24 Aralık 2016 Cumartesi

Kitaptan Filme: Harry Potter and the Order of the Phoenix II

Kitapla film arasında çok fark var. Bunların hepsini tek bir yazıda toplamak daha iyi olacak. Bu farklar kitabın çok uzun filmin ise görece kısa olmasından kaynaklanıyor. Yazarın da onayıyla kitabı, hikayenin özüne sadık kalacak ve ortaya güzel bir film çıkaracak şekilde güzelce kırpmışlar. Lafı fazla uzatmadan film ve kitap arasındaki farkları yazayım.

Zümdürüanka Yoldaşlığı’nın toplandığı ev, filmde apartmanın ortasında beliriyor, çok da güzel bir sahne. Kitapta böyle bir şey olduğunu hatırlamıyorum, sadece evin gizli olduğu söyleniyor.

Kitapta trende Luna’yla karşılaşıyorlardı. Hatta Hermione ve Ron başkan seçildikleri için ayrı kompartımanda seyahat ettiklerinden, Harry Ginny ve Luna ile arkadaşlık kurmak zorunda kalıyor, filmde bu gösterilmemiş. 

Kitapta Harry, Hermione ve Ron’un başkan seçilmesine, kendisinin seçilmemesine alınıyor. Kendisinin onlardan daha becerikli bir büyücü olduğunu düşünüyor, haksızlığa uğramış hissediyor. Filmde bunların hiçbirine yer verilmemiş.

Luna annesini kaybettiğiyle ilgili hikayeyi filmin başında, kitabın ise sonunda veriyor.

Hagrid’in derslerindeki Testraller filmde yok.

Dumbledore, Umbridge kehanet hocasını henüz kovmamışken, uyanıklık yapıp kendi istediği yeni bir kehanet hocası atıyor. Böylece Umbridge’in kendi istediği hocayı getirmesini engelliyor. Bu filmde gösterilmemiş, halbuki Umbridge’e karşı galibiyet kazanılan en güzel anlardan biriydi, gösterilebilirdi. 

Kitapta Hermione, Harry’den gizlice Karanlık Sanatlara Karşı Savunma büyüsü dersleri vermesi için istekte bulunduğunda Harry çok tereddüt ediyor. Uzun bir süre sonra ikna oluyor ve ilk derste karşısında gördüğü kalabalık karşısında boğazı kuruyor, ne yapacağını bilemiyor. Filmde ise fikir ortaya atılır atılmaz sınıfta toplanıyorlar.

Kitapta Ginny’nin toplam 2 sevgilisi oluyor, Harry’yle hiç ilgilenmiyor. Filmde Harry’nin peşinden koşar gibi gösterilmiş, sevgilileri de gösterilmemiş. 

Kitapta Snape’in Harry’ye Zihinbend dersleri vermesi daha önceden programlı bir şey. Filmde Snape Harry’yi kolundan sürükleye sürükleye aniden apar topar zihindenb dersleri vermeye başlıyor.

Filmde Mr. Weasley’nin yaralanmasını jet hızıyla geçmişler. Kitapta bu süreç Weasley ailesi için daha sancılı geçiyor. 

Hagrid, devlere gitme sebebinin orduya katılmalarını talep etmek olduğunu söylüyor, hatta Voldemort’un da orduya katılmaları için devlerin peşinde olduğu bilgisi veriliyor, kitapta bu yok. Kitapta Hagrid akrabalarını görmek için tamamen duygusal bir motivasyonla o kadar yolu gidip yanında bir devle geri dönüyor.

Kitapta Hermione’nin fikriyle, Gelecek Postası’nda çok eleştirilen ve lafları çarpıtılan Harry’yi kamuoyuna sevdirmek için muhalif gazete Dırdırcı’ya, işgüzar gazeteci Rita aracılığıyla röportaj veriyorlardı, Luna’nın babasının gazetesi olduğu için onun da burada kocaman bir rolü vardı. Filmde Dırdırcı’yı hiç göstermemişler. 

Kitapta Harry Hermione ve Ron Neville’in deliren ailesini hastanede görüyorlardı ve bu bir sır olarak kalıyordu, Neville bundan bahsedemiyordu. Filmde ise kendisi anlatıyor ve hakkında konuşmak istemediğini gayet rahat bir tavırla söylüyor.

Dumbledore’un Ordusu adıyla gizlice dersler yapan öğrencileri basan Profesör Umbridge, kitapta önce Harry’yi suçlayacak bir şey bulduğu için çok sevinip ona yükleniyordu, sonra Dumbledore odağı Harry’den çekmek için orduyu örgütleyenin kendi olduğunu söyleyerek öğrencileri kurtarıyordu. Filmde ise Umbridge direkt Dumbledore’a yüklenmiş. 

S.b.d.’ler için bütün sene geriliyorlar, filmde bu gerginlik gösterilmemiş pat diye sınavlar başlıyor.

Tekrarlayayım. Quiditch maçları filmde hiç yok! Halbuki Ron’un ilk kez oynadığı, çok stres yaptığı, ancak sonunda başarılı olduğu için kitapta gayet keyifliydi. Üstelik Ginny’nin yetenekli bir büyücü olduğunun sinyallerini verdiği için de önemliydi. Ama tamamen kaldırmışlar ne yazık ki. Senarist Goldenberg, Quidditch’i ekleselerdi bunun daha eksik bir film olacağını söylemiş. Eh ne diyelim, az ama öz tutma çabasını takdir etmekle birlikte Quidditch’siz bir büyücülük dünyası düşünmek istemiyoruz. 

Kitapta 14 şubatta Cho ve Harry çıkıyorlar, filmde bu yok.

Normalde Hagrid, Ron maçtayken tribünden Hermione ve Harry’yi alıp devin yanına götürüyor. Filmde Quidditch olmadığı için üçünü birden götürüyor. 

At adam Firenze’nin daha sonra Kehanet Hocası olduğunu göstermemişler.

Hermione kitapta Grawp’tan çok korkuyor, filmde ise ona karşı otoriter bir tavra sahip. 

Hagrid, Umbridge’in kafayı taktığı 2 hocadan biri, bütün sene Harry ve arkadaşları onu korumak için ellerinden geleni yapıyorlar ama bu filme yansıtılmamış.

Kitapta, Zihinbend dersinde Harry Snape’in okul anılarını (James Potter’dan işkence gördüğü anıları) düşünselinden gizlice görüyor, bu arada da Snape’e yakalanıyor. Snape buna çok kızıp ders vermeyi bırakıyor. Filmde ise ikili mücadeleleri sırasında Harry Snape’in zihnini görebiliyor şeklinde yansıtmışlar. 

Kitapta hocalar haylazlık büyüleri nedeniyle dağılan ve kirlenen etrafı bilerek temizlemiyorlar işleri Umbridge’e bırakıyorlar ve keyifle onun her şeyi toparlama çabalarını izliyorlar. Filmde böyle detaylar yok tabi.

Kitapta Harry rüyasında Voldemort’un Sirius’a zarar verdiğini görünce apar topar yanına gitmeye çalışıyor. Hermione ona kahraman olma zaafı olduğu için Voldemort’un onu tuzağa düşürebileceğini açık açık söylüyor, filmde bu kadar dobra değil. 

Kitapta at adamlar Harry ve arkadaşlarını iki kere ormanda yakalıyor. Filmde karşılaşmıyorlar bile.

Filmde Grawp, Harry ve arkadaşları Umbridge’i kendisine getirdiğinde kaçmış, kitapta böyle bir şey yok. 

Filmde at adamlar Gwarp’a saldırıyor, o da üzülüyor. Filme katılan tek ekstra dramın bu olduğunu söyleyebilirim, çünkü kitapta böyle bir şey yok. Kitapta Hermione ve arkadaşlarını gördüğünde yalnızca çat pat kelimelerle Hagrid nerede diye soruyor.

Kitapta Voldemort’la bir çocuk (Harry veya Neville) arasında bir bağlantı olduğunu, bu bağlantıda yer alan iki kişiden birinin mutlaka ölmesi gerektiğini öğreniyoruz. Kitapta bu gerçeği en sonda Dumbledore Harry’ye ıkına sıkına açıklarken, filmde bu sözler kehanet küresinden dökülüyor. 

Kitapta yara izinin sırrını merak etmiyor musun diye soran Dumbledore, filmde ise Lucius Malfoy.

Kitapta Neville ve Luna arasında bir şey yok filmde yakınlaştırmışlar. 

Kitapta kavga sırasında Harry kehaneti kimseye kaptırmıyor, elindeyken kırılıyor. Filmde ise Lucius’a fırlattığında kırılıyor.

Kitapta Sirius ölünce direkt tülün arkasına geçmiyor, filmde görsellik katılmış. Kitapta ölenlerin tülün arkasına geçtiğini en sonunda ona Luna söylüyor buradan Harry ve Luna’nın aslında ölüleri duyabildiklerini öğreniyoruz. 

Kitapta Harry sonunda Dumbledore’a çok kızgın. Aslında kitap boyunca kendisini görmezden geldiği, bütün yaz onu unuttuğu, kendisini başkan seçmediği, yüzüne bakmadığı ve Voldemort karşısında korumaya çalışmadığı için Dumbledore’a çok kızgın. Filmde bu kızgınlığı hiç hissedemedim ben.

Sirius’un resimden bağıran huysuz annesi ortada yok. 

Kreacher’ın Harry’ye Sirius evde değil diyerek oyun oynaması filmde gösterilmemiş.

Sene sonunda kitapta Dursley’ler Harry’yi karşılıyor, Moody Alastar onları Harry’ye iyi bakmaları için tehdit ediyor. Filmde ikisi de yok. 

Ayrıca kitapta Dursley’ler başlarda Harry’yi haberleri izlemekten alıkoymaya çalışıyorlar. Filmde bu gösterilmemiş. Petunia teyzeye Hogwarts’tan gelen mektup da filmde gösterilmemiş.

22 Aralık 2016 Perşembe

Kitaptan Filme: Harry Potter and the Order of the Phoenix (Kısım I)

J. K. Rowling‘in yazdığı Harry Potter serisinin beşinci kitabı olan Zümrüdüanka Yoldaşlığı, 2003 yılında İngiltere’de Bloomsbury, Amerika’da Scholastic Inc. ve Kanada’da Raincoast tarafından yayınlandı.

Hikaye her zamanki gibi Dursley‘lerde başlar. Harry tüm yaz teyzesi, eniştesi ve gittikçe magandaya dönüşen kuzeni yüzünden kabus gibi günler geçirir. Bir gün Ruh Emiciler Dudley’e saldırır, Harry onu kurtarıp eve kaçar. Tüm yaz haber alamadığı arkadaşlarına ve Dumbledore’a kendisi için endişelenmedikleri gerekçesiyle kızgındır. Oysa DumbledoreDursley‘lerin komşusu Mrs. Figg ile Harry‘nin güvenliğini izlemektedir. 

Voldemort artık gücünü toplayıp geri gelmiştir. Sihir Bakanlığı onun geri geldiğini kabullenmez, bunu iddia eden Harry Potter‘ı ve Harry‘yi destekleyen Dumbledore‘u yalancı ilan eder. Sihir dünyası Dumbledore düşmanı çoğunluk ve Dumbledore‘un çevresinde toplanan birkaç kişilik grup -ki bu kişiler Zümdürüanka Yoldaşlığı adını verdikleri bir topluluğun üyelerinden ibarettir- olarak ikiye ayrılır. 

Zümrüdüanka Yoldaşlığı üyesi büyücüler gizli toplantılarını sürdüredursun, Harry ve arkadaşlarının okulu başlar. Artık beşinci sınıfa geçtikleri için bir yandan SBD (Sıradan Büyücülük Düzeyi) sınavına çalışmaları, bir yandan seçecekleri mesleğe karar vermeleri, bir yandan da Voldemort tehlikesine karşı tetikte olmaları gerekmektedir. Bu arada Sihir Bakanlığı, Hogwarts’ta Dumbledore‘un kendine bir ordu hazırlamak üzere öğrenci yetiştirdiğinden şüphelendiği için uygulama ağırlıklı derslerin içeriğini değiştirmek amacıyla Profesör Umbridge‘ı müfettiş olarak atar. Aynı zamanda Karanlık Sanatlara Karşı Savunma dersi veren Umbridge, uygulamalı büyü öğretimini tamamen kaldırır ve yalnızca teorik dersler vererek öğrencilerin büyü becerilerini köreltmeye çalışır. Arkasında Sihir Bakanlığının desteği olduğu için kimse kendisine alenen karşı gelememektedir. Hermione‘inin fikriyle, öğrenciler Dumbledore Ordusu ismini verdikleri bir grup oluşturup gizlice Harry‘den Karanlık Sanatlara Karşı Savunma Büyülerini öğrenirler ve böylece enselerinde hissettikleri Voldemort‘a karşı kendi çabalarıyla güçlenmeye başlarlar. Bu arada VoldemortHarry‘nin zihnine girerek zaman zaman onun karanlık rüyalar görmesine neden olur. Bu rüyaların birinde HarryMr. Weasley‘nin yaralandığını görür ve zamanında müdahale edilmesini sağlayarak onu kurtarır. Bu arada Gelecek Postası’nda Azkaban’dan bir grup büyücünün kaçtığı haberleri yayılır. Bir gün yine bir rüya aracılığıyla Harry, hayattaki tek ailesi, vaftiz babası Sirius Black‘in tehlikede olduğunu görür ve ona yardım etmek için arkadaşlarıyla birlikte Sihir Bakanlığı’na gider. Burada tuzağa düşürülmüş olduğunu fark eder. Harry ve arkadaşları, Azkaban kaçakları, Voldemort, Dumbledore ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı üyeleri karşı karşıya gelerek Harry’nin ele geçirdiği kehanet için savaşırlar. Sonunda Harry, vaftiz babası Sirius Black‘i kaybetse de, Voldemort‘u zihninden atarak yenmeyi başarır. Kitabın sonunda HarryVoldemort‘un iki çocuktan (Harry ve Neville) birine bağlı olduğunu, bu bağlantıda yalnızca bir kişinin hayatta kalabileceğini öğrenir. Kendisinin Voldemort’la bağlantılı olduğuna ve ikisinden birinin ölmek zorunda olduğuna inanan Harry, her şeyini kaybetmiş bir şekilde serüvenine devam edecektir.

Serinin bu kitabında en çok dikkat çeken detaylar şöyle: 

Profesör Umbridge: Pratik yerine teoriyi getiren despot, otoriter, ezberci ve tepeden inmeci aşırı sevimsiz karakter. Her öğretmenin dersine girip teftişler yapıyor. Hagrid‘e ve Trelawney‘e özellikle takık, sonunda Trelawney‘i kovduruyor. Yalnızca, karizmasından ödün vermeyen ve ona onun kadar gıcık yanıtlar veren Profesör McGonagall onunla mücadele ediyor, bunlar kitabın en eğlenceli kısımları. Umbridge, daha ilk derste Harry‘ye verdiği Tüy Kalem cezasıyla akılda kalıyor. Bu cezada, özel tüy kalemle deftere yazı yazan bir kişinin eline bu yazı kazınarak yara oluşmasına neden oluyor. Sonunda, Hermione‘nin tuzağına düşerek Yasak Orman’da at adamların saldırısına uğruyor, uzun süre kendine gelemiyor ve görevinden atılıyor. 

Fred ve George: Şaka işini iyice büyütüyorlar. Okulu birbirine katacak icatlar yapıyorlar. En sonunda geleceklerinde akademiyi görmediklerini düşünerek efsanevi bir şakayla okula veda ediyorlar ve Harry‘nin vermiş olduğu parayla Şaka Dükkanlarını açıyorlar. 

Quidditch: Bu sene her türlü şüpheli gruplaşmayı yasaklayan Umbridge, Harry‘ye Quidditch‘i de yasaklıyor. Bu kez Ron ve Ginny takıma katılıyorlar. Sene boyunca çok kötü oynayan Ron‘un başarılı olduğu tek maçı, Hermione ve HarryHagrid onları alıkoyduğu için izleyemiyorlar. 

Testraller: Yalnızca yakınlarından birinin öldüğünü gören kişilerin görebildiği uçan siyah atlar. Luna ve Harry görebiliyor. Sirius‘u kurtarmak için Londra’ya Testrallerin sırtında gidiyorlar. Bindikleri şeyi göremeyen Hermione ve Ron allak bullak oluyor. 

Grawp: Hagrid’in devler diyarından bulup getirdiği üvey kardeşi. Yasak Orman’da bağlı yaşıyor. Hagrid kendisinin yakın gözetim altında olduğunu bildiği için onu Harry ve Hermione‘ye emanet ediyor. 

Bellatrix Lestrange: Azkaban’dan kaçan ölüm yiyenlerden biri, kısa rolüne rağmen manyak olduğunu haykırıyor. 

Luna Lovegood: Harry ile birlikte Testral’leri görebilen ve tülün arkasından gelen sesleri duyabilen tek çocuk. Biraz tuhaf, dergiyi ters tutarak okuyor, hiç arkadaşı yok. babası muhalif gazete olan Dırdırcı‘nın sahibi, o da en az kızı kadar tuhaf, öyle ki eline Harry ile röportaj yapma fırsatı geçmişken, bu fırsata Vıdıvıdı Vızcız ve Buruşuk Boynuzlu Hırgürler hakkında yapılacak olan haberlerden daha fazla değer vermiyor. Küçük yaşta annesini kaybediyor. Okuldaki herkes ona karşı kötü davransa da o kimseden intikam almaya çalışmıyor. 

Neville: Annesi ve babası zamanında Bellatrix‘in saldırısına maruz kalıp akıl sağlıklarını kaybederek St. Mungo’ya kaldırılıyorlar. İlk defa bu kitapta ailesi hakkındaki bu gerçeği öğreniyoruz. Ayrıca, kehanete göre Voldemort‘un bağ kurma olasılığı olan bir diğer çocuğun da Neville olduğunu öğreniyoruz. 

Tonks: Bir Metamorfmagus. Saç rengini istediği an değiştirebiliyor. Ve evet filmdeki Tonks‘u Game of Thrones‘dan biliyoruz.

Kitap 2007 yılında, İngiltere-Amerika ortak yapımıyla David Yates yönetmenliğinde filme uyarlanır. Senaryosunu Michael Goldenberg yazar. Bin küsur sayfalı çok uzun bir kitap olmasına rağmen filmi nispeten kısa, 138 dakika. J.K. Rowling, hikayenin özünü korumak ve güzel bir film oluşturmak şartıyla Goldenber’e senaryoyla istediği gibi oynama özgürlüğü sunar. Tek müdahale ettiği nokta, Sirius‘ın ev cini Kreacher olur. Goldenberg hikayeden tamamen kırpsa da Rowling filme dahil etmesi için ısrar edince ekler.

Yalnızca filmi izlediyseniz bu yorumuma katılmayacaksınız ama kitabı okuduktan sonra filmi izlediyseniz ne demek istediğimi anlarsınız: Film kitabın fragmanı gibi. En sonda, Esrar Odası’ndaki çarpışma sahnesine gelene kadar, her şeyin kısa bir özeti yapılmış gibi hissediyorsunuz. Trelawney‘nin kovulması kitabın epey bir gelişme bölümünde yer alırken filmde pat diye karşınıza çıkıyor. Filmden ne yazık ki Harry Potter dünyasının en önemli özelliği olan Quidditch maçlarını tamamen çıkarmışlar. Bu durum Rupert Grint’i çok üzmüş, çünkü yeni filmde Quidditch‘li sahneler için çok heyecanlanmış. Rupert’ı üzen bizi de üzer.

Benim film hakkındaki genel değerlendirmem iyi. Lafı fazla uzatmadıkları doğru, kurguyu çarpıtmamışlar. Bazen bazı diyalogların hikayedeki yerini değiştirmişler ama hikayenin özünü korumuşlar. Daha çok izleyici çekmek için ne bir duygu sömürüsü, ne bir aşırı aksiyon vardı. Quidditch dışında büyük bir eksikliği yok. Yalnız dediğim gibi, fragman tadında geçiyor. Hikayenin bir özetini bu film sayesinde izlediniz, asıl hikaye için kitabı okumanız gerekiyor.

Lafı bu kadar uzattığım yeter, kitapla film arasındaki farkları başka bir yazıya bırakıp burada bitireyim.

Tabi ki şiddetle tavsiye, hem kitap hem de film.

İyi okumalar/seyirler.

15 Aralık 2016 Perşembe

Kitaptan Filme: He's Just Not That Into You

Greg Behrendt ve Liz Tuccillo tarafından yazılıp 2004 yılında yayınlanan, bekar kadınlara yönelik ilişkisel taktikler içeren eğlenceli bir kitap.

Liz TuccilloSex and the City dizisinin senaryo ekibinde yer alan bir yazar. Greg Behrendt de zaman zaman senaryodaki kadın erkek diyaloglarına erkek gözüyle yorumlar yapan bir danışman. Bir gün senaryo ekibindeki kadınlar, ekipten bir arkadaşlarının kısa süre önce tanıştığı, numarasını verdiği bir adam hakkında konuşurlar. Adam kadına karışık mesajlar vermektedir, tüm ekip oturup adamın kadından hoşlanıp hoşlanmadığını analiz ederler. Sonunda adamın ciddi bir ilişkiden korktuğuna, böyle başarılı bir kadını taşıyamayacağını düşündüğü için ürkek davrandığına, buna hazır olmadığına… vs. karar verirler. Tüm bu karmaşık analizler sürerken, Greg müdahale eder ve adamın ondan hoşlanmadığını, hoşlansa mutlaka arayacağını söyler. Greg‘in bu acımasız ancak gerçekçi yorumu üzerine kadınlar ve erkeklerin bakış açıları arasındaki uçurum ortaya çıkar ve Liz ile Greg bunu bir kitaba dökmeye karar verirler. Kitapta Greg‘den kadınlara ilişkilerle ilgili olarak şu taktikler geliyor: 

  1. He’s just not that into you if he’s not asking you out
  2. He’s just not that into you if he’s not calling you
  3. He’s just not that into you if he’s not dating you
  4. He’s just not that into you if he’s not having sex with you
  5. He’s just not that into you if he’s having sex with someone else
  6. He’s just not that into you if he only wants to see you when he’s drunk
  7. He’s just not that into you if he doesn’t want to marry you
  8. He’s just not that into you if he’s breaking up with you
  9. He’s just not that into you if he’s disappeared on you
  10. He’s just not that into you if he’s married
  11. He’s just not that into you if he’s a selfish jerk, a bully, or a really big freak
Çok eğlenceli bir kitap. Özellikle sanırım 20’li yaşlarının başında okunduğunda insana beyninde şimşekler çaktırıyor. Kadınlar, duyduklarını aşırı didiklemeye ve en ufak şeylere kocaman anlamlar yüklemeye daha meyilli. Erkekler ilişki sırasında bunun tam tersi bir tavır sergiliyorlar; olayları alabildiğine düz görüyorlar, kendilerini yormuyorlar, minimum çabayla maksimum sonuç elde etmeye yönelik hareket ediyorlar. Kitap kadınlardaki bu bug’ı çok iyi yakaladığı için çıktığı dönemde epey konuşuldu, beğenildi. Ben de ilk olarak 6-7 sene önce, bir arkadaşımın şiddetli tavsiyesi üzerine kahkahalarla okumuştum.

Beğeneni olduğu kadar, tepkiler de oldu tabi. Kitap bir erkeğin bakış açısıyla kadınlara ilişkisel taktikler veriyor. Kadınları pasif olmaya teşvik ediyor. Her zaman edilgen olması gerektiğini, kendi mutluluğu için çabalarsa kaybedeceğini öğütlüyor. Bu pasifliğe haklı olarak kızan ve tepki veren çok fazla kadın oldu.

Kitabın içinde, okur mektupları kısmında Nikki isimli uydurma bir karakter göreceksiniz. Kadınlara pasif olmayı önerdiği için Greg‘e her seferinde hakaretler ediyor.

Örneğin bir kadın neden ille de evlilik istemek zorunda olsun? Kadın ve erkek evlenmeseler de mutlu olabileceklerini düşünüp hayatlarını birleştiremez mi? Neden kadının içinde her zaman evliliğe dair bir özlem olmalı? Veya ilk adımı neden her zaman erkek atsın? İlişki boyunca tüm seçimleri erkek mi yapacak? Kadın seçip, ilişkiyi başlatıp şekillendiren taraf olamaz mı?

Greg bu gibi sorulara da kendi bakış açısından yanıt veriyor. Sonuçta bir erkek olarak zihinlerinin nasıl çalıştığını tüm şeffaflığıyla açıkladığı için onu suçlayamayız. Tavsiye ettiği davranışlar, bir kadına ilişki sırasında puan kazandıracak davranışlar, pratikte kadınların çok işine yarayacak taktikler veriyor. Teoride erkeklerin bu genetik baskın olma arzusunu elbette desteklemiyoruz. Kadın ve erkeğin eşit olduğu ilişkileri onaylıyoruz.

Bu gibi bir takım soru işaretleri nedeniyle doğruluğuna inanmadığım bazı maddeler oldu. Yine de tüm maddeleri çok eğlenerek okudum. Sonuçta daha iyi bir şeyleri hak ediyorsunuz, neden küçük ilişki kırıntılarıyla yetinesiniz?

Bu keyifli kitabın sinemaya uyarlanması uzun sürmedi. Yayınlandıktan 5 sene sonra, 2009 yılında Ken Kwapis yönetmenliğinde çekilen filmin oyuncu kadrosu şöyle: Ben Affleck, Jennifer Aniston, Drew Barrymore, Jennifer Connelly, Kevin Connolly, Bradley Cooper, Ginnifer Goodwin, Scarlett Johansson, Sasha Alexander ve Justin Long. Yani tamamı ünlü Hollywood oyuncuları.

Filmin IMDB puanı hayli düşük (6,4) olsa da ben beğendim, arkadaşlarınızla izleyebileceğiniz türden çerezlik eğlenceli bir film. Bir romantik komediden isteyeceğiniz her şeyi (yani Bradley Cooper ve Ben Affleck‘i) sunuyor. Yalnız iyi bir uyarlama değil onu söyleyeyim. İlişkileri daha freestyle yorumlamış. Greg‘in izlerken itiraz ettiğinden eminim. Fikri almışlar ve romantik komediye çevirmişler. Mesela kitapta Greg, bir erkek evlenme teklif etmiyorsa kadınla yeterince ilgilenmiyordur diyor. Filmde ise Jannie ve Neil bunun tam tersini ispatlayacak şeyler yaşıyorlar. 

Film versiyonu sanırım Nikki gibileri daha fazla mutlu eder.

Film, 4 ilişki üzerinden Greg‘in taktiklerini inceliyor. 

Gigi and Alex 

Gigi (Ginnifer Goodwin), ilişkilerde erkekten gelen işaretleri sürekli yanlış yorumlayan ve bu nedenle hep kaybeden bir kadın. Filmin başından sonuna kadar kadın erkek ilişkileri hakkında en çok yol kat eden karakter Gigi oluyor, ona taktik veren akıl hocası ise Alex (Justin Long). Kendi bakış açısıyla Gigi‘ye ilişkilerde yaptığı tüm hataları açıklıyor. Filmin en tatlı karakteri bence Alex‘ti, tekrar izleyeceksem Alex için izleyeceğim.

Janine, Ben, and Anna 

Ben (Bradley Cooper) ve Janine (Jennifer Connelly) evli. Yalnız aralarında kuvvetli bir bağ yok, yalnızca aynı evi paylaşıyorlar. Ben, bir gün çekici ve cesur Anna (Scarlett Johansson) ile tanışıyor. Yasak bir arkadaşlık/dostluk ilişkisi sürdürüyorlar. Ben, Janine‘i aldatıyor, bunu itiraf ettiğinde Janine ilk olarak hatayı Ben‘le paylaşıyor ve evliliklerini kurtarmak için çabalaması gerektiğini düşünüyor. Sonra yaptığının salakça olduğunu fark ederek Ben‘den boşanıyor. Ben ve Anna ilişkisi de sürmüyor. Ben bu ilişkide Janine karakterini bir türlü anlayamadım mesela. Ben‘le aralarındaki ilişkiye anlam veremedim, ikisini birbirine yakıştıramadım. Zamanında neyi paylaşmış olabilirler? İkisinin karakterleri çok farklı. Biraz havada kalmış. Eş ve metres arasındaki farkı vurgulamak için Janine‘i fazla karikatürize etmişler bence. Sonunda çekip gitmesine sevindim.

Conor, Anna, and Mary

Bu hikayede işaretleri yanlış yorumlayan kişi bir erkek, Conor (Kevin Connolly). Anna (Scarlett Johansson) kendini boşlukta hissettiğinde Conor‘la takılıyor. Conor ise aşırı beklentiye kapılıyor. Anna tarafından kesin olarak reddedildiğinde büyük bir yükten kurtularak Mary (Drew Barrymore) ile buluşuyor ve tahmin ediyoruz ki mutlu bir ilişkileri oluyor. Film erkeklerin de bazen yanlış yorumlayabileceğini, bunun kadınlara özgü olmadığını söylediği için takdirimi kazandı.

Beth and Neil

7 yıldır beraber olan ama evlenmeyen çift. Beth (Jennifer Aniston) artık evlenmek istediğinde Neil evliliği gereksiz bulduğunu düşündüğü için bunu kabul etmiyor. Beth onu terk ediyor, kendi ayakları üzerinde durmaya başlıyor. Uzun süredir birlikte yaptıkları şeylerin altından tek başına kalkamadığını fark ettiğinde istediğinin aslında evlilik olmadığını, Neil‘la birlikte yaşamak olduğunu fark ediyor ve ilişkilerine kaldıkları yerden devam ediyorlar. Yalnız bu sefer de Neil evlenme teklif ediyor. Sonu biraz gereksiz klişe olmuş, doğru.

Boş vaktiniz varsa, canınız da sıkılıyorsa filmi mutlaka izleyin derim. Kitabı da bir çırpıda bitireceksiniz.

Not: Bu arada film Türkiye’de son derece yaratıcı bir çeviriyle vizyona girdi: Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne AnlarEpsilon Yayınevi‘nden çıkan kitabın başlığı ise pek o kadar başarılı sayılmaz: Ondan Sana Yar Olmaz.

İyi okumalar, iyi seyirler.

13 Aralık 2016 Salı

Film: Desierto (2015)

Jonás Cuarón’un yönettiği, 2015 yılında gösterime giren, Meksika-Fransa ortak yapımı gerilim filmi. Göçmen kaçakçılığı yapan üç kişi liderliğinde, bir grup Meksikalı bir kamyonetin kasasına atlayıp Amerika sınırını geçmek üzere yola çıkarlar. Sınıra yürüme mesafesi kadar yakın bir yerde kamyonet bozulur, göçmen kaçaklardan biri olan Moises (Gael García Bernal), arabalardan anladığını söyleyerek duruma bakar, arabanın tamir edilemeyeceğini söyler. (Bundan sonra gruptaki her kimin yardıma ihtiyacı olursa cesur Moises koşacaktır, filmin iyi adamıdır). Yolu yaya olarak sürdürürler. Onlar çöldeki yürüyüşlerini sürdüredursun, kamera yönünü sınırın Amerika yönüne çevirir. Burada Meksikalı kaçak göçmenlerden nefret eden, ırkçı Amerikalı Sam (Jeffrey Dean Morgan) karakteri ortaya çıkar. Kamyoneti, tüfeği, viskisi ve av köpeğiyle birlikte tehlikeli bir profil çizer. Polis kaçak göçmenlere tepkisiz kaldığı için kendisini eyleme geçmek zorunda hisseder. Filmin kötü adamıdır. Silahlı Sam ve Moises‘in savunmasız grubu çölde karşılaştığında, 1 saat sürecek olan kovalama da başlar. Filmin sonunda iyi adam, kötü adamı şiddete başvurmadan yenmeyi başarır.

Lafı dolandırmayan net, akıcı, gerilim dozajı ve anlatımı çok yerinde bir film. Kadrosunun sinemaseverler için çok heyecan verici olduğunu söyleyelim. Jonás Cuarón: Harry Potter and the Prisoner of Azkaban, Gravity, Children of Men, Y Tu Mamá También filmlerinin yönetmeni Alfonso Cuarón‘un oğlu. 1981 doğumlu genç bir yönetmen. Desierto onun yönettiği 4. film. ‘Sinemanın 3 Amigosu‘ adıyla anılan Alfonso Cuarón, Guillermo del Toro ve Alejandro González Iñárritu arasında yetişmiş bir sinemacı olduğu için, insanların ondan beklentisi büyük. 

Gael García Bernal: Yine sinemacı bir aileden gelen 1978 doğumlu oyuncu. Hem baba Cuarón hem de oğul Cuarón‘la çalışma fırsatı bulmuş. Kendisini Y Tu Mamá También‘den beri takibe almış durumdayım. Jeffrey Dean Morgan: Supernatural severler yüzlerce bölümdür Morgan‘ı özlemle anıyor. Geç bulup çabuk kaybettiğimiz için yeni filmlerini izlemek heyecan verici. Üstelik bu filmde de (bir tür) avcı rolünde, işini ustalıkla sürdürmeye devam ediyor. Ama ne yazık ki bu filmde kötü adam ve zombileri değil, gerçek insanları öldürdüğü için ondan hoşlanmıyoruz. Diego Cataño: 1990 doğumlu genç bir oyuncu. Narcos‘taki La Quica rolüyle hatırlıyoruz kendisini. Yüzünü tekrar benzer bir rolde görmek keyifli. Bu arada Narcos‘u henüz izlemediyseniz şiddetle tavsiye ederim.

İlgi çekici kadrosuna rağmen IMBD puanı (5.8) oldukça düşük. Dünya genelinde çok beğeni toplamadı bu film. İnsanlar karakterleri derinleştirmediği ve politik bir teması olmasına rağmen suya sabuna dokunmadığı için çok eleştirdiler. Yalnızca sonuna kadar canlı kalmayı başaran iki karaktere biraz derinlik katılmış. Amerikalıların Meksikalıları neden kabul etmesi gerektiğiyle ilgili bir açıklama yapılmamış. Meksikalıları göçe iten nedenler gösterilmemiş.

Bu yorumlara katılıyorum, ama bence bunlar filmin ayırt edici özellikleri zaten. İki boyutlu, kolay anlaşılır, net bir film ve bu nedenle ben çok beğendim. Yukarıdaki basit özetten de gördüğünüz gibi, ortada nasıl bir kavga olduğu, karakterlerin hangi tarafa mensup olduğu, yönetmenin duruşu son derece açık. İzleyiciler nasıl olsa biliyor diyerek detayına inilmemiş.

Daha fazla detay katılsaydı, daha uzun bir film olması gerekirdi. Kısa bir giriş yapıp kovalama sahnelerine geçiyorlar ve tertemiz bir şekilde sona bağlıyorlar. Bence tam da olması gerektiği uzunlukta olmuş. Bu filme politik bir yön yüklemekten çok, filmi gerilim türünde incelemek daha yerinde olacaktır. Gerilim türünün çok sağlam bir örneği bence.

Şiddetle tavsiyedir.

9 Aralık 2016 Cuma

Kitaptan Filme: Vol de Nuit

Fransız yazar Antoine de Saint Exupéry‘nin 1931 yılında yayınlanan ikinci romanı. Aldığı prestijli bir ödül sayesinde yazara ilk olarak tanınırlık kazandıran roman aynı zamanda. Yazarın havacılık deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı, gece seferleri yapan bir posta uçağı şirketinin işleyişini konu alıyor.

Saint Exupéry‘nin biyografisinden biraz bahsedelim. Hepimiz onu felsefi çocuk kitabı Küçük Prens‘ten tanıyoruz.

Açıkçası son beş yıldır piyasadaki Küçük Prens çılgınlığından aşırı derecede bezmiş durumdayız. Zorla popülerleştirilen şeylere karşı benim gibi önyargılıysanız, siz de muhtemelen Saint Exupéry ismini duyduğunuzda gözlerinizi devireceksiniz.

Ama önyargılarınızı bir kenara bırakın ve yazarın biyografisine göz atın derim. Küçük Prens‘i, bir yayıncı arkadaşının eşinin ısrarları üzerine, kafa dağıtmak ve o zamanlar popüler olan Marry Poppins çocuk hikaye kitabına rakip olması için yazdığını biliyor muydunuz? Küçük Prens‘i New York’ta yazıyor ve ilk olarak Amerika’da yayınlanıyor. Kendi ülkesinde, öldükten sonra ancak yayınlanabiliyor çünkü yaşadığı dönemde Saint Exupéry‘nin eserleri hem Vichy hükümeti hem de Charles de Gaulle tarafından sansürlenmiş durumda.

Yaşadığı dönemde toplumun durumu ve ortam özetle şöyle:

Fransa II. Dünya Savaşı zamanlarında iki kısma ayrılıyor, Charles de Gaulle liderliğinde, Paris’i kapsayan Almanya işgali altındaki kısım; ve Vichy bölgesini içeren, işgal altında olmayan ama Almanları destekleyen Vichy rejiminin geçerli olduğu kısım. Saint Exupéry, bir Alman faşizmi ve Nazi karşıtı olarak Fransa’dan Amerika’ya gidiyor ve Fransızların Almanlara karşı özgürlüğünü kazanabilmesi için Amerika’nın yardımını istiyor. Vichy rejimi de bir Alman karşıtı olduğu için Exupéry’yi tehlike olarak görüyor. Pilote de guerre eserinde, Yahudileri övdüğü gerekçesiyle Exupéry‘nin eserlerini sansürlüyor. Buraya kadar her şey normal. İlginç olan, işgal altındaki Paris kısmının lideri Charles de Gaulle‘den de sansür yiyor. Exupéry, Fransa’nın özgürlüğünü sonuna kadar destekliyor, ancak Gaulle‘ün Fransa’ya özgürlüğünü kazandırdıktan sonra bir diktatör olacağını düşündüğü için Gaulle‘ü desteklemiyor. Bu nedenle Gaulle de Exupéry hakkında provokasyon yaparak onu Nazi destekçisi olmakla suçlayıp eserlerini sansürletiyor.

Fikirleri anlaşılmamış, çarpıtılmış, sansürlenmiş bir yazar. Öldükten sonra sansürü kalkıyor, eserleri dağıtılıyor, okunuyor. Popülerliği günümüze kadar (artarak) devam ediyor. 

Saint-Exupéry Lyon’da doğuyor, zengin bir aristokrat ailenin oğlu. Babasının ölümünden sonra ailesi fakirleşiyor. 1920’lerin başlarında uçuş dersleri almaya başlıyor. Hava kuvvetlerine katılıyor ancak ailesinin ve o zamanki nişanlısının ağır tepkisi üzerine bırakıp ofis işine geçiyor. Nişanlısından ayrıldıktan sonra, 1926 yılında tutkusu olan havacılığa dönüş yapıyor. Daha ilkel yöntemlerle uçulan dönemlerde, posta uçaklarında çalışıyor. Daha sonra, kariyerinin zirvesinde Arjantin’e gidip havayolu müdürlüğü yapıyor, uçuşların koordinasyonunu düzenliyor. 

Night Flight, aşırı disiplinli bir havayolu müdürünün etrafında dönüyor. Gece uçuşu o dönemde, o teknolojiyle henüz yaygın bir şey değil. Riviéra, büyük bir kararlılık ve hırsla, tüm tehlikelere ve tüm bilinmezliklere rağmen gece uçuşlarını aksatmadan sürdürmek için uğraşan deneyimli bir müdür. Amacı daima biraz daha fazla ilerlemek ve insanlık için önemli olan bir adımı, risklerini göze alarak atmak. Kitabın André Gide tarafından yazılmış önsözünde şöyle bir cümle var:
« Bir insanın mutluluğu özgürlüğünde değil, bir görevi kabullenişindedir. » 

André Gide‘in birkaç sayfalık önsözü ışığında, kitabın zaafları tolere etmeyen, sert yapılı Riviéra karakteri üzerinden şu soruyu sorduğunu fark ediyoruz: “Huzur bir görevin tehlikeli de olsa yerine getirilmesiyle mi, yoksa tehlikeli görevlerden kaçınarak mı elde edilir?”

Burada tehlikeye atılmak, salt cesaretle ilişkilendirilmemeli. Aksine mantıksal bir yaklaşım, bir hayat felsefesi olarak görülmeli. Yapılması gerekeni yapmaktan başka bir çare yoksa, onu yapmak gerekir. Kendisi de bir uçak seferinde yere çakılarak dört gün çölde yaşam mücadelesi vermiş bir havacı olan Exupéry, salt cesaretin bir görevi kararlılıkla yerine getirmek için yeterli olmadığını biliyor.

« … Ama beni her zaman şaşırtan şeyin ne olduğunu da anlamıştım: Platon’un cesareti neden erdemlerin en sonuncusu saydığını. Bu pek de hoş olmayan duyguların bir birleşimi : biraz kızgınlık, biraz kendini beğenmişlik, hayli inatçılık, bayağı bir spor heyecanı. Hiçbir ilişkisi olmasa da fiziksel gücün coşkusu. O zaman ellerini göğsünde kavuşturur ve rahat bir nefes alırsın. Bu daha muazzam bir duygudur. Gece olduğunda ise üstüne büyük bir salaklık yapmışsın hissi eklenir. Tek özelliği cesaret olan adama bir daha asla güvenmeyeceğim. »

Kitap, 1933 yılında Clarence Brown yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Kadrosu tam bir yıldızlar geçidi, kim yok ki. John Barrymore (Riviére), Lionel Barrymore (Robineau), Clark Gable (Jules Fabian), Helen Hayes (Madame Fabian), Robert Montgomery (Pellerin).

Ne yazık ki, yıldız kadrosuna rağmen çok başarılı bir film değil. Yazar Exupéry de uyarlamayı beğenmediğini açıkça belirterek film haklarını yenilemeyi reddediyor. Dolayısıyla 10 yıllık sürenin ardından film telif haklarına takılıp gösterimden kaldırılıyor.

Filmle kitap arasında bazı değişiklikler var. Filme eklemeler yapılmış. Mesela posta uçaklarının gece uçmasının ne kadar kritik olduğunu vurgulamak amacıyla, filmin başına hasta bir çocuk konmuş. Çocuğun ihtiyacı olan ilacın Buenos Aires’ten 24 saat içinde gelmemesi durumunda çocuğun öleceği gibi dramatik bir ayrıntı eklenmiş.

Eski filmlere çok ilgim yok, bir parça sıkılıyorum. Dramatik sahnelerde konan o nostaljik müzik, kadınlardaki fabrikasyon saç modelleri, ince kaşlar, erkeklerdeki takım elbiseler, siyah beyaz görüntü beni çok etkilemiyor. Bu film de bol bol klişe sunmuş izleyicisine. Tek bir açıdan filmi ilginç buldum. O zamanki uçak teknolojisini o zamanki film teknolojisiyle anlatmış. Hiç de fena olmamış bence. Üstü açık uçakta, arkasındaki adamla not defterine yazıp verdiği notlar aracılığıyla konuşan pilotları izlemek bir parça komik olmakla birlikte keyifliydi. 

Riviéra ve Robineau karakterlerinin iyi yansıtıldığını düşünüyorum. Bu arada John Barrymore ve Lionel Barrymore‘un ünlü Barrymore ailesine mensup iki oyuncu kardeş olduğunu belirtelim. Birlikte oynadıkları başka filmler de var. Drew Barrymore da bu aileye mensup. John Barrymore‘un torunu (üçüncü evliliğinden doğan oğlunun dördüncü evliliğinden doğan kızı). 

Clark Gable, filmin oyuncuları arasında beni en çok heyecanlandıran isim oldu. Kendisi hikayenin kilit adamını oynasa da neredeyse hiç konuşmuyor. Sadece pilot şapkası ve gözlüğünü takıp mimik yapıyor. Bu da Clark Gable hayranları için biraz hayal kırıklığı bence. Gable, bu filmde yapımcı David O. Selznick ile ilk kez çalışıyor. Daha sonra meşhur Gone With The Wind film uyarlaması ile tekrar bir araya geliyorlar.

Şiddetle tavsiye etmesem de, filmi izleyebilir ve kitabı okuyabilirsiniz. Yalnız Exupéry‘nin biyografisini incelemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

İyi okumalar/izlemeler.

30 Kasım 2016 Çarşamba

Kitaptan Filme: The Great Gatsby


Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald‘ın yazdığı, 1925 yılında Charles Scribner’s Sons tarafından yayınlanan kısa bir roman. Amerikan Rüyası döneminde, soylu ve zengin bir aileye mensup Daisy’yi etkilemek için içki kaçakçılığından kazandığı parayla yükselip zengin olan, kendisine mükemmel bir imaj yaratıp insanları etkileyen Jay Gatsby karakteri anlatılıyor. 

Amerikan edebiyatı için önemli bir eser olduğunu söyleyelim. Sembolik bir anlatımı var. Karakterler ve olayların geçtiği coğrafya, 20. yüzyıl başları Amerikasındaki sosyal sınıf atlama ortamını temsil ediyor.

Örneğin West Egg denen uydurma muhit, kendi çabalarıyla, tüketim toplumunun taleplerini iyi analiz ederek girişim yapmış ve zengin olmuş kişilerin yaşadığı Batı toplumunu temsil ediyor. Bu kişiler gerek yasak olan içki ve uyuşturucu satıcılığıyla, gerekse piyasada talep olan diğer ürünlerin satımıyla zengin oluyor. East Egg ise önceden beri zengin olagelmiş, varlığını nesilden nesle aktarmış toplumu temsil ediyor. Yeni aristokrasi ve eski aristokrasi bu iki bölge ile yansıtılmış. Karakterlerden Daisy ve kocası Tom eski aristokrasiyi temsil ederken, baş kahraman Gatsby ve anlatıcı Nick yeni aristokrasiyi temsil ediyor. Tom’un herkese zengin olma imkanının verilmesini nasıl eleştirdiğini hatırlayın. Kendisinin çok da çaba harcamadan elde edip hatta aldatabildiği DaisyGatsby için ulaşılmaz bir nokta. Kitap eski aristokratların bir adım önde olduğunu okura hissettiriyor.

Bu kitabın arka planını iyi okumak gerekiyor, çünkü bugüne kadar gelmesinin ve Amerika’da müfredatlara sokulmasının nedeni, semboller kullanarak yansıttığı 20. yüzyıl başı Amerikan toplumu. 

F. Scott Fitzgerald, roman aracılığıyla hem yeni hem de eski aristokrasiyi eleştiriyor. Yeni yeni para kazanan kişilerin, görüntüde eski varlıklı kişilerden farksız gibi olsalar da detaylara inildiğinde zevksiz, görmemiş, inceliksiz ve aşırı hırslı olduğunu düşünüyor. Eskiden beri varlıklı olan kişilerin, zevkli, davranış kurallarını bilen, zarif kişiler olduklarını düşünse de onların sahip olduğu çürümüş ahlakı eleştiriyor. Birinci Dünya Savaşı’na katılmış genç jenerasyon, Viktoryen ahlaki görüşlerin ne kadar içi boş ve riyakar olduğunu fark ederek bu görüşlerden sıyrılıyorlar. Ortaya herhangi bir ahlaki duruşu olmayan, başkalarını düşünmeyen bir zengin nesil çıkıyor. Fitzgerald, her iki sınıfa mensup olan kişilerin de sadece kendi zevkleri için yaşadıklarını, zenginlik ve eğlence için çılgın bir arayışta olduklarını tespit edip bu davranışı eleştiriyor. 

Gatsby‘nin malikanesinde düzenlenen çılgın tüketime dayalı renkli ve pırıltılı devasa partileri hatırlayın. F. Scott Fitzgerald tüm bu gösterişli yaşamı, bu yaşamın altında yatan boşluğu ve çürümüşlüğü eleştiriyor. Günümüz toplumu bu kitabı, özellikle başrolünde Leonardo Di Caprio‘nun oynadığı film uyarlaması sayesinde az çok biliyor ama kitabın arka planının çok iyi anlaşıldığı söylenemez. Google’da arattığınızca binlerce “Gatsby temalı parti” sonucuna ulaşabiliyorsunuz, son derece ironik.

Bu kitabın arka planını daha iyi anlayabilmek için, hakkında okumalar yapabileceğiniz birkaç anahtar kelime: Roaring Twenties, Jazz Age, American Dream, Flapper, Art Deco.

Bu kitaptaki zengin olma ve sınıf atlama hırsı temasını Gone With The Wind ve Breakfast at Tiffany’s romanlarında da görebilirsiniz. İkisinin de uyarlama filmleri var. Zenginliğe erişmek, Amerikan edebiyatı için önemli bir tema olsa gerek.

Bu arada ben Özgür Umut Hoşafçı çevirisiyle Mitra Yayınevinden çıkan e-kitabı okudum. Çevirisi fena değildi yalnız düzeltmelerde biraz daha dikkatli olunmalıydı. Yer yer yazım hataları fark ettim. Elbette hata arayarak okumadım, buna rağmen gözüme çarptı. Yurt dışında yaşayan biri olarak istediğim Türkçe kitaba istediğim anda erişmenin tek yolu e-kitap satın almak. E-kitaba karşı düşmanlık besleyenlerle empati kuramıyorum açıkçası. Esere ulaşmanın en pratik yollarından bir tanesi. Keşke yayınevleri daha fazla e-kitap satsa ve erişebildiğimiz kitap sayısı artsa. Şanslıyım ki İngilizce de okuyabiliyorum. Yoksa mevcut koşullarda istediğim kitaba erişmem çok çok küçük bir ihtimal olurdu.

Kitap 2013 yılında, Baz Luhrman yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Gatsby‘yi Leonardo Di Caprio canlandırmış, iyi bir iş çıkarmış bence. En İyi Yapım Tasarımı ve En İyi Kostüm Tasarımı ödüllerini almışlar. 

Gatsby rolüne daha önceleri Ben Affleck düşünülmüş. İyi ki olmamış diyorum, ben Leonardo‘dan başkasını bu role yakıştıramadım açıkçası. Bu arada Leonardo‘nun IMDB kaydına bakarken fark ettim ki aslında az sayıda filmde oynamış, oynadığı filmler genelde senenin en popüler filmleri olmuş. O kadar büyük bir Leonardo hayranı olmasam da filmlerinin büyük bir çoğunluğunu izlediğimi fark ettim. 

Daisy rolü için düşünülen liste bir hayli kabarık. Kimleri düşünmemişler ki? Amanda Seyfried, Rebecca Hall, Rachel McAdams, Keira Knightley, Blake Lively, Abbie Cornish, Michelle Williams, Natalie Portman, Eva Green, Anne Hathaway, Olivia Wilde, Jessica Alba ve Scarlett Johansson. Bence Carey Mulligan iyi bir seçim. Peki, alakasız bir yorum yapmazsam olmaz. Film boyunca kendisini Bennu Yıldırımlar‘a benzeten tek kişi ben miyim? 

Jordan Baker rolünde oynayan güzeller güzeli Elizabeth Debicki‘yi The Man From U.N.C.L.E filminden hatırlayacaksınız. Kendisine yine hayran kaldık. Bu arada flapper, yani o dönemin abartılı giyinmiş ve teknolojiyi (araba, medya araçları, vs) kullanan “modern” kadın görüntüsü bence filmde çok çok iyi yansıtılmış. Bunu özellikle Tom ve Nick‘in katıldığı ev partisinde fark edeceksiniz. O abartılı makyajlar, aşırı renkli dekor karikatüre bir şekilde flapper’ları göstermiş, filmin bu yönüne bayıldım.

Çok başarılı bir uyarlama olduğunu söylemeden geçmeyelim. Hiçbir noktayı kaçırmamışlar neredeyse. Kitabı bire bir uyarlamışlar. Gömlek saçma kısmını izlemek çok keyifliydi, çok güzel yorumlamışlar. Yalnızca sonu biraz hızlı atlanmış. Örneğin Gatsby‘nin babasını görmüyoruz.

1940’ta ölene kadar istediği ilgiyi toplamadığı için yazarın başarısız gördüğü, İkinci Dünya Savaşı sırasında hak ettiği üne kavuşmaya başlayan kitabı henüz okumayanlarınız varsa, mutlaka tavsiye ediyorum.

Not: Yazarın sinemaya uyarlanmış bir başka kitabı olan The Curious Case of Benjamin Button yazısı da ilginizi çekebilir.

İyi okumalar/seyirler.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Kitaptan Filme: The Revenant


Amerikalı yazar Michael Punke‘ın 2002’de yayınlanan, 19. yüzyılın sonlarında yaşamış gerçek bir karakter olan Hugh Glass‘ın hikayesini kurgusal bir şekilde anlattığı romanı. Uzun adıyla, The Revenant: A Novel of Revenge.

Kitabın öyküsünü kısaca anlatalım. Hugh Glass, kürk ticareti için Missouri Nehri civarında sefere çıkan bir birliğin en tecrübeli ve becerikli adamlarından bir tanesi. Seferin ortasında ayı saldırısına uğrar.

Vücudundaki ölümcül yaralara rağmen birlik komutanı, birliğin en güçlü figürü olduğu için onu arkada bırakmak istememektedir ve birlik bir süre sedyeyle Glass‘ı taşır. Bu şekilde hızlı ilerleyemeyeceklerini ve yerlilere hedef haline geldiklerini bilen birlik komutanı, daha sonra Glass‘ın başına, Glass‘tan nefret eden Fitzgerald ve Bridger‘ı koyar ve ölene kadar başında durmalarını, ölünce de usulüne uygun olarak gömmelerini emreder. Fitzgerald bu talimata uymayıp Bridger‘ın da aklını çelerek bir yerli saldırısı sırasında Glass’ın tüfeği ve bıçağını çalarak kaçar. Bu anı gören Fitzgerald kendisini vahşi yaşamın ortasında savunmasız bırakan bu iki kişiden intikam alma güdüsüye gücünü geri kazanır ve 3000 mil boyunca onları takip eder.

Kitap 2015 yılında Alejandro González Iñárritu yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Tıpatıp bir uyarlama değil, “kısmen romandan uyarlanmış” ibaresini göreceksiniz zaten. Film 12 dalda Oscar’a aday gösteriliyor ve En İyi Yönetmen (Alejandro González Iñárritu), En İyi Erkek Oyuncu (Leonardo Di Caprio) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Emmanuel Lubezki) ödüllerini alıyor.

Kitabın Türkçe çevirisi yok. Yüksek ihtimalle Türk okurunun yüzde doksanı bu kitabı filmden sonra tanıdı, ki bence çok normal bir durum. Çünkü tamamen western tarihinden alıntı ve pek bilinmeyen bir hikaye. Bize kadar ulaşmaması beni şaşırtmadı. Üstelik herkese hitap eden bir roman değil. Gerçek bir karakteri anlattığı için dikkat çekici olsa da, yazarın kendi hobisi olan açık hava aktiviteleriyle ve doğada hayatta kalma mücadelesiyle ilgili çok fazla detay, betimleme var. Benim gibi, bunlarla ilgilenmeyen insanlar için kolay akan bir kitap değil.

Fakat şunu da söyleyelim, daha önce edebiyatta ve sinemada Hugh Glass’ın hikayesi işlenmiş. 1971 yılında gösterime giren In The Wilderness filminde bu hikaye daha serbest bir şekilde anlatılmış. (Parantez içinde filmle ilgili bir bilgi vereyim. The Revenant‘ın gördüğü ilgiden sonra, bu filme olan ilgi de artıyor ve Warner Bros 2016 yılının Ağustos ayında arşiv koleksiyonu için filmi Blu-Ray çıkarıyor.) Edebiyatta ise 1954 yılında Frederick Menfred, Lord Grizzly romanında Hugh Glass‘ın hikayesine yer veriyor. Bu kitapta Glass kurtulmakla kalmıyor, Lord’luğa kadar yükseliyor. Goodreads puanı (3.97), The Revenant’tan (3.91) daha yüksek. 

Kendi kitabı hakkında yorum yapması yasak olan yazar

Kitapla ilgili en şaşırtıcı bilgilerden biri bu. Michael Punke, tam 4 sene emek verip yayınladığı kitabı, yayın tarihinden 13 sene sonra birden çok popüler olduğunda bu popülerliğinin kaymağını yiyemiyor. Çünkü kendisi İsviçre, Cenevre’deki Dünya Ticaret Organizasyonu’nun ABD Elçisi. Kitabı 2015’te tekrar basılınca, kitabın herhangi bir reklamında yer alması, kitap hakkında yorum yapması ve hatta imzalı kitap dağıtması devlet tarafından kesin bir şekilde yasaklanıyor. Bu nedenle yazarın kitap hakkındaki yorumlarını arattığınızda genelde kardeşi Tom‘la yapılan röportajlar çıkıyor. Kardeşinin anlattığına göre Punke aslında politik bir roman yazmak istediği halde, zamanla Western tarihi hakkında okumalar yaparken keşfettiği Hugh Glass‘ın öyküsüne çok kapılıyor ve onunla ilgili yazmaya karar veriyor. 

Kitap basılmadan film hakları alınan roman

Bu da bana ilginç gelen noktalardan biriydi. Kitap henüz yayınlanmadan, 2001 yılında film hakları yapımcı Akiva Goldsman tarafından satın alınıyor. Demek ki Hollywood’un uzun süredir takibe aldığı bir hikaye bu. Ayı saldırısından kurtulan bir adamın hikayesi Hollywood’un gözünden kaçacak değil tabi. 

Filmle ilgili birkaç ilgi çekici detay

– 2015 yılı boyuna Oscar alamayan Leonardo caps’leriyle yatıp kalkmıştık. Film nihayet 6. kez aday olan Leonardo Di Caprio‘ya ilk Oscar’ını kazandırdı. Oscar, Leonardo‘nun bu rolle topladığı 32 ödülden yalnızca biri.

– Başlarda Fitzgerald karakteri için Sean Penn, Hugh Glass karakteri için Christian Bale düşünülüyor.

– Tom Hardy‘yi senaryoyu okuması için ikna eden kişi Leonardo di Caprio. Senaryonun yarısını okuyup rolü almayı kabul ediyor.

– Bu film için Tom Hardy, 2016 yapımı film Suicide Squad‘dan; Leo ise Steve Jobs filminden vazgeçiyor.

– Filmin çekim süresi planlanana göre daha uzun oluyor. Bunun nedenlerinden bir tanesi yönetmenin filmi doğal ışıkta çekme çabası. Bu yüzden hep gün ışığından faydalanmaya çalışıyorlar. Yalnızca birkaç gece sahnesinde yapay ışık kullanılıyor. Çekimler uzayınca Kanada’da mevsim değişiyor, karlar eriyor. Karlı sahnelerin çekimi için seti Arjantin’e taşıyorlar. Bu da başlangıçta 60 milyon olan film bütçesini 135 milyona kadar çıkarıyor.

– Leonardo‘nun bu rol için çok çabaladığını söyleyelim. Vejetaryen olmasına rağmen kendisi için hazırlanan ciğer şeklindeki pancake’i reddedip çiğ eti yiyor, iki yerli dili öğreniyor, ateş yakmayı öğreniyor, vs. 

Kitapla film arasındaki faklar

Çok fazla fark var.

Aşırı aksiyon: Filmde Leo ayı saldırısıyla yetinmeyip şelaleden yuvarlansa, uçurumdan düşse, atın içine girse de kitapta böyle atraksiyonlar yok. Film fazla abartı.

Fitzgerald, Bridger ve Hawk: Kitapta Glass evlenmiyor, çocuğu yok. Filmde ise bir yerliyle evli ve oğlu Hawk‘ı görüyoruz. Kitapta Fitzgerald ve Bridger yerli saldırısından korunmak için Glass‘ın tüfeğini ve bıçağını alıp kaçıyorlar. Filmde ise böyle bir saldırı yok. Fitzgerald Hawk‘ı öldürdükten sonra Glass‘ı diri diri gömüyor ve gidiyorlar. Dolayısıyla kitapta Glass, tüfeği ve bıçağı çalındığı için intikam almak isterken, filmde oğlunun intikamını almak istiyor. Film fazla dramatik.

Captain Henry: Filmde HenryFitzgerald‘ın ve Bridge‘ın Glass‘a ihanetini öğrenince onları kendi elleriyle öldürmeye gidiyor. Fimde ise Glass kendisi intikam alıyor. Hatta önce Brider‘ı da öldürmek için yanıp tutuşuyor, sonra yakasına yapışınca acıyıp bırakıyor. Filmde ise Bridger‘ı koruyan bir görüntü çizmişler. Savunmasız ve saf bir çocuğa saldırtmayarak, Glass‘a daha bir babacanlık, daha bir olgunluk katmışlar.

Sonu: Kitabın ve filmin sonu bambaşka. Kitapta Glass bir şekilde mahkeme engeline takıldığı için Fitzgerald‘ı öldüremiyor, yalnızca kolundan yaralayabiliyor. Filmde ise öldürmek üzereyken son anda vazgeçip onu yerlilerin eline atıyor ve yerliler öldürüyor.

Dediğim gibi hem doğada hayatta kalmakla ilgili uzun betimlemeler, hem her an her yerde kan revan olması nedeniyle ne film ne de kitap bana hitap ediyor. Hatta kitabın üzerine binlerce aksiyon kattığı ve Oscar’lık bir film olma çabasına girdiği için filmi biraz aşırı buluyorum. Ama teknik açıdan ve harcanan çaba açısından filmin izlemeye değer olduğunu düşünüyorum. Efekt katmaktan kaçınmışlar, gerçekçi olması için çok çabalamışlar. Kitabın ise bana hiç hitap etmediğini tekrarlayayım. Bu tip western hikayelerine ilginiz varsa tavsiye edebilirim, yoksa hiç bulaşmayın.

İyi okumalar/seyirler.

23 Kasım 2016 Çarşamba

Kitaptan Filme: On The Road

Beat Kuşağı'nın öncüsü roman.sayılan Amerikalı yazar Jack Kerouac'ın 1951 yılının Nisan ayında, 3 haftada yazıp bitirdiği

Yazıldıktan 6 sene sonra, 1957 yılında Viking Press'ten yayınlanıyor. Roman à clef dediğimiz, kurgusal otobiyografi diye tanımlanabilecek türe giriyor. Romandaki anlatıcı Sal Paradise, aslında Jack Kerouac'ın kendisi, yan karakterler Kerouac'ın gerçek arkadaşları ve olaylar neredeyse tamamen gerçek. Kerouac'ın 3 haftada, bir rulo kağıda bilinç akışıyla kesintisiz olarak yazıp bitirdiği orijinal taslakta karakterlerin hepsi gerçek adlarıyla anlatılıyor ve bu versiyon daha uzun. Yalnız içinde sansüre takılabilecek çok öğe olduğu için revize ediliyor, sonunda karakterlerin isimleri değiştiriliyor, formatla oynanıyor ve kısaltılarak yayınlanıyor.

Sansürsüz halini merak edenler, ilk basımının 50. yıl dönümü olan 2007 yılında, On The Road: The Original Scroll adıyla basılan orijinal taslağı okuyabilirler.

Beat, II. Dünya Savaşı sonrasında bir grup genç yazar ve şairin bir araya gelerek şiir, jazz, uyuşturucu, yol, deneyim, tutkulu diyaloglar, ilham, açık cinsellik, delilik, konformist hayata karşı duruş anahtar kelimeleriyle dışa vurduğu bir anlayış. Beat Kuşağı'nın manifestosu kabul edilen On The Road'dan ve yine bu ortamda yetişmiş diğer yazarların eserlerinden sonra ufak ufak bir akıma dönüşüyor, yayılıyor. Seveni çok olduğu gibi nefret edeni de çok oluyor.

Jack Kerouac gerçek hayatında arkadaşları William S. Burroughs (Old Bul Lee), Allen Ginsberg (Carlo Marx), Nael Cassady (Dean Moriarty) ile kitapta anlattığına benzer bir hayat sürüyor. Amerika'yı bir baştan bir başa geziyorlar. Seyahatleri sırasında yanında bulundurduğu minik not defterlerine notlar almaya başlıyor. Bu kitabın yazılma fikri aslında 1940'lı yılların sonunda tuttuğu bu not defterlerine dayanıyor.

Formatıyla klasik Amerikan düz yazı stilinin kurallarını çiğneyip attığı için bir şekilde çıkıntı bir duruşu var. Bu duruştan rahatsız olanlar olduğu gibi daha ilk zamanlardan itibaren günümüze kadar uzanan sürede değerini fark edip hakkını verenler de var. Kitap 1998 yılında Modern Library'nin 20. yüzyılda İngilizce dilinde yazılmış 100 en iyi romanı sıralamasında 55. sırada ve Time'ın 1923-2005 döneminde İngilizce dilinde yazılmış en iyi 100 roman listesine girmeyi de başarıyor.

Basıldığı 50'li yıllardan itibaren film haklarını satın almaya çalışanlar oluyor. Jack Kerouac 1957 yılında Marlon Brando'ya bir mektup yollayarak Dean Moriarty rolünü oynaması için ona bir teklifte bulunsa da yanıt alamıyor ve uzunca bir süre (1980 yılına kadar) film haklarını satmıyor. En sonunda Francis Ford Coppola film haklarını satın alıyor ve bundan 32 sene sonra, 2012 yılında Walter Salles yönetmenliğinde filme uyarlanıyor.

Dean, Sal ve Marylou için düşünülen oyuncular

Senarist Jose Rivera ve Walter Salles filmi uyarlama aşamasında çoğunlukla 2007'de yayınlanan, orijinal isimlerin geçtiği taslak versiyondan faydalanıyorlar. Film haklarının satın alınmasıyla filmin çekimlerinin başlaması arasında çok uzun bir süre olduğu için tahmin edeceğiniz gibi oyuncu tercihleri yüzlerce kez değişiyor.

Dean Moriarty: Başlarda Colin Farrell ve Brad Pitt düşünülüyor. Her ikisi de (tabi film gençliklerine yetişse) on numara seçimler olabilirmiş. Ama bence Dean'i canlandıran Garrett Hedlund son derece mükemmel bir seçim.

Sal Paradise: Ethan Hawke ve Johnny Depp düşünülmüş. Ethan Hawke bu role çok yakışırdı fakat Johnny Depp gereğinden fazla sivrilirdi sanki. Sonuçta grubun en sivri karakteri Sal değil, Dean. Peki Sal'i canlandıran Sam Riley nasıldı? Sönük bir karakter yaratmıştı. Dediğim gibi Dean'in manyaklığını ön plana çıkarmaları gerekiyordu, bu sönüklük iyi olmuş. Yalnız sönüklükle birlikte bir donukluk, tepkisizlik de vardı ki bunu çok beğendiğimi söyleyemem.

Marylou: Winona Ryder ve Lindsay Lohan düşünülmüş, ki ne alaka demeden edemeyeceğim. Kristen Stewart'ı sevmezdim. IMDB'de Kristen Stewart'tan nefret etsem de bu filmi sevecek miyim? diye bir forum başlığı açıldığını gördüğümde tek olmadığımı fark ettim. Siz de bu kızı görüp filme burun kıvıranlardansanız bir şans verin derim. Kristen nefretimi kırdığım film oldu. Performansı gayet başarılıydı, bu filmde kendi sınırlarını zorladığı belli. Film bütçesinin kısıtlandığını öğrendiği halde On The Road kitabının kendisindeki özel yeri nedeniyle aldığı düşük ücrete (kime göre, neye göre?) takılmadığını okudum, içten içe sempati duydum. Üstelik şu ana kadar kendisini izlediğim 3 filmin de kitaptan uyarlanmış filmler olduğunu fark ettim. Sanırım ben bu kızı artık seviyorum.

Dikkat, Viggo Mortensen çıkabilir

Old Bull Lee (William S. Burroughs) rolünde karşımıza çıkan adamın Aragorn olduğunu fark etmiş miydiniz? Ben etmedim açıkçası, öğrenince şok oldum. William S. Burroughs'ın yüzüne ciddi ciddi benziyor, dolayısıyla harikulade bir seçim olmuş. Aragorn'dan sonra böyle bir rolle görmek çok tuhaf bir his tabi. Nasıl yani normal gömlek, kravat ve gözlük?

Kitapla film arasındaki ufak tefek farklar 

Kitap doğaçlama deneyimlere, yola dayalı bir kitap olduğu için filmin bire bir olmasını, olayları bire bir yansıtmasını beklememiştim. Ana felsefeyi yansıtan, karakterlerin isimlerinin aynı olduğu ama serbest stille çekilmiş bir film bekliyordum daha çok. Beklediğimden çok daha tutarlı bir uyarlama olmuş. Ufak tefek farklar var. Mantığını anlayamayacağınız kadar ufak farklar. Yazmaya bile değmez ama tespit etmişken niye yazmayayım ki?

Kitabın başlangıcında Sal'in karısından boşandığını, bundan sonra kendini yola vurduğunu öğreniyoruz. Filmde ise yola çıkmasının ardındaki sebebi babasının ölümü olarak göstermişler. Filmde Sal'in evliliklerinden ve ilişkilerinden pek bahsedilmiyor, daha nötr bir karakter oluşturmuşlar. Sanırım Dean'i daha çok öne çıkarma amacıyla yapılmış.

Filmde Sal annesiyle yaşıyor, kitapta ise teyzesiyle. Gerçekte de Jack Kerouac annesiyle yaşıyor. Dolayısıyla film gerçeği baz almış. Kitapta niye Teyze olarak değiştirilmiş acaba?

Kitapta Dean'in üçüncü karısı olan Inez'den bahsediliyor, filmde bu yok. Konuyu fazla dağıtmamak, karakter kalabalığı yapmamak için olsa gerek.

Meraklısına, bazı detaylar
  • Kitaptaki adı Camille olarak değiştirilen Carolyn Cassady, 1990 yılında tüm bu olaylara kendi gözünden yaklaşarak Off The Road: Twenty Years with Cassady, Kerouac and Gingsberg romanını yazıyor. Otobiyografik bir kitap, Beat Kuşağı hakkında okumalar yapmak isteyenler için bire bir.
  • Love Always, Carolyn (2011) yine Beat Kuşağı'nı anlatan bir belgesel film.
  • Film çekimlerine başlanmadan önce tüm ekip 3 haftalık bir beat kuşağı kampına girerek beat edebiyatını inceliyorlar ve Jack Kerouac röportajlarını dinliyorlar. 
  • Filmde sık sık Proust'un Swann'ların Tarafı romanını görüyoruz. Yol boyunca karakterlerin birinden diğerine geçiyor ve ara ara açıp birbirlerine pasajlar okuyorlar. 
  • Yolda kitabı bugüne kadar onlarca dile çevrildi, onlarca baskısı yapıldı. Kitap kapaklarını görmek için şu siteyi ziyaret edebilirsiniz, hepsini bir araya koymuşlar, pek güzel bir derleme olmuş: www.beatbookcovers.com/kerouac-otr/

Türkçeye çeviri

İlk olarak 1993 yılında Kıyı Yayınlarından Güzin Özkan, Ferruh Armutçuoğlu çevirisiyle çıkmış. Ben ilk olarak üniversitenin kütüphanesinden aldığım kopyayı okumuştum. Eski bir kitap olduğunu hatırlıyorum, sanırım Kıyı Yayınları versiyonuydu. Yalnız üzerinden çok vakit geçtiği için çevirisini hatırlayamıyorum. Daha sonra Ayrıntı Yayınlarının Yeraltı Edebiyatı serisinden Can Kantarcı çevirisiyle çıkmış. Ayrıntı Yayınlarının Yeraltı Edebiyatı serisine güvenim tam, kapaklarına bayılıyorum. Çevirisi de iyiydi bence.

Amerikan edebiyatı için önemli bir kitap, Beat kuşağı da ilginç bir başlık. Kaçırmamanızı tavsiye ederim. Filme de bir şans verin derim. 

İyi okumalar/seyirler.

19 Kasım 2016 Cumartesi

Kitaptan Filme: The Danish Girl


Amerikalı yazar David Ebershoff'ın 2000 yılında yayınlanan ilk romanı. Danimarkalı ressam Einar Mogens Wegener, kendisi gibi ressam olan Gerda Gottlieb ile 26 sene evli kaldıktan sonra, 47 yaşında ameliyatla cinsiyetini değiştirerek kadın oluyor. Roman, bu gerçek hikayeyi kurgusal bir şekilde anlatıyor. 

Kurgusal biyografi diyebiliriz, çünkü dediğimiz gibi gerçek hikayeye ekleme/çıkarma yapılmış. Örneğin kitaptaki Einar ve Gerda 6 yıllık evli, Gerda'nın adı Amerikalı okurun dikkatini çekmek için Greta olarak değiştirilmiş ve kökeni de yazar Ebershoff'un memleketi olan California olarak gösterilmiş. Einar Wegener'in hayatı hakkında referans olarak kullanılabilecek bir kitap değil. Ressamlar hakkında daha gerçek bilgilere ulaşmak istiyorsanız 1933 yılında yayınlanan, Lili Elbe'nin notlarını vs. bir araya getiren Niels Hoyer'in Man into Woman kitabını okumanızı tavsiye edelim ve yorumlara geçelim. 

Kitap, 2 şey sayesinde ilgi çekmeyi başarıyor:

1- Tarihin ilk cinsiyet değiştirme ameliyatlarından birisine giren Lili Elbe'nin hayatına değinmiş

Bu hakikaten ilginç ve irdelenesi bir konu. Danimarka'da bohem yaşam süren, manzara resimleri yapan Einar Wegener ile portre resimleri yapan Gerda Gottlieb sanat çevrelerinde tanınan iki önemli figür. Einar bir şekilde içindeki kadını, yani Lili'yi Gerda'nın teşvikleriyle buluyor ya da ortaya çıkarıyor diyelim. Hali tavrı, kıyafetleri değiştikten sonra bununla yetinmeyip tamamen bir kadın bedenine sahip olmayı arzuladığı ve bebek sahibi olmak istediği için 5 tane ameliyat geçiriyor. İlk ameliyatında erkek uzuvlarından kurtuluyor, ikinci ameliyatında yumurtalık nakli yapılıyor, bedeni yumurtalıkları reddettiği için üç ve dördüncü ameliyatta bunlar geri alınıyor, beşinci ameliyatta da rahim nakli yapılıyor ve kısa bir süre sonra ölüyor. 

Kitaba göre Einar, Lili'yi keşfettiği güne kadar kendini resimleriyle ifade ederken, Lili ortaya çıktığında artık kendini Lili'yle ifade ediyor. Ressamlığın Einar'la birlikte öldüğünü söylüyor. Tüm yaratıcılığını ve estetik çabasını Lili'ye kanalize ediyor. Tamamen kadın olmak, doğurganlık onun ulaşmak istediği nihai hedefi. Bir sanatçının ulaşmak istediği mükemmellik, Einar için Lili oluyor ve Lili'yi yaratma sürecinde de ölüyor. Çok ilgi çekici bir biyografi değil mi? 

Zaten tanınmış olan bir ressamın başından böyle bir şey geçmesi elbette insanlar için inanılmaz büyük bir haber, tartışma konusu. Gerda, Lili'nin portrelerini çizip sergiledikten kısa bir süre sonra bunun aslında Einar olduğu anlaşılıyor, haklarında çok fazla dedikodu çıkıyor, baskı görüyorlar ve bu nedenle daha serbest bir şehir olan Paris'e taşınıyorlar. 

Kısacası tamamen gerçek ve son derece cesur bir karakter olan Einar Wegener'in hikayesini (kurgu da olsa) okumak çok heyecan verici. 

2- Lili'nin baskın hale gelmesine yardımcı olup onun resimlerini çizerek popülerliğini artıran Gerda'yı hikayenin gerisine yerleştirmiş

Gerda da en az Einar kadar ilgi çekici bir sanatçı. Döneminde çizdiği portrelerle tanınıyor. Art Deco akımının öncülerinden. Lili'yi çiziyor, onu sergilemekten çekinmiyor, sırları ortaya çıktığında Lili'yle Paris'e gidip onu çizmeye devam ediyor. Bir şekilde Lili üzerinden ünleniyor. Spekülasyonlara göre kendisi bir lezbiyen. Düşününce kocasının bir kadına dönüşmesini desteklediği için en az Einar kadar cesur bir karakter. Yalnız bunun arkasındaki tek motif sadakat, fedakarlık ve aşk değil. Belli ki kendisinin de Lili ile elde ettiği bir şeyler var. En basitinden, Lili üzerinden ün kazanıyor. Lili'yi belki o da bir proje olarak görüyor. 

Şunu söyleyelim kitaptaki Gerda biraz saptırılmış. Asla zedelenmeyen güçlü bir aşk hikayesi olarak yansıtılan kitapta. Gerda'nın gelgitlerine, şımarıklıklarına çok değinilmiyor. Einar'ı her koşulda destekleyen, ondan asla vazgeçmeyen, ona çok aşık, kendini adamış bir kadın olarak gösterilmiş. Fedakar ve anlayışlı eşe indirgenmiş. Zaten yeterince ilginç olan Einar Wegener hikayesine, cefakar karısının gözünden bakılarak dramatik bir öykü oluşturulmaya çalışılmış. Bu benim çok hoşuma giden bir yaklaşım değil. En az Einar kadar 3 boyutlu bir şekilde ele alınmayı hak ediyor bence Gerda. Einar'ın gölgesinde bırakılması ve üzerine dramlar yüklenmesi hoş olmamış. 

Özet olarak, önemli bir tarihi figüre ışık tuttuğu için son derece ilgi çekici olduğunu, ama çok cesur ve zorlu yaşamlar sürmüş iki sanatçının öyküsünü bir kadının dramı ve yıkılmaz aşk olarak basite indirgediği için biraz basite kaçmış olduğunu düşünüyorum.

Pegasus kitap kapağı

Türkçesi Pegasus'tan Nil Karaca çevirisiyle çıkmış. Kitabın kapağı tek kelimeyle korkunç. Eddie Redmayne'den gittikçe soğumama neden oldu. Ben film afişlerinin kitap kapağı yapılmasını kabul edemiyorum. Oyuncuların suratını eskiten ve romanı bayağılaştıran bir durum. Ne kadar klasik ve başarılı bir roman olursa olsun, otomatik olarak Carrefour'da 1 liralık kitap sepetine fırlatılan kitaplara dönüşüyor. Popülerlik için bu kadar kolaya kaçılmasa keşke. 

Film uyarlaması

Bildiğiniz gibi kitap 2015 yılında Tom Hooper yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Einar Wegener rolünde Eddie Redmayne, Gerda rolünde Alicia Vikander, Hans Axgil rolünde Matthias Schoenaerts var.

Filmde Gerda'nın çizdiği Lili resimleri, prodüksiyon tasarımcısı Eve Stewart ve İngiliz sanatçı Susannah Brough tarafından çiziliyor. Gerçek Lili'nin yüzü epey farklı olduğu için bu resimlerde yüzler tamamen değiştirilip Eddie Redmayne'e benzetiliyor. 

Gerda rolü için düşünülen oyuncular: Önceleri Charlize Theron, Gwyneth Paltrow, Uma Thurman ve hatta Marion Cotillard düşünülüyor. Marion Cotillard'ın alakasız olduğunu düşünüyorum ama ilk üç seçenek sarışın oldukları ve tıpkı gerçek Gerda gibi uzun boylu oldukları için tip olarak Alicia Vikander'den daha iyi seçimler olabilirmiş. 

Alicia Vikander

Gerçek Gerda gibi sarışın olsun diye esmer olan ten rengi açılıyor ve bir peruk kullanılıyor. Filmin başından sonuna kadar gözümü tırmaladı bu görüntü. Keşke olduğu gibi bıraksalardı. Bu kadar esmer bir kadında böyle çirkin bir sarı tonu hastalıklı gibi durmuş, içime sinmedi nedense. Daha Danimarkalı durmasını istedikleri için böyle bir makyaj yaptıkları belli ancak sonuç daha çok saçını boyatmış Hintli gibi duruyor. Yine de bu göz tırmalayan görüntüye rağmen, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar ödülü dahil birçok ödül aldığını ve başarılı bir oyunculuk sergilediğini söyleyelim. Yalnız filmde 59 dakika görünmesine rağmen Yardımcı Kadın Oyuncu olarak aday gösterilmesi biraz hileli bir durum. 

Eddie Redmayne iyi mi kötü mü?

Ben bu filmi iki kez izledim. İlk izlediğimde açıkçası Eddie Redmayne'e hayran kalmıştım. El hareketleri, bacak bacak üzerine atış şekli, dudağını ısırarak gülüşü, vs. Dişiliği çok iyi yansıttığını düşünmüştüm. Yalnız zamanla yüzü eskidiğinden midir bilmem, ikinci izlediğimde tüm bu hareketleri itici buldum. Karakteri birkaç mimiğe sığdırmış gibi geldi. Ayrıca IMDB'den hakkında şöyle bir yorum okudum: Jupiter Ascending (2015) için En Kötü Yardımcı Erkek Oyuncu Razzie ödülünü alıyor ve hemen ardından En İyi Erkek Oyuncu Oscar ödülünü Leonardo Dicaprio'ya kaptırıyor. 2015 kendisi için çok küçük düşürücü bir sene kısacası. Şunu da vurgulayalım, Jupiter Ascending, cinsiyet değiştirmiş olan Wachowski kardeşlerin yönettiği bir film.

Matthias Schoenaerts filmin en dikkat çeken isimlerinden biri bence, oyunculuğunu çok beğendim. Gerçek hayatta resim çizmeyi seviyor ve grafiti sanatçısı. 

Film özellikle sonuyla son derece ağlak bir aşk/dram öyküsü. Gerda'nın yırtık, cesur yönleri kitaptakinden daha beter saptırılmış. Tamamen kendini kocasına adayan, acı çeken, yine de yılmayıp bekleyen bir karakter yaratılmış. Ortada cinsiyet değiştirmek gibi çok büyük bir olay varken, daha çok kocası kadın olmaya karar veren kadının alışılmadık dramı öyküsüne dönüştürülmüş. O yüzden filme, dekorasyon ve kıyafetlerin hatrına 10 üzerinden 4 veriyor ve bu destansı yazıyı sonlandırıyorum. 

İyi okumalar/seyirler.