29 Eylül 2016 Perşembe

Kitaptan Filme: The Curious Case of Benjamin Button


F. Scott Fitzgerald tarafından yazılan Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi ilk önce 1921 yılında Colliers dergisinde, bundan bir sene sonra da Fitzgerald'ın diğer öyküleriyle birlikte Caz Çağı Öyküleri kitabının içinde yayınlanır. Yaklaşık 40 sayfalık bir kısa öyküdür. 

2008 yılında Eric Roth tarafından senaryoya uyarlanır ve David Fincher yönetmenliğinde pek de kısa olmayan, 2 saat 40 dakikalık filmi çekilir. Başrollerde Brad Pitt, Cate Blanchett, Tilda Swinton'ı izlediğimiz film 13 dalda Oscar'a aday gösterilir, fakat bunların yalnızca 3'ünü toplar. 

Kitabın Türkçesi 2009 yılında Profil Yayıncılıktan Zeynep Ertan çevirisiyle çıkar. Çeviri gayet temiz, ben memnun kaldım. Zeynep Ertan'la daha önce beraber çalıştığım için zaten titiz bir çevirmen olduğunu biliyordum. Türkçesini okumak isteyenlere tavsiyedir. Kitabın e-kitap versiyonunun da satışta olduğunu ekleyeyim. Ayrıca Everest Yayıncılıktan çıkan Caz Çağı Öyküleri kitabının içinde Ülker İnce çevirisiyle de okuyabilirsiniz.  

40 sayfalık bir hikaye olduğu için elinize aldığınız gibi bitiriyorsunuz. Kendi başına çok çarpıcı, keyifli bir öykü ve hızlı akıyor. Film ise bunun aşırı derecede ağırlaştırılmış versiyonu. Ben kitabı filmden daha çok beğendiğim için filme karşı pek olumlu yorumlar yapamayacağım. Kadın oyuncuları olumsuz yorumlardan muaf tutuyorum. 

Tilda Swinton, Taraji P. Hanson ve Cate Blanchett'in oyunculuğunu izlemek çok keyifli, makyajları çok çok başarılı. Daisy'nin küçüklüğü rolünde izlediğimiz Elle Fanning yine iyi, burada da geleceğinin parlak olduğunu adeta haykırmış. Brad Pitt, Benjamin Button karakterini canlandıran oyunculardan yalnızca bir tanesi, yaşlı versiyonları farklı oyuncular tarafından oynanmış. Açıkçası Brad Pitt'in makyajını çok başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Kadın oyunculara karşı duyduğum hayranlığı kendisine beslemedim. 

Mesajını lafı fazla uzatmadan verebilen, okuru afallatmayı başaran kısa ve öz öyküye tezat biçimde, film son derece kalabalık, mesaj kaygısı içinde, uzun ve karmakarışık. Dünya savaşına, Pearl Harbour'a atıfta bulunulmuş, zencilerin ötekileştirilmesinden dem vurulmuş, içine aşk hikayesi katılmış, hatta bir hikaye de yetmemiş iki hikaye eklenmiş, artık spor yapamayacak olan bir balerinin dramı eklenmiş... Eklenmiş de eklenmiş. 

Kadın yaşlandıkça adam gençleşecek ve adam artık kadını beğenmediği için ve kadın artık adamı fazla toy bulduğu için birbirlerinden kopacaklar. Öykünün temel dramı bu. Bu kadar dram yetmemiş olacak ki yaşlanmanın dezavantajlarını iyice vurgulamak için kadını balerin yapmışlar ve kariyerinin zirvesinde pat diye bir arabanın altına atıp sakat bırakmışlar. Dediğim gibi çok kalabalık ve kafası karışık bir kurgu. 

Çekilirken izleyicinin değil de Oscar jürisinin beğenisine sunulmuş gibi bir izlenim yaratıyor. 

Geri geri uçabilen sinekkuşu ve geri geri işleyen saat imgelerinin hepsinin birden hikayeye yığılması yalnızca beni mi rahatsız etti ya da biraz abartıyor muyum, bilemiyorum. Biraz daha sade olsa şüphesiz baş tacı edeceğim filmin iyi kotarılamamasına kızgınım belki.

Son olarak gülümseten iki sahne. 

Benjamin'le her karşılaştığında kendisine 7 kez yıldırım çarptığını anlatan huzurevi sakini Mr. Daws aslında gerçek bir karakterden esinlenilerek oluşturulmuş. Roy Cleveland Sullivan gerçekten de 7 kez yıldırım çarpmasına maruz kalıyor ve Guinnes Rekorlar Kitabı'na giriyor. 

Daisy ve Benjamin yetişkinlik dönemlerinde tekrar karşılaştıklarında Daisy "Kısmet" kavramından bahsediyor ve onu şöyle tanımlıyor:
- I just can't believe we're both here. Must be fate. / İkimizin de burada olduğuna inanamıyorum. Kader gibi. 
- No, no, what do they call it? Kismet. Do you know about Edgar Cayce, the psychic? / Hayır hayır, nasıl derler? Kısmet. Medyum Edgar Cayce'yi tanıyor musun? 
- I don't believe l... / Ben sanmıyoru...
- He says that everything is predetermined, but I like to think of it as fate. / Her şeyin önceden belirlenmiş olduğunu söylüyor, ama bunun kader olduğunu düşünmek istiyorum.
- I'm not sure how it works, but I'm glad it happened. / Nasıl olduğunu bilmiyorum, ama iyi ki olmuş.
Kitabını mutlaka tavsiye ederim, filmini vaktiniz varsa izleyebilirsiniz.

İyi seyirler/okumalar. 

25 Eylül 2016 Pazar

Kitaptan Filme: Trainspotting


İskoç yazar Irvine Welsh'in 1993 yılında yazdığı ve bir sene sonra yayınlanan, eroin kullanıcısı bir grup genci anlattığı romanı. Çok ilgi gören roman, 1996 yılında senaryo yazarı John Hodge tarafından senaryoya dökülüp Danny Boyle yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır.

Kitap bildiğim kadarıyla Türkçeye iki farklı çevirmen tarafından çevrilmiş. Bunlardan ilki 2001 yılında, Stüdyo İmge'den çıkan Sabri Kaliç çevirisi. Bu çeviriyi inceleme fırsatım olmadı ne yazık ki. Kitabın internet üzerinden satış yapan sitelerden bulunması mümkün. İkinci ve benim okuduğum versiyon, Siren Yayınları'ndan çıkan Avi Pardo çevirisi, ki çok beğendiğimi söylemeliyim. Avi Pardo'nun daha önce bir sürü Charles Bukowski kitabı çevirdiğini gördüğümde bu beğenimin nedenini de anlamış oldum. Argo diline hakim bir çevirmen, cümleleri asla sırıtmıyor. 

Trainspotting kelimesi, dipnot kısmında şöyle açıklanmış: “Britanya’da tren gözlemciliğine verilen isim. Bir çeşit hobi.” Kitabın sonlarına doğru Renton ile Begbie'yi tren istasyonunun yakınlarında gören Begbie'nin yaşlı babası, onlara laf olsun diye Trainspotting yapıp yapmadıklarını sorar. Anlık bir replik kitabın adını oluşturuyor. İçeriğe herhangi bir gönderme yok. Bu kavramın Türkçede pek bir karşılığı da yok, o yüzden olduğu gibi bırakılmış.

Kitabı okumak biraz zor, kabul. 6-7 kişilik bir arkadaş grubu var, yazar her bölümde anlatıcıyı değiştirmiş. Bir bölümde Renton'ın gözünden bakıyoruz, bir sonraki bölümde Tommy'nin, sonra Sick Boy'un... gibi. Havada binlerce isim uçuştuğundan ve bakış açısı sürekli değiştiğinden karakterleri takip etmek zor. Bu bakımdan kitabın bir noktasında durup filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Karakterleri kafanızda oturttuktan sonra hikayeyi okumak daha zevkli.

Filmin başrolünde nam-ı diğer Obi-Wan Kenobi, Ewan McGregor oynuyor. Kitapta tasvir edilen yağlı kıvırcık saçlı, kızıl, asosyal, video izlemeyi ve evde pineklemeyi seven, Sick Boy'la sürekli kapışan Renton karakterine pek benzemese de göbeği açıkta bırakan tişörtü ve küpesiyle çekici bir karakter.

Renton'ın ailesi kitaba göre biraz farklı aktarılmış filme. Örneğin kitapta engelli bir kardeşi ile ona sürekli eroin kullanmaması için nasihatler veren abisi Billie var. Engelli kardeşi nedeniyle küçükken onunla çok dalga geçiliyor, mükemmeliyetçi abisi ise ailede onun başarısızlıklarının daha çok göze batmasına neden oluyor. Renton'ın toplumsal değerlerden kopuşunu, bu nedenle içinde oluşan boşluğu ve bunu eroinle doldurma çözümünü anlamak bakımından aslında bu iki karakter kitapta önemli. Filmde yüzeysel geçilmiş.

Filmden hatırlayacağınız üç çarpıcı sahne var: Renton'ın klozete düşüşü, Spud'ın kirli çarşaflarla evden çıkmaya çalışması ve Diane'ın makyajsız hali. Bu bölümleri bir de kitaptan okumanızı tavsiye ederim. Filmde mideniz bulandıysa kitapta çok daha fazla bulanacak. Diane karakterinin seçimi çoğu insan gibi beni de tatmin etmedi. Üzerine ortaokul forması geçirilmiş yetişkin bir kadın gibi duruyordu. Oysa makyajı çıkarınca tam bir ortaokul öğrencisi gibi durması gerekiyordu.

Yazar Irvine Welsh'i filmde kısa bir rolle izleyici karşısına çıkıyor. Renton'ın kriz halindeyken gidip mal aldığı uyuşturucu satıcısı Mikey Forrester'ı canlandırıyor. Kitapta çok daha sinir bozucu şekilde anlatılan bir karakter, filmde pek vurgulanmamakta.

Irvine Welsh, oluşturduğu karakterlere benzer bir hayat sürüyor. Kendisi de uyuşturucu kullanmış, gençliğinde Punk ortamına katılmak için Londra'ya taşınmış. Zaten kitapta şunu fark edeceksiniz, uyuşturucu batağına saplanmış bir grup gencin bundan kurtulma hikayesi gibi bir şeyler anlatılmıyor. İşin ahlaki kısmı hakkında yorum yapmanın haddimiz olmadığını yüzümüze haykırıyor. Bir grup Edinburgh gencinin zaman zaman uyuşturucuyu bırakarak, zaman zaman yeniden başlayarak sürdürdükleri yaşamı gayet yorumsuz ve mesajsız bir şekilde aktarıyor.
“... Aslında, benim bütün istediğim amcıkların kendi işlerine bakmaları, ben de kendi işime bakayım. Sırf sert uyuşturuculara takıldığın için bu amcıkları kendilerinde seni parçalayıp analiz etme hakkını nereden buluyorlar?
Buna hakları olduğunu kabul ettiğin anda, sen de kendi özünü keşfetme arayışlarında onlara katılmış oluyordun. O zaman onlara boyun eğiyor, kendini kandırıp üzerine yapıştırmaya çalıştıkları kıçı kırık teoriye ya da davranış biçimine inanmaya başlıyordun. O zaman onlara ait oluyordun, kendine değil; bağımlılık uyuşturucudan onlara doğru kayıyordu. 
Toplum, davranışları kendi normlarının dışında kalan insanları emebilmek için yapay ve dolambaçlı bir mantık icat eder. Diyelim ki bütün artıların ve eksilerin farkındayım, kısa bir ömrüm olacağını biliyorum ve aklım yerinde, falan filan ve yine de eroin kullanmak istiyorum? İzin vermezler. İzin vermezler çünkü bu kendi başarısızlıklarının bir işareti olarak görülecektir. Sana sundukları şeyleri reddetmen böyle algılanır. Bizi seç. Mortgage’ı seç, çamaşır makinesi seç, araba seç, bir kanepeye oturup ağzına berbat şeyler tıkıştırarak beyin uyuşturucu ve ruh çökertici aptal televizyon programları seyretmeyi seç. Bir huzur evinde üzerine sıçıp işeyerek çürümeyi, bencil ve kafayı yemiş çocukların için bir utanç kaynağı olmayı seç. Hayatı seç.  
İyi de, ben hayatı seçmemeyi seçiyorum. Amcıklar bunu kabullenemiyorlarsa, bu onların sorunu. Harry Lauder’in bir keresinde dediği gibi, ben bu yolu sonuna kadar izlemeye kararlıyım..."
Ve son olarak, Renton'ın psikolog Dr. Forbes ile yaptığı terapi seanslarından çıkardığı, kendine dair birkaç çözümleme:
"Başarı ve başarısızlık arzunun tatmin edilmesi ya da içinde kalması anlamına gelir. Arzu ya kişisel dürtülerimize bağlı olarak baskın bir biçimde içseldir, ya da esasen reklamlarla veya medyanın ve popüler kültürün sunduğu rol modelleriyle uyarılmış bir biçimde, dışsal. Tom benim başarı ve başarısızlık kavramlarımın toplumsal düzeyden çok kişisel düzeyde geçerli olduğu görüşünde. Toplumsal ödülü kabul etmediğim için başarı (ve başarısızlık) sadece anlık olabilirdi benim için, çünkü bu deneyim toplumsal destek gören bir servet, güç ve statü düşmanlığıyla, ya da başarısızlık söz konusu olduğunda utanç ve ayıplamayla sürdürülemezdi. Bu yüzden, Tom’a göre, bana sınavlarda başarılı olduğumu ya da iyi bir işim olduğunu ya da güzel bir piliçle çıktığımı söylemenin bir yararı yoktu; bu tür övgüler bir şey ifade etmiyordu benim için. Tabii ki, gerçekleştirdiklerinde bu şeylerin keyfini çıkarıyordum, fakat değerleri kalıcı olamazdı, çünkü onları değerlendiren toplumun kabulü söz konusu değildi bende. Tom’un anlatmaya çalıştığı, hiçbir şeyi siklemediğimde, sanırım.

Her şey dönüp dolaşıp toplumdan yabancılaşmama geliyor. Tom toplumun belirgin bir biçimde iyileştirilemeyeceği, ya da benim ona uyum sağlayacak biçimde değişemeyeceğim görüşüne katılmıyor. Bu durum beni depresyona sürükleyip bütün öfkemi kendime yöneltmeme neden oluyordu. Depresyon buymuş zaten, dediklerine göre. Fakat depresyon aynı zamanda motivasyon eksikliğine neden oluyordu. İçimde giderek büyüyen bir boşluk oluşuyordu. Eroin o boşluğu dolduruyor ve bana aynı zamanda kendimi mahvetme ihtiyacımı giderme olanağı sağlıyordu.

Burda Tom’la aynı fikirdeydim aslında. Fakat onun durumu bütün umutsuzluğuyla görmeyi reddetmesine gelince, işte orada ayrılıyoruz. O benim kendime yeterince saygım olmadığını ve suçu topluma yıkarak bununla yüzleşmeyi reddettiğimi düşünüyor. Toplumun bana sunduğu ödülleri ve övgüleri (ve başarısızlık durumunda ayıplanmayı) hiçe saymamın aslında bu değerlerin kendilerini reddetmek anlamına gelmediği, kendimi onları kabul edecek kadar iyi (ya da kötü) hissetmediğim anlamına geldiği kanısında. Açıkça, ‘Bu niteliklere sahip olduğumu sanmıyorum’ (ya da, ben bunların üzerindeyim) demek yerine, ‘Hiçbi şeyin bi sikim anlamı yok ki’ diyordum. 
Hazel bana, beni bir daha görmek istemediğini söylemeden hemen önce, eroine bilmem kaçıncı kez yine başladığımda, şöyle demişti: “Kendini uyuşturucuyla mahvediyorsun, çünkü herkesin derin ve karmaşık biri olduğunu düşünmesini istiyorsun. Bu çok acıklı ve sıkıcı.”
İyi okumalar/seyirler.

19 Eylül 2016 Pazartesi

Kitap: Kumru ile Kumru - Tahsin Yücel

Tahsin Yücel'in 2005 yılında Can Yayınlarından çıkan kitabı. Kitapta köyde doğup büyümüş, kente göç ettikten sonra değişime uğramış Kumru karakterinin hikayesi anlatılır.

Teması klişe olsa da işlediği mesele son derece günceldir: tüketim çılgınlığı. Üslup da akıcıdır. Tahsin Yücel bu romanda genelin aksine daha gerçekçi bir Türkçe kullanır. Normalde, Türkçeyi doğru konuşmak kaygısıyla "usuma geldi", "tansık", "oluntu" gibi kelimelerle karakterlerin inandırıcılığını biraz azaltır Tahsin Yücel. Bu romanda bu kelimeleri tek tük, onları da anlatıcının ağzından duyarız. Kumru karakteri olması gerektiği gibi konuşur, düşünür, Yarma Haydar da öyle.

Kısa bir özet geçmek gerekirse; Kumru, biraz da karikatürize biçimde, kentlilerin günlük hayatta evlerinde kullandıkları elektronik cihazlardan hiçbirini bilmiyor gibi tasvir edilir romanda. Mesela buzdolabını ilk kez temizliğe gittiği Tuna Hanım'ın evinde görür. İçindeki kola şişelerinin, renkli kapların buzdolabıyla birlikte geldiğini, yerlerinin buzdolabında sabit olduğunu düşünecek kadar "görmemiş"tir. Abartılı bir görmemişlik söz konusudur.

Peki Kumru'yu neden bu kadar cahil tasvir eder Tahsin Yücel? Onun aracılığıyla nesnenin bize yaptığı tüm çağrışımları, nesnenin tüm mevcut sözlük anlamlarını bir anda siler. Televizyon denilince kafasında hiçbir şey belirmeyen bir insanın bakış açısıyla baktırır okura.

Nesnelere sıfırdan, daha yalın anlamlar yükleterek bugünün toplumunda artık iyice benimsediği, garipsemediği saçma alışkanlıkları ve davranışları sorgulatır. Örneğin, ikide bir kopuk görüntüler gösteren bir ekrana insanın neden ihtiyaç duyabileceğini bir türlü anlayamaz Kumru. Elinde çamaşır yıkayabiliyorken neden çamaşır makinesi almak zorunda olduğunu da anlamaz. 

İhtiyaç olarak ortaya çıkan bu yardımcı cihazlar, zamanla toplum için birer zorunluluk haline gelmiş, hatta birer statü göstergesine dönüşmüştür. İçerik bir kenara bırakılmış, şekle vurgu yapılmaktadır. Romanda bu şekilcilik, bu mantıksız tüketim merakı eleştirilmektedir.

Tahsin Yücel bildiğiniz gibi İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olmuş bir akademisyendir. Mezun olduğu okulda dersler vermiştir. Göstergebilim alanındaki çalışmalarıyla tanınır. 

Bu romanı da göstergeler üzerine kurmuştur desek yanlış olmaz. Göstergeler, görüngü (söylediğimiz, ifade ettiğimiz) ve imge (ifade edilen, ima edilen) şeklinde iki boyutludur. Tahsin Yücel kitap boyunca görüngüleri alır, Kumru karakteri aracılığıyla mevcut imgeleri yok eder. Sonra Kumru'nun (okurun) gözü önünde toplumun oluşturduğu imgeleri tekrardan örer. Bu yıkım-yapım süreci, okurun nesnelere yüklenen anlamların saçmalığını sorgulamasına yardımcı olur. Başka bir deyişle, kelimelerin günlük anlamlarını yıkar, bunu toplumun bakış açısından tekrar inşa eder, bu esnada da bu imgelere yabancı olan bir karakterin bakış açısından eleştirir. 

Kumru'yu "öteki" olarak gösterse de aslında toplumun artık iyice yabancılaştığını vurgular. Aşırı tüketime ayak uyduramayan bir insanın (ki kitap boyunca Kumru'nun çok akıllı bir kadın olduğuna vurgu yapar), aslında gayet makul bir insan olduğunu, asıl mantıksız olanın bu tüketim olduğunu söyler.

Buzdolabı göstergesi üzerinden toplumun aşırı tüketme alışkanlığını ve göçün yarattığı yozlaşmış kültürü eleştirir. 

Tahsin Yücel'in altıncı romanıdır. Bundan bir sene sonra çok ses getiren Gökdelen romanını yazacaktır. 

Özellikle göstergebilim çözümlemeleri yapmak isteyenler için çok değerli bir romandır, okumanız şiddetle tavsiyedir.

12 Eylül 2016 Pazartesi

Kitaptan Diziye: The Ray Bradbury Theatre - Sezon 1

1985-1992 yılları arasında 65 bölüm halinde yayınlanan Kanada yapımı dizi. Fahrenheit 451'in yazarı Ray Bradbury'nin öykülerine dayanarak çekiliyor.

Yazarı distopik romanı ile tanımış olsak da, bu seride genel olarak kısa korku temalı öyküler ekrana aktarılmış. Dizinin başında yaklaşık 1:30, 3:00 dakika boyunca Ray Bradbury'nin kendisini görüyoruz. Bu giriş kısmında öykülerini yazarken ilhamını nasıl bulduğunu izleyicisine açıklıyor. Bazen karanlık bir kasabada kendisine yaklaşan trenden ilham alıyor, bazen elinde bir sapanla kayalıkların üzerinde gezip ilham bulmaya çalışıyor. Tamamen deli bir yazarın zengin hayalgücünü yansıtan minik öyküler bekliyor bizi.

Tam olarak düzenli sezonlar söz konusu değil. Ben sıralamaya hiç kafa yormayıp IMBD'deki sezon sınıflandırmasına göre gittim. Buna göre, ilk sezon 6 bölümden oluşuyor. Sonraki sezonlarda daha çok bölüm var. Toplam 6 sezon.

Seriye devam eder miyim bilemiyorum. Korku türüyle aram pek iyi sayılmaz. Üst üste korku öyküleri okumak pek ilgimi çekmiyor. Şema aynı, objeler farklı gibi geliyor. Dolayısıyla bir noktadan sonra sıkılıyorum. Arada sırada okumak, izlemek daha keyifli. İlk sezonun tüm bölümlerini aradan çıkarsam da bundan sonraki bölümleri aklıma geldikçe izleyeceğim.

Ama teker teker ele alırsak gayet keyifli bölümler var. 65 bölümün sonunda etrafımdaki tüm günlük nesnelerin beni korkutacağından şüphelenmiyor değilim. 

Bölüm 1 - Marionettes, Inc. (IMBD puanı 6,8)

Aynı isimli 10 sayfalık bir öyküden uyarlama. Dizi düşük bütçeyle çekilmiş, amatör bir yapıma benziyordu, çok beğenmedim. Öyküyü okumak daha güzeldi. Aklımda diziden yalnızca iki kişinin oyunculuğu kalacak: Braling rolünde James Coco ve Marionettes, Inc.'in sahibi rolünde Leslie Nielsen. Bu arada 80'li yıllardaki ofis ortamını görmek pek keyifli oldu. Yine resmi giyinmiş insanlar, yine beyaz ve soğuk bir atmosfer, yine bitki, ama devasa bilgisayarlar.

Bölüm 2 - The Playground (IMDB puanı 6,6)

Bu bölümün konusu tüylerinizi ürpertecek. Gecenin bir yarısı karanlık bir çocuk parkından geçerken bir anda tüm çocuklar oyunu bırakıp donuk bir ifadeyle adınızı söylemeye başlasa ve karınca sürüsü gibi üzerinize gelse ne hissedersiniz? Ray Bradbury'nin tarzı, dizinin girişinde kendisinin de açıkladığı gibi, günlük objelerden hikayeler çıkarmak üzerine kurulu. Bir çocuk parkı ve cıvıl cıvıl çocuklar neden korku öğesi olmasın?

Bölüm 3 - The Crowd (IMBD puanı 6,9)

Bu sezonda en beğendiğim bölüm oldu. Araba kazalarında bir anda etrafta beliren ve yardım etmek adı altında kazaya uğrayan kişiyi hareket ettirerek daha ciddi hasarlara neden olan kalabalıktan süphelendiğiniz oldu mu hiç? Ray Bradbury süphelenmiş ve onlardan şahane bir öykü yaratmış. Spelliner karakterini canlandıran Nick Mancuso bana çok tanıdık gelse de, oynadığı filmlere bakınca izlediğim bir şeye rastlamadım. Birine benzetmiş olmalıyım. Morgan rolünü oynayan R. H. Thomson'ı da birine benzettim ve kime benzettiğimi biliyorum. Doctor Who'daki Rory'yi  (Arthur Darvill) andırmıyor mu? Hikaye diziye uyarlanırken birçok detay eklenmiş. Tüm bu değişiklikler Ray Bradbury'nin kontrolü altında olduğundan bize yorum yapmak düşmez. Hem hikayesi, hem de dizisi güzeldi.

Bölüm 4 - The Town Where No One Got Off (IMBD puanı 7,2)

Bir başka son derece psikopat bölüm. Burada, trenlerden kimsenin inmediği, etrafta kimselerin görünmediği sakin kasabalar korku öğesine dönüştürülmüş. Oyunculukları ve öykünün sonunu beğendim. Cogswell rolünde oynayan Jeff Goldblum size de tanıdık geldi mi? İpucu vereyim o halde: The Grand Budapest Hotel.

Bölüm 5 - The Screaming Woman (IMDB puanı 7,1)

Başrolünde Drew Barrymore'un minik bir kız olarak oynadığı bölüm. Bu bölümü izledikten sonra minik çocuğunuzun uydurduğu hikayeleri bir daha hafife alamayacaksınız. Güzel bir bölüm olmuş. Sezonun diğer bölümlerinden farklı olarak, bu bir hikayeden uyarlanmıyor, Ray Bradbury hikaye değil senaryo olarak yazıyor.

Bölüm 6 - Banshee (IMDB puanı 6,6)

En teatral oyunculukları izleyeceğiniz ve en güzel İrlanda aksanını duyacağınız bölüm. Başrollerde Peter O'Toole ve Charles Martin Smith'i izleyeceksiniz. Banshee rolünüz ise Jennifer Dale canlandırmış. Ba-yı-la-cak-sı-nız.

5 Eylül 2016 Pazartesi

Kitap: Sonuncu - Tahsin Yücel


Tahsin Yücel'in 2010 yılında yayınlanan romanı. Selami Harici isminde, felsefe bitirmiş ve Sorbonne'da doktora tezi yazmış varlıklı ve eğitimli bir Osmanlı torununun 40 sene boyunca Serencam ismindeki kitabını yazma öyküsünden yola çıkılır ve aile bireyleri, hatta toplumun kendisi betimlenir.

Kitapta 4 anlatıcı vardır. Selami beyin eşi Zarife hanım, en küçük oğulları Müşfik, torunları Lami ve gelinleri Canan.

Başlarda Balzac'ın Bilinmeyen Şaheser'i tadında, hayatının eserini ortaya çıkarmaya çalışan dahi bir sanatçının sancıları anlatılacak herhalde diyerek heyecanla sayfaları hızlı hızlı çevirdim. Ancak sonra absürt bir romanla karşı karşıya olduğumu anlamam uzun sürmedi.

Görüldüğü gibi hikayede merkeze bir kitap konmuş çevresine de 4 tane anlatıcı yerleştirilmiş. Serencam'ın yazılma hikayesine değil, onun etrafında toplanan insanların Serencam'a olan bakış açılarına odaklanılmıştır.

Serencam üzerinden önce Harici ailesinin bireyleri, sonra Türk toplumu eleştirilmiştir.

Serencam, yazarı Selami bey tarafından bütünsel ve genelleyici, eşsiz bir felsefe kitabı olarak tanıtılsa da aslında böyle değil. Bir delilik haliyle yazılmış, içinde ne yazdığı belli olmayan, başından sonuna kadar tek bir tane bile noktalama işareti kullanılmadığı için anlaşılmayan, noktalama işaretleri olsa bile anlamsal bir bütünlük içermeyip tek tek bağımsız güzel cümlelerden ya da paragraflardan oluşan, anlamsız bir eser. Dolayısıyla büyük emek ve sancılarla eserini ortaya koyan usta bir sanatçının üretim öyküsü değil bu.

Serencam'ın tek özelliği, Türkiye'de tek cilt halinde ve kaliteli bir şekilde basılmış olan en uzun kitap olması. Tam 24718 sayfa. Sadece şekli sayesinde hem yurt içinde hem de yurt dışında büyük bir ilgi topluyor. İnsanlar onu görmeye geliyorlar, satın almak için sıraya giriyorlar. Hatta uzunluğu sayesinde toplumsal bir olaya, milli gurur meselesine dönüştürülüyor. Onu gören ve temasını soranlar, bunun bir felsefe kitabı olduğunu öğrendiklerinde ve noktalama işaretleri kullanılmadığını da gördüklerinde kitabın içeriğinden ve biçiminden kendilerinden geçmişçesine büyük bir övgüyle bahsediyorlar. Bugüne kadar bu kitabı okuyup analiz eden kimse olmamasına rağmen, hayranı çok.

Bunca insan, kitabın içeriği değil, şekli karşısında böylesine büyüleniyor. Bu absürt durum üzerinden birtakım toplumsal eleştiriler yapılmış.

Bunlardan birincisi tabi insanların şekilciliği. Şekilcilik eleştirisi, Selami beyin kendi oğlu, paragöz ve gösteriş meraklısı Müştak ve Müştak'ın her söylediğini papağan gibi onaylayan kardeşi, bir o kadar çıkarcı Müşerref üzerinden yapılmış. Müştak, en büyük yalılarını Adanalı pamukçulara sattığı için babasına son derece kızgın, onu bir türlü affedemiyor. Onu 40 yıl süren yazma çabasından dolayı deli ve komünist olarak tanımlıyor. Kütüphanesinde Marx'ın kitapları olduğu gerekçesiyle babasını komüniste, komünizmi de dünyanın en büyük kötülüğüne indirgiyor. Müştak'ın bu sorgulamayan, kendisine dayatılanı kabul edip işine geleni savunan, yüzeysel ve cahil, tüketim delisi halini topluma mal eden Selami bey "Bizim olduğu kadar toplumun da çocuğu" diyerek Müştak üzerinden toplumu eleştiriyor.

İkinci eleştiri akademideki fikir çalma sorunu. Serencam'dan küçük pasajlar derlenerek Gündem gazetesinde köşe yazısı şeklinde yayınlanmaya başladığında, bir gün, bir pasajın tamamen Marx'ın eserinden alıntı olduğu anlaşılıyor. Bu büyük emek hırsızlığı karşısında, yazardan öğreniyoruz ki bu durum Türk akademi ve edebiyat çevrelerinde zaten çok yaygın. Dolayısıyla üzeri hızla kapatılabiliyor.

Üçüncüsü, darbe dönemindeki baskıcı ortam. Müşfik beyin evini basan polisler karşılarında kapkalın bir felsefe kitabı gördüklerinde, okuma gereği duymadan onu yok edip sahibini tutuklamaya yelteniyorlar. Henüz okumadıkları bir kitabın gölgesinden korkmak, kitabı okumamış insanları da hapse tıkmak dönemin atmosferindeki tutarsızlığı gözler önüne sermiş.

İşin başka bir absürt yanı daha var. Selami bey ömrünün kırk yılını bir düşünce kitabını yazmaya adamasına, bu amaçla ömrü boyunca para getirecek başka bir iş yapmamasına, bu işi çok ciddiye alıp binlerce sayfayı beğenmediği için yırtıp atmasına rağmen, kendisi de aslında içerik üretebilecek kapasiteye sahip olmayan yetersiz bir insan. Bunu kabul etmiyor, kendisini layık gördüğü konuma gelmek için ünlü yazar ve düşünürlerin cümlelerini yıllarca Türkçeye çevirip derleyerek kaynak belirtmeden bu cümleleri kendisine aitmiş gibi göstermekten çekinmiyor. En başta kendisi şekilci.

Tahsin Yücel, aslında baş karakterimiz Selami beyin hayata karşı duruşunu daha iyi anlayabilmemiz için onun gençlik zamanlarında bağlandığı edebi ve düşünce akımlarını ipucu olarak bize veriyor. Selami bey, akademik hayatının başlarında Baudelaire, Rimbaud, Mallarmé gibi sembolcüleri okurken sonra Marx'ın Misère de la philosophie eseriyle tanışıyor ve dünya görüşünü değiştiriyor.

Anlaşılan o ki Selami bey her iki akımı da yarım yamalak anlıyor, Sembolizmi şekilciliğe, Marksizmi de bütüncüllüğe indirgeyerek, bu iki görüşü karıştırıp kendine bütüncül (noktalama işaretsiz, tek cilt, tek örnek) bir şekil (24718 sayfalık hiçbir şey anlatmayan kaliteli basılmış kitap) oluşturuyor ve öldükten sonra bu hiçbir şey ifade etmeyen, ancak dışarıdan bakınca etkileyici görünen ve yazarını diğerlerinden üstün kılan bu kitapla anılmayı arzuluyor.

Dolayısıyla ömrü boyunca yapmaya çabaladığı şey, etrafındaki cahil insanlar Serencam'ın gizemini çözene kadar kendisine saygı duyulmasını sağlayacak, özgün olmayan ya da edebi değeri olmayan, insanlığa hiçbir şey katmayan koca bir kitap oluşturmak oluyor.

Kim bilir, belki Tahsin Yücel burada her köklü aileden gelip Fransız eğitimi alan zengin ve eğitimli insanın entelektüel faaliyet gösterme kapasitesine sahip olamayacağı eleştirisini yapmıştır. Bir zamanlar bilgili kişilerin çoğunun bu profilden çıktığını düşünecek olursak, bu kişilerin çoğunlukla bir şey bilmediği sonucuna varmış olabilir. Ya da tersten bakarsak, entelektüel faaliyette bulunmak için illa gösterişli bir geçmişe sahip olmak gerekmediğini de anlatıyor olabilir. Aynı şekilde egosunu tatmin etmek için daha önce söylenen sözleri farklı biçimlerde söyleyip durmadan eserler üreten ve isimlerini duyuran insanları eleştirmiş de olabilir. Veya bu toplumda bilgili geçinenlerin aslında hiçbir halt bilmediklerinden, yurt dışında üretilen düşünceyi çeviri aracılığıyla topluma tanıtmaktan başka bir becerileri olmadığından dem vurmuş da olabilir.

Okurken anlatımda sıklıkla tekrarlar olduğu için biraz yorucudur Sonuncu. Biraz Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü hatırlatır. Bir düşünceyi çeşitli sembollerle okuruna verir. Belki de sembolizmin yanlış anlaşılmasıyla dalga geçen başarılı bir sembolist eser olarak tanımlayabiliriz bu kitabı.

Şiddetle tavsiyedir.