21 Haziran 2025 Cumartesi

Film: C'est pas moi (2024)

Asıl adı Alex Dupont olan Leos Carax 1960 Fransa doğumlu. Auteur yönetmenlerden etkileniyor. La Revue du Cinéma dergisinin Mayıs 1989 tarihli 449. sayısında, Raphaël Bassan isimli Fransız eleştirmenin ismini koyduğu bir akım var: Cinéma du look. Bu akımın öncülerinden sayılıyor Carax. Filmlerinde stil öne çıkıyor, anlatı yerine görüntü vurgulanıyor. Karakterler de çoğunlukla genç, yabancılaşmış tipler. Aşk hikayeleri, underground kültürünü öne çıkaran Paris metrosu sahneleri, aileleri yerine akran gruplarıyla takılan gençler sık rastlanan şeyler.

2024 yapımı C’est pas moi filmini kendisi yazıp yönetiyor. P. müzesi gerçekleşmemiş bir sergi için şu soruyu görsellerle yanıtlamasını istiyor yönetmenimizden: Neredesin Leos Carax? O da şöyle diyor: “Soru için teşekkür ederim. Bilmiyorum. Ama bilseydim şöyle cevap verirdim…” ve başlıyor 45 dakikalık görsel anlatısına.

Çok enteresan bir film. Görseller var. Evet. Full görsel. Kendi geçmişinden, kendi filmlerinden. Dünyadan, tarihten, sinema tarihinden. Arkada kendi sesi, anlatıyor. Görsellerin üzerinde bir yandan yazılar akıyor. Dünya üzerinde kendisinin yerini belirlerken sanki kişisel tarihini, dünya tarihini, mesleğini dışarıda tutamıyor. Onda ağırlık yapan, onu o yapan belli ki kökenleri, insanlığın başına gelen büyük felaketler, sinemanın en eski örnekleri. Melankolik, düşünceli, geçmişe takıntılı bir hali var epeyce.

Faşist dünya liderlerinin ardından Bodrum’da kıyıya vuran Suriyeli bebek görsellerini gözümüzün önüne getiriyor. Kendi boğazındaki düğümü bir şekilde, görsellerin karşı koyulmaz gücüyle, çok fazla kelime veya anlatı kullanmadan bizim boğazımıza aktarıyor.

Örümcek ağı bağlamış bir Fransa bayrağının önünde bir spiker şu haberi veriyor: 3 gündür Fransa’da kimse gülmedi. Enteresan bir fenomen… Derken sıradan bir metro sahnesine geçiyor. Mutlu gibi görünen bir çift, Bon Nouvelle (iyi haber) istasyonuna giden metronun kapısının aniden açılmasıyla dışarı uçup gidiyor, hiçkimseden tepki gelmiyor. Nasıl da tekinsiz bir metro sahnesi, tüyler ürpertici… Dünyada iyi bir haber yok, olamaz dercesine…

Eski, siyah beyaz bir filme geçiş yapıyoruz. Kamera ağaçların arasından gece yarısı yalnız başına yürüyen bir aktörü arkadan takip ediyor. Dış ses devreye girip bize biraz sinemadan bahsediyor. Eski filmlerde kamera bir kaidenin üzerinde aktörü takip ederken karakteri ve hikayeyi Tanrı’nın gözünden gördüğünü sanırdın, diyor. Şimdi bir adam sevgilisini telefonuyla çekerken bu hisse kapılmıyorsun diye hayıflanıyor. Pelikül filmden dijital filme geçiş kendisinin hala kabullenemediği bir şey belli ki. “Tanrı’nın bakışı nasıl geri döner? Sarsıntıyla mı, sinemanın çocukluğuyla mı?” Sinemanın kökenlerine hayran gibi, her şeyin eski usule dönmesini istiyor belki de.

Bantmag şöyle yazmış:

Cahiers du cinéma

1970’lerin sonlarına doğru, Carax henüz 20 yaşlarındayken, o zaman genel yayın yönetmenliğini Serge Daney’nin yaptığı meşhur sinema dergisi Cahiers du Cinéma’nın yazar kadrosuna katılmış ve eleştirmenlik kariyerine Sylvester Stallone’nin ilk yönetmenlik deneyimi olan Paradise Alley (1978) üzerine yazdığı oldukça pozitif bir eleştiriyle başlamıştı. Jacques Rivette, Jean-Luc Godard, Claude Chabrol ve François Truffaut gibi auteurlerden sonraki kuşakta yazma fırsatı bulan Carax için bu köklü oluşumun geleneği, sinema yolculuğunun ilk yıllarında bolca beslendiği bir kaynaktı.

Sahiden de her görselde bu eski yıllara özlem ve dijitale karşı, gücünün yetmeyeceğini bildiği için çoktan pes etmişlik ama derinlerden gelen bir direnç var sanki. Filmin finalinde, gözlerimizi dakikada, saatte, günde kaç kez kırptığımızdan bahsetmiş. Dijital medyanın sürekli akışına, kontrol edilemez hızına yabancılaşıp “kör olalım istiyorlar” şeklinde dramatize etmiş. Dünyanın güzelliği gözlerimizi kırpmamızı gerektiriyor demiş, kendi özlemli estetiğine atıfta bulunarak.

Ekrandan 1 karelik bir görüntü hızla kayboluyor. Daha sonra 24 kez üst üste bu görüntüyü bize gösteriyor, ne olduğunu (elma) o zaman anlıyoruz. Buradan konuyu felsefeye bağlıyor. O elma ve o an, hepimiz için yok olup gitti. Ancak artık elma ölümsüz olacak. Bu dünyadan biz geçeceğiz, o kalacak, diyor. “Saniyenin 1 karelik anını güzel bir elmaya bahşettik.” İçine fırlatıldığı varoluşla ilgili yapabileceği en kabul edilebilir şeyi bulmuş biri gibi, sinema. Yaşamın, ölümün, anlamsızlığın, anlamın yanıtını film çekerek bulmuş adeta.

Bu arada eski filmlerinden de sahnelere yer vermiş demiştim. Bol bol Juliette Binoche görüyoruz. Kendisiyle hem filmler çekmişler, hem de eskiden sevgililermiş. Güzelim kadın, bu derdo adama fazla dayanamayıp 5 yılın sonunda bitirmiş (umarım Juliette bitirmiştir). Bir de hemen her filminde oynattığı Denis Lavant’a değinmeden geçmeyeyim. La nuit a dévoré le monde ile tanıdığım, hala yüzünün tuhaflığını unutamadığım bu adamla ilk filminden bu yana birlikte çalışıyorlarmış. Bizim de görür görmez aklımıza kazınan bu tuhaflığı kendisi daha 20’li yaşlarındayken keşfetmiş. İstediği şey tam olarak böyle biriymiş. O da üstün yeteneği sayesinde söyleneni leb demeden anlamış, oynamış, başarılı performanslar sergilemiş. Bu filmde de karşımıza M. Merde (Bay Bok) olarak çıkıyor. Yine tuhaf. Her filmdeki tuhaflığı farklı sanki. Bu bakımdan başarılı. Ama gece karşıma çıkmasın pls. Tövbe est.