12 Mart 2018 Pazartesi

Kitaptan Diziye: The Handmaid's Tale


1939 doğumlu Kanadalı yazar Margaret Atwood'un 1985'te yayınlanan distopik romanıdır. Doğan Kitap, 2017'de Sevinç Altınçekiç, Özcan Kabakçıoğlu çevirisiyle Türkçe yayınlar. Film haklarını satın alan MGM tarafından 1990 yılında filme uyarlanır. Daha sonra film haklarını MGM'den satın alan Hulu tarafından diziye uyarlanır. 2017 yılında yayınlanan 10 bölümlük ilk sezonla Altın Küre'de En İyi Drama Dizisi ödülünü alır. Scientology tarikatının üyesi olduğu için, kadın bedeninin kontrol altına alındığı ve doğurganlığın zenginler tarafından tekelleştirildiği bir "feminist" distopik kurguda başrol oyuncusu Elisabeth Moss'un yer alması tepkilere yol açsa da, Moss dizideki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görülür.

Doğurganlık oranının düştüğü, çok uzak olmayan bir gelecekte (2195'ten önce) Amerikan başkanı ve meclis üyeleri kimliği belirtilmeyen saldırganlar tarafından öldürülür, yönetim ele geçirilir. Başlangıçta insanların hayat kalitesine yansımayan bu belirsiz durum bir süre sonra kadınlar aleyhine, karanlık bir atmosfere dönüşmeye başlar. İlk olarak kadınların banka hesaplarına el konulur, hesaplarındaki tüm paralar en yakın erkek akrabalarının hesabına aktarılır, daha sonra tüm kadınlar işten kovulur. Ekonomik olarak erkeğe bağımlı hale gelen kadınlar daha sonra doğurganlık kabiliyetlerine göre hükümet tarafından çeşitli kategorilere ayrılır. Yönetimi ele geçiren güçlü ve zengin köktendinci teokratik Hristiyanların Eşleri, yönetici sınıfının evlat edinmiş olduğu veya öz Kızları, yönetici sınıfına ait erkekler için atanan ve çocuk doğurma misyonuna sahip Damızlık Kızlar, damızlık kızları ehlileştirmekle, itaatkar ve uysal kişiler haline getirmekle sorumlu Teyzeler, zenginlerin ev işlerini yapmakla sorumlu fakir ve doğurgan olmayan Martha'lar, alt sınıfa mensup erkeklerle evli olan doğurgan ve fakir Ekonokadınlar, doğurganlık kapasitesi olmayan ve topluma entegre olamayan feminist, lezbiyen gibi Gayrikadınlar, yalnızca üst sınıfa fahişelik hizmeti vermekle sorumlu kısırlaştırılmış Jezebeller. Püritenlere atıfta bulunan bu yeni teokratik hükümet, on yıllardır ekonomik faaliyetlere, bilime ve teknolojiye katılan kadınların kafalarının karıştığını, omuzlarına çok yük bindiğini, bu nedenle en temel görevleri olan doğurganlık oranlarının düştüğünü ileri sürerek kadının toplumdaki tüm gücünü elinden alır. Kısırlığın kadınlardan kaynaklandığına dair bilimsel bir dayanak olmamasına rağmen, ataerkil yönetim sınıfı bunun mutlaka kadından kaynaklandığına hüküm getirerek kadın bedenini kontrol altına alır. İkinci eş olan kadınlar zinayla suçlanır, lezbiyenler alıkonulur, feministler dışlanır, bu kadınlara ait olan çocuklar onların ellerinden alınarak üst sınıfa mensup ailelere evlatlık verilir. Yeni hükümete göre toplum yıllarca zevke kapıldığı için doğurganlık işini ciddiye almaz, bu nedenle yok olma riskiyle cezalandırılır. Çeşitli dinî vaazlarla ve fiziksel cezalarla insanlar zevk fikrinden tamamen uzaklaştırılır. Seksin zevk için yapıldığı dönemden "tam hatırlanamayan tuhaf geçmiş" olarak bahsedilir. İnsanlar artık "Seremoni" adı altında, sadece kadının en doğurgan olduğu günde, ayda bir kez üreme amaçlı seks yapar. Damızlık Kızların "Seremonilerine", aralarında herhangi bir his oluşmasına engel olmak için "Eşler" de izleyici olarak katılır. Zevk kadınlar için tamamen yasaklanır. Artık eskisi gibi istediklerini giyemezler, makyaj ve cilt bakım malzemelerinin tamamı ayinlerle yakılmıştır, her kadın mensubu olduğu sınıfın tek tip kıyafetini giyer. Ekonomik özgürlüğe ve politik güce sahip erkekler ikiye ayrılır. Alt sınıfa mensup olanlar ve toplumun düzenini sürdürmekle sorumlu askerler, tıpkı kadınlar gibi kısıtlanmış bir hayat yaşarken; üst sınıfa mensup erkekler "Jezebel'in Yeri" denen, fahişelerin süslü giyinip makyaj yapmasına izin verilen gizli üslerde diledikleri şeyleri yapabilirler. Damızlık Kız alan üst sınıf mensubu erkeklerin birçoğu kısır olduğu için, Eşler Damızlık Kızları dışarıdan başka birisiyle çocuk yapmaya yönlendirirler, böylece Damızlık Kızlar doğurabildikleri için diğerlerinin arasından sıyrılacak, Eşler de çocuk sahibi olduğu için bir üst statüye yükselecektir. Eşler ve Damızlık Kızlar arasında genellikle gerginlik olur. Doğurganlık kabiliyetleri nedeniyle Martha'lar gibi aşağılanmasalar da kocalarını kendilerine aşık etme riski olduğu için Eşler tarafından sevilmezler. Eskiden toplumda statü sahibi olan eşler artık sadece kocalarından elde ettikleri statüye mahkumdur. Onlar için de sert bir değişim söz konusu olduğundan yeni rollerinde bocalarlar. Doğum yapabilen Damızlık Kızlar, bebek doğar doğmaz onu, yanındaki doğum sandalyesinde oturup sancı çekiyormuş gibi yapan ve diğer Eşler tarafından sakinleştirilmeye çalışılan Eş'in kollarına vermek zorundadır. Birkaç ay daha bebeği emzirmek için evde kalmasına izin verilir, daha sonra başka görevler için başka evlere gönderilirler. 

Atwood, romanı kurgularken kendisine tek bir kural koyar. Yazarken kurguya asla uydurulmuş bir dram eklemeyecektir. Tasvir ettiği tüm baskılar, kötülükler, işkenceler, çeşitli coğrafyalarda tarih boyunca yaşanan gerçek olaylardan, örneğin 1970'lerde yükselişe geçen Yeni Hristiyan sağından, 1979 İran İslam Devriminden, Mary Webster'dan ilham alır. 

Eskiden bir ilahiyat okulu olan Harvard'da eğitim gören Atwood, burada New England Püriten geleneği hakkında derin araştırmalar yapar. Kitapta mekan olarak da Harvard'ın bulunduğu bölgeyi seçen yazar, Püriten geleneğe atıfta bulunur.

Offred'in Teyzelerden eğitim aldığı zamanda başlayan romanda zaman atlamaları kurgu için önemli bir yere sahiptir. Offred öncelikle yakın geçmişte, Teyzeler'den aldıkları eğitime flashback yaparak şu anda içinde bulunduğu karanlık atmosferin mahiyetini biraz tarif eder. Hikayenin atmosferine alışan okurun kafasında soru işaretleri oluşmaya başladığı anda, okurun aşina olduğu atmosfere, karakterin eski özgür günlerine flashback yapılır. Kot pantolonlar giyip arkadaşlarıyla barlarda gezebildikleri, lezbiyenlerin özgürce dolaşabildiği günler okurun günceliyle bağdaşır, karanlık atmosferden sıyrılarak ara sıra nefes almasına izin verilir. Romanın sonundaysa ani bir flashforward yapılarak 2195 senesine gidilir. Profesör Pieixoto, yıllar öncesinde bulunan Offred isimli kadının kendi hayatıyla ilgili tutmuş olduğu kayıtları bir konferansta inceler. Offred'in nihayet özgürlüğüne kavuşmuş olduğunu, toplumun da bu karanlık atmosferden sıyrıldığını uman okur ters köşeye yatırılır. Profesör konferans sırasında Offred'in yaşadığı baskıyı eleştirmek yerine, Offred'in asi tavrını küçümser. Okur, hikayenin sonunda "umut" olmadığını, bu acımasız bölümde öğrenir.

En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alsa da, Elisabeth Moss genellikle kameranın aşırı zoom yaptığı, dakikalarca süren ağır sahnelerde çoğunlukla tuhaf mimikler yaparak işi götürür. Flörtöz halindeki o yersiz saçma sapan gülümsemeleri, "Seremoni" sırasındaki ocağın altını açık unuttum panik ifadesi, vs. iticidir. Fiennes ailesinde genetik olarak gelen karizma Joseph Fiennes'e de kodlanmıştır, son derece mükemmel bir karakter çıkartır. Chuck'ın sempatik ve güçlü sevgilisi olarak hatırladığımız Yvonne Strahovski bu kez kötü rolde karşımıza çıkar. Kitaptakinden hem daha merhametli, hem daha gaddar bir portre çizerek izleyicinin duygularıyla oynamayı başarır. Yvonne gibi bir karısı varken komutanın Elisabeth gibi bir kadına ilgi göstermesi inandırıcı olmayı başaramaz.

Atwood, dizi yayınlandıktan sonra kendisine en sık sorulan iki soruyu, "The Handmaid's Tale din karşıtı mı?", "The Handmaid's Tale feminist bir roman mı?" sorularını, 2017'de The New York Times'ta kaleme aldığı bir yazıyla yanıtlar.

Kitapla Dizi Arasındaki Farklar

  • Dizide zaman atlamaları farklı kullanılır. Kitap basketbol sahasında Teyzelerden eğitim aldıkları anda başlarken, Dizi Luke ve June'un kaçtığı sahneyle başlar. Güncelden geleceğe doğru gidilir. 
  • Kitapta Offred'in atandığı Komutan ve karısı yaşlıyken, dizide Komutanı yakışıklı Joseph Fiennes, karısını da güzeller güzeli Yvonne Strahovski canlandırır. 
  • Kitapta artık yaşlı ve şişman bir kadın olarak tasvir edilen Serena Joy, geçmişte televizyondan dini propaganda yapan, tüm toplumun tanıdığı bir karakterdir. Dizide ise geçmişte hükümetin oluşturduğu yeni düzende rolü olan bir devlet görevlisidir. 
  • Kitapta Damızlık Kızlar, Martha'lardan karne alarak uzun alışveriş kuyruklarına girerler. Dizide ise geniş ve steril modern marketlerden çok rahat bir şekilde alışveriş yaparlar. 
  • Kitapta Offred'in gerçek isminden asla bahsedilmezken, dizide June olarak geçer. 
  • Kitapta yatakhanede yatan kadınlar yüksek sesle konuşamadıkları için birbirlerinin dudaklarını okumayı öğrenirler. Dizide böyle bir şey yoktur. 
  • Kitapta Moira tek başına kaçma planı yapar. Dizide June ile birlikte plan yaparlar. Kitapta Teyze'lerden kaçan Moira yakalanarak işkenceye maruz kalır. Dizide Moira yakalanmaz, onun yerine June işkence görür. 
  • Kitapta aşçı Rita aksi bir karakterdir. Daha sevecen Martha Cora karakteri vardır. Dizide Cora hiç yer almaz. Onun yerine zaman zaman sevecen, zaman zaman somurtkan olan Rita Martha'dır, aynı zamanda aşçılık yapar. 
  • Kitapta bir tecavüzcünün cezalandırılacağı Kurtuluş törenine hem eşler, hem ekonokadınlar hem de Damızlık Kızlar gelirken, dizide yalnızca Damızlık Kızlar gelir. 
  • Kitapta tecavüzcüyü Ofglen bayıltır, çünkü onu gizli direniş gruplarından tanır ve acı çekmesini istemez, dizide Offred bayıltır, Ofglen'le böyle bir bağlantısı olduğundan bahsedilmez. 
  • Kitapta Offred'in annesi güçlü ve dominant bir feminist karakter olarak tasvir edilirken, dizide ona hiç yer verilmez. 
  • Kitapta Offred ve Ofglen'in durup bir camdan birbirlerinin yansımalarına baktığı yer bir dua alanıyken, dizide bu yer bir dondurmacıdır. 
  • Dizide Luke kaçarken vurulur, kitapta böyle bir şey yer almaz. 
  • Kitapta Eşler Damızlık Kızlarla birlikte Janine'in bebeğini kutlamak için bir araya geldiklerinde, Janine'e kurabiye ikram ederler, dizide ise Offred'e ikram edilir. 
  • Kitapta bebeğin ismini (Angela) Serena Joy koyarken, dizide üvey annenin kendisi koyar. 
  • Kitapta Offred'in dokunma duyusuna aç olduğu, bu yüzden bulduğu farklı nesnelere dokunurken keyif aldığı açıklanır. Dizide ise bu açıklama yoktur, Scrabble taşlarına uzun uzun dokunan Elisabeth Moss'un tuhaf mimikleriyle açıklamaya çalışılır, başarılı olunamaz. 
  • Kitapta Ofglen direnişçi gruba mensup olduğu öğrenildikten sonra yakalanıp infaza götürülürken intihar eder, dizide yakalanır ve ameliyat edildikten sonra tekrar Damızlık Kızların arasına katılır. 
  • Kitapta Offred kredi kartının bloke olduğunu büfedeki kadından öğrenir, dizide kahvecideki adam söyler. 
  • Dizide Offred, Ofglen'le ilgili olarak Teyze ve Melek tarafından sorguya çekilir, Ofglen'in "gender traitor" olduğunu bildiğini söyler ve dayak yer, Serena Joy hamile olduğunu söyleyerek onu şiddetten korur. Kitapta böyle bir şey yoktur. 
  • Kitapta "Seremoni" günlerinde salonda toplanan ev sakinleri Komutan'ı beklerken Serena haberleri açıp diğerlerinin biraz izlemesine izin verir. Dizide böyle bir şey yoktur. 
  • Kitapta Luke evli olduğu için June'un Luke'la ilişkisine Moira başta tepki verir. Dizide ikisinin arasını Moira yapar ve en baştan itibaren ilişkilerini destekler. 
  • Kitapta Japon'lar Damızlık Kızlar'ı gözlemlerken dizide Meksikalı bir grup kişi Komutan'ın evine davetli olarak gelir. 
  • Kitapta Komutan'ın hükümette nasıl bir göreve sahip olduğu belli edilmez, dizide ise mevcut sistemin mimarlarından biri olarak tasvir edilir, 3 yerin patlatılmasını, böylece yeni düzenin kurulmasını sağlayan gruba mensuptur. 
  • Dizide doğurganlık oranı düşük olan Meksika, Gilead'la Damızlık Kız ticareti yaparak oranı artırma niyetine sahiptir, kitapta böyle bir ticaretin lafı geçmez. 
  • Kitapta Serena Joy kötü bir karakter olarak tasvir edilir, geçmişinden yüzeysel şekilde bahsedilir. Dizide ise Meksikalıların ziyaretinden sonra flashback ile geçmişine gidilir, geçmişteki feminist kitapları, hükümetteki rolü, Fred'le olan romantik ilişkileri gösterilir. 
  • Kitapta Fred ve Serena arasında herhangi bir yakınlaşma yoktur, dizide kurallara karşı gelip yatarlar. Daha sonra Fred, Damızlık Kızlara karşı olan cinsel arzusunun Serena'nın suçu olduğunu, eve kötü düşünceleri Serena'nın getirdiğini söyler. 
  • Kitapta Luke'tan sadece Offred'in anılarında bahsedilir. Dizide Luke'un hikayesi de flashbacklerle anlatılır. Kanada'ya kaçmayı ve kendini kurtarmayı başarır. Meksikalılar aracılığıyla June ona bir mesaj göndermeyi başarır. İkinci sezon muhtemelen Luke'un June'u kurtarma çabalarını konu alacaktır. 
  • Kitapta Nick de yüzeysel şekilde anlatılır. Dizide geçmişine gidilir. Onu orduya katılıp mekanikleşmeye iten sebepler gösterilir. 
  • Kitapta Offred hamile kalmazken dizide kalır. 
  • Dizide Serena Offred'e bir müzik kutusu hediye eder. Kitapta böyle bir şey yoktur. 
  • Kitapta Serena Nick'le yatmaya ikna etmek için kızının bir fotoğraflığını birkaç dakikalığına gösterir. Dizide ise Offred'i kızının kaldığı yere götürür, kızı uzaktan gösterir, yanına gitmesine izin vermez. Benim bebeğime iyi bakarsan kızına bir şey olmaz diye tehdit eder.
  • Dizide Offred direniş grubuna yardım etmeye karar verdiğini söyler, gece Jezebel'in Yerine gidip Rachel'dan bir paket alması talimatını alır. Rachel bir şekilde ona paketi ulaştırır. Eskiden beri bastırılan Damızlık Kızlar tarafından yazılmış kayıtları içeren bir pakettir. Offred'in ayağa kalkıp mücadele etmesine yardımcı olur. Kitapta böyle bir detaya yer verilmez. 
  • Dizide Janine bebeğini alarak intihar etmeye kalkar, Offred ikna eder, bebeği bırakıp kendisini atar. Kitapta böyle bir detay bulunmaz. 
  • Dizide Moira Jezebel'in Yeri'nde sifondan kesici bir parça çıkartıp geceyi birlikte geçireceği adamı öldürerek kaçar. Kitapta sifondan aldığı parçayla Teyze'yi kandırıp Kırmızı Merkez'den kaçar. 
  • Kitapta Serena kıyafetindeki izden Fred'le Offred'in birlikte çıktığını yakalar. Dizide June'un parıltılı elbisesini bularak anlar. Fred'le yüzleşir, Offred'in hamile olduğunu ama bebeğin kendisinden olmadığını, çünkü Fred'in kısır olduğunu söyler. 
  • Dizinin sonunda intihar etme suçundan yargılanan Janine'e taşlanarak ölüm cezası verilir. Offred başta olmak üzere tüm Damızlık Kızlar başkaldırarak taş atmayı reddederler. Kitapta böyle bir kısım yoktur.

10 Mart 2018 Cumartesi

Çizgi Romandan Filme: Blue is the Warmest Color

1985 doğumlu Fransız yazar Julie Maroh'un 2010'da orijinal olarak Fransızca Le bleu est une couleur chaude ismiyle yayınlanan eşcinsel, romantik temalı çizgi romanıdır. Tunus doğumlu yönetmen Abdellatif Kechiche çizgi romanı okuduktan sonra aklındaki başka bir film projesiyle birleştirerek 2013 yılında serbest bir şekilde sinemaya uyarlar. Filmin Fransızca ismi La vie d'Adèle - Chapitre 1 et 2 olarak çıkar; Adèle'in Hayatı - Bölüm 1 ve 2. Çizgi romanın sonundaki dramatik bölüm filmde yer almaz. Ayrıca Kechiche, Adèle'in hayatıyla ilgili devam filmi çekebileceğini, bu nedenle filme Bölüm 1 ve 2 alt başlığını eklediğini söyler. Film 2013 yılında Cannes Film Festivali'nde Palme d'Or ödülünü alır.

3 saatlik bu uzun film 15 yaşındaki Adèle ve ondan birkaç yaş daha büyük olan Emma'nın romantik ilişkisini anlatır. Fazla aksiyon yoktur. Karakterlerin ilişkilerinde dönüm noktası oluşturan anları, belgesel tadında detaylı bir şekilde uzun uzun gösterir. Adèle ile Thomas'ın otobüsteki flört sahnesi, Adèle ve Emma'nın tüm sahneleri, Emma'nın arkadaşlarının geldiği günkü tüm sahneler, Adèle'in edebiyat sınıfındaki dersleri, tamamı tüm detaylar ve gerçekliğiyle anlatılır. Filmin merkezindeki Adèle karakteri her sahnede yer alır. Adèle'in hayatı, yüz hizasındaki yakın çekimlerle, makyajsız biçimde, diyaloglar arasındaki tüm sessizlikleri de içerecek biçimde gerçekçi anlatılır. Sette doğallık kaygısıyla makyöz bulundurulmaz, oyuncuların makyaj yapmasına çoğunlukla izin verilmez. Ayrıca oyuncular tamamen repliklere bağlı değildir. Repliklerini bir kez okuduktan sonra sahneleri çekmeye başlarlar. Doğaçlamalarla daha doğal diyaloglar oluştururlar.
"I don't want it to look like life, I want it to actually be life. Real moments of life, that's what I'm after."
Sahne dışında da kameralar oyuncuların doğal hallerini çekmeye devam eder. Kamera arkası görüntülerden birçok kare filme eklenir.  Setteki gerçekliği daha iyi hissetmek için çizgi romanda Clementine olan karakterin ismi, oyuncunun gerçek ismine "Adèle" çevrilir. Kechiche, Arapçada "adil, adalet" anlamına gelen bu ismi sevdiği için değişikliği destekler. Filmde Emma ile Adèle arasında geçen bir diyaloğa ismin bu anlamı eklenir. Adèle Exarchopoulo, Yunan kökenlerine sahiptir, bir sahnede "yunan döneri" ile buna da atıf yapılır. Karakterlerin gerçek hayatından bir şeyleri diyaloglara, sahnelere yedirerek filmin doğallığını artırmayı destekler.

Abdellatif Kechiche realist film çekme kaygısıyla birçok sahnede oyunculara defalarca kez tekrar yaptırır. Oyuncuların daha gerçekçi tepkiler vermeleri için sınırlarını zorlar. Léa Seydoux, bir seks sahnesini 10 günde çektiklerini, çıplak ve üşümüş bir şekilde defalarca tekrarlamak zorunda kaldıklarını söyler. "Çoğu insan onun istediği şeylere istemeye cüret bile edemez, ayrıca çoğu insan daha naziktir" der. "Bir fahişe gibi hissettiğini" ekler. Adèle Exarchopoulos da ayrılık sahnelerinde Kechiche'in Seydoux'dan gerçekten kendisine vurmasını istediğini, bu sahnenin de defalarca tekrarlandığını, gerçekten ağladığını, vücudunda cam kırığından kaynaklanan yaralar açılmasına rağmen sahneyi durdurmadığını söyler. Her iki başrol oyuncusu da bir daha fırsat çıksa Kechiche'le çalışmayacaklarını ifade eder. Film henüz yayınlanmadan önce bu röportajlardan haberdar olan Kechiche alınır, küçük düşürüldüğünü söyler ve filmi çıkarmamayı düşünür. Sonra Adèle Exarchopoulos'un adım atmasıyla aralarındaki tatsızlık ortadan kalkar, film yayınlanır ve ödül alırlar.

Her ne kadar olumsuz bitse de, her iki oyuncu da Kechiche ile çalışmaya başladıklarında heyecanlıdır. Kechiche toplumsal konuları, özellikle sınıf konusunu filmlerinde işlemeyi seven Tunus asıllı Fransız bir yönetmen olarak, Léa Seydoux'yu etrafında olup biten her şeyin farkında, belli bir duruşu olan, kendisiyle benzer bakış açısına sahip şeklinde tanımlar. Uluslar arası bir oyuncu olduğu için üst sınıfı temsil eden Emma karakteri için uygun olduğunu düşünür. Ayrıca oyuncunun Arap ruhu taşıdığını, görünüşünde veya duruşunda birtakım Arap özellikleri olduğunu söyler. Léa Seydoux ile filmin çekimleri başlamadan bir sene önce anlaşır. Seydoux, Emma rolüne hazırlanmak için birtakım kurslar alır. Ayrıca Kechiche, sanat bölümünün derslerine katılarak oradaki lezbiyen bireylerin davranışlarını gözlemesini tavsiye eder. Maskülen tavırları öğrenmesi için onu Marlon Brando ve James Dean izlemeye yönlendirir. Şahane bir performans çıkarır. Maskülen tavırları ve flörtöz halleriyle Emma'nın duygularını yansıtır. Çizgi romandakinden daha maskülendir. 1993 doğumlu genç oyuncu Adèle Exarchopoulo'yla bir gün birlikte bir pastaneye giren Kechiche, Adèle'in limonlu tartı yeme şeklini görünce, aradığı oyuncuyu bulduğunu düşünür. Yakın çekimlerin bolca gösterildiği romantik bir filmde ağız önemli bir öğe olacaktır, Adèle'in canlı bir şekilde yemek yemesi, onun aradığı karakter olduğunu düşünmesine neden olur.
  
Filmin en sansasyonel sahnelerinde Seydoux gerçekten seks yapmayı kabul etmez. Bu sahnelerle ilgili üç görüş vardır. Kimileri seks sahnelerinin uzunluğu ve detayı nedeniyle filmi eleştirirken, kimileri filmdeki aşk hikayesinin gerçekçi tasviri için yerinde olduğunu söyler. Çizgi romanın yazarının da dahil olduğu üçüncü bakış açısına göre, film seks sahnelerinde gerçekçi lezbiyen ilişkiyi yansıtmakta başarılı değildir. Film uyarlamasını destekleyen ve orijinalliği nedeniyle Abdellatif Kechiche'i öven çizgi roman yazarı Julie Maroh, sette hiçbir lezbiyen olmadığını, sahnelerin inandırıcı olmadığını söyler. Bir eşcinsel hikayesinden çok bir sınıf hikayesine odaklanan Kechiche'in konuyla ilgili şu açıklamayı yapar:
"Do I need to be a woman, and a lesbian, to talk about love between women? We're talking about love here – it's absolute, it's cosmic. I've had testimonies from a number of women – including one who's lived with a woman for 15 years or more, and said that the film revitalised her sex life with her partner."
Kechiche çizgi romandaki "eşcinsellik ve homofobikler" konusunu "eşcinsellik ve toplumsal sınıf" eksenine taşır. Çizgi romanda Emma ve Clementine, Clementine'in ailesinin evinde yakalanınca ailenin homofobisi nedeniyle evden kovulurlar. Bu sahne çekilse de filme eklenmez. Yönetmen filmdeki çiftin ayrılığının sebebini çizgi romandaki gibi toplumsal baskı olarak göstermez; ikisinin ayrılma nedeni sınıfsal farklılıklarıdır.
"Emma  belongs to an elite: intellectual, artistic. Each of my heroines is confined to her social  class. The difficulties  they have with their  relationship, that  which causes them  to  break   up  and ultimately  what  the  film  is  about,  the  block in their  relationship that  finally causes the  rupture, is their  social  difference, since   it  generates a difference in  their  personal  aspirations.  It’s not  at all their  homosexuality, which would  be  more  or  less tolerated, or  understood, by the world around them."
İnsanların günümüz dünyasında eşcinselliği tolere edebileceğini, ama sınıfsal farklılıklar nedeniyle insanların arasındaki uçurumun kapanmayacağını iddia eder. Homofobiyi eleştiren romantik bir eşcinsel hikayesini toplumsal sınıfı eleştiren bir eşcinsel hikayeye dönüştürür. Hatta karakterlerin eşcinsel olması yönetmen için neredeyse bir "tesadüftür", kritik bir öneme sahip değildir.

Kitapla Film Arasındaki Farklar

  • Kitap yetişkin Emma'nın otobüse binmesiyle başlarken film genç Adèle'in otobüse binmesiyle başlar. Kitapta genç karakterleri 10 yıl sonra trajik bir olay bekler, filmde bu son kısım kaldırıldığı için Emma'ya yer verilmez ama kitaba atıfta bulunmak için otobüs sahnesi tutulur. 
  • Kitapta Thomas ile ilk gecesini geçiren Clementine kendini kötü hisseder, gece 3'te Thomas'ı terk ederek evine gider. Filmde Thomas böyle bir hezeyana uğramaz.
  • Kitapta Emma ile Clementine'in ailesi spagetti yerken filmde spagetti birçok sahnede kullanılır. Adèle ailesiyle birlikteyken; Emma Adèle'in ailesiyle tanıştığında, Adèle Emma'nın arkadaşlarıyla tanıştığında. Karakterlerin doğallığını yansıtmak için yemek sahneleri birçok kez uzun uzun gösterilir.
  • Kitapta ana karakterin adı Clementine iken filmde Adèle'dir. 
  • Kitapta Clementine lezbiyen bara gittiğinde çilekli soda söyler, filmde ise Bulldog bira söyler. 
  • Filmde Adèle bara girdiğinde bir kadın kendisine asılır, Emma gelip kuzeni olduğunu söyleyerek Adèle'i bu durumdan kurtarır. Kitapta böyle bir şey olmaz. 
  • Kitapta Clementine'in arkadaşları Emma'yı okulun kapısında gördüklerinde onu küçümserler ve dalga geçerler. Filmde ilk başta kimse tepki vermez. Daha sonra Adèle'in onunla arkadaş olduğunu öğrendiklerinde Adèle'in üzerine giderler. 
  • Kitapta Emma'nın sanat bölümünde okuduğu söylense de sanatsal faaliyetlerinin bahsi geçmez. Filmde Emma'nın ait olduğu sınıfı vurgulamak ve o sınıfın uğraşlarını, ilgi alanlarını göstermek adına birçok sahne eklenir. Emma Adèle'in resmini çizer. Birlikte Sartre'dan bahsederler. Emma'nın arkadaşları geldiğinde orgazmın kadın ve erkek arasındaki algılanışı, Schiele mi Klimt mi gibi Adèle'in katılamadığı tartışmalar geçer. Muhabbet dışında kalan Adèle yemek servis etme bahanesiyle ortamdan uzaklaşmaya çalışır. Kendisiyle makarna üzerinden muhabbet açan Arap asıllı Samir ile biraz sohbet eder.  Bu arada Emma aynı ortamda galeri sahibi Lisa ile yakınlaşır. İlk kez birbirlerinden farklı olduklarını hissettikleri nokta burasıdır. 
  • Kitapta yetişkin olduklarında da Clementine ve Valentin'in arkadaşlıkları devam eder, filmde Valentin ileriki yıllarda gösterilmez. 
  • Kitapta Emma başlarda Clementine'e mesafeli davranır. Geçici bir heves olduğunu, Clementine'in lezbiyen olmadığını, ileride bir erkekle beraber olup kendisini bırakacağından korktuğunu, bu nedenle yakınlaşmadığını söyler. Filmde bu detay yer almaz, doğrudan yakınlaşırlar. Kitabın "lezbiyen detaylarından" biri filmde törpülenir.
  • Kitapta Clementine, televizyondan izlediği Pride yürüyüşü sayesinde Emma'nın sevgilisine ulaşır, o sayede Emma'ya ulaşır. Filmde ikisi birlikte Pride yürüyüşüne katılırlar. 
  • Kitapta ilk olarak Clementine'in ailesiyle tanışırken filmde tam tersidir. Önce Emma'nın özgür ve üst sınıfa ait ailesiyle tanışırlar, daha sonra Adèle'in orta sınıf ailesiyle tanışırlar. 
  • Kitapta Clementine'in mesleğinden bahsedilmez. Filmde hayalinin anaokulu öğretmenliği olduğunu söyler. Bu ilk başta Emma'nın ailesi tarafından yetersiz görülür. Daha sonra Emma gerçekten istediği bir şey yapması gerektiğini, örneğin yazması gerektiğini söyler. Kendi sanat çevresinin yanında sönük kaldığı için ve arkadaşlarının geldiği akşam muhabbete katılamadığı için Adèle'i üst sınıfa taşımaya çalışır. 
  • Kitapta Clementine'in ailesi ikisini basar, evden kovarlar. Filmde bu sahne çıkarılmıştır. Doğrudan Emma'nın sarı saçlı olduğu ileriki yıllara geçiş yapılır. 
  • Kitapta Clementine Emma'yı birkaç kez aldattığını söylese de kimle olduğunu bilmeyiz. Filmde iş arkadaşıyla aldatır. 
  • Kitapta Emma ayrıldıktan sonra kimseyle birlikte olmaz, filmde Lise ile birliktedir. 
  • Kitapta Valentin Clementine'in çok kötü durumda olduğunu Emma'ya söyleyerek onları buluşturur, filmde Valentin yoktur, ikisi yıllar sonra bir kafede buluşur. 
  • Kitapta buluşmadan sonra tekrar bir araya gelirler ve Clemetine hastaneye kaldırılarak kısa bir süre sonra ölür. Filmde buluştuktan sonra hiçbir şey değişmez, ayrı kalmaya devam ederler, Emma Lise ile birliktedir. Bir süre sonra Emma'nın sergisine gider, ikisini birlikte görüp biraz konuşur, ilgi göremeyince sessizce sergiden ayrılarak Emma'nın hayatından tamamen çıkar. 

5 Mart 2018 Pazartesi

Margaret Atwood'dan The Handmaid's Tale üzerine bir yazı

1984 ilkbaharında bir kitap yazmaya başladım, kitabın ismi başlangıçta "The Handmaid’s Tale" değildi. Çoğunlukla A4'ten biraz daha büyük olan sarı not defterlerine el yazısıyla yazdım, daha sonra Almanca klavyeye sahip devasa bir manuel daktilo kiralayarak okunaklı olmayan yazılarımı kağıda geçirdim.

Klavye Almancaydı, çünkü hala Berlin Duvarı'nın çevrelediği Batı Berlin'de yaşıyordum. Sovyet imparatorluğu hala oradaydı ve güçlüydü, bir beş yıl daha çökmeyecekti. Doğu Almanya Hava Kuvvetleri, her Pazar günü, ne kadar yakın olduklarını hatırlamamız için sonik patlamalar yapıyordu. Demir Perde'nin arkasındaki ülkeleri, (Çekoslovakya, Doğu Almanya) ziyaret ettiğimde tetikte olmayı, gözetlendiğiniz hissini, sessizlikleri, konu değiştirmeleri, insanların bilgi aktarımı için kullandıkları imalı yöntemleri gördüm. Yazarken bunlardan etkilendim. Başka amaçla kullanılan binalardan da etkilendim. "Bu bina .... ailesine aitti, ama sonra bir daha görünmediler." Bu gibi hikayeleri çok duydum.
1939 yılında doğdum ve İkinci Dünya Savaşı zamanında etrafımda olanların farkına varmaya başladım, kurulu düzenin bir gecede yitirilebileceğini biliyordum. Değişim yıldırım kadar hızlı olabiliyordu. "Bizim başımıza gelmez" düşüncesine güvenemiyordunuz. Şartlar göz önüne alındığında her an her şey olabilirdi.

1984'e kadar birkaç sene bu romanı yazmaktan kaçınmıştım. Riskli bir girişimmiş gibi gelmişti. 1950'lerde lise zamanlarında bir sürü bilim kurgu, spekülatif kurgu, ütopya ve distopya okumuştum ama hiç böyle bir kitap yazmamıştım. Yapabilir miydim? Tuzaklarla dolu bir türdü. Vaatler veren bir üsluba kayma, alegoriye yönelme ve akla yatkın olmama riskleri vardı. Hayali bir bahçe yaratacak olsaydım, içindeki kurbağaların gerçek olmasını isterdim. Kurallarımdan bir tanesi, James Joyce'un adlandırdığı gibi tarihin "kabusunda" yaşanmamış olan hiçbir olayı veya mevcut olmayan hiçbir teknolojiyi kitabıma eklememekti. Hayali zımbırtılar, hayali kanunlar, hayali gaddarlıklar olmayacaktı. Tanrı ayrıntılarda gizli derler. Şeytan da öyledir.

1984'te ana fikir bana bile oldukça çirkin görünüyordu. Birleşik Devletler’in eski liberal demokrasiyi hayal gücünden yoksun teokratik diktatörlüğe dönüştürecek bir darbeye maruz kaldığına okuru ikna edebilecek miydim? Kitapta Anayasa ve Kongre artık yoktu. Gilead Cumhuriyeti, her zaman, bildiğimizi düşündüğümüz modern zaman Amerika'sının altında yatan 17. yüzyıl Püriten köklerin üzerine kuruluydu.

Kitap, bir zamanlar Püriten ilahiyat fakültesi olan, günümüzün önde gelen liberal eğitim kurumlarından Harvard Üniversitesi'nin bulunduğu Cambridge, Massachusetts'te geçiyor. Gilead Gizli Servisi, kitaplar arasında saatlerce vakit geçirdiğim, New England kökenimi, Salem büyü denemelerini araştırdığım Widener Kütüphanesi'nde bulunuyor. Bazı insanlar, idam edilenlerin bedenlerinin sergilendiği yer olarak Harvard'ı kullanmamdan rahatsız olurlar mıydı? (Oldular.)

Romanda toksik bir çevre yüzünden nüfus azalıyor ve canlı bebek sahibi olma yetisi azalıyor. (Günümüz dünyasında da çalışmalar Çinli erkeklerde ani bir doğurganlık düşüşünü göstermektedir.) Totalitarizmde ya da aslında herhangi bir sert hiyerarşik toplumda, yönetenler sınıfı değerli şeyleri tekelleştirir. Bundan dolayı, rejimin üst tabakada bulunan kişileri doğurgan kadınları kendilerine Damızlık Kız olarak atayacak şekilde düzenlemeler yapıyor. İncil'de geçen Jacob ile iki karısı Rachel ve Leah'ya ve onların iki hizmetçisine atıf yapılıyor. Bir erkek, dört kadın, 12 oğul. Ancak damızlık kızlar oğullar üzerinde hak iddia edemiyor. Çocuklar ilgili eşlere ait.

Ve böylelikle hikaye yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor.

"The Handmaid's Tale"a ilk başladığımda ismi, baş kahramanın ismi olan "Offred"di (Fredinki). Bu isim bir erkeğin ismiyle "Fred", "ait olma" anlamına gelen bir önekten oluşuyordu, tıpkı Fransızcadaki "de" veya Almancadaki "von" gibi veya İngilizcede soyadlara eklenen "son" sonekindeki gibi, örneğin Williamson. Bu ismin içinde başka bir ihtimal daha gizliydi: dini bir adak sunmak veya kurban için bir adak adamak anlamında "offered" (adanmış).

Baş kahramanın gerçek ismini neden hiçbir zaman öğrenemediğimizi bana sıkça sorarlar. Ben de şöyle cevaplarım, çünkü tarih boyunca birçok insan ismini değiştirdi veya öylece ortadan kayboldu. Bazıları yatakhanede Damızlık kızların kendi aralarında fısıldaştığı isimler arasından yalnızca "June" ismi bir daha geçmediği için, Offred'in gerçek isminin June olduğunu sonucuna vardılar. En başta bunu düşünmemiştim ama hikayeye uyduğu için okurlar isterlerse böyle düşünebilirler.

Yazarken bir noktada romanın adı, kısmen Chaucer'in "Canterbury Masalları" şerefine, kısmen de masallara atıfla "The Handmaid's Tale" olarak değişti. Baş kahramanın gelecekte veya uzaklarda yaşayan okurlar için anlattığı, başına gelen inanılmaz, fantastik hikaye, dünyayı sarsan olaylardan sağ çıkan kahramanların anlattığı hikayelere benziyor.

Yıllar geçtikçe "The Handmaid's Tale" birçok kez uyarlandı. 40'tan fazla dile çevrildi. 1990'da filmi çekildi. Operası, balesi yapıldı. Çizgi romana uyarlandı. Nisan 2017'de MGM/Hulu tarafından uyarlanan televizyon dizisi çıkacak.

Dizide benim de küçük bir rolüm var. Yeni getirilen Damızlık kızların Kırmızı Merkez olarak bilinen bir tür Kızıl Muhafız eğitim merkezinde beyinlerinin yıkandığı sahne. Burada eski kimliklerini bırakmayı, yerlerini ve görevlerini bilmeyi, gerçek hakları olmadığını yalnızca uygun davranırlarsa bir noktaya kadar korunacaklarını anlamayı ve kadere boyun eğecek, isyan etmeyecek veya kaçmayacak kadar kendilerinden vazgeçmeyi öğrenmeleri gerekiyor.

Damızlık kızlar çember halinde otururlar. Ellerinde elektrik şoku veren cihazlar taşıyan Teyzeler, kızları (1984 olmayan bir tarihte) "fahişe ayıplama" olarak adlandırılan seansa katılmaya zorlarlar. Burada Jeanine’e genç bir kızken uğradığı tecavüz anlattırılır. Kendi suçuymuş gibi anlatır, diğer Damızlık Kızlar da "kendi suçu" diye şarkı söylerler.

"Yalnızca bir televizyon şovuydu", kızlar kahve molalarında gülüşen aktrislerdi, ben de yalnızca "öyleymiş gibi" yapıyordum, buna rağmen sahneyi korkunç derecede rahatsız edici buldum. Tarihe çok benziyordu. Evet, kadınlar diğer kadınlara karşı cephe alacaklar. Evet, kendileri paçayı yırtmak için diğerlerini suçlayacaklar; gruplaşmaları tetikleyen sosyal medya çağında bunu alenen görüyoruz. Evet, sanırım özellikle de tüm kadınların kısıtlı güce sahip olduğu sistemlerde diğer kadınlar üzerinde memnuniyetle güç pozisyonları elde etmeye çalışacaklar; güç görecelidir ve zor zamanlarda herhangi bir miktar güç hiç yoktan iyi sayılır. Kontrolü elinde bulunduran Teyzelerin bazıları gerçek inananlardan oluşuyor ve Damızlık Kızlara bir iyilik yaptıklarını düşünüyorlar; en azından toksik atık temizliğine gönderilmediler ve en azından bu cesur yeni dünyada yabancılar tarafından bu şekilde tecavüze uğramayacaklar. Bazı teyzeler sadist. Bazıları fırsatçı. Porno karşıtlığı kampanyası ve cinsel saldırıya karşı daha fazla güvenlik sahibi olma gibi, 1984'ün feminizm hedeflerinden bazılarını alıp kendi lehlerine çevirme konusunda becerikliler. Dediğim gibi, gerçek hayat.

Buradan bana sıkça sorulan üç soruya geliyoruz.

İlk soru "The Handmaid’s Tale" feminist bir roman mı? Tüm kadınların melek olduğu ve/veya ahlaki seçim yapamayacak kadar mağdur oldukları bir ideolojik yolu kastediyorsanız, hayır. Karakter ve davranış çeşitliliğiyle birlikte kadınların insan oldukları, ayrıca çok ilginç ve önemli oldukları bir romanı kastediyorsanız ve kadınların başlarına gelenlerin romanın teması, yapısı, olay örgüsü için kritik olduğunu söylüyorsanız, o zaman evet. Bu anlamda birçok kitap "feminist".

Neden ilginç ve önemli? Çünkü kadınlar gerçek hayatta ilginç ve önemliler. Doğanın aklına sonradan gelen fikir değiller, insan kaderinde ikincil role sahip değiller ve her toplum bunu biliyor. Doğum yapan kadınlar olmazsa insan nüfusu yok olur. Bu nedenle soykırım savaşlarında ve nüfusu baskılamayı amaçlayan kampanyalarda uzun zamandır kadınlara, kızlara ve çocuklara toplu tecavüz ve katliam uygulanıyor. Bebeklerini öldürmek ve kedilerin yaptığı gibi bebeklerini sizinkiyle değiştirmek; kadınlara yetiştirmeye güçlerinin yetmeyeceği bebekler doğurtmak veya bebeklerini kendi amaçlarınız için onlardan almak, bebek kaçırmak... Bu yaygın ve eski bir motiftir. Kadınları ve bebekleri kontrol etmek gezegendeki her baskıcı rejimin yöntemlerinden biridir. Napoleon ve "ölüme giden askerleri", kölelik ve yeni haliyle insan ticareti; her ikisi de bu duruma uyuyor. Zorunlu çocuk doğurmayı teşvik edenler için şunu sormak gerekiyor: Bundan kim faydalanacak? Bazen bir kesim, bazen başka bir kesim. Her zaman birileri olacak.

Sıklıkla sorulan ikinci soru: "The Handmaid's Tale" din karşıtı mı? Yine ne kastedildiğine bağlı. Doğru, bir grup otoriter erkek kontrolü ele geçiriyor ve kadınların (19. yüzyıl Amerikan köleleri gibi) okumasının yasak olduğu uç bir ataerkil düzeni geri getirmeye çalışıyor. Ayrıca kadınlar parayı kontrol edemiyorlar veya İncil'deki bazı kadınların aksine evin dışında iş sahibi olamıyorlar. Rejim İncil'den semboller kullanıyor, Amerika'yı ele geçiren herhangi bir otoriter rejimin bunu yapması kaçınılmaz. Dolayısıyla Müslüman veya Komünist olamazlar.

Gilead kadınlarının giydiği usturuplu kıyafetler, Batı'daki dini tasvirlerden geliyor. Eşler Meryem Ana'yı andıran saflığın temsilcisi mavi renkli kıyafetler giyerken, Damızlık Kızlar doğum kanını ve Mary Magdalene'i hatırlatan kırmızı renkli kıyafetleri giyiyorlar. Ayrıca kaçmaya kalkarlarsa kırmızı daha rahat tespit edilmelerini sağlıyor. Toplumsal ölçekte daha düşük konuma sahip olan erkeklerin eşlerine Ekonokadın ismi veriliyor ve çizgili giyiyorlar. İtiraf etmeliyim, yüzü kapatan boneler yalnızca Viktorya dönemindeki kıyafetlerden ve rahibelerden esinlenmiyor, aynı zamanda bir kadını yüzü saklanmış şekilde gösteren ve çocuk halimle beni korkutan 1940'ların Old Dutch Cleanser markasının paketlerinden esinleniyor. Çoğu totalitarizmde, insanları tanımlamak veya kontrol etmek için gerek kıyafet yasaklama gerekse kıyafetleri zorunlu kılma şeklinde kıyafetlerden faydalanılmıştır. Sarı yıldızları ve Roma morunu düşünün. Çoğu da din paravanının arkasından yönetmiştir. Bu şekilde sapkınları ortaya çıkarmak çok daha kolay olmuştur.

Kitapta baskın "din", doktrinsel kontrolü ele geçirmek için ilerliyor ve tanıdık dini mezhepler yok ediliyor. Bolşeviklerin politik rekabeti ortadan kaldırmak için Menşevikleri yok etmesi ve Kızıl Muhafız gruplarının birbiriyle ölümüne savaşması gibi, Katolikler ve Baptistler hedef alınıp yok ediliyor. Quaker'lar yeraltına iniyor ve Kanada'ya bir kaçış yolu yapıyorlar. Offred'in kendince bir Babamız duası (Lord's Prayer) versiyonu var, bu rejimin adil ve merhametli bir Tanrı tarafından görevlendirildiğine inanmıyor. Günümüzün gerçek dünyasında, bazı dini gruplar, kadınlar dahil olmak üzere savunmasız grupların korunması için hareketlere önderlik ediyorlar.

Dolayısıyla kitap "din karşıtı" değil. Dinin zulüm için paravan olarak kullanılmasına karşı; bu tamamen farklı bir şey.

"The Handmaid’s Tale" bir tahmin mi ? Bana gittikçe daha sık sorulan üçüncü soru. 1984'te ben romanı yazarken bile, Amerikan toplumu içinde iktidarı ele geçiren ve yürürlüğe ne yapmak istediklerini söyleyen kararnameler koyan kuvvetler vardı. Hayır, bu bir tahmin değil. Çünkü geleceği tahmin etmek gerçekte mümkün değil. Çok fazla değişken ve öngörülemeyen olasılık var. Aksi tahmin diyelim. Geleceği detaylı bir şekilde tarif edebiliyorsak, belki de düşündüklerimiz gerçekleşmeyecektir. Böyle hüsnükuruntulara bel bağlayamayız.

Birçok farklı konu "The Handmaid's Tale"ı oluşturdu. Toplu infazlar, yasaklayıcı kanunlar, kitap yakmalar, SS Lebensborn programı ve Arjantinli generallerin çocuk kaçırması, kölelik tarihi, Amerikan çok eşlilik tarihi... Liste uzun.

Ancak henüz bahsetmediğim bir edebi biçim var, tanıklık edebiyatı (literature of witness). Offred hikayesini olabilecek en iyi şekilde kaydediyor. Onu saklıyor, daha sonra anlayabilecek ve özgürce paylaşabilecek biri tarafından keşfedilebileceğine inanıyor. Bu bir umut hareketi. Kaydedilen her hikaye gelecekteki okura yazılır. Robinson Crusoe günlük tutar. Samuel Pepys, Büyük Londra yangınını yazdığı bir günlük tutar. Büyük Veba Salgınında yaşayan birçok kişi de, aniden kesilse bile, günlükler tutarlar. Hem Ruanda soykırımını hem de dünyanın ona karşı olan kayıtsızlığını yazan Roméo Dallaire de, gizli evinde saklanan Anne Frank de...

Offred için iki okur kitlesi söz konusu: birincisi kitabın sonundaki gibi, gelecekte bir akademik konferansta, özgürce okuyanlar ancak umulduğu gibi empatik olmayanlar, ikincisi de kitabı herhangi bir zamanda okuyan bireysel okur. "Gerçek" okur bu. Her yazarın seslendiği Sevgili Okur. Zamanı geldiğinde Sevgili Okurların bir kısmı yazar olacak. Biz yazarların hepimizin başladığı gibi; okuyarak. Bizimle konuşan bir kitabın sesini duyduk.

Son Amerika seçiminden sonra korkular ve endişeler artıyor. Temel sivil özgürlükler ve geçmiş yıllarda, hatta geçmiş yüzyıllarda edinilen kadın haklarının birçoğu kısıtlanıyor. Birçok gruba yönelik nefretin yükseldiği ve demokratik kurumların köktenciler tarafından hor görüldüğü bu bölücü iklimde, tahmin ediyorum ki bazıları, hatta birçokları bir yerlerde kendi başlarından geçenleri yazıyordur ya da hatırlayacaklar ve yapabilirlerse daha sonra kaydedeceklerdir.

Mesajları bastırılacak ve gizlenecek mi? Yüzyıllar sonra eski bir evde, bir duvarın arkasında bulunacak mı?

Umalım ki bu noktaya gelmesin. Gelmeyeceğine eminim.

MARGARET ATWOOD, 10 Mart 2017

Çeviri: Aylin Torun

3 Mart 2018 Cumartesi

Kitaptan Filme: Doctor Zhivago

Rus yazar Boris Pasternak'ın 1956'da yazımını tamamladığı, Rusya'da sansüre takıldığı için yayınlayamadığı, 1957 yılında gizlice İtalya'ya kaçırdığı, burada İtalyanca ve Rusça yayınlanan, 1958 yılında da İngilizceye çevrilen epik, romantik, dramatik romanıdır. Rus Devrimini bireyci bir bakış açısıyla gözlemleyen protagonist Yuri'nin yaşamını çocukluğundan başlayarak 40'lı yaşlarına kadar kronolojik sırada anlatır. Rus toplumunun 20. yüzyıl başında atlattığı önemli tarihi dönüm noktalarını okura gözlemletir. Hülya Arslan çevirisiyle 2014 yılında Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkar. Bundan önceki Türkçe çeviri çalışmaları, çeviri metin üzerinden gerçekleştirildiği için birtakım anlam sapmalarıyla karşılaşmak mümkün olabilir, Hülya Arslan çevirisi Rusçadan doğrudan çevrilen ilk metindir. 1965 yılında İngiliz yönetmen David Lean tarafından 3 saat 20 dakikalık uzun bir sinema filmine uyarlanır. Omar Sharif, Julie Christie, Geraldine Chaplin, Rod Steiger, Alec Guinnes ve Tom Courtenay'in ana rollerde oynadığı film önceleri David Lean'i sinemayı bırakmanın eşiğine getirecek kadar olumsuz eleştiri alır, ancak şirketin yoğun pazarlama çalışmaları sonucunda rüzgar tersine döner ve 38. Akademi Ödül Töreni'nden beş ödülle ayrılır. Rusya'da Sovyet karşıtı propoganda yaptığı gerekçesiyle sansüre uğrar, 1994'e kadar gösterime girmez, çekimlerin büyük bir çoğunluğu bu nedenle İspanya'da tamamlanır. 

Boris Pasternak, 1890 yılında sanatçı bir ailenin oğlu olarak Moskova'da dünyaya gelir. Yahudi asıllı Rus Ortodoks Kilisesi mensubu varlıklı ailesi, sanat ve edebiyat çevresiyle yakın ilişki içindedir. Lev Tolstoy gibi figürlerin evlerine sık sık geldiği bir ortamda yetişen Pasternak müzik, hukuk, felsefe eğitimleri alır. Şiirler yazar, Samizdat yöntemiyle eserlerini yurt dışına sızdırıp sınır ötesinde ismini duyurur. Devrimi desteklemekle beraber yeni hükümeti acımasız bulduğunu gizlemez. Bu nedenle sürekli sansürlere maruz kalır. Kendi özgün şiirleri tepki çektiği için çeviriye yönelir. Shakespeare çevirileri beğeniyle karşılanır, başarılı bir çevirmendir. Protagonist Yuri Jivago'nun yaşamına benzer şekilde, hayatında bir aşk üçgeni söz konusudur. Şiirleriyle defalarca kez Nobel Edebiyat Ödülüne aday gösterilir. 1958 yılında Doktor Jivago ile Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır. Söylentilere göre CIA ve M16, kitabın Sovyet karşıtı propoganda değeri nedeniyle bu ödülü almasında rol sahibidir. Romandaki özel yaşama saygı duyulması gerektiği fikri, Sovyet sistemindeki bireyselliği feda etme etiğiyle çakıştığı için Pasternak devrim karşıtı olarak algılanır ve hükümet tarafından tehlikeli kabul edilir. CIA'in Rus halkına aşk ve bireysel seçimler fikrini aşılamak üzere romanı kullandığına yönelik söylentiler vardır. Yine söylentilere göre, hükümetin baskısıyla Nobel Ödülü'nü almayı reddeder. Politik konularda yazmayı bırakır. Daha genel konularda yazmaya devam ettiği birkaç senenin ardından 1960 yılında ölür.

ÖZET

1901 yılıyla başlayan romanda, varlıklı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Yuri, ileride yaşayacağı toplumsal trajedilerin habercisi niteliğinde, kişisel trajedilerle dolu bir çocukluk geçirir. Aileyi terk eden babası, paralarını kaybeder ve bir yerde tek başına intihar eder. Annesi tüberkülozdan ölür. Dayısı Kolya'nın girişimleriyle Anna Gromeko isimli aile dostları tarafından yetiştirilir. Tıp eğitimi alarak doktor olur, Anna'nın ölüm döşeğindeki vasiyeti üzerine kızı Tonya Gromeko ile evlenir.

Bu arada halkta birtakım değişikliklerin olacağını haber veren kıpırdanmalar söz konusudur. Toprak sahipliği Kolya gibi entelektüeller tarafından sürekli tartışılan bir konu haline gelir. Birtakım demiryolu işçileri, gördükleri kötü muamele nedeniyle isyan edip grev yaparlar. Çar'a kadar yansıyan olaylar sonrasında, Çar bir manifesto yayınlayarak toplumu daha iyileştireceğini bildirir. Kolya gibilerin seyirci kaldığı gösteriler alt tabakada hızla yayılır.

Rus-Fransız-Belçika kökenli 16 yaşındaki Lara çok güzel bir kızdır. Dul annesinin maddi dayanak olarak gördüğü ve aşk ilişkisi yaşadığı Komarovski'ye aşık olur. Çalkantılı bir dönemden geçer, kontrolünü geri toplamak için evi terk edip bir arkadaşının evinde öğretmenlik yaparak ekonomik özgürlüğünü eline alır. Sakin geçen birkaç yılın ardından erkek kardeşinin paraya sıkışması nedeniyle tekrar Komarovski'ye gidip borç istemek zorunda kalır. Bir baloya katılan Komarovski'nin peşinden gider, borç vermemesi halinde onu vurmak için yanına bir silah alır. Son anda duygularına yenik düşerek Komarovski yerine Kornakov ismindeki başka bir adamı vurur. Aynı akşam konuk olan Yuri'nin ilgisini çekmiştir. Lara kısa süre sonra demiryolu isyancılarından biri olan  Pasha ile evlenir. Katya isminde bir kızları olur, daha sonra Lara'nın kendisini sevmediğini düşünen Pasha savaşa katılır. Bir süre sonra kaybolduğu haberini alan Lara Katya'yı güvendiği bir kişiye bırakarak gönüllü hemşire unvanıyla Pasha'nın son olarak görüldüğü yere gelir. Burada göreve gelmiş olan Yuri'yle bir kez daha karşılaşırlar. Tonya'ya sadık olan ve henüz oğulları Sasha'yı görmemiş olan Yuri farkına varmamakla birlikte Lara'nın güçlü kişiliğine ilgi duymaya başlar. Pasha'nın öldüğüne ikna olan Lara, Katya'nın yanına dönmek üzere yola çıkmaya karar verir. Yuri son karşılaşmalarında sınırı aşarak ilgisini belli eder, fakat Lara ileri gitmelerine engel olur. Daha sonra Yuri de aile hayatı özlemiyle Tonya'ya ve oğluna geri dönmek üzere gizli trenle Moskova'ya yola çıkar.

Yuri 1917 yılında Moskova'ya geri döndüğünde birtakım değişiklikler gözlemler. İlk olarak büyük evlerinde artık başka kişiler oturmaktadır. Yuri daha küçük bir yerde kalmalarını memnuniyetle karşılar. Daha sonra akşam yemeğine davet ettiği eski dostlarının tavırlarında değişiklikler fark eder. Devrimin bireyselliklerini götürdüğünü düşünür. Sokaklarda kavgalar vardır. Para değerini kaybeder. Bir akşam sokakta yürürken Sovyet güçlerinin Rusya'yı ele geçirdiğini okur. Soğuk ve zorlu kış mevsimine girdiklerinde birtakım değişiklikler devam eder. Gıda kıtlığı yaşarlar, Tonya ailelerini ayakta tutmak için ekmek yapmayı öğrenir ve bunları satar. Sokaklardan odun çalarak eve yakıt sağlamak için sürekli dışarı çıkan Yuri hasta düşer. Uyandığında şiirlerine hayranlık duyan üvey kardeşi Yegraf'ı başında bulur. Onun uyarısıyla ailecek uzaklaşmaya, daha güvenli bir yer için Tonya'nın ailesinden kalan bir eve yerleşmek üzere Urallar'da Varikino isimli yere gitmek üzere yola çıkarlar. Burası aynı zamanda Lara'nın Pasha'yla evlendikten sonra yerleştiği yerdir.

Zar zor yer buldukları bir trenle haftalar sürecek yolculuğa başlarlar. Trenin durduğu bir sırada biraz etrafı dolaşmak üzere çıkan Yuri askerler tarafından yakalanarak liderleri Strelnikov'un yanına getirilir. Strelnikov'un Pasha olduğunu daha ilk bakışta anlayan Yuri, ona saygı duyar. Kendisi de Sovyet hükümetine ihanet eden kişilerin cezalandırılmasını desteklemektedir. Tehlikeli olmadığı için serbest bırakılan Yuri trene geri döner ve nihayet Varikino'ya varırlar. Burada Mikulitsin'lerin yaşamayı planladıkları evde kaldığını görürler, kendilerine bir oda verebileceklerini söylemeleri üzerine rahatlarlar. Tonya'nın zengin aile üyelerine benzerliği herkes tarafından anlaşılır, eskiden yüksek statüye sahip olan bir aileden geldiğini bilmeleri onlar için tehdit oluşturabilecek bir durumdur.

Varikino'da kaçak ancak huzurlu bir yaşama başlarlar, Tonya yeniden hamiledir. Her şey rutin halde ilerlerken Yuri bir kez daha Lara'yla karşılaşır. Ona Pasha'yla tanıştığını anlatır. Lara her şeyi bildiğini söyler. Üçüncü olağan dışı karşılaşmalarından sonra artık birbirlerine karşı koymaktan vazgeçerler ve birlikte olmaya başlarlar. Bir süre gizlice ilişkilerini sürdürdükten sonra Yuri Tonya'ya karşı yaşadığı vicdan azabı nedeniyle Lara'ya bitirdiğini söyler. Tonya'ya her şeyi söylemeye karar vermiştir. Tam itiraf edecekken, bunu Tonya'ya daha sonra söyleyebileceğini aklından geçirir ve Lara'ya gitmek üzere yola çıkar. Yolda atlılar tarafından durdurularak doktorluk yapmak üzere Kızıl Ordu'ya katılmaya zorlanır. Liderleri Liberius'un sevgisini kazanan Yuri, mahkum hayatı yaşamasına rağmen rahat ettirilir. Normalde doktorların savaşması yasak olmasına rağmen, Beyaz'larla girdikleri bir çatışmada silah çekip bir Beyaz'ı vurur. Daha sonra vurduğu kişinin genç bir çocuk olduğunu, hala yaşadığını görünce onu tedavi edip gizlice salıverir. Yuri vicdani olarak kendini herhangi bir tarafa ait hissetmez. Kızılların yanında yer alsa da Beyaz'lardan birinin kaçmasını sağlar.

Liberius'tan ayrıldıktan sonra Yuri, Lara'nın evinin bulunduğu Yuyatin'e döner. Tonya ve çocukların Moskova'ya geri döndüklerini öğrenir. Burada Lara'yı bulur. Tonya'dan bir mektup alır, Tonya'nın Lara'yı bildiğini ve takdir ettiğini öğrenir. Artık Tonya'yı ve çocuklarını göremeyeceğini anlar. Yoluna Lara'yla devam edecektir, saklanmak için Varikino'ya giderler. Burada kendilerini bulan Komarovski, ikisinin de öldürülecek kişiler listesinde yer aldığını söyleyerek onunla birlikte Uzak Doğu'ya gelmelerini teklif eder. Yuri Lara'yı kandırarak gönderir, kendisi kalmayı tercih eder. Neden kalmak istediği belirsizdir. Artık tutkusunu, enerjisini kaybetmiştir. Belki de tekrar yollarda sürüklenmektense teslim olmayı içten içe kabullenir. Varikino'da yalnız kaldığı bir akşam Pasha'nın kapıya geldiğini görür. Onunla konuşup, Lara'nın onu çok sevdiğini söyler. Sabah uyandığında Pasha'nın kendini öldürdüğünü görür.

Zorlu bir yolculukla 1922 yılında Moskova'ya geri dönen Yuri, burada ailesine katılmak üzere Paris vizesi almaya veya onların Rusya'ya geri dönmesine çabalar, ancak tutkusunu ve isteğini kaybetmiştir. Bundan sonraki hayatını büyük bir fakirlik içinde geçireceği, sona yaklaştığı okura belli edilir. Bu arada 1922 yılında Yeni Ekonomi Politikası dönemine girilmiş, ekonomik istikrar için sosyalist politikada geri adım atılmıştır. Yuri burada Marina isminde genç bir kızla tanışır ve karı koca hayatı yaşamaya başlarlar. Çocukları olur. Yuri'nin sağlığı, genetik kalp rahatsızlığı nedeniyle tamamen kötüye gitmiştir. Burada eski dostlarıyla birliktedir. Bir gün bir miktar para ve dostlarına yazılmış bir mektupla Marina'yı ve çocukları terk ederek Yevgraf'ı görmeye gider. Çok kısa bir süre sonra kalp krizi geçirerek ölür. Lara Pasha'nın akrabalarını görmek için geldiği evde Yuri'nin cenazesi olduğunu tesadüfen öğrenerek cenazeye katılır. Burada Yuri'ye yetimhaneye gönderilen bir çocuğun geçmişini araştırmanın bir yolu olup olmadığını sorar. Birkaç gün kaldıktan sonra gider ve bir daha hiç görünmez. Bir toplama kampına gitmiş olmasının yüksek ihtimal taşıdığı okura hissettirilir.

Yuri'nin eski dostları bir gün Tanya isminde bir genç kızla karşılaşırlar ve hayat hikayesini dinlerler. Hikayeden yola çıkarak Tanya Komarov'un Lara ve Yuri'nin kızları olduğunu anlarlar. Yevgraf'ın kıza kol kanat germesini sağlarlar. Sürekli yıkıma ve trajediye doğru gidilen bir hikayede ilk kez bir karakter için umut vardır.

---

Büyük Rus klasikleri geleneğine uygun şekilde, çok fazla karakterle ilerleyen kompleks bir kurgudur. Zaman bakımından kronolojik sırada ilerler. Karakterlerin kişisel yaşamlarında başlarına gelenler, tarihi bağlamda, toplum tasviriyle birlikte ele alınır. Özellikle ilk birkaç bölümde çok fazla karakter birbirinden bağımsız olarak anlatılır. İlerleyen bölümlerde çeşitli tesadüflerle bu karakterler birbirlerine bağlanır.

Gerçekçi bir roman olduğunu söylemek mümkün değildir. Öncelikle Lara-Yuri karşılaşması gibi, çok sayıda tesadüfler zinciri vardır. Aralarında haftalarca süren tren yolculuğu mesafesi bulunan çok farklı coğrafyalara yayılmış bir kurguyu baştan sona 15-20 kişilik bir karakter listesiyle başlatıp bitirmek gerçekliğe aykırıdır. Politik bir roman da değildir, herhangi bir ideolojiyi savunmaz. Yuri karakteri Sovyetleri, direnişi, devrimi destekler, aynı zamanda hükümetle birlikte gelen zorlukları eleştirir ve bireyselliği savunur. İdeolojik olarak açıkça öne bir şey sürmez. Kimileri bu yönüyle Gone With The Wind romanına benzetir. Tarihsel bağlama oturtulmuş, kronolojik sıralamayla ilerleyen, uzun soluklu, trajedilerle dolu, aşk teması etrafında dönen kompleks bir kurgudur. Havai tesadüfler, Lara-Yuri ilişkisi, sürekli olarak ayrılmak zorunda olma ve kavuşamama hali, sonunda ölümün ayırması ve kısa süre sonra tekrar buluşturması gibi özellikleriyle aslında özünde dramatik bir aşk romanıdır. Pasternak da kitabını Rusya'da yayımlatmak için otoriteleri bunun bir aşk romanı olduğuna ikna etmeye çalışır. Sansür ortamı nedeniyle fikirlerini bir aşk hikayesinin aralarına serpiştirmiş olması da muhtemeldir.

Yasaklar nedeniyle Rusya'da yapılamayan çekimler için yönetmen David Lean Yugoslavya'yı araştırır. Ancak buradaki bürokrasinin de çok kısıtlayıcı olduğunu gördüğünde İspanya'da çekmeye karar verir. Sıcak havalarda yapılan çekimde, kar görünümünü sağlamak için mermer tozu gibi çeşitli malzemelerden faydalanılır. Ayrıca kalın kürklerle çekim yapmak zorunda kalan oyuncular için sık sık mola vererek terlemeleri engellenir.

Omar Sharif başta David Lean'e Pasha rolünde oynamak istediğini söyler, başrolü kaptığında çok mutlu olur. Mısırlı fiziksel özelliklerini gizlemek için birtakım makyajlarla ve perukla çıkar. Yüzü her üç günde bir ağdayla temizlenir. 

Carlo Ponti, karısı Sophia Loren, Lara rolünü oynasın diye film haklarını satın alır. Ancak David Lean Loren'i fazla uzun olduğu gerekçesiyle oynatmak istemez, onun yerine Fahrenheit 451'den hatırladığımız güzeller güzeli Julie Christie'ye karar verir. David Lean ayrıca Tonya rolü için Audrey Hepburn'ü oynatmak ister, ancak Geraldine Chaplin (Charlie Chaplin'in kızı) deneme çekiminde Lean'i çok etkiler.

Kitapla Film Arasındaki Farklar

  • Kitap Jivago'nun çocukluğundan başlayıp düz sıralamayla devam ederken; film Tanya ve Yevgraf buluşmasıyla başlıyor. Tüm film Yevgraf'ın gözünden, onun dış ses müdahaleleriyle Yuri'nin hikayesi olarak aktarılmış.
  • Kitapta Yuri'nin dayısı uzun uzadıya tasvir edilir, Yuri'nin annesine karakter olarak benzer, eski bir rahiptir, ileride çok ünlü bir yazar olacağından bahsedilir; filmdeyse birkaç sahnede belli belirsiz görünür.
  • Filmde Yuri'ye kırmızı bir balalayka miras kalır. Filmin yer değiştirmeye ilişkin dönüm noktası niteliğindeki sahnelerinde bu balalayka leitmotiv olarak tekrar tekrar gösterilir. Eskiden fabrikalara, markalara sahip olan bir babadan kalan tek miras olan balalayka, bir bakıma Yuri'nin talihsizliğini sembolize eder.
  • Kitapta Yuri Lara'yı ilk kez, Lara'nın Komarovski'yi öldürmek amacıyla gittiği baloda görür. Filmde ise ilk olarak tramvayda görür. Yıllar sonra Yuri tekrar tramvaya binecek, yolda yürüyen sarışın bir kadını Lara sanacak, onu takip etmek üzere aceleyle indiğinde yere yığılıp bir daha kalkamayacaktır.
  • Kitapta Yevgraf kritik anlarda ortaya çıkıp kurtarıcı rolünü üstlenir, güçlü bir pozisyonda olduğu ve güçlü bağlantıları olduğu anlaşılır, ancak hikayesi okura aktarılmaz. Filmde Rus Devrimi'nde nasıl bir rol üstlendiğini, ideolojisini açıkça anlatır. Petrov ismiyle orduya girer. Görevi yenilgiyi hazırlamaktır. Buradan devrime zemin hazırlayacaklardır. "Botlar eskidiğinde savunma bitecekti, botlar eskidi ama savunma devam etti, Comrade Lenin bile yaşanacak acıyı tahmin edemezdi."
  • Kitapta Yuri'nin Lara'yla karşılaşacakları hastanenin bulunduğu bina, dul bir yaşlı kadının evidir. Orada çalıştıkları süre içinde iyi ilişkiler geliştirirler, aile gibi olurlar. Filmde bu aile ortamı biraz yansıtılsa da kadından bahsedilmez.
  • Kitapta Yuri 1917 yılında gizli bir treni kullanarak rahat bir yolculukla Moskova'ya döner. Filmde bu gösterilmez.
  • Kitapta Varikino'ya gittiklerindeYuri, Lara'yı kütüphanede görür, ilk gördüğünde yanına gidemez, ikinci kez gördüğünde konuşurlar. Filmde ilk seferde konuşurlar.
  • Filmde Komarovski Pasha'nın öldüğünü söyler. Kitapta ise Pasha, Lara Komarovski ile gittikten sonra Yuri'nin kaldığı, Pasha ile Lara'nın eski evine gelir ve orada intihar eder.
  • Filmde Lara ile Yevgraf'ın aralarında etkileşim olduğundan bahsedilir, kitapta böyle bir şey yoktur.
  • Kitapta Yuri üçüncü olarak Marina ismindeki genç kızla evlenir ve 2 çocukları olur, böylece toplam 5 çocuğu vardır. Filmde Marina'ya hiç yer verilmez, toplam 3 çocuğu vardır.