Fransız yazar Antoine de Saint Exupéry‘nin 1931 yılında yayınlanan ikinci romanı. Aldığı prestijli bir ödül sayesinde yazara ilk olarak tanınırlık kazandıran roman aynı zamanda. Yazarın havacılık deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı, gece seferleri yapan bir posta uçağı şirketinin işleyişini konu alıyor.
Saint Exupéry‘nin biyografisinden biraz bahsedelim. Hepimiz onu felsefi çocuk kitabı Küçük Prens‘ten tanıyoruz.
Açıkçası son beş yıldır piyasadaki Küçük Prens çılgınlığından aşırı derecede bezmiş durumdayız. Zorla popülerleştirilen şeylere karşı benim gibi önyargılıysanız, siz de muhtemelen Saint Exupéry ismini duyduğunuzda gözlerinizi devireceksiniz.
Ama önyargılarınızı bir kenara bırakın ve yazarın biyografisine göz atın derim. Küçük Prens‘i, bir yayıncı arkadaşının eşinin ısrarları üzerine, kafa dağıtmak ve o zamanlar popüler olan Marry Poppins çocuk hikaye kitabına rakip olması için yazdığını biliyor muydunuz? Küçük Prens‘i New York’ta yazıyor ve ilk olarak Amerika’da yayınlanıyor. Kendi ülkesinde, öldükten sonra ancak yayınlanabiliyor çünkü yaşadığı dönemde Saint Exupéry‘nin eserleri hem Vichy hükümeti hem de Charles de Gaulle tarafından sansürlenmiş durumda.
Yaşadığı dönemde toplumun durumu ve ortam özetle şöyle:
Fransa II. Dünya Savaşı zamanlarında iki kısma ayrılıyor, Charles de Gaulle liderliğinde, Paris’i kapsayan Almanya işgali altındaki kısım; ve Vichy bölgesini içeren, işgal altında olmayan ama Almanları destekleyen Vichy rejiminin geçerli olduğu kısım. Saint Exupéry, bir Alman faşizmi ve Nazi karşıtı olarak Fransa’dan Amerika’ya gidiyor ve Fransızların Almanlara karşı özgürlüğünü kazanabilmesi için Amerika’nın yardımını istiyor. Vichy rejimi de bir Alman karşıtı olduğu için Exupéry’yi tehlike olarak görüyor. Pilote de guerre eserinde, Yahudileri övdüğü gerekçesiyle Exupéry‘nin eserlerini sansürlüyor. Buraya kadar her şey normal. İlginç olan, işgal altındaki Paris kısmının lideri Charles de Gaulle‘den de sansür yiyor. Exupéry, Fransa’nın özgürlüğünü sonuna kadar destekliyor, ancak Gaulle‘ün Fransa’ya özgürlüğünü kazandırdıktan sonra bir diktatör olacağını düşündüğü için Gaulle‘ü desteklemiyor. Bu nedenle Gaulle de Exupéry hakkında provokasyon yaparak onu Nazi destekçisi olmakla suçlayıp eserlerini sansürletiyor.
Fikirleri anlaşılmamış, çarpıtılmış, sansürlenmiş bir yazar. Öldükten sonra sansürü kalkıyor, eserleri dağıtılıyor, okunuyor. Popülerliği günümüze kadar (artarak) devam ediyor.
Saint-Exupéry Lyon’da doğuyor, zengin bir aristokrat ailenin oğlu. Babasının ölümünden sonra ailesi fakirleşiyor. 1920’lerin başlarında uçuş dersleri almaya başlıyor. Hava kuvvetlerine katılıyor ancak ailesinin ve o zamanki nişanlısının ağır tepkisi üzerine bırakıp ofis işine geçiyor. Nişanlısından ayrıldıktan sonra, 1926 yılında tutkusu olan havacılığa dönüş yapıyor. Daha ilkel yöntemlerle uçulan dönemlerde, posta uçaklarında çalışıyor. Daha sonra, kariyerinin zirvesinde Arjantin’e gidip havayolu müdürlüğü yapıyor, uçuşların koordinasyonunu düzenliyor.
Night Flight, aşırı disiplinli bir havayolu müdürünün etrafında dönüyor. Gece uçuşu o dönemde, o teknolojiyle henüz yaygın bir şey değil. Riviéra, büyük bir kararlılık ve hırsla, tüm tehlikelere ve tüm bilinmezliklere rağmen gece uçuşlarını aksatmadan sürdürmek için uğraşan deneyimli bir müdür. Amacı daima biraz daha fazla ilerlemek ve insanlık için önemli olan bir adımı, risklerini göze alarak atmak. Kitabın André Gide tarafından yazılmış önsözünde şöyle bir cümle var:
Açıkçası son beş yıldır piyasadaki Küçük Prens çılgınlığından aşırı derecede bezmiş durumdayız. Zorla popülerleştirilen şeylere karşı benim gibi önyargılıysanız, siz de muhtemelen Saint Exupéry ismini duyduğunuzda gözlerinizi devireceksiniz.
Ama önyargılarınızı bir kenara bırakın ve yazarın biyografisine göz atın derim. Küçük Prens‘i, bir yayıncı arkadaşının eşinin ısrarları üzerine, kafa dağıtmak ve o zamanlar popüler olan Marry Poppins çocuk hikaye kitabına rakip olması için yazdığını biliyor muydunuz? Küçük Prens‘i New York’ta yazıyor ve ilk olarak Amerika’da yayınlanıyor. Kendi ülkesinde, öldükten sonra ancak yayınlanabiliyor çünkü yaşadığı dönemde Saint Exupéry‘nin eserleri hem Vichy hükümeti hem de Charles de Gaulle tarafından sansürlenmiş durumda.
Yaşadığı dönemde toplumun durumu ve ortam özetle şöyle:
Fransa II. Dünya Savaşı zamanlarında iki kısma ayrılıyor, Charles de Gaulle liderliğinde, Paris’i kapsayan Almanya işgali altındaki kısım; ve Vichy bölgesini içeren, işgal altında olmayan ama Almanları destekleyen Vichy rejiminin geçerli olduğu kısım. Saint Exupéry, bir Alman faşizmi ve Nazi karşıtı olarak Fransa’dan Amerika’ya gidiyor ve Fransızların Almanlara karşı özgürlüğünü kazanabilmesi için Amerika’nın yardımını istiyor. Vichy rejimi de bir Alman karşıtı olduğu için Exupéry’yi tehlike olarak görüyor. Pilote de guerre eserinde, Yahudileri övdüğü gerekçesiyle Exupéry‘nin eserlerini sansürlüyor. Buraya kadar her şey normal. İlginç olan, işgal altındaki Paris kısmının lideri Charles de Gaulle‘den de sansür yiyor. Exupéry, Fransa’nın özgürlüğünü sonuna kadar destekliyor, ancak Gaulle‘ün Fransa’ya özgürlüğünü kazandırdıktan sonra bir diktatör olacağını düşündüğü için Gaulle‘ü desteklemiyor. Bu nedenle Gaulle de Exupéry hakkında provokasyon yaparak onu Nazi destekçisi olmakla suçlayıp eserlerini sansürletiyor.
Fikirleri anlaşılmamış, çarpıtılmış, sansürlenmiş bir yazar. Öldükten sonra sansürü kalkıyor, eserleri dağıtılıyor, okunuyor. Popülerliği günümüze kadar (artarak) devam ediyor.
Saint-Exupéry Lyon’da doğuyor, zengin bir aristokrat ailenin oğlu. Babasının ölümünden sonra ailesi fakirleşiyor. 1920’lerin başlarında uçuş dersleri almaya başlıyor. Hava kuvvetlerine katılıyor ancak ailesinin ve o zamanki nişanlısının ağır tepkisi üzerine bırakıp ofis işine geçiyor. Nişanlısından ayrıldıktan sonra, 1926 yılında tutkusu olan havacılığa dönüş yapıyor. Daha ilkel yöntemlerle uçulan dönemlerde, posta uçaklarında çalışıyor. Daha sonra, kariyerinin zirvesinde Arjantin’e gidip havayolu müdürlüğü yapıyor, uçuşların koordinasyonunu düzenliyor.
Night Flight, aşırı disiplinli bir havayolu müdürünün etrafında dönüyor. Gece uçuşu o dönemde, o teknolojiyle henüz yaygın bir şey değil. Riviéra, büyük bir kararlılık ve hırsla, tüm tehlikelere ve tüm bilinmezliklere rağmen gece uçuşlarını aksatmadan sürdürmek için uğraşan deneyimli bir müdür. Amacı daima biraz daha fazla ilerlemek ve insanlık için önemli olan bir adımı, risklerini göze alarak atmak. Kitabın André Gide tarafından yazılmış önsözünde şöyle bir cümle var:
« Bir insanın mutluluğu özgürlüğünde değil, bir görevi kabullenişindedir. »
André Gide‘in birkaç sayfalık önsözü ışığında, kitabın zaafları tolere etmeyen, sert yapılı Riviéra karakteri üzerinden şu soruyu sorduğunu fark ediyoruz: “Huzur bir görevin tehlikeli de olsa yerine getirilmesiyle mi, yoksa tehlikeli görevlerden kaçınarak mı elde edilir?”
Burada tehlikeye atılmak, salt cesaretle ilişkilendirilmemeli. Aksine mantıksal bir yaklaşım, bir hayat felsefesi olarak görülmeli. Yapılması gerekeni yapmaktan başka bir çare yoksa, onu yapmak gerekir. Kendisi de bir uçak seferinde yere çakılarak dört gün çölde yaşam mücadelesi vermiş bir havacı olan Exupéry, salt cesaretin bir görevi kararlılıkla yerine getirmek için yeterli olmadığını biliyor.
« … Ama beni her zaman şaşırtan şeyin ne olduğunu da anlamıştım: Platon’un cesareti neden erdemlerin en sonuncusu saydığını. Bu pek de hoş olmayan duyguların bir birleşimi : biraz kızgınlık, biraz kendini beğenmişlik, hayli inatçılık, bayağı bir spor heyecanı. Hiçbir ilişkisi olmasa da fiziksel gücün coşkusu. O zaman ellerini göğsünde kavuşturur ve rahat bir nefes alırsın. Bu daha muazzam bir duygudur. Gece olduğunda ise üstüne büyük bir salaklık yapmışsın hissi eklenir. Tek özelliği cesaret olan adama bir daha asla güvenmeyeceğim. »
Kitap, 1933 yılında Clarence Brown yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Kadrosu tam bir yıldızlar geçidi, kim yok ki. John Barrymore (Riviére), Lionel Barrymore (Robineau), Clark Gable (Jules Fabian), Helen Hayes (Madame Fabian), Robert Montgomery (Pellerin).
Ne yazık ki, yıldız kadrosuna rağmen çok başarılı bir film değil. Yazar Exupéry de uyarlamayı beğenmediğini açıkça belirterek film haklarını yenilemeyi reddediyor. Dolayısıyla 10 yıllık sürenin ardından film telif haklarına takılıp gösterimden kaldırılıyor.
Filmle kitap arasında bazı değişiklikler var. Filme eklemeler yapılmış. Mesela posta uçaklarının gece uçmasının ne kadar kritik olduğunu vurgulamak amacıyla, filmin başına hasta bir çocuk konmuş. Çocuğun ihtiyacı olan ilacın Buenos Aires’ten 24 saat içinde gelmemesi durumunda çocuğun öleceği gibi dramatik bir ayrıntı eklenmiş.
Eski filmlere çok ilgim yok, bir parça sıkılıyorum. Dramatik sahnelerde konan o nostaljik müzik, kadınlardaki fabrikasyon saç modelleri, ince kaşlar, erkeklerdeki takım elbiseler, siyah beyaz görüntü beni çok etkilemiyor. Bu film de bol bol klişe sunmuş izleyicisine. Tek bir açıdan filmi ilginç buldum. O zamanki uçak teknolojisini o zamanki film teknolojisiyle anlatmış. Hiç de fena olmamış bence. Üstü açık uçakta, arkasındaki adamla not defterine yazıp verdiği notlar aracılığıyla konuşan pilotları izlemek bir parça komik olmakla birlikte keyifliydi.
Riviéra ve Robineau karakterlerinin iyi yansıtıldığını düşünüyorum. Bu arada John Barrymore ve Lionel Barrymore‘un ünlü Barrymore ailesine mensup iki oyuncu kardeş olduğunu belirtelim. Birlikte oynadıkları başka filmler de var. Drew Barrymore da bu aileye mensup. John Barrymore‘un torunu (üçüncü evliliğinden doğan oğlunun dördüncü evliliğinden doğan kızı).
Clark Gable, filmin oyuncuları arasında beni en çok heyecanlandıran isim oldu. Kendisi hikayenin kilit adamını oynasa da neredeyse hiç konuşmuyor. Sadece pilot şapkası ve gözlüğünü takıp mimik yapıyor. Bu da Clark Gable hayranları için biraz hayal kırıklığı bence. Gable, bu filmde yapımcı David O. Selznick ile ilk kez çalışıyor. Daha sonra meşhur Gone With The Wind film uyarlaması ile tekrar bir araya geliyorlar.
Şiddetle tavsiye etmesem de, filmi izleyebilir ve kitabı okuyabilirsiniz. Yalnız Exupéry‘nin biyografisini incelemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
İyi okumalar/izlemeler.
André Gide‘in birkaç sayfalık önsözü ışığında, kitabın zaafları tolere etmeyen, sert yapılı Riviéra karakteri üzerinden şu soruyu sorduğunu fark ediyoruz: “Huzur bir görevin tehlikeli de olsa yerine getirilmesiyle mi, yoksa tehlikeli görevlerden kaçınarak mı elde edilir?”
Burada tehlikeye atılmak, salt cesaretle ilişkilendirilmemeli. Aksine mantıksal bir yaklaşım, bir hayat felsefesi olarak görülmeli. Yapılması gerekeni yapmaktan başka bir çare yoksa, onu yapmak gerekir. Kendisi de bir uçak seferinde yere çakılarak dört gün çölde yaşam mücadelesi vermiş bir havacı olan Exupéry, salt cesaretin bir görevi kararlılıkla yerine getirmek için yeterli olmadığını biliyor.
« … Ama beni her zaman şaşırtan şeyin ne olduğunu da anlamıştım: Platon’un cesareti neden erdemlerin en sonuncusu saydığını. Bu pek de hoş olmayan duyguların bir birleşimi : biraz kızgınlık, biraz kendini beğenmişlik, hayli inatçılık, bayağı bir spor heyecanı. Hiçbir ilişkisi olmasa da fiziksel gücün coşkusu. O zaman ellerini göğsünde kavuşturur ve rahat bir nefes alırsın. Bu daha muazzam bir duygudur. Gece olduğunda ise üstüne büyük bir salaklık yapmışsın hissi eklenir. Tek özelliği cesaret olan adama bir daha asla güvenmeyeceğim. »
Kitap, 1933 yılında Clarence Brown yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Kadrosu tam bir yıldızlar geçidi, kim yok ki. John Barrymore (Riviére), Lionel Barrymore (Robineau), Clark Gable (Jules Fabian), Helen Hayes (Madame Fabian), Robert Montgomery (Pellerin).
Ne yazık ki, yıldız kadrosuna rağmen çok başarılı bir film değil. Yazar Exupéry de uyarlamayı beğenmediğini açıkça belirterek film haklarını yenilemeyi reddediyor. Dolayısıyla 10 yıllık sürenin ardından film telif haklarına takılıp gösterimden kaldırılıyor.
Filmle kitap arasında bazı değişiklikler var. Filme eklemeler yapılmış. Mesela posta uçaklarının gece uçmasının ne kadar kritik olduğunu vurgulamak amacıyla, filmin başına hasta bir çocuk konmuş. Çocuğun ihtiyacı olan ilacın Buenos Aires’ten 24 saat içinde gelmemesi durumunda çocuğun öleceği gibi dramatik bir ayrıntı eklenmiş.
Eski filmlere çok ilgim yok, bir parça sıkılıyorum. Dramatik sahnelerde konan o nostaljik müzik, kadınlardaki fabrikasyon saç modelleri, ince kaşlar, erkeklerdeki takım elbiseler, siyah beyaz görüntü beni çok etkilemiyor. Bu film de bol bol klişe sunmuş izleyicisine. Tek bir açıdan filmi ilginç buldum. O zamanki uçak teknolojisini o zamanki film teknolojisiyle anlatmış. Hiç de fena olmamış bence. Üstü açık uçakta, arkasındaki adamla not defterine yazıp verdiği notlar aracılığıyla konuşan pilotları izlemek bir parça komik olmakla birlikte keyifliydi.
Riviéra ve Robineau karakterlerinin iyi yansıtıldığını düşünüyorum. Bu arada John Barrymore ve Lionel Barrymore‘un ünlü Barrymore ailesine mensup iki oyuncu kardeş olduğunu belirtelim. Birlikte oynadıkları başka filmler de var. Drew Barrymore da bu aileye mensup. John Barrymore‘un torunu (üçüncü evliliğinden doğan oğlunun dördüncü evliliğinden doğan kızı).
Clark Gable, filmin oyuncuları arasında beni en çok heyecanlandıran isim oldu. Kendisi hikayenin kilit adamını oynasa da neredeyse hiç konuşmuyor. Sadece pilot şapkası ve gözlüğünü takıp mimik yapıyor. Bu da Clark Gable hayranları için biraz hayal kırıklığı bence. Gable, bu filmde yapımcı David O. Selznick ile ilk kez çalışıyor. Daha sonra meşhur Gone With The Wind film uyarlaması ile tekrar bir araya geliyorlar.
Şiddetle tavsiye etmesem de, filmi izleyebilir ve kitabı okuyabilirsiniz. Yalnız Exupéry‘nin biyografisini incelemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
İyi okumalar/izlemeler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder