20 Mart 2017 Pazartesi

Film: Tokyo Story


Yasujirô Ozu‘nun senaryosunu yazıp yönettiği 1953 yapımı Tokyo Story (orijinal adıyla Tôkyô monogatari), günlük hayatın akışından gelen dramı son derece yalın bir şekilde yansıtan ve bu özelliğiyle Batı izleyicisinin dikkatini çekmeyi başaran 2 saat 15 dakikalık bir film. 

Özetle, tüm çocuklarını okutup evlendirmiş yaşlı bir çift, bir gün yıllardır görmedikleri çocuklarını ziyaret etmek için uzun bir tren yolculuğu yaparak yaşadıkları küçük kasabadan Tokyo’ya giderler. Bu tatlı çift çocuklarının kendilerini görünce çok sevineceğini, uzun uzun sohbet edeceklerini, gezdirileceklerini, Tokyo’yu göreceklerini içten içe umarken ne yazık ki bunlardan hiçbirini bulamazlar. Mahalle doktoru olan en büyük oğulları, sürekli işlerini bahane ederek onlara vakit ayırmaz ve güleryüz göstermek konusunda da oldukça cimridir. Kuaför olan kurnaz ve bencil büyük kız da cömertliğini ve ilgisini esirgeyecektir. En küçük oğul başka bir şehirdedir, yoğundur ve zaten Tokyo’ya bile gelmemiştir. Kendileriyle birlikte yaşayan en küçük kızları ve savaşta ölen ortanca oğullarının karısı haricinde, onlara sempati gösteren kimse kalmamıştır.

Oyuncuların yüz seviyesinde duran kamera, gerçek zamanlı diyaloglar filmin bu “günlük” halini seyirciye hissettirir. O kadar ki, filmin yarısı karakterlerin oturması ve oturdukları yerden kalkması, çantalarını hazırlaması ve çantalarından çıkardıklarını yerleştirmesi gibi, doğal hareketleri izlemekle geçer. Akıcı bir günlük hayat anlatımı vardır. Bu teknikle hem oturup kalkma gibi küçük hareketler, hem de ölüm döşeğinin etrafında toplanıp ağlama gibi daha büyük hareketler aynı tempoya ve anlatıma sokulur. Bu sayede, en dramatik sahneler bile, homojen bir şekilde, abartısız anlatımla yansıtılır. Bu tekdüze anlatım, sıkıcı olmak bir yana, izleyiciyi hikayeye daha çok dahil eder.

Filmde, dramın tırmandığı üç can alıcı sahne vardır:

Birincisi, doktor oğul ve kuaför kızın kısıtlı bir süre için kendilerini ziyarete gelen anne babalarını, yaşlarına pek uygun olmayan hareketli ve yorucu bir tesise tatile göndermeleri. Gürültü içinde uyuyamadıkları ve yalnız başlarına deniz kenarında oturdukları iki sahne, hiç söz kullanılmadan izleyiciye hayal kırıklığı hissini net bir şekilde hissettirir. İzleyici, anne babanın yaşadığı bu his aracılığıyla kendi ilgisizlik deneyimleri üzerinde düşünmeye başlar. Tam bu noktada ikinci acıklı sahne devreye girer ve kontrast bir karakter aracılığıyla, izleyicinin yüzleşmesi daha da derinleştirilir.

Bu sahnede, anne baba gürültüye dayanamayıp tatillerini yarıda keserek kızlarının evine dönerler. Ancak kızları buna hiç sevinmez, bir toplantıya ev sahipliği yapacağı ve meşgul olacağı gerekçesiyle onları tabiri caizse kapı dışarı eder. Maskelerin düştüğü, tüm karakterlerin gerçek yüzünü gösterdiği bu sahnede, derin bir zıtlık yaratırcasına iyi huylu ve merhametli gelin karakteri devreye girer. Anneye karşı sergilediği aşırı iyi tavırlar ve sonsuz güleryüz, öz evlatların çirkinliğini daha net bir şekilde ortaya koyar. Hikayenin doğal akışını yapay bir şekilde dramatize eden, fazla “iyi”; dramın tavan yaptığı son sahneye izleyiciyi hazırlayan, düşünülmüş bir karakterdir.

Annenin ölüm döşeğinde yattığını öğrendikleri sahne, filmin üçüncü ve en dramatik sahnesidir. Seyirci bu acı son sahnede bir tür günah çıkarma ve arınma beklerken, öyle bir şey olmaz. Aksine, günlük koşturmalarına verdikleri önemden feragat etmezler. Annelerinin yanına giderken yas kıyafetlerini götürmeyi ihmal etmezler; son zamanlarını birlikte iyi bir şekilde geçirdiklerini söyleyip gamsız bir şekilde kendilerini buna inandırırlar; anne öldükten çok kısa bir süre sonra onun birkaç parça eşyasını talep ederler.

Filmin tüm yükselme anlarının tekdüze bir anlatımla gösterilmesi gerçek hayatla paralellik gösterir. Gerçek hayatta iyilik ve kötülük, dram ve mutluluk birbirine girmiş durumdadır ve bunlar sinemadaki müzik ve kamera odağı gibi araçlarla vurgulanmaz.

Basit ve akıcı, naif bir hikaye izlemek isteyenlerin kaçırmaması gereken bir film.

İyi seyirler.

Hiç yorum yok: