30 Kasım 2016 Çarşamba

Kitaptan Filme: The Great Gatsby


Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald‘ın yazdığı, 1925 yılında Charles Scribner’s Sons tarafından yayınlanan kısa bir roman. Amerikan Rüyası döneminde, soylu ve zengin bir aileye mensup Daisy’yi etkilemek için içki kaçakçılığından kazandığı parayla yükselip zengin olan, kendisine mükemmel bir imaj yaratıp insanları etkileyen Jay Gatsby karakteri anlatılıyor. 

Amerikan edebiyatı için önemli bir eser olduğunu söyleyelim. Sembolik bir anlatımı var. Karakterler ve olayların geçtiği coğrafya, 20. yüzyıl başları Amerikasındaki sosyal sınıf atlama ortamını temsil ediyor.

Örneğin West Egg denen uydurma muhit, kendi çabalarıyla, tüketim toplumunun taleplerini iyi analiz ederek girişim yapmış ve zengin olmuş kişilerin yaşadığı Batı toplumunu temsil ediyor. Bu kişiler gerek yasak olan içki ve uyuşturucu satıcılığıyla, gerekse piyasada talep olan diğer ürünlerin satımıyla zengin oluyor. East Egg ise önceden beri zengin olagelmiş, varlığını nesilden nesle aktarmış toplumu temsil ediyor. Yeni aristokrasi ve eski aristokrasi bu iki bölge ile yansıtılmış. Karakterlerden Daisy ve kocası Tom eski aristokrasiyi temsil ederken, baş kahraman Gatsby ve anlatıcı Nick yeni aristokrasiyi temsil ediyor. Tom’un herkese zengin olma imkanının verilmesini nasıl eleştirdiğini hatırlayın. Kendisinin çok da çaba harcamadan elde edip hatta aldatabildiği DaisyGatsby için ulaşılmaz bir nokta. Kitap eski aristokratların bir adım önde olduğunu okura hissettiriyor.

Bu kitabın arka planını iyi okumak gerekiyor, çünkü bugüne kadar gelmesinin ve Amerika’da müfredatlara sokulmasının nedeni, semboller kullanarak yansıttığı 20. yüzyıl başı Amerikan toplumu. 

F. Scott Fitzgerald, roman aracılığıyla hem yeni hem de eski aristokrasiyi eleştiriyor. Yeni yeni para kazanan kişilerin, görüntüde eski varlıklı kişilerden farksız gibi olsalar da detaylara inildiğinde zevksiz, görmemiş, inceliksiz ve aşırı hırslı olduğunu düşünüyor. Eskiden beri varlıklı olan kişilerin, zevkli, davranış kurallarını bilen, zarif kişiler olduklarını düşünse de onların sahip olduğu çürümüş ahlakı eleştiriyor. Birinci Dünya Savaşı’na katılmış genç jenerasyon, Viktoryen ahlaki görüşlerin ne kadar içi boş ve riyakar olduğunu fark ederek bu görüşlerden sıyrılıyorlar. Ortaya herhangi bir ahlaki duruşu olmayan, başkalarını düşünmeyen bir zengin nesil çıkıyor. Fitzgerald, her iki sınıfa mensup olan kişilerin de sadece kendi zevkleri için yaşadıklarını, zenginlik ve eğlence için çılgın bir arayışta olduklarını tespit edip bu davranışı eleştiriyor. 

Gatsby‘nin malikanesinde düzenlenen çılgın tüketime dayalı renkli ve pırıltılı devasa partileri hatırlayın. F. Scott Fitzgerald tüm bu gösterişli yaşamı, bu yaşamın altında yatan boşluğu ve çürümüşlüğü eleştiriyor. Günümüz toplumu bu kitabı, özellikle başrolünde Leonardo Di Caprio‘nun oynadığı film uyarlaması sayesinde az çok biliyor ama kitabın arka planının çok iyi anlaşıldığı söylenemez. Google’da arattığınızca binlerce “Gatsby temalı parti” sonucuna ulaşabiliyorsunuz, son derece ironik.

Bu kitabın arka planını daha iyi anlayabilmek için, hakkında okumalar yapabileceğiniz birkaç anahtar kelime: Roaring Twenties, Jazz Age, American Dream, Flapper, Art Deco.

Bu kitaptaki zengin olma ve sınıf atlama hırsı temasını Gone With The Wind ve Breakfast at Tiffany’s romanlarında da görebilirsiniz. İkisinin de uyarlama filmleri var. Zenginliğe erişmek, Amerikan edebiyatı için önemli bir tema olsa gerek.

Bu arada ben Özgür Umut Hoşafçı çevirisiyle Mitra Yayınevinden çıkan e-kitabı okudum. Çevirisi fena değildi yalnız düzeltmelerde biraz daha dikkatli olunmalıydı. Yer yer yazım hataları fark ettim. Elbette hata arayarak okumadım, buna rağmen gözüme çarptı. Yurt dışında yaşayan biri olarak istediğim Türkçe kitaba istediğim anda erişmenin tek yolu e-kitap satın almak. E-kitaba karşı düşmanlık besleyenlerle empati kuramıyorum açıkçası. Esere ulaşmanın en pratik yollarından bir tanesi. Keşke yayınevleri daha fazla e-kitap satsa ve erişebildiğimiz kitap sayısı artsa. Şanslıyım ki İngilizce de okuyabiliyorum. Yoksa mevcut koşullarda istediğim kitaba erişmem çok çok küçük bir ihtimal olurdu.

Kitap 2013 yılında, Baz Luhrman yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Gatsby‘yi Leonardo Di Caprio canlandırmış, iyi bir iş çıkarmış bence. En İyi Yapım Tasarımı ve En İyi Kostüm Tasarımı ödüllerini almışlar. 

Gatsby rolüne daha önceleri Ben Affleck düşünülmüş. İyi ki olmamış diyorum, ben Leonardo‘dan başkasını bu role yakıştıramadım açıkçası. Bu arada Leonardo‘nun IMDB kaydına bakarken fark ettim ki aslında az sayıda filmde oynamış, oynadığı filmler genelde senenin en popüler filmleri olmuş. O kadar büyük bir Leonardo hayranı olmasam da filmlerinin büyük bir çoğunluğunu izlediğimi fark ettim. 

Daisy rolü için düşünülen liste bir hayli kabarık. Kimleri düşünmemişler ki? Amanda Seyfried, Rebecca Hall, Rachel McAdams, Keira Knightley, Blake Lively, Abbie Cornish, Michelle Williams, Natalie Portman, Eva Green, Anne Hathaway, Olivia Wilde, Jessica Alba ve Scarlett Johansson. Bence Carey Mulligan iyi bir seçim. Peki, alakasız bir yorum yapmazsam olmaz. Film boyunca kendisini Bennu Yıldırımlar‘a benzeten tek kişi ben miyim? 

Jordan Baker rolünde oynayan güzeller güzeli Elizabeth Debicki‘yi The Man From U.N.C.L.E filminden hatırlayacaksınız. Kendisine yine hayran kaldık. Bu arada flapper, yani o dönemin abartılı giyinmiş ve teknolojiyi (araba, medya araçları, vs) kullanan “modern” kadın görüntüsü bence filmde çok çok iyi yansıtılmış. Bunu özellikle Tom ve Nick‘in katıldığı ev partisinde fark edeceksiniz. O abartılı makyajlar, aşırı renkli dekor karikatüre bir şekilde flapper’ları göstermiş, filmin bu yönüne bayıldım.

Çok başarılı bir uyarlama olduğunu söylemeden geçmeyelim. Hiçbir noktayı kaçırmamışlar neredeyse. Kitabı bire bir uyarlamışlar. Gömlek saçma kısmını izlemek çok keyifliydi, çok güzel yorumlamışlar. Yalnızca sonu biraz hızlı atlanmış. Örneğin Gatsby‘nin babasını görmüyoruz.

1940’ta ölene kadar istediği ilgiyi toplamadığı için yazarın başarısız gördüğü, İkinci Dünya Savaşı sırasında hak ettiği üne kavuşmaya başlayan kitabı henüz okumayanlarınız varsa, mutlaka tavsiye ediyorum.

Not: Yazarın sinemaya uyarlanmış bir başka kitabı olan The Curious Case of Benjamin Button yazısı da ilginizi çekebilir.

İyi okumalar/seyirler.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Kitaptan Filme: The Revenant


Amerikalı yazar Michael Punke‘ın 2002’de yayınlanan, 19. yüzyılın sonlarında yaşamış gerçek bir karakter olan Hugh Glass‘ın hikayesini kurgusal bir şekilde anlattığı romanı. Uzun adıyla, The Revenant: A Novel of Revenge.

Kitabın öyküsünü kısaca anlatalım. Hugh Glass, kürk ticareti için Missouri Nehri civarında sefere çıkan bir birliğin en tecrübeli ve becerikli adamlarından bir tanesi. Seferin ortasında ayı saldırısına uğrar.

Vücudundaki ölümcül yaralara rağmen birlik komutanı, birliğin en güçlü figürü olduğu için onu arkada bırakmak istememektedir ve birlik bir süre sedyeyle Glass‘ı taşır. Bu şekilde hızlı ilerleyemeyeceklerini ve yerlilere hedef haline geldiklerini bilen birlik komutanı, daha sonra Glass‘ın başına, Glass‘tan nefret eden Fitzgerald ve Bridger‘ı koyar ve ölene kadar başında durmalarını, ölünce de usulüne uygun olarak gömmelerini emreder. Fitzgerald bu talimata uymayıp Bridger‘ın da aklını çelerek bir yerli saldırısı sırasında Glass’ın tüfeği ve bıçağını çalarak kaçar. Bu anı gören Fitzgerald kendisini vahşi yaşamın ortasında savunmasız bırakan bu iki kişiden intikam alma güdüsüye gücünü geri kazanır ve 3000 mil boyunca onları takip eder.

Kitap 2015 yılında Alejandro González Iñárritu yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Tıpatıp bir uyarlama değil, “kısmen romandan uyarlanmış” ibaresini göreceksiniz zaten. Film 12 dalda Oscar’a aday gösteriliyor ve En İyi Yönetmen (Alejandro González Iñárritu), En İyi Erkek Oyuncu (Leonardo Di Caprio) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Emmanuel Lubezki) ödüllerini alıyor.

Kitabın Türkçe çevirisi yok. Yüksek ihtimalle Türk okurunun yüzde doksanı bu kitabı filmden sonra tanıdı, ki bence çok normal bir durum. Çünkü tamamen western tarihinden alıntı ve pek bilinmeyen bir hikaye. Bize kadar ulaşmaması beni şaşırtmadı. Üstelik herkese hitap eden bir roman değil. Gerçek bir karakteri anlattığı için dikkat çekici olsa da, yazarın kendi hobisi olan açık hava aktiviteleriyle ve doğada hayatta kalma mücadelesiyle ilgili çok fazla detay, betimleme var. Benim gibi, bunlarla ilgilenmeyen insanlar için kolay akan bir kitap değil.

Fakat şunu da söyleyelim, daha önce edebiyatta ve sinemada Hugh Glass’ın hikayesi işlenmiş. 1971 yılında gösterime giren In The Wilderness filminde bu hikaye daha serbest bir şekilde anlatılmış. (Parantez içinde filmle ilgili bir bilgi vereyim. The Revenant‘ın gördüğü ilgiden sonra, bu filme olan ilgi de artıyor ve Warner Bros 2016 yılının Ağustos ayında arşiv koleksiyonu için filmi Blu-Ray çıkarıyor.) Edebiyatta ise 1954 yılında Frederick Menfred, Lord Grizzly romanında Hugh Glass‘ın hikayesine yer veriyor. Bu kitapta Glass kurtulmakla kalmıyor, Lord’luğa kadar yükseliyor. Goodreads puanı (3.97), The Revenant’tan (3.91) daha yüksek. 

Kendi kitabı hakkında yorum yapması yasak olan yazar

Kitapla ilgili en şaşırtıcı bilgilerden biri bu. Michael Punke, tam 4 sene emek verip yayınladığı kitabı, yayın tarihinden 13 sene sonra birden çok popüler olduğunda bu popülerliğinin kaymağını yiyemiyor. Çünkü kendisi İsviçre, Cenevre’deki Dünya Ticaret Organizasyonu’nun ABD Elçisi. Kitabı 2015’te tekrar basılınca, kitabın herhangi bir reklamında yer alması, kitap hakkında yorum yapması ve hatta imzalı kitap dağıtması devlet tarafından kesin bir şekilde yasaklanıyor. Bu nedenle yazarın kitap hakkındaki yorumlarını arattığınızda genelde kardeşi Tom‘la yapılan röportajlar çıkıyor. Kardeşinin anlattığına göre Punke aslında politik bir roman yazmak istediği halde, zamanla Western tarihi hakkında okumalar yaparken keşfettiği Hugh Glass‘ın öyküsüne çok kapılıyor ve onunla ilgili yazmaya karar veriyor. 

Kitap basılmadan film hakları alınan roman

Bu da bana ilginç gelen noktalardan biriydi. Kitap henüz yayınlanmadan, 2001 yılında film hakları yapımcı Akiva Goldsman tarafından satın alınıyor. Demek ki Hollywood’un uzun süredir takibe aldığı bir hikaye bu. Ayı saldırısından kurtulan bir adamın hikayesi Hollywood’un gözünden kaçacak değil tabi. 

Filmle ilgili birkaç ilgi çekici detay

– 2015 yılı boyuna Oscar alamayan Leonardo caps’leriyle yatıp kalkmıştık. Film nihayet 6. kez aday olan Leonardo Di Caprio‘ya ilk Oscar’ını kazandırdı. Oscar, Leonardo‘nun bu rolle topladığı 32 ödülden yalnızca biri.

– Başlarda Fitzgerald karakteri için Sean Penn, Hugh Glass karakteri için Christian Bale düşünülüyor.

– Tom Hardy‘yi senaryoyu okuması için ikna eden kişi Leonardo di Caprio. Senaryonun yarısını okuyup rolü almayı kabul ediyor.

– Bu film için Tom Hardy, 2016 yapımı film Suicide Squad‘dan; Leo ise Steve Jobs filminden vazgeçiyor.

– Filmin çekim süresi planlanana göre daha uzun oluyor. Bunun nedenlerinden bir tanesi yönetmenin filmi doğal ışıkta çekme çabası. Bu yüzden hep gün ışığından faydalanmaya çalışıyorlar. Yalnızca birkaç gece sahnesinde yapay ışık kullanılıyor. Çekimler uzayınca Kanada’da mevsim değişiyor, karlar eriyor. Karlı sahnelerin çekimi için seti Arjantin’e taşıyorlar. Bu da başlangıçta 60 milyon olan film bütçesini 135 milyona kadar çıkarıyor.

– Leonardo‘nun bu rol için çok çabaladığını söyleyelim. Vejetaryen olmasına rağmen kendisi için hazırlanan ciğer şeklindeki pancake’i reddedip çiğ eti yiyor, iki yerli dili öğreniyor, ateş yakmayı öğreniyor, vs. 

Kitapla film arasındaki faklar

Çok fazla fark var.

Aşırı aksiyon: Filmde Leo ayı saldırısıyla yetinmeyip şelaleden yuvarlansa, uçurumdan düşse, atın içine girse de kitapta böyle atraksiyonlar yok. Film fazla abartı.

Fitzgerald, Bridger ve Hawk: Kitapta Glass evlenmiyor, çocuğu yok. Filmde ise bir yerliyle evli ve oğlu Hawk‘ı görüyoruz. Kitapta Fitzgerald ve Bridger yerli saldırısından korunmak için Glass‘ın tüfeğini ve bıçağını alıp kaçıyorlar. Filmde ise böyle bir saldırı yok. Fitzgerald Hawk‘ı öldürdükten sonra Glass‘ı diri diri gömüyor ve gidiyorlar. Dolayısıyla kitapta Glass, tüfeği ve bıçağı çalındığı için intikam almak isterken, filmde oğlunun intikamını almak istiyor. Film fazla dramatik.

Captain Henry: Filmde HenryFitzgerald‘ın ve Bridge‘ın Glass‘a ihanetini öğrenince onları kendi elleriyle öldürmeye gidiyor. Fimde ise Glass kendisi intikam alıyor. Hatta önce Brider‘ı da öldürmek için yanıp tutuşuyor, sonra yakasına yapışınca acıyıp bırakıyor. Filmde ise Bridger‘ı koruyan bir görüntü çizmişler. Savunmasız ve saf bir çocuğa saldırtmayarak, Glass‘a daha bir babacanlık, daha bir olgunluk katmışlar.

Sonu: Kitabın ve filmin sonu bambaşka. Kitapta Glass bir şekilde mahkeme engeline takıldığı için Fitzgerald‘ı öldüremiyor, yalnızca kolundan yaralayabiliyor. Filmde ise öldürmek üzereyken son anda vazgeçip onu yerlilerin eline atıyor ve yerliler öldürüyor.

Dediğim gibi hem doğada hayatta kalmakla ilgili uzun betimlemeler, hem her an her yerde kan revan olması nedeniyle ne film ne de kitap bana hitap ediyor. Hatta kitabın üzerine binlerce aksiyon kattığı ve Oscar’lık bir film olma çabasına girdiği için filmi biraz aşırı buluyorum. Ama teknik açıdan ve harcanan çaba açısından filmin izlemeye değer olduğunu düşünüyorum. Efekt katmaktan kaçınmışlar, gerçekçi olması için çok çabalamışlar. Kitabın ise bana hiç hitap etmediğini tekrarlayayım. Bu tip western hikayelerine ilginiz varsa tavsiye edebilirim, yoksa hiç bulaşmayın.

İyi okumalar/seyirler.

23 Kasım 2016 Çarşamba

Kitaptan Filme: On The Road

Beat Kuşağı'nın öncüsü roman.sayılan Amerikalı yazar Jack Kerouac'ın 1951 yılının Nisan ayında, 3 haftada yazıp bitirdiği

Yazıldıktan 6 sene sonra, 1957 yılında Viking Press'ten yayınlanıyor. Roman à clef dediğimiz, kurgusal otobiyografi diye tanımlanabilecek türe giriyor. Romandaki anlatıcı Sal Paradise, aslında Jack Kerouac'ın kendisi, yan karakterler Kerouac'ın gerçek arkadaşları ve olaylar neredeyse tamamen gerçek. Kerouac'ın 3 haftada, bir rulo kağıda bilinç akışıyla kesintisiz olarak yazıp bitirdiği orijinal taslakta karakterlerin hepsi gerçek adlarıyla anlatılıyor ve bu versiyon daha uzun. Yalnız içinde sansüre takılabilecek çok öğe olduğu için revize ediliyor, sonunda karakterlerin isimleri değiştiriliyor, formatla oynanıyor ve kısaltılarak yayınlanıyor.

Sansürsüz halini merak edenler, ilk basımının 50. yıl dönümü olan 2007 yılında, On The Road: The Original Scroll adıyla basılan orijinal taslağı okuyabilirler.

Beat, II. Dünya Savaşı sonrasında bir grup genç yazar ve şairin bir araya gelerek şiir, jazz, uyuşturucu, yol, deneyim, tutkulu diyaloglar, ilham, açık cinsellik, delilik, konformist hayata karşı duruş anahtar kelimeleriyle dışa vurduğu bir anlayış. Beat Kuşağı'nın manifestosu kabul edilen On The Road'dan ve yine bu ortamda yetişmiş diğer yazarların eserlerinden sonra ufak ufak bir akıma dönüşüyor, yayılıyor. Seveni çok olduğu gibi nefret edeni de çok oluyor.

Jack Kerouac gerçek hayatında arkadaşları William S. Burroughs (Old Bul Lee), Allen Ginsberg (Carlo Marx), Nael Cassady (Dean Moriarty) ile kitapta anlattığına benzer bir hayat sürüyor. Amerika'yı bir baştan bir başa geziyorlar. Seyahatleri sırasında yanında bulundurduğu minik not defterlerine notlar almaya başlıyor. Bu kitabın yazılma fikri aslında 1940'lı yılların sonunda tuttuğu bu not defterlerine dayanıyor.

Formatıyla klasik Amerikan düz yazı stilinin kurallarını çiğneyip attığı için bir şekilde çıkıntı bir duruşu var. Bu duruştan rahatsız olanlar olduğu gibi daha ilk zamanlardan itibaren günümüze kadar uzanan sürede değerini fark edip hakkını verenler de var. Kitap 1998 yılında Modern Library'nin 20. yüzyılda İngilizce dilinde yazılmış 100 en iyi romanı sıralamasında 55. sırada ve Time'ın 1923-2005 döneminde İngilizce dilinde yazılmış en iyi 100 roman listesine girmeyi de başarıyor.

Basıldığı 50'li yıllardan itibaren film haklarını satın almaya çalışanlar oluyor. Jack Kerouac 1957 yılında Marlon Brando'ya bir mektup yollayarak Dean Moriarty rolünü oynaması için ona bir teklifte bulunsa da yanıt alamıyor ve uzunca bir süre (1980 yılına kadar) film haklarını satmıyor. En sonunda Francis Ford Coppola film haklarını satın alıyor ve bundan 32 sene sonra, 2012 yılında Walter Salles yönetmenliğinde filme uyarlanıyor.

Dean, Sal ve Marylou için düşünülen oyuncular

Senarist Jose Rivera ve Walter Salles filmi uyarlama aşamasında çoğunlukla 2007'de yayınlanan, orijinal isimlerin geçtiği taslak versiyondan faydalanıyorlar. Film haklarının satın alınmasıyla filmin çekimlerinin başlaması arasında çok uzun bir süre olduğu için tahmin edeceğiniz gibi oyuncu tercihleri yüzlerce kez değişiyor.

Dean Moriarty: Başlarda Colin Farrell ve Brad Pitt düşünülüyor. Her ikisi de (tabi film gençliklerine yetişse) on numara seçimler olabilirmiş. Ama bence Dean'i canlandıran Garrett Hedlund son derece mükemmel bir seçim.

Sal Paradise: Ethan Hawke ve Johnny Depp düşünülmüş. Ethan Hawke bu role çok yakışırdı fakat Johnny Depp gereğinden fazla sivrilirdi sanki. Sonuçta grubun en sivri karakteri Sal değil, Dean. Peki Sal'i canlandıran Sam Riley nasıldı? Sönük bir karakter yaratmıştı. Dediğim gibi Dean'in manyaklığını ön plana çıkarmaları gerekiyordu, bu sönüklük iyi olmuş. Yalnız sönüklükle birlikte bir donukluk, tepkisizlik de vardı ki bunu çok beğendiğimi söyleyemem.

Marylou: Winona Ryder ve Lindsay Lohan düşünülmüş, ki ne alaka demeden edemeyeceğim. Kristen Stewart'ı sevmezdim. IMDB'de Kristen Stewart'tan nefret etsem de bu filmi sevecek miyim? diye bir forum başlığı açıldığını gördüğümde tek olmadığımı fark ettim. Siz de bu kızı görüp filme burun kıvıranlardansanız bir şans verin derim. Kristen nefretimi kırdığım film oldu. Performansı gayet başarılıydı, bu filmde kendi sınırlarını zorladığı belli. Film bütçesinin kısıtlandığını öğrendiği halde On The Road kitabının kendisindeki özel yeri nedeniyle aldığı düşük ücrete (kime göre, neye göre?) takılmadığını okudum, içten içe sempati duydum. Üstelik şu ana kadar kendisini izlediğim 3 filmin de kitaptan uyarlanmış filmler olduğunu fark ettim. Sanırım ben bu kızı artık seviyorum.

Dikkat, Viggo Mortensen çıkabilir

Old Bull Lee (William S. Burroughs) rolünde karşımıza çıkan adamın Aragorn olduğunu fark etmiş miydiniz? Ben etmedim açıkçası, öğrenince şok oldum. William S. Burroughs'ın yüzüne ciddi ciddi benziyor, dolayısıyla harikulade bir seçim olmuş. Aragorn'dan sonra böyle bir rolle görmek çok tuhaf bir his tabi. Nasıl yani normal gömlek, kravat ve gözlük?

Kitapla film arasındaki ufak tefek farklar 

Kitap doğaçlama deneyimlere, yola dayalı bir kitap olduğu için filmin bire bir olmasını, olayları bire bir yansıtmasını beklememiştim. Ana felsefeyi yansıtan, karakterlerin isimlerinin aynı olduğu ama serbest stille çekilmiş bir film bekliyordum daha çok. Beklediğimden çok daha tutarlı bir uyarlama olmuş. Ufak tefek farklar var. Mantığını anlayamayacağınız kadar ufak farklar. Yazmaya bile değmez ama tespit etmişken niye yazmayayım ki?

Kitabın başlangıcında Sal'in karısından boşandığını, bundan sonra kendini yola vurduğunu öğreniyoruz. Filmde ise yola çıkmasının ardındaki sebebi babasının ölümü olarak göstermişler. Filmde Sal'in evliliklerinden ve ilişkilerinden pek bahsedilmiyor, daha nötr bir karakter oluşturmuşlar. Sanırım Dean'i daha çok öne çıkarma amacıyla yapılmış.

Filmde Sal annesiyle yaşıyor, kitapta ise teyzesiyle. Gerçekte de Jack Kerouac annesiyle yaşıyor. Dolayısıyla film gerçeği baz almış. Kitapta niye Teyze olarak değiştirilmiş acaba?

Kitapta Dean'in üçüncü karısı olan Inez'den bahsediliyor, filmde bu yok. Konuyu fazla dağıtmamak, karakter kalabalığı yapmamak için olsa gerek.

Meraklısına, bazı detaylar
  • Kitaptaki adı Camille olarak değiştirilen Carolyn Cassady, 1990 yılında tüm bu olaylara kendi gözünden yaklaşarak Off The Road: Twenty Years with Cassady, Kerouac and Gingsberg romanını yazıyor. Otobiyografik bir kitap, Beat Kuşağı hakkında okumalar yapmak isteyenler için bire bir.
  • Love Always, Carolyn (2011) yine Beat Kuşağı'nı anlatan bir belgesel film.
  • Film çekimlerine başlanmadan önce tüm ekip 3 haftalık bir beat kuşağı kampına girerek beat edebiyatını inceliyorlar ve Jack Kerouac röportajlarını dinliyorlar. 
  • Filmde sık sık Proust'un Swann'ların Tarafı romanını görüyoruz. Yol boyunca karakterlerin birinden diğerine geçiyor ve ara ara açıp birbirlerine pasajlar okuyorlar. 
  • Yolda kitabı bugüne kadar onlarca dile çevrildi, onlarca baskısı yapıldı. Kitap kapaklarını görmek için şu siteyi ziyaret edebilirsiniz, hepsini bir araya koymuşlar, pek güzel bir derleme olmuş: www.beatbookcovers.com/kerouac-otr/

Türkçeye çeviri

İlk olarak 1993 yılında Kıyı Yayınlarından Güzin Özkan, Ferruh Armutçuoğlu çevirisiyle çıkmış. Ben ilk olarak üniversitenin kütüphanesinden aldığım kopyayı okumuştum. Eski bir kitap olduğunu hatırlıyorum, sanırım Kıyı Yayınları versiyonuydu. Yalnız üzerinden çok vakit geçtiği için çevirisini hatırlayamıyorum. Daha sonra Ayrıntı Yayınlarının Yeraltı Edebiyatı serisinden Can Kantarcı çevirisiyle çıkmış. Ayrıntı Yayınlarının Yeraltı Edebiyatı serisine güvenim tam, kapaklarına bayılıyorum. Çevirisi de iyiydi bence.

Amerikan edebiyatı için önemli bir kitap, Beat kuşağı da ilginç bir başlık. Kaçırmamanızı tavsiye ederim. Filme de bir şans verin derim. 

İyi okumalar/seyirler.

19 Kasım 2016 Cumartesi

Kitaptan Filme: The Danish Girl


Amerikalı yazar David Ebershoff'ın 2000 yılında yayınlanan ilk romanı. Danimarkalı ressam Einar Mogens Wegener, kendisi gibi ressam olan Gerda Gottlieb ile 26 sene evli kaldıktan sonra, 47 yaşında ameliyatla cinsiyetini değiştirerek kadın oluyor. Roman, bu gerçek hikayeyi kurgusal bir şekilde anlatıyor. 

Kurgusal biyografi diyebiliriz, çünkü dediğimiz gibi gerçek hikayeye ekleme/çıkarma yapılmış. Örneğin kitaptaki Einar ve Gerda 6 yıllık evli, Gerda'nın adı Amerikalı okurun dikkatini çekmek için Greta olarak değiştirilmiş ve kökeni de yazar Ebershoff'un memleketi olan California olarak gösterilmiş. Einar Wegener'in hayatı hakkında referans olarak kullanılabilecek bir kitap değil. Ressamlar hakkında daha gerçek bilgilere ulaşmak istiyorsanız 1933 yılında yayınlanan, Lili Elbe'nin notlarını vs. bir araya getiren Niels Hoyer'in Man into Woman kitabını okumanızı tavsiye edelim ve yorumlara geçelim. 

Kitap, 2 şey sayesinde ilgi çekmeyi başarıyor:

1- Tarihin ilk cinsiyet değiştirme ameliyatlarından birisine giren Lili Elbe'nin hayatına değinmiş

Bu hakikaten ilginç ve irdelenesi bir konu. Danimarka'da bohem yaşam süren, manzara resimleri yapan Einar Wegener ile portre resimleri yapan Gerda Gottlieb sanat çevrelerinde tanınan iki önemli figür. Einar bir şekilde içindeki kadını, yani Lili'yi Gerda'nın teşvikleriyle buluyor ya da ortaya çıkarıyor diyelim. Hali tavrı, kıyafetleri değiştikten sonra bununla yetinmeyip tamamen bir kadın bedenine sahip olmayı arzuladığı ve bebek sahibi olmak istediği için 5 tane ameliyat geçiriyor. İlk ameliyatında erkek uzuvlarından kurtuluyor, ikinci ameliyatında yumurtalık nakli yapılıyor, bedeni yumurtalıkları reddettiği için üç ve dördüncü ameliyatta bunlar geri alınıyor, beşinci ameliyatta da rahim nakli yapılıyor ve kısa bir süre sonra ölüyor. 

Kitaba göre Einar, Lili'yi keşfettiği güne kadar kendini resimleriyle ifade ederken, Lili ortaya çıktığında artık kendini Lili'yle ifade ediyor. Ressamlığın Einar'la birlikte öldüğünü söylüyor. Tüm yaratıcılığını ve estetik çabasını Lili'ye kanalize ediyor. Tamamen kadın olmak, doğurganlık onun ulaşmak istediği nihai hedefi. Bir sanatçının ulaşmak istediği mükemmellik, Einar için Lili oluyor ve Lili'yi yaratma sürecinde de ölüyor. Çok ilgi çekici bir biyografi değil mi? 

Zaten tanınmış olan bir ressamın başından böyle bir şey geçmesi elbette insanlar için inanılmaz büyük bir haber, tartışma konusu. Gerda, Lili'nin portrelerini çizip sergiledikten kısa bir süre sonra bunun aslında Einar olduğu anlaşılıyor, haklarında çok fazla dedikodu çıkıyor, baskı görüyorlar ve bu nedenle daha serbest bir şehir olan Paris'e taşınıyorlar. 

Kısacası tamamen gerçek ve son derece cesur bir karakter olan Einar Wegener'in hikayesini (kurgu da olsa) okumak çok heyecan verici. 

2- Lili'nin baskın hale gelmesine yardımcı olup onun resimlerini çizerek popülerliğini artıran Gerda'yı hikayenin gerisine yerleştirmiş

Gerda da en az Einar kadar ilgi çekici bir sanatçı. Döneminde çizdiği portrelerle tanınıyor. Art Deco akımının öncülerinden. Lili'yi çiziyor, onu sergilemekten çekinmiyor, sırları ortaya çıktığında Lili'yle Paris'e gidip onu çizmeye devam ediyor. Bir şekilde Lili üzerinden ünleniyor. Spekülasyonlara göre kendisi bir lezbiyen. Düşününce kocasının bir kadına dönüşmesini desteklediği için en az Einar kadar cesur bir karakter. Yalnız bunun arkasındaki tek motif sadakat, fedakarlık ve aşk değil. Belli ki kendisinin de Lili ile elde ettiği bir şeyler var. En basitinden, Lili üzerinden ün kazanıyor. Lili'yi belki o da bir proje olarak görüyor. 

Şunu söyleyelim kitaptaki Gerda biraz saptırılmış. Asla zedelenmeyen güçlü bir aşk hikayesi olarak yansıtılan kitapta. Gerda'nın gelgitlerine, şımarıklıklarına çok değinilmiyor. Einar'ı her koşulda destekleyen, ondan asla vazgeçmeyen, ona çok aşık, kendini adamış bir kadın olarak gösterilmiş. Fedakar ve anlayışlı eşe indirgenmiş. Zaten yeterince ilginç olan Einar Wegener hikayesine, cefakar karısının gözünden bakılarak dramatik bir öykü oluşturulmaya çalışılmış. Bu benim çok hoşuma giden bir yaklaşım değil. En az Einar kadar 3 boyutlu bir şekilde ele alınmayı hak ediyor bence Gerda. Einar'ın gölgesinde bırakılması ve üzerine dramlar yüklenmesi hoş olmamış. 

Özet olarak, önemli bir tarihi figüre ışık tuttuğu için son derece ilgi çekici olduğunu, ama çok cesur ve zorlu yaşamlar sürmüş iki sanatçının öyküsünü bir kadının dramı ve yıkılmaz aşk olarak basite indirgediği için biraz basite kaçmış olduğunu düşünüyorum.

Pegasus kitap kapağı

Türkçesi Pegasus'tan Nil Karaca çevirisiyle çıkmış. Kitabın kapağı tek kelimeyle korkunç. Eddie Redmayne'den gittikçe soğumama neden oldu. Ben film afişlerinin kitap kapağı yapılmasını kabul edemiyorum. Oyuncuların suratını eskiten ve romanı bayağılaştıran bir durum. Ne kadar klasik ve başarılı bir roman olursa olsun, otomatik olarak Carrefour'da 1 liralık kitap sepetine fırlatılan kitaplara dönüşüyor. Popülerlik için bu kadar kolaya kaçılmasa keşke. 

Film uyarlaması

Bildiğiniz gibi kitap 2015 yılında Tom Hooper yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Einar Wegener rolünde Eddie Redmayne, Gerda rolünde Alicia Vikander, Hans Axgil rolünde Matthias Schoenaerts var.

Filmde Gerda'nın çizdiği Lili resimleri, prodüksiyon tasarımcısı Eve Stewart ve İngiliz sanatçı Susannah Brough tarafından çiziliyor. Gerçek Lili'nin yüzü epey farklı olduğu için bu resimlerde yüzler tamamen değiştirilip Eddie Redmayne'e benzetiliyor. 

Gerda rolü için düşünülen oyuncular: Önceleri Charlize Theron, Gwyneth Paltrow, Uma Thurman ve hatta Marion Cotillard düşünülüyor. Marion Cotillard'ın alakasız olduğunu düşünüyorum ama ilk üç seçenek sarışın oldukları ve tıpkı gerçek Gerda gibi uzun boylu oldukları için tip olarak Alicia Vikander'den daha iyi seçimler olabilirmiş. 

Alicia Vikander

Gerçek Gerda gibi sarışın olsun diye esmer olan ten rengi açılıyor ve bir peruk kullanılıyor. Filmin başından sonuna kadar gözümü tırmaladı bu görüntü. Keşke olduğu gibi bıraksalardı. Bu kadar esmer bir kadında böyle çirkin bir sarı tonu hastalıklı gibi durmuş, içime sinmedi nedense. Daha Danimarkalı durmasını istedikleri için böyle bir makyaj yaptıkları belli ancak sonuç daha çok saçını boyatmış Hintli gibi duruyor. Yine de bu göz tırmalayan görüntüye rağmen, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar ödülü dahil birçok ödül aldığını ve başarılı bir oyunculuk sergilediğini söyleyelim. Yalnız filmde 59 dakika görünmesine rağmen Yardımcı Kadın Oyuncu olarak aday gösterilmesi biraz hileli bir durum. 

Eddie Redmayne iyi mi kötü mü?

Ben bu filmi iki kez izledim. İlk izlediğimde açıkçası Eddie Redmayne'e hayran kalmıştım. El hareketleri, bacak bacak üzerine atış şekli, dudağını ısırarak gülüşü, vs. Dişiliği çok iyi yansıttığını düşünmüştüm. Yalnız zamanla yüzü eskidiğinden midir bilmem, ikinci izlediğimde tüm bu hareketleri itici buldum. Karakteri birkaç mimiğe sığdırmış gibi geldi. Ayrıca IMDB'den hakkında şöyle bir yorum okudum: Jupiter Ascending (2015) için En Kötü Yardımcı Erkek Oyuncu Razzie ödülünü alıyor ve hemen ardından En İyi Erkek Oyuncu Oscar ödülünü Leonardo Dicaprio'ya kaptırıyor. 2015 kendisi için çok küçük düşürücü bir sene kısacası. Şunu da vurgulayalım, Jupiter Ascending, cinsiyet değiştirmiş olan Wachowski kardeşlerin yönettiği bir film.

Matthias Schoenaerts filmin en dikkat çeken isimlerinden biri bence, oyunculuğunu çok beğendim. Gerçek hayatta resim çizmeyi seviyor ve grafiti sanatçısı. 

Film özellikle sonuyla son derece ağlak bir aşk/dram öyküsü. Gerda'nın yırtık, cesur yönleri kitaptakinden daha beter saptırılmış. Tamamen kendini kocasına adayan, acı çeken, yine de yılmayıp bekleyen bir karakter yaratılmış. Ortada cinsiyet değiştirmek gibi çok büyük bir olay varken, daha çok kocası kadın olmaya karar veren kadının alışılmadık dramı öyküsüne dönüştürülmüş. O yüzden filme, dekorasyon ve kıyafetlerin hatrına 10 üzerinden 4 veriyor ve bu destansı yazıyı sonlandırıyorum. 

İyi okumalar/seyirler.

10 Kasım 2016 Perşembe

Kitaptan Filme: Blindness

1998 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli yazar José Saramago'nun yazdığı, 1995 yılında yayınlanan roman.

Neresi olduğunu bilmediğimiz bir yerde aniden belirsiz bir nedenle körlük salgını ortaya çıkar. İlk enfeksiyon kapan hastalar, ülkenin geri kalanını korumak için karantinaya alınırlar. Dar mekan, çok insan, az yiyecek, hijyen eksikliği, devletin verdiği bakım ve koruma sözünü tutmaması, ordunun orantısız güç ve adaletsizliği gibi sebeplerle kısa sürede kaotik bir ortam oluşur. Bir gün hastanede yangın çıkar, kendilerini denetleyen gardiyanlar da kör oldukları için gözetleme kulelerini terk etmişlerdir. Üzerlerindeki kontrolün kalktığını keşfeden körler kapalı parmaklıkların arkasından kaçıp sokaklara, evlerine geri dönerler. Evlerinde, karantina altına alındıkları hastaneye göre daha güvenli ve insani koşullar altında yaşayan körler daha sonra bir bir görme yeteneklerini geri kazanacaklardır.

Romanda mekan ve insan isimleri yok. Karakterler örneğin Doktor, Doktorun karısı, Araba Hırsızı gibi sıfatlarla anılıyorlar. Hikayenin nerede geçtiğini bilmiyoruz. Tıbbi açıklamalar, bireysel özellikler, vs. bu tip detaylar yok.

Bu noktada iki önemli şeyden bahsedelim. Birincisi yazar José Saramago'nun siyasi duruşu; ikincisi de yazarın üslubu.

1- Siyasi Duruşu: Ömrü boyunca bir Portekiz Komünist Partisi üyesi. Otoriteye karşı bir duruşu var. Demokrasi konusunda endişeleri var. Çok farklı yapılara ve fikirlere sahip kişilerin parlamento tarafından etkili bir şekilde temsil edilebileceğini düşünmüyor. Birbirleriyle bir çeşit bağı olan küçük grupların, aralarından seçtikleri kişi liderliğinde hareket edebileceğine inanıyor.

Demokrasi ve otorite karşısındaki düşüncelerini kitapta, karantinaya alınmış körlerin oluşturduğu iki organizasyon aracılığıyla okura net bir şekilde gösterdiğini fark edeceksiniz. Bu organizasyonlardan ilki, demokratik bir oluşumu temsil eden, yemeğin paylaşılması ve ölülerin gömülmesi için oluşturulmuş, Doktor'un temsilci olarak seçildiği grup/organizasyon. Bu grup başlarda, kişi sayısı azken ve yeterince yemek varken iyi bir şekilde işliyor. Devletin karantinadaki körleri ihmal edip yetersiz yemek göndermeye başlamasıyla birlikte, insanlar kısıtlı kaynaklar nedeniyle güven problemi yaşıyorlar. Başkalarının hakkı olan yemeği çalan hırsızlar ortaya çıkıyor. Bu nedenle herkes daha bireysel olmaya yöneliyor ve güç/ego yarışı ortaya çıkıyor. Bu grup, içinde barındırdığı ahlaksız ve hırsızlara karşı herhangi bir ceza sistemi uygulamadığı için yetersiz kalıyor. Pratikte zor olduğundan bu grubun egemenliği fazla uzun sürmüyor. Doktor'un liderliğini tanımayarak kendisini üçüncü koğuşun lideri ilan eden silahlı zorbanın çevresinde toplanan ikinci bir grup ortaya çıkıyor. Otoriter rejimi temsil eden ve tamamen korku üzerine kurulmuş bu ikinci grup, diğerlerinin yemek hakkını gasp ediyor. Yalnızca eşyayla ve kadınla ödeme yapanlara yemeklerden veriyorlar. Kendilerine karşı çıkanları silahla ve zorbalıkla korkutup bastırıyorlar. Ancak bir sonraki adımlarını kendileri de bilmeyen (silahtaki mermiler yakında bitecek) bu grubun dağılması fazla uzun sürmüyor. En sonunda görebilen tek kişi olan Doktorun Karısı liderliğindeki küçük ve birbiriyle bir şekilde bağlantılı olan grup ayakta kalabiliyor.

2- Üslubu: Virgül dışında noktalama işareti kullanmıyor. Tire ve tırnak işareti olmayınca diyaloglar ve anlatıcının cümleleri birbirine giriyor. Hangi cümlenin hangi kişiye ait olduğunu anlamakta zorluk çekiyorsunuz. José Saramago'nun bireyselliği savunmayan bir yazar olduğunu biliyoruz, dolayısıyla hikayesinde karakterleri öne çıkarmamasının nedenini de az çok anlıyoruz.

Aynı şekilde mekanlar da belirsiz. Bunun nedeni de, yazarın Büyülü Gerçekçilik akımından etkilenmesi. Bir hikayenin gerçekçi olmasını sağlayan zaman, mekan tasvirlerini hikayeden çıkararak daha masalsı bir anlatım oluşturuyor. Körlük salgınının tıbbi açıklamasına kitabında yer vermemesine rağmen, bu masalsı atmosferde insanoğlunu bir anda kör yapıp, kaosa sürükleyip ahlakı çökertip sonra gözlerini açarak okurun karnına sağlam yumruklar atmayı başarıyor. Masalsı gibi görünse de, aslında gayet sert bir roman. Bir diğer yazım özelliği de kullandığı alegorik anlatım. Tabi ki körlük derken tıbbi bir rahatsızlıktan bahsetmiyor. İnsan doğasının toplumda neden olduğu bozulmaları ve çürümeleri göstermek için körlük sembolünü kullanıyor. Kendi kelimeleriyle kitaptaki körlüğü "a blindness of rationality (mantıksallık körlüğü)" olarak tanımlıyor. Ulusal Körler Federasyon'un 2008 yılında filmi körleri pis, ahlaksız ve saldırgan gösterdiği için kınadığını söyleyelim. Yazar, bu kınamayı, körlüğün bir sembol olduğunu açıklayarak reddediyor. Nitekim kitabın sonundaki cümleden de kitabın gerçek bir hastalık hakkında olmadığını anlıyoruz.

Neden kör olduk, Bilmiyorum, bunun nedeni belki bir gün keşfedilir, Ne düşündüğümü söylememi ister misin, Söyle, Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten gördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler.
Büyülü Gerçekçilik ve distopyanın birleşimiyle ortaya çıkan bu şahane romanın, 2008 yılında Fernando Meirelles yönetmenliğinde uyarlanmış Brezilya-Kanada ortak yapımı bir de filmi var. Muhtemelen kitaptan daha popüler ve bu popülerliği sonuna kadar hak ediyor. Tertemiz bir iş. Henüz hayattayken yazarının onayıyla ve beğenisiyle uyarlanan filmler seyircide daha çok saygı uyandırıyor sanırım. Bu film de onlardan biri.

Kitabın film haklarını satın almak isteyen birçok yapımcı olsa da, José Saramago hikayenin özünün bozulup başka yerlere çekileceğinden korktuğu için bu tekliflerin hiçbirini kabul etmiyor. En sonunda filmde Araba Hırsızı rolünde gördüğümüz senarist Don McKellar ve yapımcı Niv Fichman, kitabın özüne sadık kalacaklarını, mekan ismi belirtmeyeceklerini garantileyerek yazardan film haklarını satın alabiliyorlar.

Kitabın özünü tamamen korumayı başarıyorlar. O kadar ki, filmin çekimi tamamlandığında José Saramago sonuçtan çok memnun kalıyor, beğenisini gözyaşları içinde yönetmene ifade ediyor.

Özünü korusalar da 2 olumlu fark var. İlk olarak kitabın büyülü gerçekçilik havası çıkarılıyor. Kitaptaki masalsı anlatım filmde hissedilmiyor. Daha modern ve gerçekçi bir dünya söz konusu. Böylece izleyicinin filmdeki atmosferin içine girebilmesi kolaylaştırılıyor. İkincisi de, kitabın sonunda yer alan ve körlüğün aslında bir sembol olduğunu açıklayan yukarıdaki replikler filme eklenmiyor. Meirelles bunu, izleyicinin sembolizmi zaten anladığı, bunun için tekrar dile getirme gereği duymadığı şeklinde açıklıyor.

Filmin oyuncularından biraz bahsedelim. Oyuncu seçim süreci biraz zor geçiyor. İsmi ve geçmişi belli olmayan karakterleri canlandırmak istemeyip teklifi reddeden oyuncular oluyor. Dikkat çekici isimler şöyle: Doktorun Karısı rolünde Julianne Moore var. 2006 yapımı Children of Men'den sonra tekrar bir distopya uyarlamasında karşımıza çıkıyor. Meşhur kızıl saçlarını, daha meleksi bir karakter yaratmak için bu filmde sarıya boyatıyor. Dikkati çok fazla üzerine çektiği için daha sonra bundan pişman oluyor. Doktor rolünde izlediğimiz Mark Ruffalo, makyajla biraz yaşlandırılıyor. Klasik bir Mark Ruffalo oyunculuğu izliyoruz. Araba Hırsızı rolünde izlediğimiz Don McKellar, yukarıda da söylediğimiz gibi aynı zamanda filmin senaristi. Koğuş Üçün Kralı rolünde izlediğimiz Gael Garcia Bernal'i, Y Tu Mama Tambien (2001) filminden hatırlayacaksınız. Oradaki dikkat çekici performansından sonra bu filmde de efsane bir karakter yaratıyor. İsmi ve geçmişi olmayan karakterleri canlandırmak istemeyen oyuncuların aksine, asla geçmişi düşünmediğini, sadece karakterinin ne istediğine odaklandığını söyleyerek kendine daha fazla saygı duymamıza neden oluyor. Bu arada belirtelim, kendisi daha önce José Saramago'dan film haklarını satın almaya çalışıp reddedilen kişilerden.

Kitabı okuyanlar, son derece sert anlatılan tecavüz bölümünü hatırlayacaktır. Benzer bir sertlikle çekilen bu sahneler, test gösteriminde özellikle kadın seyircilerden çok fazla tepki aldığı için yumuşatılacak yayınlanıyor. Bunu da bir üçüncü fark olarak ekleyebiliriz.

Tertemiz bir iş, hem filmi hem de romanı şiddetle tavsiyedir.

İyi okumalar/izlemeler.

3 Kasım 2016 Perşembe

Kitaptan Filme: Breakfast at Tiffany's


Amerikalı yazar Truman Capote'nin 1958 yılında yayınlanan ve bundan 3 sene sonra sinemaya uyarlanarak günümüze kadar popülerliğini koruyan kısa romanı. 

Anlatım tekniği bakımından dikkat çekici bir kitap. Kafa karıştırmadan nasıl anlatacağımı bilemiyorum, özetlemeye çalışayım. Ortada 4 farklı anlatıcı var, 4'ü de bir şekilde zamanında Holly'den etkilenmiş ve daha sonra ondan haber alamamış kişiler. Bir gün biri Holly'nin izine rastlıyor, daha sonra bir diğeri bunu tesadüfen öğreniyor ve hikayenin asıl Anlatıcısına aktarıyor. Asıl Anlatıcı da senelerdir görmediği Holly karakterini hatırlıyor, hafızasında kaldığı kadarıyla okura anlatıyor. Kendisinden etkilenen 4 kişinin zihninde kalan Holly'yi okuyoruz. Yani hikayenin merkezi, konusu, amacı Holly Golightly

Peki kim bu Holly? Anlatıcının eski alt kat komşusu. Apartmanda sürekli partiler verip gürültü yapan, umursamaz, uçarı, güzel bir genç kadın. 14 yaşında dul bir çiftlik sahibiyle evleniyor, kardeşi Fred'i de yanlarına aldırıyor. Derken bu evlilik ona ağır geldiği, şartlarından memnun olmadığı ve daha fazlasını istediği için çiftlikten kaçıp New York'a geliyor, burada asıl adı olan Lulamae BarnesHolly Golightly olarak değiştiriyor ve café society ortamına katılarak çevresini genişleniyor. 

Bu arada Truman Capote'nin annesinin gerçek adının Lillie Mae olduğunu ve iki karakter arasında çok fazla benzerlik olduğunu hatırlatalım. Holly, 50 yaş üzeri zengin erkeklerle vakit geçiriyor. Her randevusunda 50 dolar powder room, 50 dolar da taksi bahşişi alarak bu zengin erkekler üzerinden geçiniyor.

Böyle dişi bir figürün 4 anlatıcıyı da kendisine aşık etmesi ve adına kitap yazdırması normal diye düşüneceksiniz. Tam bu noktada ilginç bir bilgi verelim. Kitap boyunca ismini öğrenemediğimiz Anlatıcı, Truman Capote'ye benzer bir kişi ve kitaptaki işaretlerden anladığımız kadarıyla homoseksüel bir karakter. Dolayısıyla bir homoseksüelin bir hayat kadınından bu kadar etkilenmesinin gerekçesini bedensel ihtiyaç ve arzu olarak açıklayamayız. Holly karakterinin temsil ettiği, Anlatıcı'yı etkileyen başka şeyler var ve bu kitap bu başka şeylere ithafen yazılıyor.

Holly'yi tanımış ve unutamamış olan bu dört karakterin bir ortak özelliği var. Hepsi bir şekilde normları kabul etmeyen meslekler yapıyor. Bir bar sahibi, bir fotoğrafçı, bir ahşap oyma sanatçısı bir de yazar. Yaratıcılık, hayalperestlik üzerine kurulu (bar sahibi biraz bunun dışında) yaşamlar süren bu dört karakteri etkileyen şey Holly'nin bağımsızlık ve özgürlük hevesi. 

Holly Golightly, isminden de anlaşılacağı gibi bağımsız bir karakter. Bir senedir yaşadığı evinde tam olarak yerleşik denebilecek bir eşya yok, her şey sandıkların içinde. Aylardır bakmakta olduğu kedisine bir isim vermemiş, çünkü ona ait hissetmesini istemiyor. Zil kartında "seyahat ediyor" ibaresi yazılı, sürekli herhangi bir yerde olabileceğini ve bir kafesin içinde hapis kalmak istemediğini tekrar tekrar söylüyor. Özgür, bağımsız, gezgin ruhlu, içinden geldiği gibi. 

Bu ait olmama felsefesi, Anlatıcı gözünde Holly'yi değerli kılan birinci nokta. İkincisi de Holly, aslında Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde değişime uğrayan Amerikan kadınını temsil ediyor.

Birinci Dünya Savaşı sonunda kadınlar savaşta ölen erkekler nedeniyle yalnız kalıp ayakta durma savaşı vermek zorunda kalıyorlar, ancak bunu yapmaları o dönemde kolay değil, çünkü çalışma hayatında onlar için tanımlanmış çok fazla iş kolu yok. Savaş ortamındaki yaygın hastalıklar ve her yere yayılmış olan ölüm, hayatın kutsallığına ve uzunluğuna dair olan inançlarını yok ediyor. Günü kurtaracak, çabuk tüketilebilir, kalıcı olmayan yöntemlerle hayatta kalmaya çalıştıklarını varsayabiliriz. Flapper denen kavram bu dönemde ortaya çıkıyor: gelenekselin dışında, modern kıyafetler giyip arabalara binip sosyeteye karışan kadınlar. İkinci Dünya Savaşı bitiyor, kadınlar oy verme hakkını elde etmiş durumdalar, böylece toplumda erkeklerle daha eşit bir konuma yerleşiyorlar. Kısacası 1950'li yılların başları, savaşın bitip kadınların sosyal ve ekonomik haklar elde ettikleri ancak bunu pratiğe nasıl dökecekleri konusunda henüz kararsız oldukları, yükselme hayalleri kurdukları, bu amaçla New York'a akın ettikleri bir dönem.

Truman Capote, bir röportajında şunları söylüyor:

"Holly was a symbol of all these girls who come to New York and spin in the sun for a moment like May flies and then disappear. I wanted to rescue one girl from that anonymity and preserve her for posterity.
Holly, New York'a gelip kendilerini şöyle bir gösterdikten sonra yok olan kızların bir sembolü. Bir kızı, bu anonimlikten kurtarıp gelecek nesillere aktarmak istemiştim."

Holly'nin temsil ettiği karakter için özgürlüğün, bağımsızlığın yolu zenginlikten geçiyor. Savaşı, yıkımı ve açlığı görmüş bir nesil, dolayısıyla para bu nesil için önemli. Zenginliği elde etmenin yolu da, kendini iyi pazarlamaktan, kendine albeni katmaktan geçiyor. Saç rengi yapay, sürekli makyajlı, gözlerinin bozuk olduğunu gizlemek için güneş gözlüğü takıyor, şık elbiselerle dolaşıyor, vs. Sürekli bir kendine albeni katma ve potansiyel zengin kocaların gözünde diğer kadınların bir adım önüne geçme çabasında. 

Holly, değeri parayla ölçen 1950'lerin tüketim toplumunu da simgeliyor. Örneğin Anlatıcı'nın yazar olduğunu öğrendiğinde, ona gerçek bir yazar olup olmadığını, yani yazdıklarından para kazanıp kazanmadığını soruyor. Ona göre gerçek sanat eserinin değeri, kendisine harcanan parayla ölçülüyor. 

Kitap, yukarıda da söylediğimiz gibi yayınlandıktan üç sene sonra, 1961 yılında Blake Edwars yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Truman Capote, Holly rolünde Marilyn Monroe'nun oynamasını istese de, Monroe'nun bu rolle imajını zedeleyeceğini düşünen menajeri nedeniyle reddediliyor ve Audrey Hepburn seçiliyor. 

Kitapta Holly, cinselliği rahat yaşayan bir karakter. Filme pek yansıtılmamış. Anlatıcının homoseksüelliği de gizlenmiş. Kitabın devrim niteliğindeki tüm yönleri törpülenmiş. Hatta Anlatıcı ile Holly sonunda birbirlerine aşık oluyorlar. Sonunda Holly aşkı için şehri terk etmekten vazgeçiyor. Çok yapış yapış bir aşk filmine dönüştürülerek Holly'nin ait olmama felsefesi bir güzel çiğnenmiş. 

Bana kalırsa Audrey Hepburn, iyi bir görüntü ama zayıf bir karakter yaratmış. Holly'yi küçük bir şımarık kız çocuğu gibi yansıtmış. Atlattığı zorluklar, Anlatıcı'nın yanındaki olgun tavırlar pek iyi verilememiş. Holly'nin boş ve yüzeysel kısmını yansıtıp, karakterin derinine pek inememiş. 

Paul rolünü oynayan George Peppard izlediğim en yakışıklı jönlerden biri olabilir. Mr. Yunioshi'yi canlandıran Mickey Rooney tartışmasız filmin en komik karakteri. 

Filmin Türkiye'de Çılgınlar Kraliçesi gibi korkunç bir isimle gösterildiğini söyleyelim. Neyse ki kitabı Tiffany'de Kahvaltı başlığıyla yayınlanmış. Sel Yayıncılıktan Meral Alakuş çevirisiyle okuyabilirsiniz. Ben direkt İngilizcesinden okuduğum için çeviri hakkında yorum yapamayacağım. 

Son olarak kitapta geçen iki çok güzel cümleyi alıntılayarak yazıyı bitirelim: 

And since gin to articife bears the same relation as tears o mascara, her attractions at once dissembled. / Cinin beceriyle olan ilişkisi, gözyaşlarının maskarayla olan ilişkisiyle aynı olduğu için, tüm çekiciliği bir anda bitti.
“He wants awfully to be on the inside staring out: anybody with their nose pressed against a glass is liable to look stupid. / Dışarıya bakıyor, ancak içeride olmayı çok istiyordu. Burunlarını cama dayayıp dışarı bakan herkes aptal gibi görünür.”

İyi okumalar/seyirler.