3 Kasım 2016 Perşembe

Kitaptan Filme: Breakfast at Tiffany's


Amerikalı yazar Truman Capote'nin 1958 yılında yayınlanan ve bundan 3 sene sonra sinemaya uyarlanarak günümüze kadar popülerliğini koruyan kısa romanı. 

Anlatım tekniği bakımından dikkat çekici bir kitap. Kafa karıştırmadan nasıl anlatacağımı bilemiyorum, özetlemeye çalışayım. Ortada 4 farklı anlatıcı var, 4'ü de bir şekilde zamanında Holly'den etkilenmiş ve daha sonra ondan haber alamamış kişiler. Bir gün biri Holly'nin izine rastlıyor, daha sonra bir diğeri bunu tesadüfen öğreniyor ve hikayenin asıl Anlatıcısına aktarıyor. Asıl Anlatıcı da senelerdir görmediği Holly karakterini hatırlıyor, hafızasında kaldığı kadarıyla okura anlatıyor. Kendisinden etkilenen 4 kişinin zihninde kalan Holly'yi okuyoruz. Yani hikayenin merkezi, konusu, amacı Holly Golightly

Peki kim bu Holly? Anlatıcının eski alt kat komşusu. Apartmanda sürekli partiler verip gürültü yapan, umursamaz, uçarı, güzel bir genç kadın. 14 yaşında dul bir çiftlik sahibiyle evleniyor, kardeşi Fred'i de yanlarına aldırıyor. Derken bu evlilik ona ağır geldiği, şartlarından memnun olmadığı ve daha fazlasını istediği için çiftlikten kaçıp New York'a geliyor, burada asıl adı olan Lulamae BarnesHolly Golightly olarak değiştiriyor ve café society ortamına katılarak çevresini genişleniyor. 

Bu arada Truman Capote'nin annesinin gerçek adının Lillie Mae olduğunu ve iki karakter arasında çok fazla benzerlik olduğunu hatırlatalım. Holly, 50 yaş üzeri zengin erkeklerle vakit geçiriyor. Her randevusunda 50 dolar powder room, 50 dolar da taksi bahşişi alarak bu zengin erkekler üzerinden geçiniyor.

Böyle dişi bir figürün 4 anlatıcıyı da kendisine aşık etmesi ve adına kitap yazdırması normal diye düşüneceksiniz. Tam bu noktada ilginç bir bilgi verelim. Kitap boyunca ismini öğrenemediğimiz Anlatıcı, Truman Capote'ye benzer bir kişi ve kitaptaki işaretlerden anladığımız kadarıyla homoseksüel bir karakter. Dolayısıyla bir homoseksüelin bir hayat kadınından bu kadar etkilenmesinin gerekçesini bedensel ihtiyaç ve arzu olarak açıklayamayız. Holly karakterinin temsil ettiği, Anlatıcı'yı etkileyen başka şeyler var ve bu kitap bu başka şeylere ithafen yazılıyor.

Holly'yi tanımış ve unutamamış olan bu dört karakterin bir ortak özelliği var. Hepsi bir şekilde normları kabul etmeyen meslekler yapıyor. Bir bar sahibi, bir fotoğrafçı, bir ahşap oyma sanatçısı bir de yazar. Yaratıcılık, hayalperestlik üzerine kurulu (bar sahibi biraz bunun dışında) yaşamlar süren bu dört karakteri etkileyen şey Holly'nin bağımsızlık ve özgürlük hevesi. 

Holly Golightly, isminden de anlaşılacağı gibi bağımsız bir karakter. Bir senedir yaşadığı evinde tam olarak yerleşik denebilecek bir eşya yok, her şey sandıkların içinde. Aylardır bakmakta olduğu kedisine bir isim vermemiş, çünkü ona ait hissetmesini istemiyor. Zil kartında "seyahat ediyor" ibaresi yazılı, sürekli herhangi bir yerde olabileceğini ve bir kafesin içinde hapis kalmak istemediğini tekrar tekrar söylüyor. Özgür, bağımsız, gezgin ruhlu, içinden geldiği gibi. 

Bu ait olmama felsefesi, Anlatıcı gözünde Holly'yi değerli kılan birinci nokta. İkincisi de Holly, aslında Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde değişime uğrayan Amerikan kadınını temsil ediyor.

Birinci Dünya Savaşı sonunda kadınlar savaşta ölen erkekler nedeniyle yalnız kalıp ayakta durma savaşı vermek zorunda kalıyorlar, ancak bunu yapmaları o dönemde kolay değil, çünkü çalışma hayatında onlar için tanımlanmış çok fazla iş kolu yok. Savaş ortamındaki yaygın hastalıklar ve her yere yayılmış olan ölüm, hayatın kutsallığına ve uzunluğuna dair olan inançlarını yok ediyor. Günü kurtaracak, çabuk tüketilebilir, kalıcı olmayan yöntemlerle hayatta kalmaya çalıştıklarını varsayabiliriz. Flapper denen kavram bu dönemde ortaya çıkıyor: gelenekselin dışında, modern kıyafetler giyip arabalara binip sosyeteye karışan kadınlar. İkinci Dünya Savaşı bitiyor, kadınlar oy verme hakkını elde etmiş durumdalar, böylece toplumda erkeklerle daha eşit bir konuma yerleşiyorlar. Kısacası 1950'li yılların başları, savaşın bitip kadınların sosyal ve ekonomik haklar elde ettikleri ancak bunu pratiğe nasıl dökecekleri konusunda henüz kararsız oldukları, yükselme hayalleri kurdukları, bu amaçla New York'a akın ettikleri bir dönem.

Truman Capote, bir röportajında şunları söylüyor:

"Holly was a symbol of all these girls who come to New York and spin in the sun for a moment like May flies and then disappear. I wanted to rescue one girl from that anonymity and preserve her for posterity.
Holly, New York'a gelip kendilerini şöyle bir gösterdikten sonra yok olan kızların bir sembolü. Bir kızı, bu anonimlikten kurtarıp gelecek nesillere aktarmak istemiştim."

Holly'nin temsil ettiği karakter için özgürlüğün, bağımsızlığın yolu zenginlikten geçiyor. Savaşı, yıkımı ve açlığı görmüş bir nesil, dolayısıyla para bu nesil için önemli. Zenginliği elde etmenin yolu da, kendini iyi pazarlamaktan, kendine albeni katmaktan geçiyor. Saç rengi yapay, sürekli makyajlı, gözlerinin bozuk olduğunu gizlemek için güneş gözlüğü takıyor, şık elbiselerle dolaşıyor, vs. Sürekli bir kendine albeni katma ve potansiyel zengin kocaların gözünde diğer kadınların bir adım önüne geçme çabasında. 

Holly, değeri parayla ölçen 1950'lerin tüketim toplumunu da simgeliyor. Örneğin Anlatıcı'nın yazar olduğunu öğrendiğinde, ona gerçek bir yazar olup olmadığını, yani yazdıklarından para kazanıp kazanmadığını soruyor. Ona göre gerçek sanat eserinin değeri, kendisine harcanan parayla ölçülüyor. 

Kitap, yukarıda da söylediğimiz gibi yayınlandıktan üç sene sonra, 1961 yılında Blake Edwars yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Truman Capote, Holly rolünde Marilyn Monroe'nun oynamasını istese de, Monroe'nun bu rolle imajını zedeleyeceğini düşünen menajeri nedeniyle reddediliyor ve Audrey Hepburn seçiliyor. 

Kitapta Holly, cinselliği rahat yaşayan bir karakter. Filme pek yansıtılmamış. Anlatıcının homoseksüelliği de gizlenmiş. Kitabın devrim niteliğindeki tüm yönleri törpülenmiş. Hatta Anlatıcı ile Holly sonunda birbirlerine aşık oluyorlar. Sonunda Holly aşkı için şehri terk etmekten vazgeçiyor. Çok yapış yapış bir aşk filmine dönüştürülerek Holly'nin ait olmama felsefesi bir güzel çiğnenmiş. 

Bana kalırsa Audrey Hepburn, iyi bir görüntü ama zayıf bir karakter yaratmış. Holly'yi küçük bir şımarık kız çocuğu gibi yansıtmış. Atlattığı zorluklar, Anlatıcı'nın yanındaki olgun tavırlar pek iyi verilememiş. Holly'nin boş ve yüzeysel kısmını yansıtıp, karakterin derinine pek inememiş. 

Paul rolünü oynayan George Peppard izlediğim en yakışıklı jönlerden biri olabilir. Mr. Yunioshi'yi canlandıran Mickey Rooney tartışmasız filmin en komik karakteri. 

Filmin Türkiye'de Çılgınlar Kraliçesi gibi korkunç bir isimle gösterildiğini söyleyelim. Neyse ki kitabı Tiffany'de Kahvaltı başlığıyla yayınlanmış. Sel Yayıncılıktan Meral Alakuş çevirisiyle okuyabilirsiniz. Ben direkt İngilizcesinden okuduğum için çeviri hakkında yorum yapamayacağım. 

Son olarak kitapta geçen iki çok güzel cümleyi alıntılayarak yazıyı bitirelim: 

And since gin to articife bears the same relation as tears o mascara, her attractions at once dissembled. / Cinin beceriyle olan ilişkisi, gözyaşlarının maskarayla olan ilişkisiyle aynı olduğu için, tüm çekiciliği bir anda bitti.
“He wants awfully to be on the inside staring out: anybody with their nose pressed against a glass is liable to look stupid. / Dışarıya bakıyor, ancak içeride olmayı çok istiyordu. Burunlarını cama dayayıp dışarı bakan herkes aptal gibi görünür.”

İyi okumalar/seyirler.

Hiç yorum yok: