30 Mayıs 2016 Pazartesi

Kitaptan Filme: Fahrenheit 451


Ray Bradbury'nin 1953 yılında The Ballentine Publishing Group tarafından yayınlanan distopik-bilim kurgu romanı. Hikaye geleceğin Amerika’sında geçer.

Televizyon ve radyo insanların ilgisini çekmiştir. Zamanla kitaplara olan ilgi azalmış, vakit aldığı gerekçesiyle tercih edilmez olmuştur. Kısa süreli televizyon ya da radyo programlarını takip etmek varken uzun uzun kitap okumak vakit kaybıdır. İnsanların bu hedonizm zaafını fark eden otorite, kitapların melankoli kaynağı olduğu ve kitle iletişim araçları varken kitaplara hiç de gerek olmadığı propagandasını yayarak kitapların yasaklanmasına neden olmuştur.

Bu toplumda itfaiye kurumunun anlamı değiştirilmiş; görevi yeniden yazılmıştır. Artık tüm evler yangına karşı korumalı olduğundan insanların yangın söndürme yardımına ihtiyacı yoktur. Bunun yerine itfaiye gelen ihbarlar üzerine kitaplarla birlikte evleri, hatta eğer direnirlerse ev sahiplerini yakar. Dolayısıyla itfaiye, tıpkı polis ya da sokak çeteleri gibi bir kontrol aracına dönüştürülmüştür.

Ateş kavramı yeniden anlamlandırılmıştır. Yıkıcı, yok edici bir madde olan ateş yeni toplumda “temizlik” ile bağdaştırılmıştır ve halk da bu yeni anlama inandırılmıştır. En ufak bir sorgulama ve özgürlük kıvılcımı yakılarak “yok edilmez”; “temizlenir”.

Distopya sınıfına girer, çünkü baskıcı rejim insanların özgürlüğünü kısıtlamakta, insanları pasifize etmektedir. Karamsar bir senaryodur. Bilim kurgu sınıfına da girer, çünkü mekanik köpek, kan değiştirirken kullanılan mekanizma, duvarları kaplayan televizyonlar, kulaklıklı takip cihazı gibi ileri teknoloji ürünlerden bahsedilmiştir.

Kitabın yorumlarına gelecek olursak, okuduğum en iddialı distopik roman olduğunu söyleyemem.

İlk olarak kitle iletişim araçları edebiyatın düşmanı olarak gösterilmiş. Bu biraz aşırı şüpheci bir yaklaşım.

Yazar Ray Bradbury, 1950’li yıllarda Radyo ve Televizyonun gelişimini edebiyat karşısında bir engel olarak görüyordu. Yazara göre yeni kitle iletişim araçları toplumların düşmanıydı. Çünkü dünya gündeminde önemli olaylar yaşanırken, medya insanları uyuşturacak, insanların düşünme yetisini azaltacaktı. Çabuk tüketmeye alışan toplum konsantrasyon yetisini kaybettikçe edebiyattan uzaklaşacak, sonunda Devlet de bunun üzerine giderek kitap okumayı yasaklattıracaktı.

Öncelikle herhangi bir rejimin kitapları tamamen yasaklaması bana gerçekçi gelmedi. Karşıt seslerin bastırılıp yasaklanması tamam, ama rejimi ve rejimin önerdiği yaşam şeklini destekleyen yayınların da yasaklanması neden? Edebiyat neden tamamen yasaklansın?

Ayrıca romanın edebiyat ve kitle-iletişim araçlarının birlikte kullanılabileceğini öngörememesi bence büyük bir eksiklik. Yazarın edebiyat ve medyayı hangi anlamlarda kullandığını anlayabiliyorum. Edebiyat düşünme ve sorgulamayı; kitle-iletişim araçları da uyuşma ve konsantrasyon bozukluğunu simgeliyor. Dolayısıyla yazarın dediği şey şu: İnsanlar uyuştukça ve odaklanamadıkça düşünme ve sorgulama yetileri kaybolur. Oysa edebiyat medyayı, medya da edebiyatı besleyebilir. Bunu görmezden gelmesi çok hoşuma gitmedi.

Bundan başka, romanda insanlar kitle iletişim araçları karşısında tamamen pasif ve kabul eden bir konuma yerleştirilmiş. Kitle-iletişim araçlarının doğru ellerde, doğru içeriklerle faydalı araçlara dönüştürülebileceği düşünülmemiş. İnsanlara karşı güvensiz bir tavır çizilmiş. İnsanların kolektif çabayla sosyal medyayı kendi lehlerine kullanabilecekleri öngörülmemiş. Bu da bence gerçekçi olamayacak kadar büyük bir karamsarlık.

Kitabın önerdiği pesimist argümanları kabul edemesem de, yazıldığı dönemin koşullarına göre bu pesimistliğin normal olduğunu da söylemeliyim.

Roman 1950'lerin başında yazılıyor. Amerika Soğuk Savaş dönemine girmiş. Tüm ülkede atom bombası savaşı ve komünizm korkusu var. HUAC (1938'de Nazileri ve Komünistleri deşifre etme amacıyla kurulmuş Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi) komünizmi destekleyen sanat eserlerini sansürleyip sanatçıları kara listeye alıyor. Ünlü Hollywood Ten’in* de aralarında bulunduğu birçok isim var kara listede. Hem halka hem de sanata karşı aşılmaz gibi görünen bir baskı ve sansür ortamının içinden çıkıyor bu kurgu. Dolayısıyla karamsarlığa şaşırmamak gerekiyor.

Edebiyatın geleceğiyle ilgili karamsar bir resim çizen bu distopya 13 yıl sonra, 1966 yılında Yeni Dalga akımının kurucularından Fransız yönetmen François Truffaut yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Kitaptan hem karakter hem de senaryo bazında daha farklı olan bu film, iyi bir uyarlama olmasa da sinema tarihinde önemli bir yere sahiptir.

Öncelikle yönetmenin ilk İngilizce ve ilk renkli filmi. Yeni Dalga akımının özelliklerini taşıyor. Kısıtlı bütçe olduğundan deneysel çözümler sunuyor.** Örneğin, jenerikte insanların ismi basit bir yazı tipiyle görüntünün üzerine yapıştırılmış, isimler de seslendirilerek öne çıkarılmış. Yine aynı şekilde filmde Linda ve Clarisse karakterlerini aynı kadın oynuyor. Bu şekilde önemli olanın oyunculara harcanan masraf olmadığı, oyunculuğun kendisi olduğu vurgulanıyor.

Yukarıda bahsettiğim gibi iyi bir uyarlama değil. Çok fazla değişiklik yapılmış. Ana konu aynı kalsa da aradığınız detayları bulamamak canınızı sıkıyor. Örneğin kitabın ana karakterlerinden biri olan Mildred’in ismi Linda diye değiştirilmiş. Clarisse filmde ölmüyor; kitapta 17 yaşında özgür bir kızken filmde 20 yaşlarında bir öğretmeni oynuyor. Guy Montag’ı doğada gizlenen kitap okuyucularını bulmak üzere*** yönlendiren Faber filmde yok. Mekanik Köpek yok. İtfaiye evleri değil yalnızca kitapları yakıyor. Mildred’in duvar büyüklüğünde televizyon ekranları yok. Kitabın aksine filmde Mildred ve Guy yatıyorlar. İzlenme oranını artırmak için cinsellik eklenmiş. Aslında prodüksiyon gerektiren şeyler elenmiş ve film sadeleştirilmiş denebilir. Ancak bu da romanın bilim kurgu özelliğini bir parça ortadan kaldırıyor.

Filmde bana göre iki tane akılda kalıcı nokta var. Birincisi Oskar Werner. Oyunculuğunu çok beğendiğimi söylemeliyim. Guy Montag karakteri için doğru adam, doğru ifadeler. İkincisi de dekorasyon. O zamanlarda çekilen bir filmin tam olarak bugünkü ince televizyon ekranlarını ve kulaklıkları göstermesine şaşırmıştım.

Kısaca, tarihsel bağlamı da dikkate alarak önce kitabı okumanızı, ardından François Truffaut deneyimlemek için filme bir göz atmanızı öneririm.

*2016 Oscar adayları arasında yer alan 2015 yapımı Dalton Trumbo filminde, ünlü Hollywood Onlusu ve dönemin baskıcı ortamı detaylı bir şekilde anlatılır.
**Sinemadaki Yeni Dalga akımı, kısmen İtalyan Yeni Gerçekçilik akımından etkilenmiştir. Her ikisinde de kısıtlı bütçe ve bu nedenle pahalı olmayan oyuncu seçimleri söz konusudur.
***2015 yapımı distopik The Lobster filminde benzer şekilde doğaya sığınan ve burada otoriteden kaçarak istedikleri şekilde yaşama mücadelesi veren insanlar vardır.

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Diziden Kitaba: Supernatural - Nevermore


Supernatural 2005 yılından bu yana devam eden bir dizi. Şu anda 11. sezonu oynuyor. Şahsen işsiz olduğum bir yaz oturup 6. sezonuna kadar soluksuz izlemiştim, kalanını denk gelirsem izledim.

Doğaüstü varlıkları avlayan, birbirine çok bağlı olan iki erkek kardeşin hikayesi. Bugüne kadar devam etmesinden anlaşılacağı gibi çok fazla hayranı var. Peşinde koşulan varlıkların ilginçliğinden çok, iki karakter dikkat çekiyor. Dean Winchester, klasik rock ve klasik araba seven, bira içip tek gecelik ilişkiler yaşayan aşırı komik ve cool bir karakter. Sam Winchester onun aksine kültürlü, çalışkan, sadık, daha sakin. İkisi arasındaki komik çatışmalar ve birbirlerine karşı duydukları bağlılık dizinin izlenme sebebi.

Dizinin 2007 yılından bu yana basılmış bir düzine roman uyarlaması ("novelization") var. Bu yazıda ilk roman uyarlaması olan Supernatural: Nevermore'dan biraz bahsedelim. Sayfanın konsepti kitaptan filme olsa da, bu yazıda istisna yapıp diziden kitaba uyarlanan bir kurguyu konuşalım.

Keith DeCandido tarafından yazılan roman, 2007 yılında HarperCollins yayınevinden çıkar. Zeynep Heyzen Ateş çevirisiyle Artemis Yayınları 2014 yılında kitabı Türk okurlarıyla buluşturur. Kitap, dizinin 2. sezonundaki 2 bölüm arasında geçer. Yani izleyicinin daha önce izlediği bir hikaye değildir, kurgu tamamen DeCandido'ya aittir. Yalnızca ana karakterler, karakterlerin geçmişleri diziden alınmıştır.

Kitabın yazarı Keith DeCandido, aynı zamanda bir Star Trek hayranı. Star Trek, Doctor Who, Spiderman, X-Men gibi birçok "tie-in" romanı, hikayesi bulunur. Aslında yukarıda bu kitaplara novelization dedik ama doğru tabir "tie-in". Yani hazır bir kurgunun karakterlerini ve geçmişini alıp hikayeyi ve mekanları yazarın uydurması. Bu bağlamda tie-in/ilişkili roman demek daha doğru olur.

Supernatural fanları için keyifli bir deneyim olan bu kitabın, yukarıda bahsettiğim gibi devamı da geldi. Farklı yazarlar tarafından yazılmış (bildiğim kadarıyla) 13 Supernatural roman uyarlaması bulunuyor. Kitapların listesi yazarlarıyla birlikte şöyle:
  1. Cold Fire - Yazar: John Passarella
  2. Carved In Flesh - Yazar: Tim Waggoner
  3. Fresh Meat - Yazar: Alice Henderson
  4. Rite of Passage - Yazar: John Passarella
  5. Night Terror - Yazar: John Passarella
  6. Coyote's Kiss - Yazar: Christa Faust
  7. One Year Gone - Yazar: Rebecca Dessertine
  8. War Of The Sons - Yazar: Rebecca Dessertine ve David Reed
  9. Heart Of The Dragon - Yazar: Keith R.A. DeCandido
  10. Unholy Cause - Yazar: Joe Schreiber
  11. Bone Key - Yazar: Keith R.A. DeCandido
  12. Witch's Canyon - Yazar: Jeff Mariotte
  13. Nevermore - Yazar: Keith R.A. DeCandido

Bu kitapların Türkçesini yayınlama işini Artemis Yayınları üstlenmiş. Ben ilk kitabı Zeynep Heyzen Ateş çevirisiyle okumuştum, öğrendim ki serinin 6 kitabını o çevirmiş. Bence iyi bir çeviri. Argo ve esprili Amerikan İngilizcesiyle yazıldığı için Türkçede tam karşılığı olmayan çok fazla ifade var, çevirmen elinden geleni yapmış. Temiz bir çeviri, ellerine sağlık. Türkçeleştirilmiş kitapların listesi de şöyle:   
  1. Cadı Kanyonu (Witch's Canyon) - Çeviri: Zeynep Heyzen Ateş
  2. Bir Daha Asla (Nevermore) - Çeviri: Zeynep Heyzen Ateş
  3. Lanetli Emanet (Unholy Cause) - Çeviri: Zeynep Heyzen Ateş
  4. Ejder Yürek (Heart of the Dragon) - Çeviri: Zeynep Heyzen Ateş
  5. Oğullar Savaşı (War of the Sons) - Çeviri: Zeynep Heyzen Ateş
  6. Kemik Anahtar (Bone Key) - Çeviri: Zeynep Heyzen Ateş

Kitap yorumuna gelince, dediğim gibi değişik bir deneyim oldu. Keyif alacağınızdan eminim. Ancak beklentiyi çok yüksek tutmamak lazım.

Şu ana kadar izlediğim romandan uyarlama filmlerde hep karakterlerin yeterince derinine inilemediğini eleştirdim. Kitabın daha fazla söz kullanma şansı olduğu için karakterleri daha detaylı bir şekilde betimleyebiliyor. Bu kitapta karakterlerin detaylı analizini bekliyorsanız hayal kırıklığı yaşayacaksınız.

Nasıl olsa karakterleri tanıyorsunuz diyerek hikayeye yoğunlaşılmış. 2 tane olay oluyor, olaylar sürükleyici, kitabın sonunda kardeşler 2 olayı da çözümlüyor. Klasik dizi paternini takip etmişler. Keyifli mi, evet? Şansınız varsa İngilizcesini okumanızı öneririm, daha keyifli olacak. Çünkü diziden alıştığımız argo kelimeleri Türkçe görünce çok bir şey ifade etmiyor.

Detaylı karakter analizi olmasa da, daha önce dizide rastlamadığım bir tespit var. Bu kısım hoşuma gitti ve aklımda kaldı. 

Dean ve Sam motelden çıkış yaparken, Dean'in üzerinde sahte isim yazan kredi kartında bakiye kalmadığı anlaşılır. Bunun üzerine Dean paniklerken Sam serinkanlılıkla bir yalan söyleyip motel sahibinin dikkatini çekmeden başka bir kartla ödemeyi yapar. Bu noktada Dean Sam'in neden avukat olmak istediğini anladığını söyler. Sam hiç paniklemeden ve insanların gözünün içine bakarak profesyonel bir şekilde yalan söyleyebilmektedir. Dean, avukatlığın tam da Sam'e göre olduğunu fark eder.

Daha önce dizide Sam'in insanları bakışıyla ve sevimli yüzüyle etkileme yeteneğinden defalarca bahsedilse de, yalan söyleme yeteneğine çok vurgu yapılmamıştı. Yazar iyi bir nokta yakalamış. 

Kitabın başında, hikayenin S2E8-9 arasında geçtiği söyleniyor. Şahsen oturup bu iki bölümü tekrar izlemedim. Bölüm özetlerini okuduğumda kitapla bağlantısı olmayan iki bölüm olduğunu fark ettiğim için tekrar izleme gereği duymadım. Ama kitabın öncesini ve sonrasını görmek isteyenler bu iki bölümü izleyebilir.

Diğer kitaplara geçip geçmeyeceğimden şimdilik emin değilim. Çabuk biten bir kitap okumak istediğimde başlayabilirim belki.

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Kitaptan Filme: Harry Potter and the Philosopher's Stone


Harry Potter serisinin ve aynı zamanda yazarı J.K. Rowling'in ilk romanı. 1997 yılında Bloomsbury yayınevi tarafından İngiltere'de; 1998 yılında Scholastic Corporation yayınevi tarafından Harry Potter and the Sorcerer's Stone ismiyle Amerika'da yayınlanır. 2001 yılında Chris Columbus yönetmenliğinde Warner Bros tarafından filmi de çekilecektir.

Şüphesiz 21. yüzyılın en dikkat çekici edebiyat/sinema olaylarından biri. Ben serinin bu ilk filminde film-kitap-film sıralamasıyla ilerledim. Filmi izlemek keyifliydi, yalnız özellikle yarısından sonra biraz sıkılmıştım. Yaratılan evrene gözüm alışana kadar her şey çok heyecan vericiydi; alıştığımda olayların çözülmesini beklemek beni yormuştu.

Kitabı ise bir solukta okudum. Ve filmde neden sıkıldığımı anladım. Çünkü film, 17 bölümlük bir romanın her bölümünü sırayla işlemiş, yaklaşık olarak 10. bölümden sonra temposu biraz durağanlaşıyor. Heyecan verici şeyler olmasına rağmen o sırada yorulmuş oluyorsunuz ve dikkatiniz dağılıyor. Bir film için 17 bölümü sıkmadan aktarmak zor. Bölümlere ayırma taktiği kitapta tam tersine, işe yarıyor. 

FİLM KİTABA UYGUN MU? 

Yukarıda söylediğim gibi, 17 bölümün hepsini anlattığı için evet, uygun. Ama elbette sinemada saat sınırlaması var ve bazı şeylerin atlanması zorunlu. Filmde de bazı noktalar atlanmış. Bana göre kritik bazı noktalar atlanmış, bu nedenle film kitaba göre biraz daha zayıf kalmış. Ana karakterin geçmişi yeterince derin değil. Harry Potter ve Felsefe Taşı, bir giriş filmi olduğu için özellikle Harry Potter karakterini sağlam çizilmesi önemliydi. Hogwarts'a gitmeden önceki yaşamı çok kısa kesilmesinden hoşlanmadım.

KİTAPTA OLUP FİLMDE OLMAYAN ŞEYLER

Harry Potter'ın Teyzesi ve Eniştesi
Harry, Dudley adında şişman, bencil ve şımarık bir çocukları olan Dursley'lerin kapısına bırakılıyor
ve onlar tarafından büyütülüyor. Bu aile son derece sıkıcı bir hayat sürüyor ve her fırsatta normallikleriyle övünüyorlar, çünkü Teyze Dursley, zamanında Hogwarts'a çağırıldığı için dikkatleri üzerine çeken kızkardeşini çok kıskanıyor ve kendisinde benzer bir yetenek olmadığı için büyücülükten nefret ediyor. Harry, merdiven altındaki dolapta, örümceklerin arasında yaşıyor. Daima Dudley'nin küçülmüş kıyafetlerini giyiyor ve bu nedenle hep bol kıyafetlerle dolaşıyor. Dışarı da çıkarılmıyor. Dudley'nin doğum gününde Harry'ye bakacak olan komşuları uygun olmadığı için mecburen yanlarına almak zorunda kalıyorlar. Dudley ve kendi gibi sevimsiz arkadaşlarından oluşan çetesi Harry'yi sürekli tartaklıyorlar. Harry Hogwarts'a davet edilene kadar anne babasının büyücü olduğundan habersiz, ancak çok öfkelendiğinde kendisi küçük büyüler yapabiliyor, yine de bunun nedenini çözemiyor. Bu noktaların çoğu filmde verilmemiş. Sanki ortalama bir sevimsiz aileyle yaşıyormuş gibi hissediyor izleyici. Oysa karikatürize derecede kötü ve sıkıcı bir aile söz konusu.

Hagrid
Oyuncu seçimi mükemmel. Bununla birlikte orijinal romanda Hagrid taşralı ağzıyla konuşuyor, bu filme yansıtılmamış.

Tren sahnesi
Filmde Harry'yi Hogwarts trenine Dursley'ler götürüp bırakıyor. 9 3/4 peronu diye bir şey olmadığı için onu oraya bırakıp arkasından kahkahalarla gülüyorlar. Filmde ise Harry'yi Hagrid bırakıyor, kendi başına gidiyor. 

Draco Malfoy
Kitapta Harry ve Malfoy ilk olarak büyücülük malzemeleri satan dükkanda karşılaşıyorlar. Malfoy, Harry'nin adını öğrenince etkileniyor ve onu kendi yanına çekmeye çalışıyor ancak Harry Malfoy'dan hoşlanmıyor. Kendisi yerine Ron ile arkadaşlık ettiğini gören Malfoy, daha sonra Harry'ye karşı daima salt kötü oluyor. Filmdeki Malfoy da gıcık, evet. Ama bence kitaptaki kadar abartılmamış kötülüğü. Daha sempatik bir çocuk olarak kalmış. Ehh, olabilir.

Minerva McGonagall
Nedense filmde kötü gösterilmiş. Kitapta Gryffindor hata yaptıkça Snape puan kesiyor, kötü adam Snape. Filmde ise sürekli puan kesen kişi Profesör McGonagall. Ayrıca filmde McGonagall'ın kedi formuna bürünerek 1 gün boyunca Dursley'lerin penceresinde durduğu sahne yok. Oysa Vernon Enişte'nin sabah harita okuyan kedi görmesiyle dumura uğraması kitabın en keyifli kısımlarından biriydi.

Albus Dumbledore
Kitapta tam bir deli olarak betimlenen Profesör Dumbledore, filmde aklı başında bir bilgin olarak gösteriliyor. Şahsen filmdeki Dumbledore'u daha çok seviyorum, iyi bir değişiklik olmuş bana göre. Dumbledore'un karikatürize deliliğini alınca geriye güzel bir karakter kalmış.

Severus Snape
Aşık olduğum başka bir karakter. Kitapta salt kötü. Filmdekinden de kötü. Filmde, Snape'in James Potter nefretine yer verilmemiş.

Seçmen şapka sahnesi
Kitapta seçmen şapka, yalnızca çocukların duyabileceği bir tonla konuşurken, filmde bağırarak konuşuyor. Buna hiç anlam veremedim. Zihinlerini okuyan sevimli bir şapka olmalıydı bence. Neden çirkinleştirmişler? 

Harry'nin sefil yaşamı
Harry, trene bindiğinde yanlarından bir şekerci geçiyor ve bir şey isteyip istemediklerini soruyor. Ron çantasından sandviçleri çıkararak mahcup bir şekilde istemediğini söylüyor. Harry ise tüm şekerlemelerden biraz satın alıp Ron ile paylaşıyor. Filmde bu sahnenin tam olarak hakkı verilmemiş. Harry zengin/Ron fakir gibi bir görüntü çıkıyor. Oysa kitapta bu kısım daha detaylı. Harry şekerlemeleri aldıktan sonra Ron mahcup olmasına diye kendi fakir hayatını ona anlatıyor, kendine ait hiç kıyafeti olmadığından bahsediyor. Bu yokluk hissi ikisini en başta birbirine yaklaştıran şey. Aynı şekilde Harry'yi Malfoy'dan uzak tutan şey de bu his. Daha sonra iki çocuk ilk kez bir şeye sahip olup bunu paylaşma hissini birlikte yaşıyorlar.

Harry'nin yetenekli olduğuna inanamaması
Harry Hogwarts'a davet edildiğinde kendisinin büyücülük yeteneği olduğuna bir türlü ikna olmuyor. Her fırsatta kendisinin gördüğü bu ilgiyi hak etmediğini düşünüp endişeye düşüyor. Bu endişe filme hiç yansıtılmamış.

Quidditch
Kitapta Wood ile Harry günlerce insanlardan gizli bir şekilde antrenman yapıyorlar. Dolayısıyla Gryffindor'un elinde Harry gibi bir koz olduğunu kimse bilmiyor. Kitapta buna hiç değinilmemiş. Ayrıca kitapta ikinci bir maç yapılıyor, bu maçta Harry birkaç dakika içinde Gryffindor'un maçı kazanmasını sağlıyor. Filmde bu ikinci maç da hiç yok.

Kitapla film arasındaki en dikkat çekici farklar özetle böyle. Kitabın filmden daha derinlikli ve daha keyifli olduğunu söylemiştim. Ama film de antipatik gelmiyor bana, seviyorum. Bana kalırsa başta Ron Weasley, Hagrid, Snape olmak üzere oyuncu seçimleri kusursuz. Bu nedenle film ve kitabın birbirini tamamladığını, her ikisinin de keyifli olduğunu düşünüyorum. Kitabı filmdeki oyuncular olmadan, filmi de kitabın derinliği olmadan düşünemiyorum.

Kitabı mutlaka okuyunuz.

14 Mayıs 2016 Cumartesi

Kitaptan Filme: The Martian


Gravity, Interstellar, The Martian. Son 3 yıldır her sene bir uzay temalı film şeklinde ilerliyoruz, çok da güzel oluyor. The Martian, bu 3 film arasında psikolojinizi en az yoran, moralinizi en az bozan film. Mars'a inip araştırma yapan Ares III ekibi, fırtına nedeniyle görev güncellemesi alarak aniden havalanmak zorunda kalıyor. Fırtınada ana iletişim aracının anteni koparak mürettebatın makine mühendisi ve botanisti Mark Watney (Matt Damon)'a çarparak ciddi bir yara almasına neden oluyor. Mark'ın öldüğünü düşünen mürettebat zor bir karar vererek onsuz kalkış yapıyorlar. Günler geçiyor, Mark'ın hala hayatta olduğu ve Mars'ta kendine bir mini yaşam alanı oluşturduğu çeşitli sinyallerle anlaşılıyor. NASA mühendisleri ve Mark bir şekilde iletişim kurmanın yolunu buluyorlar. Yaklaşık 1,5 sene boyunca süren bir Mars'ta yaşam mücadelesine tanık oluyoruz. İçinde ne başka bir evrende kapana kısılmışlık depresyonu var, ne de ölüm korkusu. İçinde gayet pozitif ve keyifli bir adamın Mars'ta sürekli iyiyi düşünerek ayakta kalma hikayesi var.

Bir uzay filmi bu kadar da soap opera'ya dönüştürülmez ki diyorsunuz. İşin ilginç kısmı burada. Gerçekçi olamayacak kadar pozitif sahnelerle dolu olan bu filmin NASA'dan da onay aldığını öğreniyoruz. Boş bir kitap değil. Gerçekçi olmayan, örneğin Mars'ta fırtına çıkması gibi sahnelerin de yazar tarafından bilerek abartıldığını öğreniyoruz. Filme karşı güven burada başlıyor. Bence bu noktadan sonra ilgi çekici oluyor.

4 kişiye değinmek istiyorum.

Andy Weir
Aynı isimli kitaptan uyarlama bir film bu. Kitabın yazarı Andy Weir. Kitabı yazıyor, kendi sitesinde ücretsiz bir şekilde 2011 yılında yayınlıyor. Daha sonra 99 cent'e Amazon'da e-kitap olarak satmaya başlıyor. The Crown Publishing isimli yayınevi basılı yayın hakkını satın alıyor ve 2014 yılında kitap olarak çıkıp best-seller oluyor. Andy Weir bir "nerd" tabiri caizse. Filmin pek çok sahnesi gerçek hesaplamalara, gerçekçi senaryolara dayanıyor. Ayrıca Isaac Asimov ve Arthur C. Clarke hayranı.

Ridley Scott
Yönetmen Ridley Scott. Bu sene iki roman uyarlamasını takip ediyorum, ikincisi diziye uyarlanan The Man From The High Castle (Philip K. Dick). The Martian filmini ilk izlediğimde, kitabı henüz okumamıştım ve filmin keyifli olduğunu düşündüm. Kitabı okuduktan sonra tekrar izlediğimde çok iddialı bir uyarlama olmadığını fark ettim. Bunu tamamen Ridley Scott'ın üzerine atabilir miyim, yoksa Matt Damon'da mı sıkıntı var, karar veremiyorum. Tam olarak içime sinmeyen bir şeyler var. Neden sonda Kumandan Lewis kendisi çıktı ve neden Mark eldivenini delerek ivme kazandı? Bunlar neden kitaptaki gibi bırakılmadı? Yanıtı biliyoruz ve rahatsız oluyoruz. Yine de bence bilim kurgu için yaşayan en yetenekli yönetmenlerden biri.  Yaşadığı sürece yapacağı şeyleri heyecanla takip edeceğim.

Matt Damon ve Jessica Chastain
Insterstellar'ın kadrosunu hatırlayalım, Matt Damon ve Jessica Chastain oynuyordu. Jessica ilk defa o filmde dikkatimi çekmişti. Çok iyi bir seçim olduğunu düşünmüştüm. 3 senedir her sene 1 dikkat çekici uzay filmi şeklinde ilerliyoruz. 2 önemli filmde aynı kadın oyuncunun öne çıkarılması bana çok sevimli gelmedi. Çok başarılı bir şeyi 1 kere izlediğinde heyecanlanıyorsun, 2. izleyişte sıkılıyorsun. Dolayısıyla Jessica Chastain rolüne yakışsa bile heyecan verici bir seçim değildi.

Matt Damon için durum biraz daha farklı. Interstellar'da hikayenin antagonistiydi. Uzayda, uzay kıyafetlerini giymişken rakibine kafa atıp oksijenini keserek öldürmeye yeltendiği bir sahnesi vardı, o filmin genel atmosferi için aşırı bir aksiyon sahnesiydi, olmamıştı, yıldızı parlamamıştı. Bir önceki filmde öne çıkmadığı için burada tekrar kadroya dahil olması Jessica gibi gözüme batmadı. Gözüme batan şey oyunculuğu oldu. Kitabı okurken kafamda canlandırdığım Mark karakterinin komik esprileri Matt Damon'da komik olmamıştı.

Film ve Kitap Arasındaki Farklar
Kitapta Sol 6'da filmde ise Sol 18'de söz konusu kaza oluyor ve Ares III ekibi Mars'ı terk ediyor. Neden günle oynadıklarını bilmiyorum. Herhalde Mars'ta biraz daha uzun süre vakit geçirmiş bir
insanın Mars ile başa çıkmasının daha gerçekçi olacağını düşünmüşler.

Kitapta elbette daha fazla detay var. Soller arası süre 1-2 gün. Filmde ise süreyi kısaltmak adına Soller hızlı hızlı atlıyor. Dolayısıyla karakterin ruhsal halini günlük olarak takip etme şansımız olmuyor. Filmde bir şeyler boş kaldı demiştim ya, biri bu sanırım.

Mark, kitapta kıyafetinin delinmesi halinde deliği kapatmak için bir huni ve çok kuvvetli bir reçine kullanıyor. Bunu birçok kez kullanıyor üstelik. Bunu görselliğe dökmek biraz zaman alacağından yapışkan olarak sadece koli bandını kullanmışlar. Bence önemli bir detayı elemişler.

Kitapta Hab'de patlama olunca Mark'ın dünya ile iletişimi kopuyor. Filmde böyle bir şeye yer verilmemiş. Dünyayla iletişime geçtiği andan Mars'ı terk ettiği güne kadar iletişimde hiçbir sıkıntı çıkmıyor. Bu da filmin önemli bir eksiği. Kitaptaki en büyük gerilimlerden birini olduğu gibi atlamış.

Filmin bir sahnesinde Mark duştan çıkarken ne kadar zayıfladığı izleyiciye gösteriliyor. Güzel. Ancak kitapta Mark sadece 2 kez, incinen sırtı daha çabuk iyileşsin diye sıcak küvete giriyor. Bunun arka planı da seyirciye gösterilmemiş.

Filmde Mark, kendisini Ares III ekibiyle buluşturacak olan MTA'ya Pathfinder ile giderken o küçük aracın içinde 100 küsür gün geçirdiği, bu kadar küçük alanda çok sıkıldığı, sıkıntısını azaltmak için kendine brandadan bir yatak odası yaptığı detaylarının hiçbirine yer verilmemiş. Yine neden çıkarıldığını anlamadığım önemli kısımlardan biri.

Kitapta Mark, patlayan Hab'de donan patateslerin hepsini önce haşlayıp sonra Pathfinder'a taşıyor.
Böylece 100 küsür gün boyunca pişmiş ve böylelikle kalorisi artmış patatesler yiyor. Filmde elbette bu yok.

Filmde Teddy, kendisine karşı gelerek Ares III'ün Mars'a geri dönmesini destekleyen Mitch'ten, görev tamamlandığında istifasını vermesini istiyor. Kitapta ise direkt kanıt bulursa onu kovacağını söylüyor. Bu değişikliğin nedeni muhtemelen filmde Mitch karakterini Sean Benn, nam-ı diğer Boromir'in canlandırması. Adam hem yüzük kardeşliğinde hem de Stark hanedanında savaşıp onurlu bir şekilde ölmüş bir halk kahramanı. Kovulacak hali yok. Ancak onurlu bir şekilde istifa edebilir. Biz normal insanlar gibi tazminatın, üçün beşin peşinde koşacak değil.

Bonus 1
İzleyenler hatırlar, Mark'ı kurtarmak için gizlice toplanılması ve basına bilgi sızdırılmaması gerekmektedir. Venkat bu toplantının adına Yüzüklerin Efendisi'ne atıfta bulunarak Elrond Konseyi der. Bunun ne anlama geldiğini soran Annie'ye yanıtı Mitch verecektir. Mitch. Boromir yani.

Bonus 2 
Mark, Mars'tan ayrılmadan önce son hazırlıklarını yaparken çalan şarkı David Bowie-Starman'dir.

Sonuç
Sonuçta filmin çok iyi bir uyarlama olmadığı, Oscar'a yetişsin diye alelacele yapıldığı izlenimi var. Detaylar atlanmış, detay olmayınca da kurgunun altı boş kalmış. Filmi izleyip de kitabı okumayanlara okumaları şiddetle tavsiye edilir.

12 Mayıs 2016 Perşembe

Kitaptan Filme: The Godfather

İtalyan asıllı Amerikalı yazar Mario Puzo'nun 1969'da yayınlanan mafya romanı. Kitapta Corleone ailesinin 1945-1955 yılları arasındaki çöküş ve toparlama evreleri yer alır. Ayrıca bir bölümde geri dönüş yapılarak 1910'lu yıllara gidilir ve Don Vito Corleone'nin bu işe nasıl bulaştığı anlatılır.

Burada karıştırmamak gereken bir şey var; Mario Puzo tek bir roman yazıyor ve ilk Baba filmi tamamen bu romandan uyarlama olarak çekiliyor. İkinci ve üçüncü filmlere karşılık gelen bir kitap yok* ancak Mario Puzo her 3 filmin de senaryo yazımına yardım ediyor. Dolayısıyla gönül rahatlığıyla Mario Puzo tarafından yaratılmış bir dünya olduğunu söyleyebiliriz.

Elbette tamamen hayal ürünü değil, yazar Amerika'daki gerçek İtalyan mafyatik ilişkilerden esinleniyor. Örneğin, New York çevresinde gücü elinde bulunduran "Beş Aile" aslında gerçek. Ayrıca, Johnny Fontane karakteri, Frank Sinatra'dan esinlenilerek oluşturulmuş.

Öncelikle söylemek gerekir ki özellikle ilk iki film dünya çapında övülen, Oscar'ları toplamış, son derece sağlam eserler. Üçüncü film çok güçlü değil ne yazık ki, izleyicinin üzerinde ilk ikisi kadar büyük bir etki bırakmıyor. Belki 70'ler atmosferini kaybetmiş olmasından, belki de filmin bel kemiği Vito Corleone karakteri olmadığı için.

İlk film gerçek bir uyarlama nasıl olur sorusunun yanıtı gibi. Filmden sonra kitabı okuyanlar dediğimi anlayacaktır: Okurken birinci filmin detaylı bir senaryosunu okuyormuş gibi hissediyorsunuz. Özellikle düşman ailelerdeki kişilerin karakterlerini anlamak açısından kitabı okumak önemli.

Bu üçlemenin efsaneye dönüşmesinin bana göre sebepleri şöyle:
  1. Devlet düzenini reddedip kendi düzenini kuran güçlü, korkusuz ancak merhametli, adaletli ve sadık bir adamın kendinden emin bir şekilde yarattığı düzen fikri insanın hoşuna gidiyor.
  2. Filmde ailenin yaşadığı güçlü ve zengin yaşam aklınızı çeliyor. 
  3. İtalyanlar, İtalyan tutkusu, İtalyan kadınlar, İtalyan erkekler, İtalyanca...
  4. Film 1945-1955 aralığını anlatsa da, çekim teknikleri ve atmosfer açısından çok fazla 70'ler. Dolayısıyla klas bir atmosfer var. 
  5. Marlon Brando, Al Pacino, Robert De Niro... 
  6. Yukarıda saydığım adamlar oynamış. 
  7. Sinema sektörünün başındakiler, devletin başındakiler, kumar dünyasının başındakiler, uyuşturucu, Amerika, güç, daha çok güç.
  8. Bunca pisliği zarif bir şekilde idare eden Baba karakteri: Hem merhametli ve çocuklarına vakit ayıran gerçek bir aile babası, hem de benzer bir babalık içgüdüsüyle dostlarını ve ailesini koruyup düşmanlarını acımasızca yok edebilen bir mafya babası. 
  9. Son olarak adamlar gerçekten oynamış. 

Don Vito Corleone
Tanrısal. Adaleti başkalarından beklemiyor, kendi dünyasını yaratıp kendi adaletiyle yargılıyor. Mafyayı bir para ve iktidar işi olarak değil, bir aile işi olarak görüyor. Öyle ki, kendisinden yardım isteyenlerden para istemiyor, kendisine Baba demelerini ve saygı göstermelerini istiyor. Bir de tabii ileride işi düştüğünde Baba'nın talebini ne olursa olsun yerine getirmeleri için güvence alıyor. Tüm işi düşmanlara reddedemeyecekleri teklifler yaparak ve zamanı geldiğinde uygun pozisyondaki dostlarından iyilik isteyerek yürütüyor. Ürpertici derecede zeki, korkusuz ve öngörülü bir karakter. Filmi izleme sebebimiz. Marlon Brando'ya sonsuz saygılar.

Michael Corleone
İtalyan asıllı bir Amerikalı olarak, savaşta Amerikan ordusunda yer alır ve ailesinin işine karşı geldiğini her fırsatta gösterir. Ta ki polis memuru McCluskey'den yumruk yiyene kadar. Bu yumruk ve babasının düştüğü durum onu hırslandırır, içindeki mafya babası ortaya çıkar, ailenin boşalan koltuğuna gelir. Michael Corleone karakterini canlandıran Al Pacino'ya sonsuz saygılar. Kitabı okuyanlar hatırlayacaktır; Michael'in babasından aldığı en belirgin özelliği, sinirlendiğinde karşısındakine felç geçirtecek kadar donuk ve korkutucu bir bakış fırlatmasıdır. Al Pacino bunu her yaptığında ekran karşısında saygıyla eğilirsiniz.

Fred Corleone
Damarlarında Corleone kanı taşıdığından şüphe duyacağınız kadar korkak, hassas ancak kumar ve turizm sektörlerinde işe yarayacak kadar keyif pezevengi bir karakterdir. Nitekim turizm sayesinde tutunmuştur.

Sonny Corleone
Film ve romandaki en agresif ve tutkulu karakterdir. Babasının korkusuzluğunu almış, ancak sakinliğini alamadığı için erken yaşta hayatını kaybetmiştir.

Connie Corleone
Babanın tek kızıdır, babaya şımarabilen tek kızdır. Yönetmenin kız kardeşi Talia Shire tarafından canlandırılması bu karakterin başına gelen en kötü şeydir. Bir türlü sevemedim nedense.

Mrs. Corleone
Don Vito Corleone'nin ömür boyu sadık kaldığı, karşılığını aldığı, aileyi bir arada tutan annedir. Babanın işlerine karışmaz. Ev işlerini yönetir. Sorgulamaz. Uyum sağlar. Sadakat gösterir.

Amerigo Bonasera
Filmin açılış sahnesinde konuşan karakterdir. İtalya'dan gelen mafya ailelerinin mantığını açıklar aslında bu karakter. Kızını tecavüz eden 2 kişinin cezalandırılması için öncelikle Amerikan hukukuna güvenir. Mahkeme gerekli cezayı vermediği için Baba'nın huzuruna çıkar. İsminden de anlaşıldığı gibi bu adam öncelikle Amerika'yı (Amerigo) tercih etmiş, sonra ezildiğini görünce İtalyan asıllarına (Bonasera) geri dönmüştür. Başlarda Baba'dan kendisi için parayla iş yapmasını ister hatta emreder. Baba'nın zenginlere değil dostlarına çalıştığını anlayacak ve ona itaat edecektir. O zaman babanın güvendiği bir dostu olmuştur, öyle ki Sonny öldüğünde Baba cesedi ona götürmüştür.

Kitapta olmayıp filmde olan şeyler
Kitap aslında son derece bire bir uyarlansa da, 2,5 saate sığdırılamayacağından filmde birkaç ufak nokta çıkarılmıştır. Bunlardan en önemlisi Sonny'nin yattığı Lucy karakteri. Bu karakter, Sonny öldükten sonra hayatına Las Vegas'ta devam edecek, aileden destek görecek ve doktor Jules ile mutlu bir ilişkiye başlayacaktır. Aynı şekilde Jules karakterine de hiç değinilmemiştir.

İkinci nokta da kitapta Mrs. Corleone, Kay ile çok ilgilenmekte, onu oğluna yakıştırmaktadır. Filmde ikisi arasındaki ilişki hiç gösterilmez.

Filmle kitap arasında öyle paragraflarla anlatılacak kadar çok fazla fark yoktur kısaca. Puzo yazmış, Coppola gerçekleştirmiştir. Puzo, Coppola'nın sinemaya sığdıramadığını anlatmış; Coppola mükemmel oyuncular Puzo'nun anlatımının da ötesine geçmiştir. Birlikte ortaya mükemmel bir iş çıkarmışlar bence.

Kitabını hala okumayanlar için şiddetle tavsiyedir. Özellikle İtalyanlara ve 70'lere ilgi duyuyorsanız ve filmleri hala izlemediyseniz çok fazla şey kaçırdınız demektir.

*İkinci filmde kısmen kitaptan etkilenilmiş aslında: şöyle ki, Don Vito Corleone'nin gençliği anlatılıyor, bu kısım romanda da var. 

10 Mayıs 2016 Salı

Kitaptan Filme: The Shawshank Redemption


Stephen King'in 1982 yılında yayınlanan ve Türkçeye Kuşku Mevsimi olarak çevrilen kitabında yer alır bu 110 sayfalık hikaye. 1994 yılında The Shawshank Redemption adıyla sinemaya uyarlanmıştır. Filmle tanınırlığı arttıktan sonra Altın Kitaplar, kitabı Kuşku Mevsimi ve Esaretin Bedeli adıyla tekrar basacaktır. 

Stephen King, hikayenin sonunda okuru şaşırtmayı ve sarsmayı başaran ve hep benzer paternler kullanarak yazan büyük bir yazar. Bu öyküde de klasik patern takip edilmiş. Öyküyü alıştığımız Stephen King kurgularından ayırıp bana sevdiren şey Red karakteri oldu. 

Red, görmüş geçirmiş, artık bulunduğu ortama uyum sağlamış ve keyfine bakan, babacan bir karakter. Red gibi basit ancak uyanık bir adamın gözünden Andy Dufranse gibi gizemli ve zeki bir gencin karakterini analiz etmek büyük bir keyifti benim için. 

Filme gelince, film çok iyi bir uyarlamaydı. Tek takıldığım şey Andy Dufranse karakteri için seçilen Tim Robbins'in oyunculuğu oldu; baştan sona donuk bir suratla oynuyor. Karakterin durgun doğasını yeterince ustalıkla canlandıramamış. Romanda Andy karakteri diğerleriyle arasındaki mesafeyi hissettirebilen, ama ukala olmayan ve bu nedenle saygı uyandıran, doğal bir özgürlük gömleği giymiş gibi rahatça dolaşabilen yaşama umuduyla dolu bir adam. Tim Robbins'in yarattığı Andy karakteri ise üniversitede iyi notlar almış, akşamları yatmadan önce süt içen, tecrübesiz, pek de yaşam sevinci olmayan bir karakter. Bu karakterin karısını başka bir adamla görünce kıskandığına, Kız Kardeşler ona saldırdığında kuvvetli bir şekilde karşılık verebildiğine, 19 yıl boyunca aynı tutkuyla tüneli kazdığına yeterince ikna olmuyorsunuz. O aşkı, beden kuvvetini, tutkuyu veremiyor. Karakterin yalnızca sabırlı ve içine kapalı olma özellikleri yansıtılmış, gerisi kotarılamamış. Russel Crowe role ikna edilemediği için oynatılmış yedek bir oyuncu olduğu çok belli.

Red karakteriyle Morgan Freeman'i görmek ise izleyici için tam bir sürpriz. Siz kızıl saçlı bir İrlandalı hayal ederken karşınıza Freeman çıkıyor. Filmdeki kısa bir sahneyle başarılı bir şekilde bunun üstesinden gelinmiş. Red'e neden bu ismi taktıkları sorulduğunda İrlandalı olduğu için olabileceğini söylüyor, son derece sevimli bir sahne.

Kitapta, Andy'nin kaçış gününden önceki güne anlatıcının gözünden baktığımız için o kısım oldukça heyecanlı. Bize yaklaşan bir gerilimin olduğunu haber veren bir rehberimiz, anlatıcımız var. Onun yardımıyla gittikçe daha çok heyecanlanıyoruz, sorularımız birikiyor. Filmde ise bu süreç bir rehber eşliğinde değil, görsel ipuçlarıyla sunulmaya çalışılmış. Kaçış planı yapan bir adamın mimikleri, hareketleri, ipuçları veriliyor seyirciye, bunları yakalamamız isteniyor. Neredeyse sadece diyaloglar ve sessizce oynanan sahneler var. Anlatıcı bu kısımda çok az müdahale ediyor. Ben nedense o harika sonuç bölümünden önceki bu son kısımda, kitapta heyecanlandığım kadar heyecanlanamadım. Andy'nin, Red'i siyah parlak taşın altındaki notu okuması konusunda zorlaması, gözümüze gözümüze sokması hoşuma gitmedi.

Filmde Atlanan Noktalar
Kitapta Andy'nin çıplak kontrolden geçerken vücudunun bir yerine sakladığı 500 dolarının olduğunu, bu paranın ona içeride en azından bir müddet istediğini yaptırdığını biliyoruz. Filmde böyle bir detaydan bahsedilmiyor. Rita Hayworth posteri, taş çekici satın alıyor ama ne kadar parası olduğunu bilmiyoruz.

Kitapta Andy, Red'den toplam 3 eşya getirmesini istiyor. Birincisi taş çekici, ikincisi taş battaniyesi, üçüncüsü de poster. Taş battaniyesi detayına filmde farklı bir sahnede yer veriliyor. Norton teftiş amacıyla koğuşları dolaşırken Andy'nin eşyaları karıştırılıyor. Etrafta bir sürü taştan oyulmuş heykel ve 3-4 kat, bir yüzeyi zımpara olan bez görünüyor. Söz konusu bez taş battaniyesi.

Kitapta hapishanenin müdürleri 47-77 yılları arasında 3 kere değişiyor. George Dunahy, Greg Stemmas ve Samuel Norton'dan bahsediliyor kitapta. Filmde ise Yalnızca Samuel Norton'ı görüyoruz. Karakterler sadeleştirilmiş. İzleyicinin hikayeye odaklanması sağlanmış. Yeterince fazla sayıda yan karakter kullanıldığı için bu kısmı mantıklı buldum.

Kitapta işçilerin Andy sayesinde içtikleri bira sıcak, filmde ise soğuk. Sanırım Andy'nin gardiyan üzerindeki etkisi vurgulanmak istenmiş.

Bu kısım filmin nerd'leri dışında kimseyi ilgilendirmeyebilir. Ben yine de not ettim. Kitapta Andy'nin odasına toplam 6 poster asılıyor: Rita Hayworth, Marilyn Monroe, Jane Mansfield, Hazel Court, Raquel Welch, Linda Ranstadt. Filmde ise yalnızca Rita Hayworth, Marilyn Monroe ve Raquel Welch'ten bahsediliyor.

Kitapta Linda Dufranse'nin asıl katili olduğu söylenen Blatch karakterinin adı Elwood, filmde ise Elmo. Aynı şekilde, filmde Samuel Norton karakterinin adı Warden Norton olarak geçiyor. Bu kısımların mantığını anlayamadım.

Filme Eklenen Noktalar
Andy'nin hapishaneye girdiği ana kitapta hiç değinilmemiş. Anlatıcı onunla yaklaşık 6 ay sonra etkileşime geçiyor. Filmde ise hapse bir düzine diğer mahkumla birlikte giriyor. Mahkumlar ilk önce kimin ağlayacağına dair iddiaya giriyorlar. Şişko karakter ağlıyor, bu nedenle dövülerek öldürülüyor. Böylece gardiyanların ne kadar zalim olduğu seyirciye daha ilk sahneden hatırlatılıyor.

Kitapta Andy satranç taşları yapmıyor. Satranç, zeka ve stratejiye atıfta bulunan görsel bir ima, bir gösterge. Filme eklenmesi hoş bir ayrıntı olmuş.

Dış dünyaya adapte olmayacağını bilen yaşlı Brooks'un Heywood'un boğazına bıçak dayama sahnesi kitapta yok. Yalnızca diyaloglarda dışarıya adapte olamayacağını düşündüğünü aktarıyor. Şiddete başvurmuyor. Burada karakterin özgürlük karşısındaki çaresizliği dramatize edilmiş, abartılmış. Nitekim kitapta Brooks'un intihar ettiği de yazmıyor. Yalnızca çıktıktan kısa bir süre sonra öldüğünü öğreniyoruz.

Kitapta olmayıp filmde olan en önemli, en belirgin tema müzik. Kitapta hoparlörden müzik yayını yapma ve Red'e mızıka hediye etme kısımları yok. Kitapta özgürlük, yalnızca Andy'nin üzerinde taşıdığı bir gömlek olarak tasvir edilirken filmde özgürlük bir hoparlörden aniden, kanun dışı yayınlanan bir şarkı olarak çıkıyor seyircinin karşısına.

Başka bir dramatize edilen karakter Tommy. Filmde Norton tarafından öldürülüyor. Kitapta ise yalnızca başka bir hapishaneye sevk ediliyor. Filmde özgürlüğünü isteyen bireylerin önünde otoritenin duruşu daha çok vurgulanmış.

Filmin sonunda Andy ve Red Pasifik Okyanusu kumsalında buluşuyorlar, kitapta ise yalnızca Red'in Andy'yi bulma umuduyla yola çıktığını okuyoruz. Film mutlu son, kitabın ise ucu açık. Bu noktada izleyicinin içine su serpmek istenmiş, bence güzel olmuş. 

5 Mayıs 2016 Perşembe

Kitaptan Filme: L'Ecume des jours


Roman, 1946 yılında Boris Vian tarafından yazılmıştır. Aşk romanı olarak tanıtılsa da, kadın-erkek ilişkisini aşina olmadığımız bir dekorun içine yerleştirerek işlediğinden, bildiğimiz aşk romanlarına benzemez.

Gerçeküstü bir zeminde yaratılan mekanlar, karakterler arasında alışılagelmişin dışında ilişkiler, yazarın mühendis geçmişinden ve ‘Patafizik felsefeye göre şekillendirdiği dünya görüşünden esinlenen yaratıcı objeler, hastalıklar, baştan sona absürd ilerleyen hikaye.

Mekanlardan başlayalım. Ana karakter Colin ve aşçısı, aynı zamanda da yaşam koçu Nicolas, koridorunun 2 yanında camlar bulunan, mutfak lavabosundan yılan balıklarının avlanabildiği başlangıçta geniş, sonra Colin’in biricik aşkı Chloé hastalandığı ve gitgide ölüme yaklaştığı için duvarları daraldıkça daralan, kararan ve bakımsızlaşan bir evde yaşamaktadır.

Standart penceresiz koridorların yerini iki yanı camlı aydınlık bir koridor almıştır, çünkü mutlu bir yaşamın sırrı içeriye giren güneş ışınlarından geçer. Başlangıçta aşkla birlikte aydınlık ve mutlu olan mekan, daha sonra hastalık ve sona yaklaşma sürecinde daralır, camlar kendiliğinden temizlenemez bir şekilde kirlenmeye başlar ve güneş ışınları içeri giremez olur; mekanın mutluluğu azalır, azalır, sonunda mutluluk yok olunca mekan da biter. Hikaye, ruhsal duruma göre değişen kendine özgü bir fiziksel dünya yaratmıştır. Hikayenin en önemli özelliği de budur: kendine özgü fiziksel kurallar. 

Bu noktada yazarın etkilendiği ‘Patafizik felsefeden biraz bahsetmek gerekiyor. ‘Patafizik kavramı, ilk olarak 19. yüzyılın sonlarında Alfred Jerry’nin Gestes et opinions du docteur Faustroll, pataphysicien (Patafizikçi Doktor Faustroll'ün Davranış ve Görüşleri) adlı romanında ortaya çıkmıştıe-r. 20. yüzyılın başlarında, savaşın yıkımı üzerine alternatif gerçekler türetmeyi amaçlayan sürrealizm ve absürd akımlara öncülük etmiştir.

‘Patafizik, farklı bakış açılarıyla şekli değiştirilen alternatif fiziksel dünyalar olarak nitelendirilebilir. Gerçek denen şey bugüne kadar bulunan çözümlerin en sık kullanılanı ve en genel şekilde kabul görenidir. Bununla birlikte, bu, gerçeğin tek olduğu ve başka gerçeklerin olmadığı anlamına gelmez. ‘Patafizik, alternatif gerçeklerle ilgilenen bir bilim dalı olarak tanımlanabilir.

Daha açıklayıcı olması için kitaba dönüp örnek verecek olursak; bir caz müzik dinleyicisi olan Colin, her nota basımında farklı bir içeceğin aktığı, müzikle birlikte kokteyl yapabilen bir piyano tasarlamıştır: Piyanokteyl. Hayal ürünü olmakla birlikte, “saçma” değildir. ‘Patafizikte amaç gerçek olamayacak şeyleri hayal etmek değildir; gerçek olabilecek ancak bugüne kadar genel kabul görmeyen şeyleri, başka bir deyişle “istisnaları” ortaya çıkarmaktır. Bu nedenle ‘Patafizik, İstisnalar Bilimi olarak da bilinmektedir.

Kitapta mekanlar kadar karakterler arasındaki ilişki de dikkat çekmektedir. Kitabın yazıldığı tarihe, yani 20. yüzyılın ortalarına göre kadın ve erkek ilişkileri toplumsal normlardan sıyrılmış, oldukça cüretkar bir formdadır. Colin, hayatını aydınlatan aşkı Chloé hastayken, en yakın arkadaşının sevgilisi Alise’den de hoşlanmaktadır örneğin. Chloé, kendi düğününe hazırlanırken kız arkadaşlarının yanına gidip vücutlarına övgüler yapar, ne kadar çekici olduklarını onlara söyler.

Bu bağlanmaktan uzak, serbest kadın-erkek ilişkileri, elbette yazarın yakın arkadaşları olan ve kitapta da atıfta bulunulan Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ilişkisini hatırlatmaktadır: Sartre-Beauvoir çifti birbirlerine eş olmayı kabul etmiş, ancak aşk ve cinsellik açısından birbirlerini kısıtlamamışlardır. Colin ve Chloé’nin ilişkisi de benzer bir çizgiye sahiptir.

Jean-Paul Sartre’dan bahsetmişken kitaptaki rolüne de değinmekte fayda var. Kitap, kısaca herhangi bir fikrin ideoloji haline dönüşmesini ve insanların nedenini bilmeden çılgınca bu fikre kapılmalarını, başka bir deyişle toplulukların fanatizmini eleştirmektedir. Boris Vian, bireyselci bir bakış açısına sahiptir ve kitapta da bunu belli etmiştir. Ona göre insanların kitleler halinde her hafta yayınlanan Jean-Paul Sartre yazılarını takip edip felsefeyi popülist bir furyaya dönüştürmeleri mantıksızdır. O, bireyin aklına yatan gerçekleri kabul etmesi gerektiğini, toplu olarak hareket etmek zorunda olmadıklarını savunmaktadır.

Kitap özetle toplum normlarının belirlediği ilişkileri ve toplumun ideolojileri düşünmeden benimsemesini ve peşinden koşmasını eleştirmektedir. Bunu da elbette alıştığımız, bildiğimiz bir gerçekler bulutunun ve değerler dizisinin içinde değil, baştan yarattığı bir fiziksel dünya gerçekliği zemininde yapar.

Kitaptan bu kadar bahsetmek yeterli, filme de biraz yer verelim. Tüm satır aralarında yaratıcılık olan, standarda aykırı obje ve mekanlarla dolu, gerçeğin baştan yapılandırıldığı bir kurguyu görsele dökmek takdir edersiniz ki kolay değil. 2013 yapımı, Michel Gondry yönetmenliğinde çekilen filmle ilgili iki yorum yapmak isterim.

Öncelikle, bu filmi bana kalırsa yalnızca kitabı okuyup beğenen kişiler izlemeli. Diğer insanlar için başlı başına çarpıcı bir yapıt değeri taşımıyor. Önce kullanıcı kılavuzunu okuyup sindirdikten sonra filmi izleyince anlamlı hale geliyor. Hayal ettiğiniz şeyleri gözlerinizle görmek keyifli. Piyanokteyli izlemek eminim birçok insana haz yaşatmıştır.

İkinci olarak, oyuncu seçiminin tatmin edici olmadığını belirtmeliyim. Chloé karakterini canlandıran Audrey Tautou bence doğru değildi. Yıllar önce Amélie filmi ile destansı hikayelerin baş kahramanı olabileceğini kanıtlayan Tautou, akla ilk gelen oyuncu olmuş olmalı. Ancak Chloé’yi açık tenli, genç, kırılgan bir kız olarak hayal eden biz okurlar, karşımızda esmer ve yaş almış Audrey Tautou’yu gördüğümüze çok da sevinemedik. Aynı şekilde Colin’in de biraz daha genç bir karakter olması gerekiyordu.

Kitabı, detayların tadına varabilmek için en az üç kere okuyup üzerine filmi izlemek tavsiyedir.