22 Mart 2017 Çarşamba

Kitaptan Filme: One Flew Over the Cuckoo's Nest


Milos Forman yönetmenliğinde, 1975 yılında çekilen, başrollerinde Jack Nicholson, Louise Fletcher ve Will Sampson‘ın oynadığı 2 saat 15 dakikalık bir drama filmi. Ken Kesey‘nin 1962 yılında yayınlanan aynı isimli kitabından uyarlandı.

Ken Kesey (1935-2001), 1950’lerin Beat Kuşağına ve 1960’ların hippi kültürüne yakın, ama ismi o ortamdaki yazarlarla birlikte anılmayan Amerikalı bir yazar. 1999 yılında yapılan bir röportajda, kendisi için şöyle söylüyor: “Beatnik olmak için çok genç, hippi olmak için ise çok yaşlıydım.” Üniversite yıllarından sonra California’ya taşınıyor ve orada Beat Kuşağı‘ndan tanıdığımız Neal Cassady (Into The Wild‘da Dean Moriarty karakterine ilham veren kişi) gibi figürlerin katıldığı partiler düzenliyor. Bu ortamda LSD ve ilaç kullanımına ilgi duymaya başlıyor. Gizli bir askeri programa gönüllü olarak katılıyor. Burada gönüllü hastalar gözetim altında LSD alıyorlar. Gece vardiyasında çalışan Kesey, hastalarla sık sık iletişim kurarak onların davranışları hakkında notlar alıyor. Sağlıklı, ancak topluma bir şekilde uyum sağlayamamış bireylerin katıldığı bu program, One Flew Over The Cuckoo’s Nest‘e ilham veriyor. Kitapta, hastalar “İyileşebilirler (Acutes)” ve “İyileşemezler (Chronics)” olarak ikiye ayrılıyor. İyileşebilirler, sağlıklı olup topluma ayak uyduramamış bireylerden oluşuyor. Yazarın bu programdaki görevi sona erdikten sonra, kendisi de LSD kullanıyor. Hap kullanımının, insanı özgürlüğe kavuşturan bir deneyim olduğunu savunuyor. 1962 yılında One Flew Over The Cuckoo’s Nest‘i yazdıktan sonra üne kavuşan yazarın diğer ilgi çekici işlerinden bir tanesi de, 1974 – 1980 yılları arasında William S. Burroughs gibi isimlerin de katılımıyla çıkardığı Spit in the Ocean adındaki 7 sayılık küçük bir dergi.

One Flew Over The Cuckoo’s Nest romanında 3 önemli öğe var:

1- Davranışçılık

2. Dünya Savaşı sonrası dönemde, Amerikan toplumunda, muhalif fikirlere sahip kişiler totaliter rejimin gücünü tehdit eden unsurlar olarak görülüyor. Bunları nötralize etmek amacıyla, devlet psikoloji disiplininden faydalanarak karşıt silahlar oluşturuyor. Örneğin, Otomatik Portakal romanından hatırlayalım. Topluma aykırı tavırlar sergilediği için hapse giren Alex‘e, gönüllü olarak bir psikolojik deneyde yer almayı kabul ederse tahliye garantisi veriliyor. Kabul ediyor, kendisine bir makine bağlanıyor. Çeşitli kimyasallar aracılığıyla “kötü” davranışları birtakım fiziksel ağrılara koşullanıyor. Bu nedenle ne zaman “kötü“, yani devletin desteklemediği tavırlar sergileyecek olsa fiziksel rahatsızlıklar yaşıyor, bir süre sonra bu davranışları bırakıyor. Kendi öz iradesiyle değil, tamamen devlet eliyle birey, tekdüze hale getiriliyor. Burada uygulanan deney, psikolojideki davranışçılık kuramından geliyor. Yanlış ellerde, yanlış amaçlarla kullanılan davranışçılık, One Flew over the Cuckoo’s Nest filminde de kendisini gösteriyor. Otoriter hemşire Ratced’in onaylamadığı tavırları sergileyen herkes ilaçlara ve elektroşoklara maruz kalarak öz iradeleriyle değil dış etkenlerle değişiyor. Roman psikoloji disiplininin ve davranışçılık kuramının, totaliter rejime katkıda bulunan bu kullanımını kapalı bir şekilde eleştiriyor.

2- Anaerkil toplum

Ken Kesey, romanın kahramanı McMurphy karakterini şöyle betimlemiş: cinsel gücü ve arzusu yüksek, özgür, güçlü, atak bir adam. Bu özellikler iyi olarak gösterilirken, romandaki tüm “kötü” öğelerin ucu bir şekilde kadınlara dokunuyor. “İyileşebilir” hastaların tamamı, sosyal hayatta güçsüz karakterler olarak betimlenmiş ve karakterlerin geçmişinde, onları topluma karşı savunmasız hale getiren kadınlar var. Örneğin Billy‘nin kendisine çocuk muamelesi yapan dominant bir annesi var. Harding‘in karısı kendisinden daha dominant. Şef‘in babası annesinin soyadını alıyor, kendi malını mülkünü de kaybediyor. Hastanenin en dominant karakteri Büyük Hemşire Ratched. Kesey, bir bakıma Harding karakteri üzerinden bu “rastlantının” nedenini açıklıyor. Harding‘e göre erkeğin tek silahı penisi, kadın bunu anlıyor ve onu elinden alarak erkeği etkisiz hale getiriyor. Romanda, genel gri ortamı ve baskıcı atmosferi delip geçen bu nedenle de okura kendini iyi hissettiren bir yükselme anı var. Sonuna kadar oyunu kuralına göre oynayan McMurphy, Billy’nin intihar ettiği son sahnede kontrolünü kaybederek Büyük Hemşire‘ye saldırıyor. Önce gömleğini yırtarak onu rencide ediyor, sonra da boynuna sarılıyor. Aslında bir kadın için son derece aşağılayıcı olan bu sahne, baskıyı delmek, iktidara karşı gelmekle özdeşleştirildiği için izleyici tarafından alkışlarla karşılanıyor. Kitabın genel olarak söylediği, kabul edilemeyecek mesaj şu: Toplumu bu hale sokan kadınların dominantlığı, onları aşağı çektiğimiz an erkekler daha özgür olacak ve baskı ortadan kalkacak. Bu kadın düşmanı tutumu pekiştiren başka bir sahne de, Bromden‘ın erekte olduğu sahne. Romanda fiziksel boyutları sürrealist bir şekilde algılayan Şef Bromden, kendini güçsüz ve etkisiz hissettiği için fiziksel olarak da küçük olduğuna inanıyor. Gücü ve cinsel özgürlüğü temsil eden McMurphy‘yi tanıyınca, tekrar büyüyeceğini hissediyor. McMurphy onun bu sürrealist büyüme algısını anlayarak, kısıtlı bir süre içinde onu tekrar büyütme ve eski güçlü haline döndürme sözü veriyor. Bir takım cinsel çağrışımlarda bulunarak, Şefin erekte olmasını sağlıyor ve ona “daha şimdiden büyüdün bile” şakasını yapıyor. Burada büyüklük ve küçüklük, dolaylı olarak kadın bedenine hakim olmak ve olmamak şeklinde bir anlama indirgenmiş. Yorum yok.

3- İktidar

Kadın-erkek ve devlet-birey ekseni dışında, erkek-erkek arasındaki iktidar ilişkisine de değinilmiş. Hastalar, balık tutmak için tekneye gittiği sırada McMurphy yokken dominant bir kaptan ile karşılaşıp onunla nasıl başa çıkacaklarını bilemez. Devletin veya kadının gözetlemediği ortamlarda dahi, erkekle erkek arasında iktidar kavgası vardır. Bağırarak, saldırganlaşarak baskın olan tarafın kazandığı davranış alışkanlıkları topluma yerleşmiştir. McMurpy‘nin kamaraya girip tüm hastaları yalnız bıraktığı sahnede, ilk önce korkudan kıpırdayamayan karakterler daha sonra kendi kendilerine balık tutup gemiyi idare eder hale gelecektir. Birey ancak deneyerek, yaşayarak korkusunun üstesinden gelir. Günlük ilişkilerinde bastırılmayan, sinmeyen kişi, devlet ve iktidar karşısında da korku ve paniğe kapılmaz.

Film genel olarak kitaba uygun olsa da, oldukça önemli farkları var. Yazar Ken Kesey, kitaptan çok fazla saptırıldığı gerekçesiyle çok sinirleniyor ve izlemeyi reddediyor. Farklar şöyle:

  • Kitapta Bromden‘ın gözünden anlatıldığı için Bromden ana karakter. Filmde ise McMurphy. Ken Kesey‘nin en çok tepesini attıran noktalardan bir tanesi. Bromden‘ın rolü, yalnızca bir sahnede izleyiciyi çok şaşırtmaya indirgenmiş. 
  • Filmde balığa gitmek için hastane otobüsünü çalıyorlar ve gizli saklı gidiyorlar. Kitapta ise oylama yapılıyor. Hemşire Ratched ve McMurphy günlerce hastaları kendi taraflarına çekmek için birbiriyle rekabet ediyor ve sonunda McMurphy kazanıyor. Aralarındaki iktidar savaşında hemşireyi zayıflatan hamlelerden bir tanesi. Doktor da hastalarla birlikte tekneye geliyor, dolayısıyla gizli saklı bir aksiyon durumu yok. 
  • Kitapta McMurphy doktoru da yanına çekmeyi başarıyor. Filmde ise daha mesafeli bir görüntüsü var. 
  • Kitapta hemşireye saldırırken gömleğini yırtıyor, filmde bunu kaldırmışlar. 
  • Kitapta McMurphy‘ye lobotomi yapıldıktan sonra sedyesi hastaların önüne bırakılıyor, böylece herkesin otoriteye başkaldıranın başına ne geleceğini görmesi sağlanıyor. Filmde böyle bir şey de yok. 
  • Kitapta Bromden, diğer hastaların yanında da konuşuyor. Filmde böyle bir şey yok. 
  • Filmde Cheswick‘in intiharından bahsetmemişler. 
  • Kitapta McMurphy, İyileşemez bir hasta olduğunu ve oradan çıkışının olmadığını en başlarda bilmiyor. Daha sonra öğrenince çok öfkeleniyor ve hemşireye karşı dikkatli davranmaya karar veriyor. Filmde ise böyle bir detay yok. 
  • Balığa çıktıklarında gruba kaptanlık yapan George Sorensen karakteri filmde yok. 
  • Gezileri sırasında kitapta McMurphy‘nin çocukluğunun geçtiği eve bakıyorlar, filmde bu yok. 
  • Ratched saldırıya uğradıktan sonra bir süre hastaneye gelemiyor. Bu sırada kitapta İyileşebilir hastaların bir kısmı kendi istekleriyle hastaneden ayrılıyorlar. Filmde bu yok. 
İyi seyirler/iyi okumalar.

20 Mart 2017 Pazartesi

Film: Tokyo Story


Yasujirô Ozu‘nun senaryosunu yazıp yönettiği 1953 yapımı Tokyo Story (orijinal adıyla Tôkyô monogatari), günlük hayatın akışından gelen dramı son derece yalın bir şekilde yansıtan ve bu özelliğiyle Batı izleyicisinin dikkatini çekmeyi başaran 2 saat 15 dakikalık bir film. 

Özetle, tüm çocuklarını okutup evlendirmiş yaşlı bir çift, bir gün yıllardır görmedikleri çocuklarını ziyaret etmek için uzun bir tren yolculuğu yaparak yaşadıkları küçük kasabadan Tokyo’ya giderler. Bu tatlı çift çocuklarının kendilerini görünce çok sevineceğini, uzun uzun sohbet edeceklerini, gezdirileceklerini, Tokyo’yu göreceklerini içten içe umarken ne yazık ki bunlardan hiçbirini bulamazlar. Mahalle doktoru olan en büyük oğulları, sürekli işlerini bahane ederek onlara vakit ayırmaz ve güleryüz göstermek konusunda da oldukça cimridir. Kuaför olan kurnaz ve bencil büyük kız da cömertliğini ve ilgisini esirgeyecektir. En küçük oğul başka bir şehirdedir, yoğundur ve zaten Tokyo’ya bile gelmemiştir. Kendileriyle birlikte yaşayan en küçük kızları ve savaşta ölen ortanca oğullarının karısı haricinde, onlara sempati gösteren kimse kalmamıştır.

Oyuncuların yüz seviyesinde duran kamera, gerçek zamanlı diyaloglar filmin bu “günlük” halini seyirciye hissettirir. O kadar ki, filmin yarısı karakterlerin oturması ve oturdukları yerden kalkması, çantalarını hazırlaması ve çantalarından çıkardıklarını yerleştirmesi gibi, doğal hareketleri izlemekle geçer. Akıcı bir günlük hayat anlatımı vardır. Bu teknikle hem oturup kalkma gibi küçük hareketler, hem de ölüm döşeğinin etrafında toplanıp ağlama gibi daha büyük hareketler aynı tempoya ve anlatıma sokulur. Bu sayede, en dramatik sahneler bile, homojen bir şekilde, abartısız anlatımla yansıtılır. Bu tekdüze anlatım, sıkıcı olmak bir yana, izleyiciyi hikayeye daha çok dahil eder.

Filmde, dramın tırmandığı üç can alıcı sahne vardır:

Birincisi, doktor oğul ve kuaför kızın kısıtlı bir süre için kendilerini ziyarete gelen anne babalarını, yaşlarına pek uygun olmayan hareketli ve yorucu bir tesise tatile göndermeleri. Gürültü içinde uyuyamadıkları ve yalnız başlarına deniz kenarında oturdukları iki sahne, hiç söz kullanılmadan izleyiciye hayal kırıklığı hissini net bir şekilde hissettirir. İzleyici, anne babanın yaşadığı bu his aracılığıyla kendi ilgisizlik deneyimleri üzerinde düşünmeye başlar. Tam bu noktada ikinci acıklı sahne devreye girer ve kontrast bir karakter aracılığıyla, izleyicinin yüzleşmesi daha da derinleştirilir.

Bu sahnede, anne baba gürültüye dayanamayıp tatillerini yarıda keserek kızlarının evine dönerler. Ancak kızları buna hiç sevinmez, bir toplantıya ev sahipliği yapacağı ve meşgul olacağı gerekçesiyle onları tabiri caizse kapı dışarı eder. Maskelerin düştüğü, tüm karakterlerin gerçek yüzünü gösterdiği bu sahnede, derin bir zıtlık yaratırcasına iyi huylu ve merhametli gelin karakteri devreye girer. Anneye karşı sergilediği aşırı iyi tavırlar ve sonsuz güleryüz, öz evlatların çirkinliğini daha net bir şekilde ortaya koyar. Hikayenin doğal akışını yapay bir şekilde dramatize eden, fazla “iyi”; dramın tavan yaptığı son sahneye izleyiciyi hazırlayan, düşünülmüş bir karakterdir.

Annenin ölüm döşeğinde yattığını öğrendikleri sahne, filmin üçüncü ve en dramatik sahnesidir. Seyirci bu acı son sahnede bir tür günah çıkarma ve arınma beklerken, öyle bir şey olmaz. Aksine, günlük koşturmalarına verdikleri önemden feragat etmezler. Annelerinin yanına giderken yas kıyafetlerini götürmeyi ihmal etmezler; son zamanlarını birlikte iyi bir şekilde geçirdiklerini söyleyip gamsız bir şekilde kendilerini buna inandırırlar; anne öldükten çok kısa bir süre sonra onun birkaç parça eşyasını talep ederler.

Filmin tüm yükselme anlarının tekdüze bir anlatımla gösterilmesi gerçek hayatla paralellik gösterir. Gerçek hayatta iyilik ve kötülük, dram ve mutluluk birbirine girmiş durumdadır ve bunlar sinemadaki müzik ve kamera odağı gibi araçlarla vurgulanmaz.

Basit ve akıcı, naif bir hikaye izlemek isteyenlerin kaçırmaması gereken bir film.

İyi seyirler.

16 Mart 2017 Perşembe

Dizi: Bron / Broen

İsveç-Danimarka ortak yapımı bir polisiye dizi. İlk sezonu 2011 yılında yayınlandı. Bugüne kadar toplam 3 sezon çıktı, sezonların çıkış yılı sırasıyla: 2011, 2013 ve 2015. 4. sezonun 2018 yılında yayınlanması bekleniyor. Sezonlar yaklaşık 1 saatlik 10 bölümden oluşuyor.

Çok dikkat çeken bu başarılı dizi daha sonra Amerika ve Fransa tarafından uyarlandı. The Bridge adıyla 2013-2014 yıllarında 26 bölüm olarak yayınlanan Hollywood versiyonunda Diane Kruger var. Le Tunnel adıyla yayınlanan Fransız versiyonu 2013 yılında başladı. Şu ana kadar 24 bölüm yayınlanan dizi hala devam ediyor.

Konuyu özetlemek gerekirse, İsveç ve Danimarka arasındaki Öresund Köprüsü’nün üzerinde, iki ülkeyi ayıran sınır çizgisinde bir kadın ölü bulunur. Ölen kadın İsveç kimliğine sahip olduğu için, davayı İsveç Emniyeti üstlenir. İlk bakışta basit bir cinayet gibi görünen olay, kadının cesedinin tam sınır çizgisi üzerinden ikiye bölündüğünün ve iki parçanın iki ayrı kişiye ait olduğunun anlaşılmasıyla, iki ülkeyi ilgilendiren politik bir dava halini alır. Malmö Emniyeti’nden Saga Norén ve Kopenhag Emniyeti’nden Martin Rohde'nin yürüttüğü soruşma, her ipucuyla birlikte daha da ilginçleşir. Çok planlı ve titiz çalışan katil, yeni cinayetleriyle ve verdiği sosyal mesajlarla iki ülkenin gündemi haline gelir.

Bu orijinal kurguya orijinal karakterler de eklenince ortaya çok sürükleyici, hiçbir pürüzü olmayan, çok başarılı bir iş çıkmış.

Dizinin ilk sezonu, orada burada çeşitli karakterlerin gösterilmesiyle başlıyor. İlk başlarda aralarında bağlantı kuramadığınız bu dağınık anlatım, her yeni bölümle biraz daha toparlanıyor ve son bölümde aklınızda hiçbir soru işareti bırakmadan etkileyici bir finalle çözülüyor. Bu derli toplu hali nedeniyle çok beğeni toplamasına şaşırmamak lazım.

İnceledikleri olayın ilginçliğinin yanı sıra, karakterler de çok dikkat çekici. Aslında bir an önce yeni bölümü açmak için sabırsızlanmanızın nedeni biraz da karakterler. Sosyal ilişkilerde tuhaf davranışlar sergileyen, zeki ve analitik, başarılı polis Saga dizinin imzası niteliğinde. Martin, ilk bakışta Saga kadar ilginç görünmese de, aile hayatına inildiğinde ve ilişkilerine ışık tutulduğunda aslında onun da karmaşık bir karakter olduğunu anlıyorsunuz. Saga ile dostluk kurması bakımından da sizi yakalayan bir yanı var. Karakterler her yeni bölümle birlikte biraz daha derinleştiriliyor. Özel yaşantılarını ve Saga ile Martin’in ikili ilişkisini gördükçe psikolojik profillerini çıkarabilmek için daha fazla ipucu toplamış oluyorsunuz.

İlk bölümde Martin’e karşı tamamen ruhsuz, sevgisiz ve öfkeli tavırlar sergileyen Saga’ya gözünüz iyice alıştığında, aslında “farklı” bir insan olduğunu anlıyorsunuz. Çevresiyle olan ilişkisinde ve olaylara karşı verdiği tepkilerde duygusallığı anlamlandıramıyor. Örneğin, Danimarka polis teşkilatının, intihar eden arkadaşları için neden otopsi yapmadığını, oradaki saygı ve duygusallık hissini anlayamıyor. Zamanla Saga’nın Otizm Spektrum bozukluğuna sahip olduğu çıkarımını yapıyorsunuz. Hiçbir zaman açık açık söylenmiyor. Hatta dizinin yaratıcısı, bunu oyunculara bile açıkça söylemiyor, oyuncuların karaktere karşı yaklaşımını etkilemek istemiyor.

Senaristlerin Saga karakterini başta ve sonlarda farklı gösterip seyirciyi duygusallaştırma taktiği yaptıklarını da söylemek lazım. Başta Martin’e karşı sergilediği düşmanca tavırlar, aslında Saga’nın karakteriyle bağdaşmıyor. Duygusal bağlantıya anlam veremese de, insanlara karşı düşman değil, sadece “direkt”. Ortamın ve zamanın uygunluğuna bakmadan, yapması gerektiğini düşündüğü şeyleri yapıyor. Henüz komadan çıkmış bir kadına geçmiş olsun demeden davayla ilgili sorularını sorabiliyor ve yorgun olabileceğine ihtimal vermeden cevap vermesi için ısrar edebiliyor örneğin. Çünkü kendisi de kurşun yedikten bir saat sonra ayağa kalkıp işine devam ediyor. Kendi direktliğinin herkeste var olduğunu sanıp ona göre hareket ediyor. Kendi amiriyle ve Martin’le yakın olduğu için onların kendisinden rica ettiği şeyleri, mantıklı bulmasa da yapıyor. Sosyal ortamlardaki tuhaf davranışlarını bu iki arkadaşının yönlendirmeleriyle değiştirme çabası içinde. Analitik ve direkt bir insan ama saldırgan, öfkeli, düşman değil. Aksine biraz yakınlık gördüğü kişilerin ricalarını geri çevirmeyen bir yapısı var. Yumuşak kalpli bir karakter. Seyirci üzerinde ilk bıraktığı izlenim gerçekçi bir izlenim değil. Başta karakterden nefret ettirerek sonra onu sevdirme taktiğiyle seyirci şaşırtılıyor ve karaktere bağlanması sağlanıyor.

Bu noktada yine de Saga'nın karakteriyle ilgili, gerçeğe uymayan bir şeyler var. Böyle kolay yön alabilen ve yumuşak kalpli bir kadına neden, örneğin, ekipteki diğer insanlar yaklaşmadı ve neden onu dışlama eğilimindeler? Bir diğer soru da, Saga mantığını anlamadığı halde duygusal davranışları taklit edebiliyorsa, Martin'den önce kimse ona bunu yaptırmayı denemedi mi? Daha önce onu yönlendiren, davranışları öğreten kimse olmadı mı? Aslında yalnız bir karakter olarak çizmişler, daha önce bu kadar yakınına gelen kimse olmaması normal karşılanabilir. Ancak yaptığı iş, eğitim hayatı, vs. onun sürekli insanlarla birlikte olmasını sağlayan bir süreç ve bu süreçte neden başkalarıyla yakınlık kurmamış? 3 günlük ekip arkadaşı Martin’e bu kadar kısa sürede ısınabiliyorsa, geçtiği bu yollarda da birilerine bir şekilde ısınmış ve yakın ilişkiler kurmuş olmalı.

Birinci sezon, karakterleri tanıyarak geçti. İkinci sezonda aynı karakterlerle devam etmişler, bakalım bu sefer hangi davanın peşinde koşacaklar? Umarız bu davayı daha fazla eşeleyip hikayenin derli toplu halini dağıtmazlar.

İyi seyirler.

13 Mart 2017 Pazartesi

Kitaptan Filme: Moonlight (2016)



Hikayesi Tarell Alvin McCraney tarafından yazılan, Barry Jenkins yönetmenliğinde çekilen 2016 yapımı film. Siyahi bir karakter olan Chiron’ın çocukluğundan yetişkinliğe geçişini, geçirdiği değişimi ve kendini tanıma sürecini konu alır.  

En İyi Film ödülünü aldığı 89. Akademi Ödül töreninde, En İyi Uyarlama Senaryo kategorisinde de yarıştı. Ancak aslında yayınlanmış bir kitaptan uyarlanmadığını vurgulayalım. Tarell Alvin McCraney, bu oyunu bir drama okul projesi için yazıyor. Moonlight filmi popüler olduktan sonra, oyunu yayınlayıp yayınlamayacağı sorulduğunda, asla yayınlamayacağını, çünkü onu tam bir oyun şeklinde yazmadığını, daha serbest bir stil kullandığını söylüyor. Yayınlanmadığı için oyun ve film karşılaştırması yapma imkanımız yok. Neden En İyi Uyarlama Senaryo kategorisinde değerlendirildiği ve bu ödülü aldığı da çok anlaşılır değil açıkçası. 

Bölüm I: Küçük 

Babası ortalıkta olmayan, fahişe bir anne tarafından yetiştirilen Chiron çocukluğunda silik bir karakterdir ve arkadaşları tarafından dışlanarak fiziksel/psikolojik şiddete maruz kalır. Çevresinden daima sert muamele gören, “Küçük” lakaplı Chiron, bir gün arkadaşlarından kaçarken terk edilmiş bir eve sığınır. Burada uyuşturucu satıcısı Juan tarafından bulunur. Juan ona son derece yumuşak ve şefkatli davranır. Yemek yedirdikten sonra evine getirir ve kız arkadaşı Teresa ile tanıştırır. Juan ve Teresa, Chiron ile sohbet ederler, kendini tanımak için merak edip sorduğu ilk sorulara yanıt verirler ve farkında olmadan Chiron’ın kendini tanıma sürecini başlatmış olurlar. Kendisine karşı sevgi dolu davranışlar sergileyen bu çiftin evi, ileride Chiron için ikinci bir yuva, bir kaçış noktası olacaktır. 

Bölüm II: Chiron 

Çocukluktan ergenlik dönemine geçen karakterin hayatında herhangi bir şey değişmemiştir. Aksine, okuldaki arkadaşları ona karşı daha fazla yargılayıcı ve kırıcı hale gelir. Daha fazla kaçar, saklanır, susar. Kendisine takılan Küçük lakabını reddedip kendi kimliğini kabullenmeye başlaması bu sürece denk gelir. Okuldan bir arkadaşıyla cinsel yakınlaşma yaşayıp yavaş yavaş eşcinselliğini keşfeder. Chiron’ın kendisini çok yakın hissettiği bu arkadaşı, bir gün okuldaki serserilerle girdiği bir iddia nedeniyle Chiron’a yumruk atmak zorunda kalır. Chiron hayatında ilk kez bu bölümde isyan eder ve ilk kez saldırır. Uzun zaman boyunca karakterine, iç dünyasına uygun pasif ve sakin bir duruş sergilese de, dış koşullara daha fazla direnemeyip şiddeti kullanmaya başlar. Bu, karakter için bir dönüm noktası, çocuk Chiron’dan yetişkin Chiron’a nasıl bir geçiş yapacağının sinyallerini veren önemli bir andır. 

Bölüm III: Black 

Olgunlaşan, yetişkin Chiron’a geçiş yaparız. Havalı müzikler dinleyen, altın diş aksesuarıyla dolaşan, daha karizmatik, daha becerikli, daha güçlü, daha dayanıklı ve tehlikeli bir görünüme bürünmüştür. Artık zengindir, uyuşturucu işinden para kazanmaya başlar. Kendisine rol model olarak seçtiği Juan ölmüştür, Chiron kendisinden bir Juan yaratıp üzerine biraz da gösteriş katmıştır. Dışarıdan bakınca sert bir insan gibi görünse de, karakterle bir iki dakika geçirdiğinizde karakterinin değişmediğini anlarsınız. Hala etrafında olup bitenleri içselleştirememiş, karakterini vahşileştirmemiş, uysal ve sakin bir insan söz konusudur. Yalnızca dış koşullara karşı kendine bir tür savunma mekanizması geçirip, bir maske, çıkarılabilir bir karakter yaratmıştır. Bu yolculuktan geçen diğer tüm yetişkinlerden farklı olarak, Chiron bir homoseksüel, bir fahişe çocuğu ve bir siyahidir. Topluma kendi isteği dışında, doğuştan, onu dışlaması için birden çok koz vermiştir. Asla kabul edilmediği toplumda yer almak için kendisine böyle bir dış maske yaratmıştır.

En İyi Film ödülünü açıklarken yaşanan skandalla normalden daha fazla konuşulan Moonlight’ın başka dikkat çekici özellikleri de var. Bir sanat filmi, siyahileri konu alan bir film ve eşcinsel bir karaktere odaklanan bir karakter hikayesi olmak gibi özellikleriyle Oscar almayı başarması sıra dışı ve umut verici. Siyahilerin sert ve zorlayıcı ortamını, küfürler, gangsterler, hiphop, kan, silah, seks olmadan aşırı gerçekçi bir şekilde aktarabilmesi, filmin klişe bir film olmadığını kanıtlar nitelikte. Baştan sona aksiyon ve şaşırtmacalı sonlar görmek isteyenlere uygun değil. Çoğu insanın tatmin olmaması da bu yüzden. Çünkü bu bir karakter öyküsü. Karakterin psikolojik gelişimini muhteşem bir bakış açısıyla takip etmenize olanak tanıyan, temiz bir hikaye. 

İlk bölümde kendi seçmediği saldırgan bir sosyal ortamın içinde kalmış ve nasıl mücadele edeceğini bilemeyen Küçükikinci bölümde yavaş yavaş dış koşulların üzerine gelmesini nasıl engelleyeceğini keşfeden ve aynı zamanda kendi cinselliğini, kimliğini de keşfetmeye başlayan Chiron ve üçüncü bölümde kim olduğunu öğrenmiş, dış koşulları da iyice öğrenmiş ve bununla mücadele etmek için kendine bir dış görüntü yaratmış Black. Üç farklı oyuncu tarafından oynanan bu üç evre aracılığıyla, insanın farklı dönemlerde farklı kişilere dönüştüğünü net bir şekilde görebiliyorsunuz. 

KAMERA 

Film boyunca farklı kamera açıları kullanılmış, bunların her biri karakterin iç dünyasını daha iyi yansıtabilmek için yerleştirilen, düşünülmüş detaylar. Örneğin, Teresa ve Juan ile sevgi dolu bir ortamda yemek yerken yana doğru yavaşça kayan kamera huzuru hissettirirken; arkadaşlarının kovaladığı Chiron’un arkasından sarsılarak giden kamera kaygıyı temsil ediyor. Kameranın konumu da önemli bir detay. Yürürken Chiron’ın arkasından ilerleyen kamera sayesinde kendinizi karaktere ve yaşadıklarına daha yakın hissediyorsunuz. Sanki olaylar siz yürürken önünüzden giden bir kişinin başına geliyor gibi, yakından tanıklık ediyorsunuz.

SESLER + MÜZİK  

Chiron’ın iç dünyasına yönelmemiz gereken sahnelerde klasik müzik çalıyor. İç dünyanın önemli olmadığı kısımlarda ise yer yer hiphop duyuyorsunuz. Ayrıca karakterlerin dudak hareketleriyle görüntünün eşleşmediği sahneler dikkat çekici. İzlenimin gerçek olaydan daha uzun sürdüğü mesajı veriliyor. Bazen tek bir söz, çok uzun etkiler bırakabilir. 

SEMBOLLER 

Rüzgar: İkinci bölümdeki Kevin karakterinin açıkladığı gibi, rüzgar tüm insanlara aynı anda esen, tüm insanların aynı şeyi hissettiği, birleştirici ve rahatlatıcı bir şey. Bir anlığına insanların her şeyi unutup gevşemelerini sağlıyor. Rüzgar sesini duyduğumuz sahnelerde, Chiron maskesinden uzaklaşarak kendi kimliğine yaklaşıyor.

Son olarak tamamı etkileyici performanslar sergileyen oyuncuların isimlerini not alalım. Juan rolünde Mahershala Ali; Paula rolünde güzel Naomie Harris; ergen Chiron rolünde Ashton Senders; Teresa rolünde bu sene Hidden Figures’te de izleyip aşık olduğumuz Janelle Monae; ergen Kevin rolünde Jharrel Jerome; yetişkin Chiron rolünde Trevante Rhodes ve son olarak yetişkin Kevin rolünde André Holland oynuyor.

İyi seyirler.

12 Mart 2017 Pazar

En İyi 7 Uyarlama Film

Kitaptan Filme olarak 1 sene boyunca incelediğimiz uyarlamalar arasından en iyi 7 tanesini seçtik. İyi okumalar.

gone
Amerikalı yazar Margaret Mitchell tarafından yazılan ve 1936 yılında yayınlanan, Pulitzer Ödülü‘ne layık görülen roman. Amerikan İç Savaşı’nı güneylilerin, başka bir deyişle Konfederasyon’un gözünden anlatıyor. 1939 yılında 4 saatlik film ile sinemaya uyarlandı. Hayatınızda izleyebileceğiniz en iyi uyarlamalardan biri. Rhett Butler rolünü, aslına tamamen uygun bir şekilde canlandıran Clark Gable’ı kaçırmamak gerekiyor.

to kill a
Avukat bir babanın kızı olan Harper Lee, kolej zamanlarında türlü dergilerde ırkçılığa ve haksızlığa karşı yazılar yazıyordu1950’li yılların sonunda başladığı bildungsroman kitabını yayınlanabilir hale getirmesi 3,5 senesini alacaktı. Pulitzer Edebiyat Ödülü‘nü alan, ırkçılık temalı bu kitap 1962 yılında sinemaya uyarlandı ve En İyi Uyarlama Senaryo dahil olmak üzere 3 tane Oscar ödülü aldı. Harika bir oyuncu kadrosu ve iyi bir uyarlama.

3. Godfather

godfather
İtalyan asıllı Amerikalı yazar Mario Puzo‘nun 1969’da yayınlanan mafya romanı. Kurgusal Corleone ailesinin 1945-1955 yılları arasındaki çöküş ve toparlama evrelerini anlatır. 1972 yılında sinemaya uyarlanan ve 3 filmden oluşan Baba serisinin ilk filmi, bu romandan uyarlandı. Diğer filmler ise senaryo ekibindeki Mario Puzo’nun yönlendirmeleriyle çekildi ve ortaya tutarlı bir iş çıktı. Basit anlatımlı, akıcı ve iddialı bir kurguya sahip romanı okumak da, daha sonra klasikler arasına girecek film serisini izlemek de müthiş keyifli.

great gatsby
Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald‘ın yazdığı, 1925 yılında Charles Scribner’s Sons tarafından yayınlanan kısa bir roman. 20. yüzyıl başları Amerikasındaki sosyal sınıf atlama ortamını temsil eder. F. Scott Fitzgerald, roman aracılığıyla hem yeni hem de eski aristokrasiyi eleştirir. İçki kaçakçılığından kazandığı parayla yükselip zengin olan, kendisine mükemmel bir imaj yaratıp insanları etkileyen Jay Gatsby karakteri anlatılır. Bu kitabın arka planını iyi anlayabilmek için, hakkında okumalar yapabileceğiniz birkaç anahtar kelime: Roaring Twenties, Jazz Age, American Dream, Flapper,  Art Deco. Kitap 2013 yılında, Baz Luhrman yönetmenliğinde sinemaya uyarlandı. En İyi Yapım Tasarımı ve En İyi Kostüm Tasarımı ödüllerini alan film son derece iyi bir uyarlama olmuş.

jane eyre
İngiliz yazar Charlotte Brontë‘ın yazdığı, 1847 yılında Smith, Elder & Co. yayınevi tarafından İngiltere’de, bundan bir sene sonra da Harper & Brothers yayınevi tarafından Amerika’da yayınlanan roman. Orijinal ismi Jane Eyre: An Autobiograpy (Jane Eyre: Bir Otobiyografi). Bu klasik romanın birçok film uyarlaması var. Aralarından bizim seçtiğimiz 2 tanesi şöyle: İlk olarak, Jane Eyre ile Mr. Rochester arasındaki tutkuyu en iyi şekilde yansıtan 2011 yapımı film (IMDB 7,4) ve kitabın bire bir uyarlandığı 2006 yapımı 4 bölümlük mini dizi uyarlaması (IMDB 8,4).

children of
P.D. James‘in yazdığı distopik roman 1992’de İngiltere’de Faber and Faber yayınevi tarafından yayınlanır. Hikaye 2021’de geçer. Kitap 2006 yılında Alfonso Cuarón yönetmenliğinde sinemaya uyarlandı. Theo Faron rolünde Clive OwenJulian rolünde ise Julianne Moore oynadı. Kitapta olmayan Jasper karakterini de mükemmel bir performansla Michael Caine oynadı. Kitabın bire bir uyarlandığını söyleyemeyiz, zaten Alfonso Cuarón‘un böyle bir derdi yok. Kitaptan daha güzel bir uyarlama olduğunu söylesek yanlış olmaz.

7. Blindness 

blindness
1998 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli yazar José Saramago‘nun yazdığı, 1995 yılında yayınlanan roman. Büyülü Gerçekçilik ve distopyanın birleşimiyle ortaya çıkan bu şahane roman, 2008 yılında Fernando Meirelles yönetmenliğinde Brezilya-Kanada ortak yapımı bir de filmle sinemaya uyarlandı. Muhtemelen kitaptan daha fazla duyuldu ve bu popülerliği sonuna kadar hak ediyor. Tertemiz bir iş. Kitabın özünü tamamen korumayı başarmışlar. Filmin çekimi tamamlandığında José Saramago'nun, gözyaşları içinde yönetmene sonuçtan çok memnun kaldığını söylüyor. Yazarı yaşarken uyarlanan ve yazarından da onay alan filmler daha çok dikkat çekiyor. Bu kitabın ve filmin kaçırılmaması gerektiğini söyleyelim.

5 Mart 2017 Pazar

Kitaptan Filme: Hidden Figures


Hidden Figures: The Story of the African-American Women Who Helped Win the Space Race, Margot Lee Shetterly’nin 2016 yılında yayınlanan biyografik kitabı. NASA’da çalışan bir grup siyahi kadının hikayesini konu alıyor.

İkinci Dünya Savaşı zamanlarında NACA adıyla hizmet veren kuruluş, bildiğiniz gibi havacılık alanında Rusya ile yarış halinde. Savaşta ileri teknolojiyle bir adım öne geçebilmek için sıkı havacılık araştırma çalışmaları yürütülüyor. Savaş sona erdikten sonra da bu rekabet ortamı azalmıyor, aksine artık uzaya seyahat yarışları başlıyor ve rekabet daha da kızışıyor. Ciddi bir yarış ve büyük yatırımlar varken, Hollywood’a ekmek çıkmaması olmaz tabi. Dinamik ve öncü bir ruha sahip NASA ekibini daha önce muhtemelen bir kurguda okudunuz ya da izlediniz. Bu kitap, okumaya veya izlemeye alıştığımız NASA ortamını değil, NASA’da çalışıp izlerini bırakmış olan ama isimleri hiç bilinmeyen Afrika-Amerikalı siyahi “Computer” matematikçilerin hikayesini anlatıyor. Bu bakımdan çok ilgi çekici. Anlattığı karakterlerin tamamen gerçek olması sizi en çok heyecanlandıran şeylerden biri.

Kitabın (daha doğrusu filmin) adı Türkçeye “Gizli Sayılar” olarak çevrilmiş. Aslında neden böyle çevrildiğini anlayabilmiş değilim, çünkü hikaye esasında “Gizli Figürleri”, gölgede kalmış, adından bahsedilmeyen kişileri konu alıyor.

Yazar Margot Lee Shetterly’nin kendisi de bir siyahi. 1969 doğumlu yazarın babası bir NASA araştırmacısı, annesi de eskiden esasen siyahilere eğitim veren Hampton Üniversitesi’nde profesör. Shetterly, NASA’da çalışan kişilerin çoğunlukla yaşadığı bir ortamda büyüyor. Ailesinin evini ziyarete gittiğinde, NASA’dan emekli olmuş matematikçi aile dostlarıyla sık sık karşılaşıyor. Tarihte isimleri çok bilinmeyen bu figürleri araştırıp kitaplaştırmaya karar veriyor. 2010 yılında Hidden Figures‘ın araştırmalarına ve yazmaya başlıyor. Kitabı henüz tamamlamadan film haklarını satıyor ve çekimler de bir yandan başlıyor.

89. Akademi Ödülleri’ne 3 dalda aday olan (En İyi Film, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu)  uyarlama film de kitap gibi 2016 yılında çıkıyor. Aday olduğu kategorilerden hiçbirinde ödülü alamıyor ne yazık ki. Aslında hem siyahileri, hem bir parça feminizmi hem de uzay temasını içerdiği için dışarıdan bakınca iddialı (ödül mıknatısı) bir yapım, ama diğer daha popüler temalı filmlerin gerisinde kalıyor. Konusu dışarıdan “popüler” görünse de, benim son zamanlarda izlediğim en ilham verici hikayelerden biri.

Oyuncular şöyle: Taraji P. Henson, Octavia Spencer, Janelle Monae, Kevin Costner ve Jim Parsons. Şahane bir oyuncu kadrosu. Janelle Monae‘yi bu filmle keşfettiğimi ve bir daha peşini bırakmayacağımı söyleyebilirim. Jim Parsons, iyi ki ikinci yarıda kötü adamlıktan sıyrıldı, yoksa kendisinden senelerce nefret edebilirdim. Taraji P. Henson ve Octavia Spencer her zamanki etkileyiciliklerini bu filmde de sergilemeyi başarmışlar.

Kitap ve film arasında birçok fark var

- Kitap, 1940’lı yıllardan itibaren anlatıyor ve daha çok karakteri konu alıyor. Film 3 kadın karakteri merkeze yerleştirmiş ve yalnızca 1960’larda geçiyor.

- Filmde Katherine, Dorothy ve Mary Jackson her gün işe birlikte gidip gelen yakın arkadaşlar olarak tasvir edilmiş, kitapta böyle bir şey yok. Belki tanışıyorlar ama dostluklarından asla bahsedilmemiş. Filmde güçlü kadın figürü biraz daha vurgulanmak istenmiş olabilir. İşe kendi arabalarıyla gidip gelen, üstelik arabaları bozulduğunda kendileri tamir edebilen, biri zorluklarla karşılaştığında onu yalnız bırakmayan, aynı zamanda çok şık giyinen nazik ve güzel kadınlar olarak gösterilmişler. Kitapta kadınların gücünün ve çekiciliğinin bu şekilde göze sokulmasına gerek kalmamış, enine boyuna anlatıldığı için okur kadınların becerilerinin ve karizmalarının gayet farkında. Fakat görsel açıdan o aşırı güzel araba ve 3 güçlü figürün araba içi sohbetleri tatmin ediciydi. Sinemanın görsel bir iletişim aracı olduğunu kendime hatırlatıyor ve bu maddeyi burada bitiriyorum.

- Filmde Katherine‘in ilk evliliğinden hiç bahsedilmiyor. Aslında ilk kocasını sevdiğini, adamın öldüğünü bilmek lazım. Sevgisiz bir evlilikten çıkıp yalnız kalmış değil, hayat onu sürüklüyor.

- Kitapta patronuyla tuvalet konusunda tartışma yaşayan kişi Mary Jackson, kitapta ise Katherine. Katherine filmin merkezine konulduğu için, yaşadıkları zorlukları onun üzerinden anlatmak gibi bir çözüme gitmişler, yanlış olmamış. Hatta bana kalırsa filmin en can alıcı sahnesi, dönüm noktası bu tuvalet sahnesiydi, bence yerinde bir değişiklikti.

- Filmde Katherine en güçlü karakter gibi gösterilse de kitapta Mary Jackson çok daha becerikli ve yetenekli bir kadın.

- Filmde Katherine Doğu tarafındaki laboratuvara geçtiğinde ayrımcı bakışlarla, aşağılayıcı davranışlarla karşılaşıyor, kitapta ise böyle bir şey yok. Bu kısmı fazla dramatize edilmiş. Ama bunlar da olmasaydı dönemin ayrım atmosferini nasıl anlatacaklardı? Bazı dramatizasyonları da görmezden gelmek gerekiyor sanırım. Zaten ben bu filmde hiçbir şeyi fazla, aşırı, abartı göremiyorum nedense.

Filmde astronotun Katherine‘den sayıları hesaplamasını istediği sahnenin gerçekten yaşandığını söyleyelim. Aslında tam olarak, yok artık daha neler dedirten bir sahne, uydurma olması ihtimali yüksek diye düşünüyorsunuz. Değil. Gerçek.

Bu arada kitabın en ilginç bölümlerinden bir tanesinde, Star Trek‘ten bahsediliyor. Kaptan Kirk Mr. Spock‘ı bilmeyeniniz yok, peki hikayeye daha önce hiç Lieutenant Uhura karakterinin gözünden bakmış mıydınız? Uhura‘yı canlandıran Nichelle Nichols, dizinin ilk sezonu bittiğinde Broadway kariyerine yönelmek amacıyla prodüktörüne istifa mektubunu veriyor. Prodüktörü istifasını kabul etmediğini, hafta sonu tekrar düşünmesini istediğini söylüyor. Nichols, hafta sonu katıldığı bir organizasyonda “en büyük fanı” olarak kendisini tanıtan gizli bir hayranı tarafından takibe alınıyor. Hayranıyla görüşmeyi kabul ettiğinde bu kişinin Martin Luther King Jr. olduğunu öğreniyor. Evet Martin Luther King! Star Trek hayranı olduğunu öğrenince şaşkına dönen, hem onore olmuş hem de alık bir şekilde Martin Luther King ile konuşuyor, rolünü bırakmamaya ikna oluyor ve istifa mektubunu geri çekip devam ediyor.

Eğer havacılıkla ilgileniyorsanız, bu kitaptan çok keyif alacaksınız. Tam 6 sene boyunca üzerinde çalışılmış, detaylara inen bir kitap. Fakat ne yazık ki bildiğim kadarıyla Türkçe çevirisi yok. Daha yeni çıktığı için sanıyorum çeviri çalışmalarına başlanmıştır ya da başlanacaktır.

Filmi tek başına çok tatlı, çok güzel bir film. Siz ne düşünüyorsunuz? Neden hiçbir ödül alamadan kapattı seneyi? Bu filmde neleri aşırı buldunuz mesela?

İyi okumalar/seyirler.