de bir şekilde zaman bandından çıktı, geçmişi ve geleceği aynı anda yaşayabilir hale geldi. Kronolojik biçimde ilerleyen neden-sonuç ilişkileri de bu sayede birbirine girdi. Gelecekte yaşadığı bir şey, geçmişteki bir anısına etki edebildi. Bu teoriyi destekleyen ikinci sahne ise 9. bölümde yaşanıyorr. [Spoiler: Ruth, şimdiki zamanda yaşadığı intihar girişimini, daha önce defalarca yaşamış olduğunu söyler. Kendisini kurtarmaya gelen Molly'nin ikna çabalarına, her seferinde bunları söylüyorsun diye tepki verir. Şimdiki anı daha önce defalarca yaşamış olması, belirtilerinin basitçe demansa işaret etmediğini kanıtlıyor, sizce?]

Sezonun en keyifli hikayesini sunmasının yanı sıra, Alan-Ruth ekseninde aşırı yoğun duygular yaşatan bir bölümdür. Bu bölümde Alan ve Ruth ilişkisinin geçmişine ışık tutarız. Başından beri Henry yüzünden uyuz olduğumuz Alan'a sempati duymaya başlarız, geç bulup erkenden kaybeder, arkasından iki damla yaş bile akıtırız. Matthew ona psikolojik baskı uyguladığı dönemde, Alan'ın Ruth'a büyük destek olduğunu, aralarında duygusal bir ilişki olduğunu öğreniriz. Zaman-mekan tanımayan bir çizgide aşklarını yaşarlar adeta. Ruth ilk önce Alan'ı reddeder, sonra gelecekte onu öldürür ve geçmişe dönüp onunla sevgili olur. Eğer silah sesi teorimiz ve zaman bükme meselesi doğruysa gerçekten ilginç bir ilişkidir.

Öte yandan Ruth'un Alan'a beni bırakma dediği son sahnede, masanın üzerinde beliren satranç taşı kafa karıştırıcıdır. Ruth satranç taşını gördüğünde hala anılarında oluyor, ta ki ne zaman taşa dokunursa o zaman gerçek zamana dönüyor. Alan'ın geldiği an taş masanın üzerindeydi, bu da demek oluyor ki Ruth geçmiş anısını yaşıyordu. Silah sesi teorimiz doğruysa: Zaman çizgisi hala düz akıyordu, bugün geçmişten sonra geliyordu. Ama neden sonuç ilişkisi kesinlikle bozulmuştu. Şimdiki zamanda Alan'ı öldürmesi, geçmişte Alan'ı hayatına almasına neden oluyordu.   


8. Bölüm | Past Perfect

Aşırı iyi bir bölümden sonra bu bölümde bol aksiyon, kan revan bekler bizi. Bazı düğümler artık çözülmeye başlar. 

Birkaç gün önce Lacy’nin boş kalan evini gezmeye gelen çift bu bölümde evi tutar. Etrafta mankenler, korkunç korkunç dekorlar, ne oluyoruz derken bunun korku temalı bir otel olduğunu anlarız. Bodrumdan çıkan onlarca tabloyu da evle birlikte satın alıp hepsini birden yatak odasına asarlar. Bilin bakalım kimin portresi bunlar? Kid. Kim tarafından yapılmış? Lacy. Yalnızca birkaç dakika tablolara bakmak, ev sahibinin kafayı yemesine yeterli olacaktır. Gelen ilk müşterileri keserek öldürür. Allahtan karısı ona arka çıkar ve cesetleri beraber küçültüp çöp poşetlerine tıkarak imha ederler. Bu arada dizinin iticisi Jackie yine olmaması gereken yerlerde dolaşmakta ve belasını aramaktadır. Yeni otel sahiplerini ziyaret eder. Hallerinden tavırlarından şüphelenir. Çıkarken yerde kanlı bir ev aksesuarı bulur, kıllanır. 

Bu arada dizinin tam da olması gereken anda olması gerektiği yerde olma yeteneğine sahip karakteri Molly, gidip Branch’in gözüne tornavidayı saplayarak Henry’yi Filter’dan kurtarır. 

Hala geçen bölümün etkisinde olan Ruth, Henry’yi görünce baban geldi, bu sefer seni korumak için direndim der. Elbette bahçe evinde işlediği cinayetten bahsetmektedir. Kid, Henry’ye cesedi gösterir. Annenin kafası karışmıştı, ben de arkasını topladım şeklinde aktarır olayı. Teoride yanlış da değildir hani, sadece Ruth’un ayarlarıyla oynayanın kendisi olduğu detayını atlar.

Kid, Henry’ye apar topar cesedi ormana götürelim diye ısrar eder. İkisi bir süre bakıştıktan sonra Henry’deki değişikliği anlar ve sonunda duyuyorsun artık değil mi, der. Duyma muhabbetine Kid’in de dahil olduğunu daha önce zaten anlamıştık. Şimdi Kid’in Henry’nin de duyması gibi bir bekleyişi olduğunu öğreniyoruz. 7 bölümdür Kid’le burun buruna olan Henry nihayet 8. bölümde sen kimsin, neden beni avukatın olarak istedin diye sormayı akıl eder. Kid de hemen çözülür, nedenini söyleyiverir. Belki de ilk bölümde akıl edip sorsa 8 bölüm beklememize gerek kalmayacaktır. 27 senedir Henry’yi beklediğini, Henry’yi o bodrumdan kendisinin kurtardığını ve bunların hiçbirini istemediğini söyler. Kendisini daha önce bir kafesin içinde gören Henry bunlara ilk başta anlam veremez tabi, birkaç bölüm daha beklememiz gerekir. 

Henry 27 yıldır seni bekliyorum, seni bodrumdan ben çıkardım laflarını anlamaya çalışırken kafasında bir ampul yanar. Zihnindeki kafes görüntülerini hatırlar, belki de hayatının hatırlamadığı yıllarında Lacy onu da tıpkı Kid gibi bir kafese tıkmıştır? İşin aslını astarını öğrenmek için Lacy’nin artık otel olarak kullanılan evine, bodrum katına gizlice sızar. Bir şey bulamayınca yatak odasına girer. Duvarda onlarca Kid fotoğrafı görür. Açıp tek tek tarihlerine bakar. En eskisi 1991 tarihlidir. Henry’nin kaybolduğu sene, Lacy’nin Kid’i kafese tıktığı senedir. Henry kıllanır ama yine pek bir şey anlamaz. Anlaması için dokuzuncu bölümü beklemesi gerekir. 

Diziye biraz kan revan katmak için eklenmiş olan karı koca otelciler yine devreye girer. Henry’yi otellerinin içinde görünce kadın çılgına döner ve onu şişlemeye kalkar, derken yanlışlıkla kendini keser. Adam da Henry’yle boğuşurken arkadan kasabanın iticisi Jackie baltasıyla çıkıverir ve baltayı adamın kafasına indirir. Henry’nin bugünkü ikinci cinayet vakasıdır. Polisler şüpheli minibüsüne oturtup üstüne de battaniyeyi sarmışken rahipten annesinin bu saatte dışarıda olduğuna dair bir telefon alır, nevri döner, battaniyeyi fırlatıp arabaya atladığı gibi annesinin peşine düşer. Bu falsolu hareketiyle polisin iyice gözüne batacaktır. 

Bu arada babası tarafından otobüse bindirilen Wendell’ın da sesi duyabildiği detayını görürüz. Kervana o da katılmıştır. Kasabanın gizemli ve lanetli suyundan o da içmiştir.

Bir süredir sesi soluğu çıkmayan Molly, yine belasını arar, Kid’in yanına gelir. Kid, Henry’nin henüz hazır olmadığını, ama kendisine Molly’nin yardım edebileceğini, birbirlerini aslında çok iyi tanıdıklarını söyleyip kafaları karıştırır. Akıl oyunu mu yapıyor diye şüphelenmeye başlamışken, Molly’nin çocukken hangi koltukta oturduğunu, odada hangi eşyaların olduğunu, vs. bir bir sayar. Molly haklı olarak nereden biliyorsun diye sorunca, oradaydım der. Ormanda ölmüştün der. Gerçekten de Molly ara sıra ormanda öldüğü bir sahneyi hatırlar. Kid’in hem Molly’nin hem de Henry’nin geçmişinde var olan bir karakter olduğunu, aralarındaki bağın geçmiş yaşamlarındaki tanışıklıklarından kaynaklandığını anlarız. Tüm kilitlerin bir bir çözüldüğü dokuzuncu bölümü beklemeye koyuluruz.


9. Bölüm | Henry Deaver

Dizinin başından beri gizemini koruyan Henry’nin kimin nesi olduğu nihayet ortaya çıkar. Dokuz bölümdür beklediğimiz paralel evrene gireriz sonunda. Dizi boyunca flashback yapılır. Molly’nin geçen bölüm sorduğu sen kimsin sorusunun yanıtını görmemiz için 27 sene öncesine döneriz.

Kid bu kez eli yüzü düzgün, saçı düzgünce taranmış, tüm İskandinavlığını ortaya çıkaran kıyafetler giymiş şekilde karşımıza çıkar. Bu evrendeki Matthew, bebekken bir kez ölüp dirildiğini, o günden sonra yolunu tanrıya adadığını, bir işaret beklediğini, korkunç bir günde beklediği işaretin geldiğini söyler. O da öbür evrendeki Matthew gibi kafayı sıyırmıştır, tek farkla: Bu evrendeki Matthew karısı tarafından terk edilir, oğlu da kendisinden koparılır ve sonunda intihar eder.

Ruth’un Matthew’i terk edebildiği bu paralel evrende, Ruth ve Alan birlikte Sarasota’da yaşar. Ruth Alzeihmer hastasıdır. Kid’in bu evrendeki adı tahmin edebileceğiniz gibi Henry Matthew Deaver’dır. Alzeihmer üzerine çalışan bir plaza insanıdır. Sevgilisiyle çocuk yapmayı deneyen, sakin yaşantılı bir karakterdir.

Matthew’in intihar ettiğini öğrenince Castle Rock’a gelir. Burada başarılı ve havalı bir kadın olan Molly’yle karşılaşır.

Henry, babasının yaşadığı evin bodrum katına girer ve bu arada diğer evrendeki Henry’nin çocuk versiyonunu bulur.

Matthew uzun süre uğraşmasına rağmen tanrıyı duymaz bu evrende. Sonra bir gün karşısına çocuk Henry çıkar. Tanrıyı duyduğuna yemin eder. Etrafta kar varken bir anda normale döndüğünü, hala Castle Rock olmasına rağmen etrafın bir anda değiştiğini söyler. Buraya dikkat: kar dokuz bölümdür izlediğimiz gerçek evreni, karların kalkması da paralel evreni temsil ediyor. Dolayısıyla Henry çocukken bizim evrenimizden paralel evrene geçmiş. Kayıp olduğu 11 gün aslında paralel evrende takılmış. 11 günün sonunda Alan tarafından bulunduğunda vücudunda hiçbir soğuk hasarının bulunmaması bundan kaynaklanıyor.

Henry, çocuk Henry’yi bulduğunda kafesinin içinde beyaz bir heykelcik vardır. Nihayet heykelciğin sırrını da öğreniriz. Matthew, Baba! artık tanrının sesini duyuyorum! diyen, tam da sahip olmayı arzuladığı dünya tatlısı Henry’yi karşısında görünce ilk olarak kefaretini ödediğini, oğlunun ona geri döndüğünü falan düşünür. Ama sonra çok istediği bir şeyin böyle pat diye oluvermesinden kıllanarak bunun olsa olsa Şeytan olacağına kanaat getirir. Küçük Henry’yi şeytan sandığı için onu bir kafese tıkar, yıllarca orada tutar. Kendisi yaşlanıp yıpranırken Henry zerre değişmez. Ona bu süre içinde sabundan minik heykeller yapmayı öğretir. Bu heykelin de paralel evreni temsil ettiğini anlamış bulunuyoruz. Matthew, en sonunda bu yüke dayanamayıp intihar eder. Kaderi ve sonu Lacy’ninkiyle tamamen aynıdır.

Henry ve Molly, gözaltında tutulan çocuk Henry'yi görmeye giderler. Çocuğu hapisten çıkarıp arabayla eve götürürler. Yolda kaçıp ormana koşar. Malum, kendi evrenine giriş kapısını bulmaya çalışmaktadır. Ormanda anlam veremediğimiz tuhaf karakterler belirir. Eli bıçaklı, kanlı, tuhaf bir kadın, iki tane kaçak mahkum ve bir kovalayan polis memuru. Bunların ne ayak olduğunu henüz bu sezonda çözemeyeceğiz. Molly, Henry ve peşlerindeki polis memuru da çocuğun peşinden giderler. Molly ve Henry de çocuğun gördüğü paralel evreni görür. Polis memuru Molly’yi vurup öldürür. Henry ise yanlışlıkla paralel evrene geçerek burada kaybolur.

Flashback burada biter, günümüzde döneriz. Kid, tüm hikayeyi Molly’ye anlatmıştır. Devamında günlerce etrafta dolaşıp geri dönmeye çalıştığını, sonra Lacy’nin kendisini bulup kafese tıktığını, çağrıyı duyduğunu, kendisini şeytan sandığını söyler. Ve Molly’ye kritik soruyu sorar: Bana inanıyor musun?


10. Bölüm | Romans

Olayların son ana kadar pek heyecanlı geliştiği güzelim dizi, ne yazık ki böyle manasız bir final bölümüyle sona erer.

Birkaç seferdir belanın tam ortasında dikilen Henry’yi, bu bölümde polis artık gözaltına alır. Molly ziyaretine gelir, Kid’in kendisine anlattıklarını anlatır. Harmony Hill’de Kid’in kendisiyle buluşup, öbür evrene geçmeyi denemek istediğini söyler. Henry tüm bu olanlara inanmadığı için Kid’i polise ispikler. Polis Kid’i yakalayıp Henry’nin hücresine tıkar. Burada akıl oyunu yeteneğini kullanan Kid hapisten kaçar, Henry’yi de önüne katıp ormana götürür. Tam da kendi evrenine geçeceği sırada Henry her nasılsa punduna getirip Kid’i yakalar ve tekrar kafese tıkar. Başından beri istediğine istediğini yaptıran Kid nedense Henry’yi alt edemez, kuzu kuzu kafesine döner. Bu güzelim hikayenin böyle gerzek bir şekilde bitmesi karşısında saç baş yolarız biz de tabi. Hikayeyi buraya kadar getirdik ama paralel evrende sıkışıp kalma temasından bir sezon daha nemalanmak istediğimiz için Kid’i şimdilik kendi dünyasına göndermeyeceğiz diye düşünen yapımcılar yüzünden hikayeyi böyle gerzek bir finalle bitirmek zorunda kalırız.

Önümüzdeki sezon önemli hale gelebilecek birkaç detayı buraya bırakalım.

Lacy bir gün Kid’le konuşurken, onun yüzünden çocuk yapmadığını, talimat beklediğini söyler ve tekerlekli sandalyedeki bir adamdan bahseder. Kanlı kaftan giyen kişiyle birlikte bu adam da ilk sezonda yanıtını bulamadığımız gizemli karakterlerdir.

Hapishane müdiresi, evinde beyaz küçük heykelcik bulur, Molly’ye getirir. Daha önce Molly’nin evine bıraktığı heykelle aynı olduğunu görürüz. Müdire, Kid’in bir şeytan olduğunu, hapse geri tıkılması gerektiğini söyler, sonra bir otobüsün altında kalır ve ölür. Kid’in müdireyle ne alıp veremediği var? Bu sorunun yanıtı belirsiz olmakla birlikte, Müdire başta Kid’i hapishanede alıkoymak istediği için Kid ondan intikam almak istedi diye tahmin ediyoruz.

Wendell ormana yaklaştıklarında bir uğultu duyduğunu, bu yüzden indiğini söyler. Meşhur orman ve ses muhabbetine Wendell da katılır.

Henry minik heykeli Kid’e göstererek tekrar kimsin sen sorusunu sorar. Seninle aynıyım, kurbanım yanıtına inanmaz. Rüyanda gördüğün kafes görüntüleri? sorusunu da yanıtlayamaz, öyle iki arada bir derede kalır. Kid, hatırlamamasının normal olduğunu, paralel evrendeki evine gittiğinde parçaları oturtacağını söyler. Henry, paralel evrende Ruth, Matthew’le kalsaydı nolurdu diye sorar. Ölürdü yanıtını alır. Bu evrende Matthew, Ruth’un kendisini Alan’la aldattığını öğrenmiştir. İhanetin cezasının ölüm olduğuna inanır. Ruth'u öldürmeyi kafaya koyar.

Henry bu bölümde, Kid kendisini silah zoruyla ormana götürürken, dizinin başından beri sorduğu bir sorunun cevabını öğrenir. Babasıyla ormana gittikleri gün onu uçurumdan itenin kendisi olduğunu hatırlar.

Henry, Kid’i ormanda yakalayıp ona silah doğrulttuğunda Kid bir anlığına çok yaşlı bir adama dönüşür. Bu, Henry’nin zihninin bir oyunu mudur, yoksa Kid'in ömrümü yediniz isyanının bir dışavurumu mudur, yoksa Kid'in kendi evreninde zamanın buradan çok daha hızlı geçtiğine mi bir gönderme yapılmıştır? Bilmiyoruz.

Dizinin sonunda flashforward yapıp 1 sene ileri sararız. Ruth ölmüştür. Henry, Kid’i Shawshank’a geri tıkmıştır. Ne kadar devam edeceklerini kendisi de bilmez.

Sezonu ne yazık ki kasabanın iticisi Jackie’yle kapatırız. Her nasılsa adamın tekini baltayla öldürdüğü halde hapse girmez. Deneyimini bir kitap yazarak anlatmaya koyulur. Hikayeyi başladığı yerde bitirmek için batıya yolculuğa çıkacağını söyler. İkinci sezonun kendisi çevresinde döneceğini üzülerek öğrenmiş oluruz.

Bakalım önümüzdeki sezon da hikaye aynı karakterlerin etrafında mı dönecek? Mükemmel İskandinav Kid, kafesinden çıkıp kendi evrenine geçebilecek mi? Jackie başrole oturacaksa Henry’ye ne olacak? Wendell’ın da sesleri duyması bir yere bağlanacak mı? Tekerlekli sandalyeli adam kim, Tanrının sesi ne? Ve babam bu kadar güzel pasta yapmayı kimden öğrendi? Bekleyip göreceğiz.