19 Kasım 2017 Pazar

Kitaptan Filme: The Chronicles of Narnia: The Lion, The Witch and the Wardrobe

1898 İrlanda doğumlu Clive Staples Lewis'ın 1950'de yayınlanan alegorik çocuk romanı serisinin çıkan ilk kitabıdır. 

Biyografi

C.S. Lewis, 10 yaşındayken annesini kaybeder. 13 yaşında Cherbourg House'da eğitim görür, burada o ana kadar inandığı Hristiyanlık inancını bırakır ve 13 yaşında ateist olur. 19 yaşındayken Oxford Üniversitesi'nde öğrenim görmeye başlar. İngiltere'de Birinci Dünya Savaşı çıktıktan üç sene sonra İngiliz ordusuna katılır. 20 yaşındayken savaşta yaralanır, 21 yaşındayken ordudan ayrılır. 27 yaşında Oxford Magdalene College'da İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde dersler verir, buradaki kariyeri 29 sene sürecektir. 31 yaşındayken Tanrı'nın varlığını tekrar kabul eder. 33 yaşındayken, yakın arkadaşı ve meslektaşı, Roma Katolik kilisesi mensubu J.R.R Tolkien'le yaptığı bir konuşmanın ardından Hristiyanlığa geri döner. Yazarlık kariyeri için önemli bir dönüm noktasıdır. İsmini duyurduğu 7 kitaplık The Chronicles of Narnia serisi Hristiyanlık üzerine kurulu, oldukça belirgin atıflar içeren alegorik bir seridir. 34 yaşındayken, aralarında yine Tolkien'in de bulunduğu "The Inklings" topluluğuna katılır, burada eserler üretirler ve birbirlerinin eserlerini eleştirirler. 43 yaşındayken BBC'de Hristiyanlıkla ilgili kısa radyo konuşmaları yapmaya başlar. 52 yaşındayken Narnia serisinin, yazımıza konu olan ilk kitabını yayınlar. 56 yaşındayken Cambridge Üniversitesi'ne geçer. 66 yaşındayken, Kennedy ve Aldous Huxley ile aynı günde ölür.

J.R.R Tolkien ve C.S. Lewis

C.S. Lewis biyografisinin en şaşırtıcı kısmı şüphesiz Tolkien'le yakın dost olmalarıdır. Dostlukları 1926 yılında başlayıp Lewis'in öldüğü yıla kadar devam eder. Her ikisi de Dünya Savaşları'nın getirdiği karanlık atmosfere ve vahşete tanık olur, bunu fantastik edebiyat aracılığıyla, yarattıkları hayali evrenlere yansıtırlar. Haftada bir iki kez toplandıkları The Inklings grubu sayesinde ikili birbirlerine din, edebiyat, mitoloji gibi konularda birçok katkıda bulunur. Kitaplarını yazarken birbirlerine okuyup eleştiri yaparlar. Örneğin konuşan ağaçlar her iki seride de bulunur, bu Inklings grubunun sıkça tartıştığı doğanın uyanışı temasından ilham alınarak oluşturulan bir öğedir. Tolkien Narnia Günlüklerini genel olarak olumsuz eleştirir. İçindeki göndermelerin çok belirgin olduğunu, hikaye akışının önüne geçtiğini iddia eder. Ayrıca hem mitolojiden, hem İncil'den, hem de pagan dinlerinden alınan temaların hep birlikte kullanılmasını karmaşık bulur. Lewis ise yazdığı eserin tam anlamıyla bir "alegori" olması için çok uğraşmadığını, ilk bakışta kolayca okunabilen ve aradaki mesajlar görmezden gelinince bile keyif alınabilen bir hikaye yazmayı amaçladığını söyler.

Narnia Günlükleri Okuma Sıralaması

Tamamı Türkçeye çevrilen serinin tüm kitaplarını Doğan Egmont'tan bulmak mümkün. 7 kitaptan oluşan serinin okuma sıralaması şu şekilde: 

- The Magician's Nephew / Büyücünün Yeğeni (1955)
- The Lion, the Witch and the Wardrobe / Aslan, Cadı ve Dolap (1950)
- The Horse and His Boy / At ve Çocuk (1954)
- Prince Casbian / Prens Casbian (1951)
- The Voyage of the Dawn Treader / Şafak Yıldızının Yolculuğu (1952)
- The Silver Chair / Gümüş Sandalye (1953)
- The Last Battle / Son Savaş (1956) 

Özet

Alman hava saldırısı altındaki Londra'da yaşayan 4 çocuk, güvenlikleri için aileleri tarafından bir süreliğine Londra dışında yaşayan bir profesörün yanına gönderilirler. Profesör bir sürü odası bulunan kocaman ve ünlü bir evde yaşamaktadır. Çocuklar odalarına yerleştikten sonra evi keşfe çıkarlar ve en küçükleri Lucy, tesadüfen bir dolabın içinden Narnia ülkesine geçilebildiğini keşfeder. Bir büyüğü Edmund ile birlikte tekrar girerler. Lucy iyi karakter Faun ile dost olurken, Edmund kötü karakter Beyaz Cadı'nın cazibesine kapılır. Daha sonra diğer iki çocuk da Narnia'ya geçmeyi başarır ve burada Beyaz Cadı tarafından yakalanıp dondurulan Faun'u kurtarmak için maceraya atılırlar. Yardım almak için Narnia'nın en güçlü karakteri olan Aslan'a giderler ve olaylar gelişir. 

Türkçe Atıflar

Narnia Günlükleri'ni okuyan Türk okurun gözüne ilk olarak çarpan şey şüphesiz kilit bir öneme sahip Türk lokumudur. Filmi izleyenler veya orijinal dilinden okuyanlar, aslan karakterinin isminin Aslan olduğunu da bilirler. Bazı yorumculara göre Beyaz Cadının ismi (Jadis), "Cadı" kelimesinden gelir. [Başka bazı yorumculara göreyse Jadis Fransızcadan gelir (once upon a time, bir zamanlar)].  Ayrıca "Tash", "Tarkan" gibi başka tanıdık kelimeler de mevcuttur. Türklüğe yapılan bu atıflar Türk okuru heyecanlandırıp yazarın geçmişinde Osmanlı'ya hayranlık duyduğu şeklinde çıkarımlar yapmasına sebep olsa da durum tam olarak öyle değildir. Daha doğrusu bu konuyla ilgili çeşitli varsayımlar var. Şöyle sıralayalım: 

1- Bazıları J.R.R. Tolkien'in çeşitli kültürleri araştıran bir dilbilimci olduğuna ve Türk kültürüyle ilgili araştırmalarını C.S. Lewis ile paylaşmış olabileceğine dikkat çeker. Fantastik edebiyat eseri üreten bu iki yazarın, yarattıkları hayali dünyalara serpiştirmek için doğudan birtakım "otantik" öğeleri bilinçli şekilde topladığını, bunun altında herhangi bir hayranlık yattığını söylemenin yanlış olduğunu iddia eder; edebiyatta o dönemde yaygın olarak faydalanılan "oryantalizmin" yansıması olduğunu söylerler. Bu iddiaya sahip kişiler genellikle C.S. Lewis'in daha önce Osmanlı'ya hiç gitmediğini varsayarlar. Türk kültürüne yapılan atıfları yine Hristiyanlıkla bağdaştırırlar. İstanbul-Constantinopolis-Hristiyanlık bağlantısından yola çıkarak çıkarımlar yaparlar.

2- İkinci bir iddiaya göre C.S. Lewis daha önce Osmanlı'yı ziyaret etmiştir. Burada, Sultan'ın cesaretlerini vurgulamak için "aslan" ismiyle anılan korumalarını görüp etkilenmiş ve karakterine bu nedenle bu ismi takmıştır. Araştırmacı Cara Strickland'in lokum hakkındaki araştırmasında, lokumun Avrupa'ya 1800'lü yıllarda geldiği, dünya savaşı başlayınca kıtlık ortamı olduğu, bu ortamda lokumun yalnızca bir lüks olduğu belirtilir. Bir grup insana göre C.S. Lewis lokumu Osmanlı'yı ziyaret ettiğinde tadıp çok beğenmiştir. Bu kişiler genellikle C.S. Lewis'in Türk kültürüne ilgi duyduğunu varsayarlar.

Greimas'ın Eyleyenler Modeli'ne göre hikayenin kısa analizi

Hikayeyi Greimas'ın Eyleyenler Şeması ışığında kısaca değerlendirecek olursak, iyi adam ve kötü adamın çekiştiği, bir amaca ulaşmak üzere kahramanın tüm engelleri aştığı klasik kurgulu, kafa yormayan ve analizi kolay bir hikaye olduğunu göreceğiz. Metnin yapısal şemasına biraz daha yakından baktığınızda ise yazarın basit kurguya birtakım yan karakterlere vurgu yaparak farklı bir katman eklediğini fark edeceksiniz. 

Greimas'ın eyleyenler şemasını kısaca açıklamak gerekirse; klasik bir kurguda bir kahraman (özne), bir gerekçeyle (gönderici), kendisini destekleyenlerin yardımıyla (yardımcı) kötü adamlarla (engelleyici) savaşarak bir amaca (arzu edilen şey) ulaşır ve sonunda ulaştığı amaçtan faydalanacak birisi/birileri mevcuttur (alıcı). Aslan, Dolap ve Cadı'nın şeması kabaca şöyledir: 

 Özne
Peter, Susan, Edmund, Lucy
 Nesne
Narnia'yı Beyaz Cadı'dan kurtarmak
 Gönderici
Dört kardeşin Faun'u ve Narnialıları kurtarma isteği
 Alıcı
Faun, Narnia sakinleri
 Engelleyenler
Beyaz Cadı'nın ordusu
 Yardımcılar
Aslan, Aslan'ın destekçileri

Şemadaki Yardımcılar maddesi incelendiğinde yalnızca bir yardımcı karakter olan Aslan'a hikayede fazlaca vurgu olduğunu görmek mümkün. Salt kötülüğü yenebilecek olan, Narnia'nın en güçlü karakteri olarak tasvir edilir. Dört kardeşin Beyaz Cadı ile olan mücadelesinde kilit role sahiptir, Aslan olmadan çocukların Cadı'yı yenmesi olası değildir. Her şey yolunda giderken Edmund'u Cadı'dan kurtarmak için ölmeyi kabul eder. Sonra tekrar dirilecek ve mücadeleye tekrar destek vererek iyilerin kazanmasını sağlayacaktır. 

Aslan, İsa'yı temsil eder. Mutlak gücü, etrafına saçtığı ışık, ormanın kralı olması, halkın günahını üstlenerek can vermeyi ve tekrar dirilip mücadeleye katılarak zafer kazanması İsa'nın Dirilişi mitiyle paralellikler taşır niteliktedir. 

Yine şemadaki Gönderici maddesini incelendiğinde, dört kardeşin tek amaçlarının dostlarını Beyaz Cadı'dan kurtarmak olduğunu görmek mümkün. Narnia macerasına atılmalarının tek sebebi iyi hayvanları, özelde Faun ve kunduz ailesini kendilerinin yol açtığı beladan kurtarıp evlerine dönmek. Yalnız hikayenin sonunda amaçlarına ulaşmanın yanı sıra bir mükafat da elde ederler. Tahta oturup uzun yıllar boyunca Narnia'yı yönetirler. 

Burada iyilik için mücadele edenlere, kapının diğer tarafındaki dünyada hiç beklemedikleri güzel mükafatlar verileceği anlamını çıkarmak mümkündür. 

İlk katmandaki dolambaçsız kurgu yapısı birtakım vurgularla ikinci bir katmanı doğurmuş ve burada alegorik öğeler devreye girmiştir. 

Aslan, Dolap ve Cadı'daki Hristiyanlık göndermeleri 

Yukarıdaki diriliş miti ve diğer dünyada iyiliğin ödüllendirileceği mesajı dışında, romanda birkaç belirgin gönderme daha bulunur. 

Bunlardan ilki, Edmund'un Türk lokumuna karşı duyduğu karşı konulmaz arzusudur. Bir bakıma bu oburluğu onu Cadı karşısında zayıf düşürmüş ve kardeşlerine ihanet etmesine sebep olmuştur. Narnia serisindeki her kitap 7 ölümcül günahtan birine karşılık gelir. Aslan, Dolap ve Cadı oburluğa gönderme yapar. 

İkinci olarak; Peter ve Susan başta Lucy'nin anlattığı Narnia hikayesine inanmaz, bunun çocukça bir hikaye olduğunu sanıp ona kötü davranırlar. Lucy'nin ısrar ettiğini görünce tedirgin olup bunu bir yetişkinle paylaşmaya karar verirler ve her şeyi Profesöre anlatırlar. Lucy'nin bu aptalca hikayesini gülünç bulacağını düşünseler de, Profesör beklenmedik bir tepki vererek Peter ve Susan'ın Narnia'ya neden inanmadıklarını sorgular. Ona göre var olmadığı kanıtlanamayan bir şeyi direkt olarak yok saymak mantıklı değildir. Burada bilimi temsil eden profesör karakteri aracılığıyla teizme ilişkin bir yorum gizlidir. 21. yüzyıl bilim insanlarından farklı olarak, Lewis'in kurgusal dünyasındaki bilim insanları, inancın bilimle çatışmadığını iddia ediyor gibi görünmektedir. J.R.R. Tolkien, bilimin Tanrı'dan uzaklaşmasına ve insanoğlunun eline geçerek insani hırslara alet olmasına (atom bombası, vs.) dair endişelerini sürekli dile getirir. Görünen o ki, Lewis de Tolkien'in endişesini paylaşmaktadır. Görmüş geçirmiş, tecrübeli ve bilgili Profesör karakterini inanca yakın tasvir ederek bir bakıma bilimi inançla ilişkilendirir. 

Üçüncü olarak; Edmund, Lucy ile birlikte Narnia'yı görmesine rağmen, Peter ve Susan karşısında gördüklerini inkar eder. Burada, Lewis'in Hristiyanlıktan ateizme, ateizmden deizme, deizmden tekrar Hristiyanlığa geri dönme deneyimiyle paralellik kurmak mümkündür. Bir Hristiyan olarak yetiştirildikten sonra 13 yaşında gittiği okulda Tanrı'yı reddeden, daha sonra 30'lu yaşlarında Hristiyanlık inancına geri dönen Lewis, belki de aradaki süreyi bir "inkar" olarak nitelendirmektedir. Tıpkı Edmund gibi, (vicdanen) varlığını çok iyi bildiği bir şeyi inkar ettiği şeklinde bir paralellik kurmak mümkündür. Edmund'un inkar ettiği süre boyunca kötü, boyun eğdikten sonra ise iyi olarak tasvir edilmesi, yazarın bakış açısını yansıtır.

Aslan, Cadı ve Dolap Film Uyarlaması

2005 yılında Andrew Adamson yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır. Disney'in prodüktörlüğünü yaptığı filmde Tilda Swinton gibi bir isim olmasına rağmen ve aslına oldukça sadık bir uyarlama olmasına rağmen birtakım Disneysel dokunuşlar nedeniyle saçma sapan bir film olmuş ne yazık ki. 

Saçma Sapan Farklar

- Yıllarca çizgi filmlerin sağına soluna sinsi sübliminal mesajlar yerleştiren Disney söz konusu olunca, öküzün altında buzağı aramak kaçınılmaz oluyor. Filmi izleyen çoğu kişinin dikkat edip rahatsız olduğu bir detay var: pedofili çağrışımları. Kitapta tamamen sıcak bir dostluk olarak tasvir edilse de, filmde 150 yaşındaki Faun ile 8 yaşındaki Lucy arasındaki ilişki yeni yeni alevlenen bir aşk gibi gösterilmiş. Faun'un Lucy'yi bayıltırkenki bakışları, karşılaştıklarında flörtöz bir şekilde konuşması, en sonunda elini tutması aşırı derecede yoruma açık olmuş. Her ne kadar McAvoy konuyla ilgili şu açıklamayı yapsa da insan tatmin olmuyor.
Back Stage: Speaking of Mr. Tumnus, Keira says you made a brilliant choice to play that character as if he were a pedophile.
McAvoy: What? No! Not as a pedophile. But he is creepy and kidnapping her. I made a deliberate choice to toy with modern perception of that situation, I suppose. You don't have to be too on-the-nose to make people feel uncomfortable with someone 150 years old inviting an 8-year-old girl back to their apartment. In this day and age, I think, pedophile paranoia taints that entire scene in a brilliant way that makes it very interesting. But no, he's not a pedophile; I didn't play him as a pedophile. I played him as someone trying to kidnap a little girl. Because that's exactly what he did.
- Bir çocuk romanı uyarlamasının bile ataerkil şekilde yorumlanması sizce de çok saçma değil mi? Kitapta dişi karakterlerden çıkan iki akıllıca ve cesurca fikir saçma sapan bir şekilde erkek karakterlere mal edilmiş. İlk olarak, kitapta dört çocuk hep birlikte Narnia'ya geçtiklerinde çok soğuk olduğu için Susan dolaptaki kürkleri giymeyi akıl eder. Hatta Peter eblekçe "Bizim değil ki!" diye tepki verir. Peter'a aldırmayan Susan sayesinde çocuklar macera boyunca üşümezler. Filmde bu fikir Peter'ınmış gibi gösterilmiş, Susan ise beyinsiz bir saksı çiçeği gibi tasvir edilmiş. Hayır neden? İkincisi de, kitapta çocukları evlerine kabul eden kunduzlar, Beyaz Cadı'nın peşlerinde olduğunu anlayınca Bayan Kunduz'un sakince yaptığı detaylı planı sayesinde çocuklarla birlikte kaçarlar ve saklandıkları ağaç kovuğunun etrafından tuhaf sesler gelince yine cesur Bayan Kunduz atılıp neler olduğunu kontrol eder. Filmde plandan bahsedilmemiş, çıkıp etrafı kolaçan eden cesur kunduz ise elbette Bay Kunduz olarak gösterilmiş. Hayır neden? Üçüncüsü de, Faun'un başının dertte olduğunu düşünen çocuklar ilk önce yardım etmekte tereddüt ederler. Kitapta Susan başta kararsız olsa da Faun'a yardım etmeleri gerektiğini söyler ve Peter da aynı fikirde olduğunu belirtince maceraları başlar. Bilin bakalım filmde ayak direten, geri dönmeleri gerektiğini söyleyen korkak kim? Susan, evet. Hayır N-E-D-E-N?

Önemsiz Farklar

  • Kitapta çocukların anneleri ve babalarından bahsedilmiyor, filmde babaları ölmüş, anneleri çocukları trene binip profesörün evine gönderiyor. 
  • Filmde Mrs. Mcready çocuklara çok katı kurallar koyuyor ve profesörü rahatsız etmemelerini söylüyor. Kitapta böyle bir korkutma yok. 
  • Kitapta Lucy ilk kez evi keşfe çıktıklarında, ikinci kez saklambaç oynarlarken ve üçüncü kez Mrs. Mcready'den kaçarken Narnia'ya geçiyor. Filmde ise ilk kez saklambaç oynarken, ikinci kez gece kendi kendine dolaşırken, üçüncü kez camı kırdıkları için Mrs. Mcready'den kaçarken dolaba giriyor.Saklambaç oynadıklarında Lucy ilk olarak dolaptan giriyor. 
  • Kitapta Faun'un babasının resmi şöminenin üstünde, filmde ise sehpanın üstünde. Kitapta Faun onun babası olduğundan bahsetmezken filmde lafı geçiyor.
  • Kitapta çocuklar Lucy'nin durumundan endişelenip Narnia hikayesini Profesöre kendi istekleriyle anlatıyorlar, filmde ise profesöre yakalanıyorlar ve anlatmak zorunda kalıyorlar. 
  • Kitapta kaldıkları ev çok ünlü ve dışarıdan insanlar ziyaret etmek için akın akın geliyor. Filmde böyle bir şey yok. 
  • Kitapta dört kardeş hep birlikte Narnia'ya geçtiklerinde, Edmund'un buraya daha önce geldiği hemen anlaşılmıyor. Filmde geçer geçmez Edmund'u suçlayıp azarlıyorlar. 
  • Kitapta kunduza güvenmeleri için Lucy'nin beyaz mendilini görmeleri yeterli oluyor. Filmde mendili göstermesine rağmen ilk anda güvenmiyor. 
  • Filmde Edmund'la Tumnus aynı zindana giriyorlar, kitapta böyle bir şey yok. 
  • Kitapta kunduzlarla birlikte bir ağacın kovuğunda saklanırken Noel baba geliyor. Filmde ise donmuş buzun üstünde yürürken peşlerinden geliyor.
  • Kitapta çocuklar doğrudan eve geliyor ve hikaye oradan başlıyor. Filmde çocukları tren istasyonundan Mrs. Mcready alıyor. 
  • Kitapta Noel baba kunduzlara aldığı hediyelerden de bahsediyor, sağlam bir dikişi makinesi ve tüm arızaları giderilmiş evleri. Filmde ise bunlara yer verilmemiş. 
  • Kitapta Cadı, Edmund'un pazarlığını yapmak için Aslan'a geldiğinde yanına direkt çıkmıyor, adamını gönderiyor. Aslan asasını bırakıp girmesi şartıyla Cadı'yı kabul ediyor. Filmde direkt giriyor. 
  • Kitapta dolaptan çıkınca olanları profesöre anlatıyorlar, filmde anlatsak inanmazsınız diyorlar, profesörün gülümseyerek söylediği "Try me!" cümlesi ile film bitiyor.

1 Kasım 2017 Çarşamba

Kitaptan Filme: Ağrıdağı Efsanesi

1970 yılında Cem Yayınevi'nden çıkan Yaşar Kemal romanıdır. 1975 yılında Memduh Ün yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır. Gülbahar Fatma Girik, Ahmet'i Hakan Balamir canlandırır. Cem Yayınevi'nden sonra birkaç yayınevi daha baskısını yapsa da en çok Yapı Kredi Yayınları baskıları akılda kalmıştır. YKY baskısını okuyanlar, Abidin Dino'nun güzel çizimlerini de görme fırsatına sahip olurlar.
Ağrıdağının yamacında, dört bin iki yüz metrede bir göl vardır, adına Küp gölü derler. Göl bir harman yeri büyüklüğündedir. Çok derinlerdedir. Göl değil bir kuyu. Gölün dört bir yanı, yani kuyunun ağzı, fırdolayı kırmızı, keskin, bıçak ağzı gibi ışıltılı kayalarla çevrilidir. [...] küçücük bir kuş dönmeye başlar. Sivri, uzun, kırlangıca benzer bir kuştur. Gölün üstünde çok hızlı döner. Uzun, ak halkalar çizer üst üste. Ak halkalar tel tel gölün som mavisine düşer, tam günün battığı anda kavalcılar çalmayı keserler.
Küp gölünden bahseden, anlatım için kritik bir role sahip olan bu giriş paragrafı, pastoral detaylar, sembolik hayvanlar, "Ağrıdağının öfkesi" gibi doğaüstü kuvvetler, hangi zamanda geçtiğine dair herhangi bir ipucunun ve romanlara özgü olay örgüsünün olmaması bakımından efsane anlatım özelliklerine sahiptir. Kitabın ismine uygun olan bu giriş, kapak sayfasında yer alan "roman" ibaresine aykırı olduğu için okurun kıpırdanmasına neden olur. Yüz küsur sayfa boyunca böyle doğaüstü bir anlatım okuyup okumayacağını merak eden okura, bu paragraftan hemen sonra Ahmet, kırat ve Sofi karakterlerinin hikayeye dahil olmasıyla yanıt verilir. "Roman okurunun" daha çok kabul edebileceği, bir olay örgüsü olan, birden çok karakterin tasvir edildiği, zamanı az çok belli olan, bir iyi adamın, bir kötü adamın, bir amacın ve o amaç için verilecek bir mücadelenin var olduğu klasik yapılı bir kurgu anlatılır. Ahmet'in kapısına gelen, töreler gereği artık Ahmet'in sayılan beyaz atı, töreleri yerine getirmek için canı pahasına geri vermeyen köylüleri, bu arada Ahmet ile Gülbahar arasında gelişen aşkı okumaya koyulmuşken,"iyi güzel de niye böyle eski püskü bir hikaye okuyorum" diyen okur yine kıpırdanmaya başlar. İşte tam bu anda kitabın başındaki Küp gölüyle ilgili paragrafa çok benzer bir paragraf araya girer ve okura "tıpkı ilk başta olduğu gibi hikaye birazdan daha gerçekçi bir yöne doğru akacak, sabret" şeklinde bir mesaj verilir. 
Ağrıdağının doruğuna yakın yerinde, güneybatı yamacında bir göl vardır, adına Küp gölü derler. Bir harman yeri büyüklüğündedir göl. Som mavi bir sudur. Kuyu gibi. Kırmızı, keskin, ışıltılı kayalıkların dibindedir.
Kitabın tam ortasında gelen bu paragrafın hemen ardından hikayeye yeni bir karakter, demirci Hüso girer. "Ramazanda oruç tutmaz, hiç namaz kılmaz, hiç dua etmezdi. Bazıları Hüsonun ateşe taptığını söylüyolardı. Bazı geceler körüğünü çekiyor çekiyor, dükkanın içi, kapısı kıvılcımlar içinde kalıyor, Hüso bu ateşin önünde dize gelip, ellerini ateşe açıyordu." Tarihsel bağlama ve metin içinde verilen ipuçlarına bakınca Zerdüşt olduğu çıkarımını yaptığımız Demirci Hüso, bir dağlıya aşık olan han kızı Gülbahar'a, zalim babası karşısında yardım etme sözü verip dini bir figür olan Kervan Şeyhi'ne başvurur. Daha sonra Ahmet'i, Sofi'yi ve Musa Bey'i zindandan kurtarmak için kır atı bulup Han'ın karşısına çıkar. Atın kendisine ait olmadığını iddia eden, yalan söyleyen Han'a karşı çıkar. Kalabalıkları arkasına alır. Hikayenin bu noktasına kadar artarak süren Han zulmü, bu noktadan sonra kırılmaya başlayacaktır, Demirci Hüso bunun habercisidir.

Han babasının yalan ve inkarı karşısında çaresiz kalan ve Ahmet'in kaçması için zindancı Memo'yu ikna eden Gülbahar, yaptıkları öğrenilince zindana atılır. Demirci Hüso'nun ilk adımını attığı otoriteye başkaldırma hareketi Kürt beyleri arasında, çobanlar arasında dalga dalga yayılır. Olanları duyan herkes sarayın kapısına toplanır. Artık Mahmut Han bu kalabalıktan tedirgin olmaya başlamıştır. Gülbahar'ı tıkıldığı zindandan çıkaran kalabalık, kendisine zulmeden Han'ın da korkudan dengesini yitirmesini sağlar.
Her yıl, bahar Ağrıdağının üstüne yürürken, dağın yamacındaki Küp gölünün kıyısına o yörenin tekmil çobanları gelirler, kepeneklerini gölün bakır rengi toprağının, kırmızı çakmaktaşı kayalıklarının üstüne serip haka olup otururlar. Çobanların her yıl sayısı değişir. Tanyelleri ışırken bellerindeki kavalları çıkarıp Ağrıdağının öfkesini hep birden çalmaya başlarlar. 
Her seferinde metni kronolojik ve tematik olarak okurun günceline daha da yaklaştırma fonksiyonuna sahip Küp gölü paragrafı, gerilimin zirveye ulaştığı kurgunun tam bu noktasında tekrar devreye girer. "İmana geldi kafir, korku onu imana getirdi. O altın sarayının, mermer, gümüş sarayının yerle bir edileceğini anladı. Anladı da dize geldi kafir. Biz hep böyle, her şeyde birlik olsak, kimse bize diş geçiremez. Bize dağlar, şahlar dayanamaz. Hiç kimse... Yeter ki böyle birlik olalım." Okur yüz küsur sayfanın sonunda yazarın aslında ne anlatmak istediğini, Demirci Hüso'nun dilinden dökülen bu cümlelerle anlar. Metin, bitimine son birkaç sayfa kala artık tamamen güncel meseleleri eleştiren, muhalif bir bakışa sahip, modern bir metne dönüşür. Efsane olarak başlayıp bir halk masalı olarak devam eden anlatım, bu paragrafın üçüncü kez belirdiği noktada, artık tamamen güncele odaklı, eleştirel bir romana dönüşmüştür.
Ağrıdağının yamacında bir göl vardır. Bir harman yeri büyüklüğündedir. Suları som mavidir. Her yıl, bahar dünyaya yürüdüğünde, bir sabah, daha gün doğmadan Ağrıdağının tekmil çobanları bu göle gelirler. Gölün kırmızı kayalıklarına, bakır toprağına kepeneklerini atar, bin yıllık sevda toprağına otururlar ve Ağrıdağının öfkesini kavallarıyla, hep bir ağızdan çalarlar. 
Artık mesaj verilmiş, anlatım amacına ulaşmıştır. Anlatımın yüzeyindeki aşk hikayesi tekrar Küp gölü paragrafıyla birlikte dramatik ve hatta biraz belirsiz bir şekilde sonlandırılır.

Metni iki katmanlı kabul edersek, derin katmanında bir otorite eleştirisi, yüzeysel katmanında da umutsuz bir aşk hikayesi anlatılır. Zulmeden otoriteye birlik olup karşı çıkmanın mümkün olduğunu söyleyen alt katman, mesajını bu kadarla sınırlı tutmuş, herhangi alternatif bir otorite önerisinde bulunmamış veya Han'ı devirmekle ilgili herhangi bir plandan bahsetmemiştir. Meriç Kurtuluş'un Ağrıdağı Efsanesi'nden Sözlü Edebiyata "Metinlerarası" Bir Yolculuk makalesinde belirttiği gibi: "Başka bir deyişle, roman kişileri Mahmut Han’ın otoritesine ve dolayısıyla onun temsil ettiği Osmanlı otoritesine karşı çıkarken, metnin sonuna gelindiğinde otoritenin el değiştirmediği ve karakterlerin bunun için artık çaba sarf etmediği görülür. Başka bir deyişle, metnin sonunda otorite kavramının yerine farklı bir kavram önerilmemiş, ya da otoriteyi devralacak yeni bir kişi ortaya çıkmamıştır." Dolayısıyla muhalif olmakla birlikte yıkıcı olmayan bir anlatım söz konusudur. Yazıldığı dönemin ve coğrafyanın politik bağlamı bakımından düşünüldüğünde, bu metin belki de henüz bir alternatif öneriden bahsetmek için erken olduğunu, ilk önce birlik olmayı öğrenmek gerektiği mesajını vermeyi amaçlamıştır.

Yüzey katmanındaki aşk hikayesi de paralel özellikler taşır ve mutlu sona değil, zorlu yola odaklanır.  Kurgunun klasik yapıda olduğunu, bir iyi adam, bir kötü adam, bir amaç, o amaç için gidilecek bir yol olduğunu söylemiştik. Kurgunun sonunda iyi adam kötü adamı zorlu bir mücadeleyle ve diğerlerinin desteğiyle alt eder, ancak gerçek amacına, yani sevdiği kadına çeşitli dış engeller nedeniyle ulaşamaz.

Küp gölünde klasik bir efsane anlatımıyla başlayan bu aşk hikayesi, yine aynı anlatımla sona erer. Küp gölüyle ilgili paragrafların ilk cümlelerinde sırasıyla şu ifadeler kullanılmıştır: Ağrıdağının yamacında, Ağrıdağının doruğuna yakın yerinde, bahar Ağrıdağının üstüne yürürken, Ağrıdağının yamacında. Burada kurgunun temposu, hikayeye adını veren Ağrıdağı'nın fiziksel özelliğiyle bağdaştırılabilir. Hikaye nötr durumdan başlar (yamaç), zulüm tırmanır (doruğa yakın yer), Demirci Hüso liderliğinde başlayan başkaldırılarla birlikte zulüm etkisini azaltır (bahar Ağrıdağının üstüne yürürken) ve yine nötr, aslında hikayenin başlangıcına göre pek bir şey değişmemiş, başlangıçtaki durumla sona erer (yamaç). Ağrıdağı'nın karanlığa bakan tarafı, zulmün belirip tırmandığı taraf, güneşi gören tarafı da zulmün bastırılıp ortadan kaldırıldığı taraf olarak yorumlanabilir. Buradan daha net görüleceği gibi, mevcut gidişatı hikayenin ilk başındaki halinden farklı bir noktaya taşıyan bir muhaliflik değil, hikaye içinde tırmanan zulmü bastırıp hikayenin ilk başındaki düzene geri döndürmeyi amaçlayan bir muhaliflik söz konusudur. Tıpkı aşk hikayesinde olduğu gibi, sona değil sürece, yürünen yola odaklanılmıştır. Kurgu yapısının dağın coğrafi yapısına benzetilmesiyle, kurguya Ağrıdağı'nın bir takım nitelikleri transfer edilmiştir: durgunluk, tanıklık, eskilik... Ağrıdağı'nın bin yıllardır büyük medeniyetlerin doğuşuna ve yitişine sessizce tanık oluşu gibi hikaye de bir zulmün doğuşuna ve yitişine sessizce tanık olmamızı sağlar.

FİLM VE KİTAP ARASINDAKİ FARKLAR

Film sonu bakımından kitaptan farklıdır. Sonunda Mahmut Han asılarak ölür, yine alternatiflerden bahsedilmemekle birlikte zulmeden Han figürü tamamen ortadan kaldırılır. Dolayısıyla hikayenin ilk halinden daha farklı bir son hal vardır. Film, kitabın bilge ve durgun atmosferinden farklı olarak, yıkıcı sonla biter.

Kitapla film arasındaki diğer minik farklar şöyledir:

- Kitapta Sofi ve Ahmet'le birlikte Musa Bey de zindana girer, filmde bu üçüncü karakter gösterilmez.
- Kitapta Sofi ölmez. Filmde asılarak öldürülür.
- Kitapta Gülbahar'ın suçu öğrenildiğinde kuyuya atılır. Filmde zindana götürülür.
- Kitapta Mahmut Han'ın karısı da hikayenin bir noktasında belirir. Filmde hiç gösterilmez.
- Kitapta Mahmut Han'ın 3 kızı vardır: Gülistan, Gülriz ve Gülbahar. Filmde yalnızca 2 kız kardeştir.
- Kitapta Gülbahar'ın kız kardeşlerinden neredeyse hiç bahsedilmez. Filmde kız kardeşi kötü karakter olarak görünür.
- Kitapta Ahmet'in sonunda ölüp ölmediği belirsizdir. Filmde Gülbahar önce Ahmet'i sonra kendisini öldürür.

Yusuf karakterini Tecavüzcü Coşkun'un oynaması, Fatma Girik'in donuk bakışları, Keloğlan filmlerini aratmayan rengarenk parlak kıyafetler, Ahmet'in Ağrıdağı zirvesinde yaktığı ateşin neredeyse bir volkan kadar devasa gösterilmesi, aynı diyalog içinde Gülbahar'ın eşarp bağlama şeklinin üç kere değişmesi gibi itici detaylar, kitabı sevip de uyarlamasını izlemek isteyenler için seyri zorlaştırır. Memo ve kırat filmin en başarılı ve en aslına sadık karakterleridir.