Tahsin Yücel'in 2010 yılında yayınlanan romanı. Selami Harici isminde, felsefe bitirmiş ve Sorbonne'da doktora tezi yazmış varlıklı ve eğitimli bir Osmanlı torununun 40 sene boyunca Serencam ismindeki kitabını yazma öyküsünden yola çıkılır ve aile bireyleri, hatta toplumun kendisi betimlenir.
Kitapta 4 anlatıcı vardır. Selami beyin eşi Zarife hanım, en küçük oğulları Müşfik, torunları Lami ve gelinleri Canan.
Başlarda Balzac'ın Bilinmeyen Şaheser'i tadında, hayatının eserini ortaya çıkarmaya çalışan dahi bir sanatçının sancıları anlatılacak herhalde diyerek heyecanla sayfaları hızlı hızlı çevirdim. Ancak sonra absürt bir romanla karşı karşıya olduğumu anlamam uzun sürmedi.
Görüldüğü gibi hikayede merkeze bir kitap konmuş çevresine de 4 tane anlatıcı yerleştirilmiş. Serencam'ın yazılma hikayesine değil, onun etrafında toplanan insanların Serencam'a olan bakış açılarına odaklanılmıştır.
Serencam üzerinden önce Harici ailesinin bireyleri, sonra Türk toplumu eleştirilmiştir.
Serencam, yazarı Selami bey tarafından bütünsel ve genelleyici, eşsiz bir felsefe kitabı olarak tanıtılsa da aslında böyle değil. Bir delilik haliyle yazılmış, içinde ne yazdığı belli olmayan, başından sonuna kadar tek bir tane bile noktalama işareti kullanılmadığı için anlaşılmayan, noktalama işaretleri olsa bile anlamsal bir bütünlük içermeyip tek tek bağımsız güzel cümlelerden ya da paragraflardan oluşan, anlamsız bir eser. Dolayısıyla büyük emek ve sancılarla eserini ortaya koyan usta bir sanatçının üretim öyküsü değil bu.
Serencam'ın tek özelliği, Türkiye'de tek cilt halinde ve kaliteli bir şekilde basılmış olan en uzun kitap olması. Tam 24718 sayfa. Sadece şekli sayesinde hem yurt içinde hem de yurt dışında büyük bir ilgi topluyor. İnsanlar onu görmeye geliyorlar, satın almak için sıraya giriyorlar. Hatta uzunluğu sayesinde toplumsal bir olaya, milli gurur meselesine dönüştürülüyor. Onu gören ve temasını soranlar, bunun bir felsefe kitabı olduğunu öğrendiklerinde ve noktalama işaretleri kullanılmadığını da gördüklerinde kitabın içeriğinden ve biçiminden kendilerinden geçmişçesine büyük bir övgüyle bahsediyorlar. Bugüne kadar bu kitabı okuyup analiz eden kimse olmamasına rağmen, hayranı çok.
Bunca insan, kitabın içeriği değil, şekli karşısında böylesine büyüleniyor. Bu absürt durum üzerinden birtakım toplumsal eleştiriler yapılmış.
Bunlardan birincisi tabi insanların şekilciliği. Şekilcilik eleştirisi, Selami beyin kendi oğlu, paragöz ve gösteriş meraklısı Müştak ve Müştak'ın her söylediğini papağan gibi onaylayan kardeşi, bir o kadar çıkarcı Müşerref üzerinden yapılmış. Müştak, en büyük yalılarını Adanalı pamukçulara sattığı için babasına son derece kızgın, onu bir türlü affedemiyor. Onu 40 yıl süren yazma çabasından dolayı deli ve komünist olarak tanımlıyor. Kütüphanesinde Marx'ın kitapları olduğu gerekçesiyle babasını komüniste, komünizmi de dünyanın en büyük kötülüğüne indirgiyor. Müştak'ın bu sorgulamayan, kendisine dayatılanı kabul edip işine geleni savunan, yüzeysel ve cahil, tüketim delisi halini topluma mal eden Selami bey "Bizim olduğu kadar toplumun da çocuğu" diyerek Müştak üzerinden toplumu eleştiriyor.
İkinci eleştiri akademideki fikir çalma sorunu. Serencam'dan küçük pasajlar derlenerek Gündem gazetesinde köşe yazısı şeklinde yayınlanmaya başladığında, bir gün, bir pasajın tamamen Marx'ın eserinden alıntı olduğu anlaşılıyor. Bu büyük emek hırsızlığı karşısında, yazardan öğreniyoruz ki bu durum Türk akademi ve edebiyat çevrelerinde zaten çok yaygın. Dolayısıyla üzeri hızla kapatılabiliyor.
Üçüncüsü, darbe dönemindeki baskıcı ortam. Müşfik beyin evini basan polisler karşılarında kapkalın bir felsefe kitabı gördüklerinde, okuma gereği duymadan onu yok edip sahibini tutuklamaya yelteniyorlar. Henüz okumadıkları bir kitabın gölgesinden korkmak, kitabı okumamış insanları da hapse tıkmak dönemin atmosferindeki tutarsızlığı gözler önüne sermiş.
İşin başka bir absürt yanı daha var. Selami bey ömrünün kırk yılını bir düşünce kitabını yazmaya adamasına, bu amaçla ömrü boyunca para getirecek başka bir iş yapmamasına, bu işi çok ciddiye alıp binlerce sayfayı beğenmediği için yırtıp atmasına rağmen, kendisi de aslında içerik üretebilecek kapasiteye sahip olmayan yetersiz bir insan. Bunu kabul etmiyor, kendisini layık gördüğü konuma gelmek için ünlü yazar ve düşünürlerin cümlelerini yıllarca Türkçeye çevirip derleyerek kaynak belirtmeden bu cümleleri kendisine aitmiş gibi göstermekten çekinmiyor. En başta kendisi şekilci.
Tahsin Yücel, aslında baş karakterimiz Selami beyin hayata karşı duruşunu daha iyi anlayabilmemiz için onun gençlik zamanlarında bağlandığı edebi ve düşünce akımlarını ipucu olarak bize veriyor. Selami bey, akademik hayatının başlarında Baudelaire, Rimbaud, Mallarmé gibi sembolcüleri okurken sonra Marx'ın Misère de la philosophie eseriyle tanışıyor ve dünya görüşünü değiştiriyor.
Anlaşılan o ki Selami bey her iki akımı da yarım yamalak anlıyor, Sembolizmi şekilciliğe, Marksizmi de bütüncüllüğe indirgeyerek, bu iki görüşü karıştırıp kendine bütüncül (noktalama işaretsiz, tek cilt, tek örnek) bir şekil (24718 sayfalık hiçbir şey anlatmayan kaliteli basılmış kitap) oluşturuyor ve öldükten sonra bu hiçbir şey ifade etmeyen, ancak dışarıdan bakınca etkileyici görünen ve yazarını diğerlerinden üstün kılan bu kitapla anılmayı arzuluyor.
Dolayısıyla ömrü boyunca yapmaya çabaladığı şey, etrafındaki cahil insanlar Serencam'ın gizemini çözene kadar kendisine saygı duyulmasını sağlayacak, özgün olmayan ya da edebi değeri olmayan, insanlığa hiçbir şey katmayan koca bir kitap oluşturmak oluyor.
Kim bilir, belki Tahsin Yücel burada her köklü aileden gelip Fransız eğitimi alan zengin ve eğitimli insanın entelektüel faaliyet gösterme kapasitesine sahip olamayacağı eleştirisini yapmıştır. Bir zamanlar bilgili kişilerin çoğunun bu profilden çıktığını düşünecek olursak, bu kişilerin çoğunlukla bir şey bilmediği sonucuna varmış olabilir. Ya da tersten bakarsak, entelektüel faaliyette bulunmak için illa gösterişli bir geçmişe sahip olmak gerekmediğini de anlatıyor olabilir. Aynı şekilde egosunu tatmin etmek için daha önce söylenen sözleri farklı biçimlerde söyleyip durmadan eserler üreten ve isimlerini duyuran insanları eleştirmiş de olabilir. Veya bu toplumda bilgili geçinenlerin aslında hiçbir halt bilmediklerinden, yurt dışında üretilen düşünceyi çeviri aracılığıyla topluma tanıtmaktan başka bir becerileri olmadığından dem vurmuş da olabilir.
Okurken anlatımda sıklıkla tekrarlar olduğu için biraz yorucudur Sonuncu. Biraz Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü hatırlatır. Bir düşünceyi çeşitli sembollerle okuruna verir. Belki de sembolizmin yanlış anlaşılmasıyla dalga geçen başarılı bir sembolist eser olarak tanımlayabiliriz bu kitabı.
Şiddetle tavsiyedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder