3 Eylül 2018 Pazartesi

Kitaptan Filme: Sarı Mercedes

1976 yılında yayınlanan Fikrimin İnce Gülü, Adalet Ağaoğlu'nun ikinci romanıdır. Türkiye'nin ilk yol romanı olma niteliğini taşır. 1970'lerde karşılıklı anlaşmayla Almanya'ya işçi olarak giden Türklerden biri olan anti-kahraman Bayram'ın Kapıkule'den Ballıhisar'a kadar Mercedes'iyle yaptığı 7-8 saatlik karayolu yolculuğu boyunca, zamanda geri ve ileri sıçramalar yaparak zihninden geçenleri ve bu esnada yolda başına gelenleri anlatır. Ağaoğlu değişken naratör kullanımıyla ve ara sıra kendini belli eden bilinç akışı üslubuyla zengin bir anlatım tekniği kullanır.

Film 1970’li yıllarda Türkiye’den Almanya’ya anlaşmalı olarak göç eden işçileri odağına alır. Protagonist aracılığıyla hem bu işçilerin geçirdiği bireysel değişimleri, köşe dönme psikolojisini, statü atlama hevesini; hem de onların gözünden toplumun geçirdiği kültürel ve sosyal değişimleri işler.

Roman 1981 yılında yapılan dördüncü baskısında sansür yer. Askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif ettiği iddiasıyla yasaklanır. Yazara hapis istemiyle dava açılır. Daha sonra yazar ve roman aklanır. Adalet Ağaoğlu sansürle ilgili şunları söyler:
Bu romanın yayımlanışından sonraki dördüncü basımında ‘TSK’yı gözden düşürdüğüm’ gerekçesiyle toplatılmış ve mahkemeye verilmiştim. Dava iki yıl sürmüş, tayin olunan Bilirkişi Raporu “Bu roman evrensel düzeyde çok değerli bir eser olup okurlardan mahrum bırakılması hiçbir bakımdan gerekli görülmemiştir” bağlamında çıkmış, kitap ve yazarı serbest kalmıştır.
Romanın protagonisti Bayram, Türk edebiyatının anti-kahramanlarından biri olarak karşımıza çıkar. Bayram bir türlü elini attığı işlerde dikiş tutturamaz. Kezban'ı sever, balıkçıya kaptırır. Ayfer'e yakınlaşmak ister, tüm feribota rezil olur. Arsayı sattı diye amcasını kendine küstürür. Tüm yaşamını adayarak aldığı Mercedes köyüne ulaşamadan paramparça olur. Onu diğerlerinden öne çıkaran hiçbir özelliği bulunmaz. Ahlakı zayıftır, dış görünümü vasat-kötü arasındadır, kültürsüzdür, cahildir, dünya görüşü dardır, eğitimsizdir, vicdansızdır. Bununla birlikte salt kötü değildir, diğerlerine açık açık kötülük yapmayı hedeflemez. Yaptığı kötülükler planlanmış değil, oldu bittiye getirilmiş, kendini kalkındırmak için son anda akla gelinmiş küçük hileler, kurnazlıklardır. Bayram hikaye boyunca kaybeder. Sağlam başladığı yolu elindeki avucundaki her şeyi kaybederek bitirir. Bu bakımdan bir anti-kahramandır.

---

Romanın anlatımı hakim bakış açısıyla yapılır. Anlatıcı hem protagonistin zihninden geçenleri, hem de hikaye evrenindeki her şeyi bilir, her şeye hakimdir. Bunun yanında yer yer kahraman bakış açısına geçilir. Okura protagonisti yan karakterlerin gözünden görme fırsatı verilir. Kezban'ın, Ayfer'in, tomruk kamyonu şoförünün, otobüs yolcularının gözünde Bayram aşağı yukarı şöyle bir karakterdir: dış görünümü fena olmayan, sadece salakça giyimli, altına Mercedes çekmiş gösteriş meraklısı görgüsüz bir Almancı, iyi araba kullanmayı bilmeyen beceriksiz bir şoför.

Bu değişken bakış açısı kullanımı sayesinde; hikayeye düşük gelirli ve fırsatçı yan karakterlerin gözünden bakınca, bunların da en az Bayram kadar küçük hesapçı, taşralı, kıskanç, kötücül olduğunu görmek mümkündür.

Zaten hikaye temel olarak bu dar vizyonlu taşralı karakterler ve sorgulayan, çabalayan, çabalamış ve yorulmuş, pes etmiş karakterler arasında geçer. Henüz hikayenin başlarında, bakış açısı Çorlu'dan geçen trenin içindeki bir öğrenciye geçer. Okur bu öğrencinin hem zihninden geçenleri, hem de ağzından dökülenleri okuyup karşılaştırma fırsatı bulur. Sustukları ve söyledikleri onun yorgunluğunu, yılmışlığını, öfkesini açığa çıkarır.
Kompartımanda biri:

- "Allah, ne cami!" diye bağırmış, sonradan öğrenci olduğunu öğrendiği bir başkası:

- "Selimiye" demişti, kısaca.

Alın başınıza çalın! Camiden başka şey görmez gözünüz. Cami, evet. Mimar Sinan'ın dehası desem ne anlayacaksınız? Bir kubbe, bir minare; işinizi görür. Onun bile iyisini kötüsünden ayırt etmesini bilmezsiniz. Yatın, kalkın, Allah'a yalvarın. Yalvarmaktan cayacağınız yok. Onca genç kalktı, bir de sizler için deliklere girdi. Tıktılar hepsini. Onları bilmem, ama artık benden paso. Kendiniz ayarsanız ayarsınız. Aymazsanız, işte cami, işte siz. Arzunuz bilir.

- "Selimiye" diye homurdanıp bir cep kanyağını ağzına dayamıştı öğrenci. O anda aklından geçenleri Bayram ne bilsin, ötekiler ne bilsin? Sonra, yol boyu "Kardeşler" diye başlayan, ama bu yakınlıkla hiç bağdaşmayan sert, tepeden bir sesle mırıldanıp durmuştu delikanlı. Kompartımana bir yabancı girse susuveriyor. İşçilerden biri, sözü biraz kurcalamak, delikanlının söylediklerini açık-seçik, kafasının alacağı biçimde anlamak isterse beriki "emperyalizm" diyor, "demokratik devrim" diyor, "milli burjuvazi" diyor, "artık değer" diyor... Soru soran işçinin aklı iyiden karışıyor. Çoğu zaten Bayram gibi. İlk gidici. Bir kentten, bir fabrikadan çıkmışlıkları da yok.

Bu taşralı-idealist çatışması yalnızca köylü işçi-şehirli öğrenci gibi iki farklı katman arasında değil; aynı katmanda, örneğin Almanya’daki iki işçi arasında da kendini gösterir:
- "Yaptığınız her şey yanlış. Hep dalavere... Sizin yüzünüzden durmadan adımız çıkıyor. Haklarımıza gölge düşürüyor. Ulan Veli, benim bildiğim sen, işçinin temel gücüne inanmış bir işçisin. Yaraşır mı sana TV kaçırmak? Tepemizdeki namussuzlar gibi eğri yollara sapmak?"

[...]

- "Hadi ordan salak! O dizgi makinesi, kesin dönüşte ne işlere yarayacak. Şimdi yeniden batakçılarla maneviyatçıların düdüğünü öttürecek bir televizyonla bir mi o be? Benim dizgi makinesi satılık da değil üstelik. Şimdilik ne herze verilirse onu diziyor ya, sayma. Yarın ben makinenin başına geçince, bak nasıl konuşacak o! Anladın mı cahil?"
Değişken bakış açısı sayesinde, okur, kimi zaman dönemin sosyal katmanları arasında kimi zaman da aynı katmandaki iki karşıt görüşlü kişi arasında gezerek insanların siyasi görüşlerini ve bunu toplum içinde savunma şekillerini daha gerçekçi bir şekilde gözlemler.

---

Türkiye'de Sarı Mercedes, yurt dışında ise Mercedes Mon Amour ismiyle 1992'de çıkan film uyarlamasını Tunç Okan yönetir. Türkiye-Fransa-Almanya-İsviçre ortak yapımıdır. Başrolde İlyas Salman oynar, Serra Yılmaz ve Menderes Samancılar yan rollerdedir. Muhalif bir kadro gibi görünse de film, kitaptaki politik ve askeri tüm öğeleri kesip biçer, bir tür oto-sansür uygulayarak kitabın ruhunu tamamen değiştirir. Hikaye, içi boş bir estetik dramaya indirgenir. Bürokrasideki usulsüzlükler belli belirsiz gösterilir, geri kalan her türlü dünya görüşü kırpılır. Adalet Ağaoğlu da bu hadsiz sansürleme işinden çok rahatsız olur, filmi hiç beğenmediğini dile getirir.
Hiç sevmedim filmi. Herkesin sandığı gibi yönetmen romanımı adım adım izlemediği için değil, tam tersine, adım adım izleyip de kendisi hiçbir yaratıcılık göstermediği için. Adam hem romanı adım adım izliyor, hem de yazarın dünyaya bakışını siliyor, onun anti-militer tavrını yok ediyor. Bayram’ı Bayram yapan şeylerin en önemlileri yok edilince, orada herkesi gıdıklayan bir (Almanya İşçisi) kalmış.
Yine 2013 yılında Hürriyet gazetesinde yayınlanan bir röportajında, hikayesinin filmleştirilmesi sürecinde maruz kaldığı hukuksuzlukları dile getirir. Senaryonun kendisine gösterilmediğini, çekimlerin kendisine söz verilenden daha uzun sürede tamamlandığını, ana fikre ihanet etmeme sözünün tutulmadığını, romanın ismiyle yayınlanma şartının yerine getirilmediğini ifade eder.
Tek karesi bana gösterilmeksizin yıllar sonra ortaya çıkan filmde meğer asıl sansürü kendileri halledeceklermiş. Filmi ancak piyasa gösteriminde gördüm. Çekimler üç yerine yedi yılda tamamlandı ve bana tek karesi gösterilmedi. Tanıtımlarında da filmin adı sık sık ‘Arabam’ ya da ‘Sarı Mercedes’ olarak geçti. [...] Efendim bu film Antalya Film Festivali’nde derece almış; Tunç Okan da kendini ‘sinema adamı’ derecesine yükseltmiş bulunmaktaydı ama aslında onu bu derecelere yükseltenin ‘Fikrimin İnce Gülü’ romanı olduğunu bilenler bilmekte... Bendeniz de ‘sinema dilinin başka edebiyat dilinin başka olduğunu’ gayet iyi bilmekteyim; buradaki sorun el altından işlenmiş ve hâlâ daha işlenmekte olan hak-hukuk sorunudur.
Filmde Bayram karakterini canlandıran İlyas Salman, sık sık olgun bir edayla "doğrusu" içeren cümleler kurar. Romandaki kültürel kökenlerine pek de uymayan bu "doğrusu" ve içinde hafif hasetlik ve üstten görmecilik taşımayan mutlu ve saf bakışları, onu romandaki Bayram'dan bir tık daha "modern" ve "iyi" bir karaktere dönüştürse de ilerleyen sahnelerde iç sesi sayesinde fırsatçı, ihanetçi biri olduğunu öğreniriz.

Filmde iki yabancı aktris oynatılır. Bunlardan bir tanesi Kezban, diğeri Ayfer rolündedir. Kezban'a yapılan makyaj ve giydirilen kıyafet sayesinde rolünde sırıtmazken, Ayfer karakteri aşırı "olmamıştır". Feribottaki en Avrupai, en güzel, en şık, en umursamaz ve zengin görünümlü kadın bir anda ben Ayfer'im diye çıkagelir ve özellikle kitabı okuyan insanları şaşkınlığa uğratır. İçinden şöyle replikler geçtiğini bildiğiniz kenar mahalle dilberi Ayfer'i oynayan aktris filme hiç oturmaz, emanet durur:
Elime azıcık para sıkıştırıp beni başından savarsın ha? Bak ben şimdi ondan çoğunu üç çula veriyorum. Mutfağım fayans döşeli. Buzdolabım, fırınım hep bir sırada. Televizyonum renkli. Banyom baştan ayağa çiçekli seramik. Tabanı yeşil mermer... Salonum duvardan duvara...
Yabancı izleyici "hah bizden bir şeyler" diyebilsin, güzel kadın aracılığıyla filmin estetik yönü vurgulansın diye Ayfer sosyoekonomik kökenlerinden tamamen kopartılıp repliğe indirgenmiş gibidir. Yazarın dünya görüşünü yansıttığı bu hikaye, filmle birlikte göçmen bireyin Avrupa dönüşü memleketinde yaşadığı yalpalama ve yalnızlaşma temasına indirgenir. Söylemek istediği diğer sözlerin sansürleneceğini bilen sinema yine döner dolaşır lafı bireye ve onun yalnızlığına getirir. Filmin yabancı ortak yapımcıları, kendi kültürleriyle olan bağlantısı nedeniyle Ballıhisar coğrafyasıyla bağ kurar, yine protagoniste kendi kültürleriyle bağlantılı olduğu için ilgi gösterir. Otantik bir fon önünde politikaya bulaşmadan usulca bireyi işleyip, işlerini bitirince sessizce ülkeden çıkarlar adeta. Öyle bir içi boşaltılmışlık, sansür korkusu bekler izleyiciyi.

Film Bayram'ın Mercedes'ini dörtyol ağzında durdurup nereye gideceğine karar vermeye çalıştığı sahneyle son bulur. Romanın dramatik bitişiyle bire bir örtüşen bir sondur. Filmin en iddialı sahnesidir. Adalet Ağaoğlu, kökenlerinden kopup yabancı yerde çalışmaya giden, oradan kazandıklarıyla köyündeki statüsünü yükseltip daha fazla saygı görmeyi bekleyen Bayram'ın doğup büyüdüğü yerleri yıkıma uğratarak ve geçmişindeki herkesi sağa sola savurarak karakterin yalnızlığını, umutsuzluğunu, çaresizliğini, yüzleşmesini vurgular. Filmde de yükselen kamera çekimiyle Bayram küçülür, önemsizleşir, tanımadığı bir coğrafyada kaybolduğu hissi izleyiciye geçer.

---
Haziran'dı evet. Bayram, Tatvan'da. Bir kahveye oturmuş, trenden inecek Başçavuşunu bekliyor. ... Derken, radyodan, İstanbul'da işçilerin binlerce yürüdüklerini; işyerlerini bırakıp bırakıp yürüdüklerini duyuverince, kahvedekilerden bir grup ayağa fırlamış, oynamaya, halay çekmeye başlamıştı. Bayram, kendisini de birden bu halay çekenlerin arasında buluveriyor. Nedenini kesinlikle ayırt edemediği bir coşku iliklerine dek yayılıvermiştir. Yıllardır içinde dolaştırdığı yalnızlık, gariplik duygusu ilk kez silinmiş; çok kalabalık, çok şenlikli bir ailenin dört bir yanı sağlam bir üyesi sanmıştı kendini. ... Halay birden, başladığı gibi duruvermişti sonra. İşçilerden birinin şöyle bağırdığını anımsıyor Bayram:

- "Bu er niye oynuyor be?"
Romanın işlediği temalardan biri de geç kalmışlıktır. Ömrü boyunca ne köyünde, ne askerlikte, ne de Almanya'da kendini bağrına basan bir çevre bulamayıp hep dışlanmış Bayram, bu kez yıllar önce köylerine gelen 48 model mavi Ford'lu adam gibi, köyünden içeri lüks bir arabayla girerek insanları yanına çekmeyi, kendisini beğendirmeyi, saydırmayı, gruba buyur edilmeyi, ait olmayı arzular; hatta dışlanarak geçen kayıp yıllarını telafi etmek için saygın ve "üstün" bir statüyle gruba ait olmayı arzular, ancak aradığını bulamaz. 25 sene önce kendisini etkileyen sahnenin bugün de köyündeki diğer insanları çok etkileyeceği hayaliyle tüm hayatını bir Mercedes almaya endeksler. Ancak geç kalır. Zaman değişir, Bayram değişikliği yakalayamaz. Artık sarı bir Mercedes hiç kimseyi, Ford'un kendisini etkilediği denli çok etkilememektedir.

---

Filmde bu kısımlar tamamen kırpılsa da, Bayram romanda sık sık askerlik anılarını hatırlar. Askerliğini doğuda yapmıştır, burada askeri cipleri sürer. Diyarbakır Askeri Cezaevine gönderilen erlerin maruz kaldığı işkencelere tanık olur. Vicdanı ilk olarak burada katılaşmaya başlar. İlk önceleri görmeye katlanamadığı işkence anlarında sonradan işkenceci olarak yer alır hale gelir. Burada kimseden talimat almadığı halde vurduğu bir erin görüntüsü, kazık attığı köylüsü İbrahim'in görüntüsüyle birlikte sık sık vicdanını rahatsız eder.
Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı'nın cip sürücüsü Bayram, Kezban'dan çok uzaklardaydı o sıralar. Hal ve gidişte yer verilmemiş çirkinliklerin en çirkinine kanıksamanın ardından, üst üste üç dingin gün. Kimse kurşunlanmamış. Kimse, hayaları dipçiklenerek, burularak cipe takılmamış. Bayram, ağzı burnu kanatılıp şişirilmiş kimseyi bir yerden bir yere taşımamış; bir yerden bir yere taşındıklarını da görmemiş bu üç gün süresince. Sanki gövdesinde bir eksiklik. Cip sürücülüğünde bir, kızağa çekilmişlik. Hal ve gidiş kurallarını koyanlar, kendi kurallarına ihanet içindeler sanki... Derken, bir gece vakti, üsteğmeninden cipi hazır etme buyruğu alıyor. Bismil'in oralardan ihbar vaki olmuş...

Bayram, görünmeyen Başçavuş'tan kaçamak, bir adım sağa atıyor. Sonra bir adım sola. Sonra yine çavuşun "dikil" dediği yerde dikiliyor. O, birer adım sağa ve sola kaymalar arasında, boş kalıveren o yerden, o aralıktan kaçabilecek her şeyin; silahçılar gibi casusların da, vatan hayınlarının da, anarşistlerin de, ona yakalanmalarının gerekli olduğu duyurulmuş her şeyin, bir ruh gibi sızıp kaçıverecekleri kuşkusunu yaşıyor. Günlerdir dillerde dolaşan, radyoların bas bas bağırdığı, adlarını dört bir yana yaydığı "soyguncu", "anarşist", "hain"lerden birisi şu an karşısına çıkıverse de Bayram tetiği doğrultup vuruverse onu. Dikildiği yerden kim sızıp kaçacaksa, artık bir an önce buna yeltense de Bayram onu haklasa. Bu dikilme de bitse burda artık. Hem kim bilir, belki çavuşu Bayram'ı yeniden kariyol sürücülüğüne alırdı o zaman.

Memur, akı kirli gözleriyle iyice gaddarlaşıyor:

- "Lütfen çabuk olalım... Lütfen meşgul etmeyelim..."

Bu "lütfen"lerdeki lütfensizlik, bu "lütfen"lerdeki kırıp dökücülük Bayram'ı, bir daha belini hiç doğrultamayacakmış gibisinden hırpalıyor, tüketiyor. Diyarbakır Cezaevi'nde "lütfen"li her isteğin karşı konulmasına izin verilmeyen bir istek olduğunu, "lütfen" eşliğindeki her başlangıcın ardından mutlak tekme, tokat, tükürük, kan, haykırma geldiğini, peşine bunlardan birini ya da hepsini birden takmamış hiç bir "lütfen"in ağızlarda harcanmadığını buluveriyor birden. Beyninin derinlerinde, hep ayrı ayrı yerlerde durup durmuş olan bu "lütfenl"lerle o tokatlar, tekmeler, o tükürükler, kanlar, o haykırmalar ancak şimdi, şurda, memurun akı kirli gözleri önünde birbirine ulanıyor; bir bütünlük kazanıyor; "Lütfen bizi yormayıné" "Lütfen saklamayın!", "Lütfen konuşun, konuşun lütfen!", "Lütfen bizi daha fazla meşgul etmeyin!", "Lütfen uzatma it!", "Lütfen boş yere oyalama orospu çocuğu!" Havsalı yedek subayı bir kez de, hücreden koğuşa geçirirlerken görmüştü. Ağzının kıyısı köpük köpük...
Adalet Ağaoğlu, Ballıhisar köyü sakinlerinin ve Bayram'ın siyasete bakış açısını olduğu gibi onların ağzından geçirerek dönemin alt katmanlarındaki yaygın siyasi düşünceleri okura gözlemletir. Bu ögeler de yine filmden kırpılmıştır.
Ölez. Bir anayoldan yirmi kilometre içerde, eski uygarlıkların kalıntılarında dünyaya kapanık bir Ballıhisar. Ama Bayram, kendisinin de, kulağına dıştan değen ince sızıltının, sürekli bir iniltinin parçası olduğundan nasıl habersizse, Ballıhisar'ın kendi üstüne çöreklenip kalmışlığından da öyle habersiz. Dünya mı? Dünya, işte bu kadar. Kahvede radyo, uçaklardan, trenlerden, vapurlardan, seçim kampanyalarından, yurda son yılda giren şu kadar Chevrolet'den, bu kadar Ford, şu kadar Plymouth'dan söz ediyor. Bunların vergilerinden, şu kadarının gümrüklerde kaldığından, bu kadarına da giriş izni verildiğinden... Amerika bize cipler, tanklar, toplar verecekmiş. Sonra tarım araçları. Traktörler, biçerdöverler. Ah be, şu Menderes'i başa bir geçirtsek, bak gör o zaman. Köy büyükleri, başta Düldüller, kahvede böyle konuşuyorlar. seslerde ince umutlanmalar, gözlerde hemen titreşimler yansıtmaya hazır bekleyişler.
Ballıhisar sakinleri, Bayram'ın çocukluğunda köye gelen mavi Ford'lu partili de dahil olmak üzere Menderes'in köye traktör ve otomobil getirme vaatlerinden sonra İsmet İnönü yerine Demirkıratları desteklemeye başlarlar. Sadece Bayram'ın amcası Raşit, vefasını sürdürerek İnönü'yü desteklemeye devam eder. Köyün diğer tüm sakinleri zenginleşirken bir tek Raşit zenginleşmez, bir tek Bayram evinin önünde oyuncaklarla oynayamaz.
Aman Bayram, gözünü aç. Bulaşayım deme bir bokluğa. Bir arabanın iki tekeri tam ufukta görünmüşkene, başını bi belaya sardırayım deme haa... Kalmış şurda bikaç ayın. Göze girmeye bak. Sıyrıl, usulcana çık belanın göbeğinden. Bulaştırmadan kendine. Yanında kim, neden söz ederse etsin, duyma. Konuşma. Tuzağa düşürtme kendini. Kışlada, geceleri, kim haklı kim haksız; kim vatan hayını, kim değil; kim devirmeye kalkmış Devlet Babayı, kim kalkmamış; asker mi, sivil mi, yoksa ikisi baş başa, el ele mi; bunlar konuşulurkene ağır ve samıt olacaksın. Karışma, sana ne?
Bayram politikadan uzaktır. Olaylara karışmamak için büyük çaba harcar. Olaylara karışmak onun gözünde Mercedes'ine ulaşıp statü atlamasını geciktiren bir engeldir, tüm gücüyle siyasi ortamlardan kaçar. Siyasi meselelerde gerzekçe ve cahilce laflar ettiği için Almanya’daki ortamdan dışlanır. Araba sevdasına ve karakterini oluşturan öğelere bir siyasi propagandanın sebep olduğundan bile habersizdir.
Bak, bizim Ballıhisar, ölsen allah Menderes'inden kopmaz. Elbet şimdi de Demirel'den. Niye, diye sor, sana söyliyeyim. Benim gözüm ilk taksiyi Menderes başa geçerkene gördü. İlk partici onunla bastı ayağını bizim oraya. Daha önceleri biz büyük makamdan diye, bir kolcuyu bilirdik, bir tahsildarı. Öyleymiş yani. Bütün köy anlatır. Bir benim amcam. Bir o, İnönü tepesi der, başka şey demez. Bak şimdi ölüp gidecek, çulsuz gidecek bu yüzden. Köyde, tahsildardan büyüğü kim mi diyeceksin makam olarak? İlkokul öğretmeni mi? Geç. Kilin çamurun içinde, biz ondan olmaya heveslensek de, o bizden olamazdı. Hoş, bizden de heveslenen çıkmadı pek. ... Mekteple kaynaşılmadı bir, şöyle güzelcene. Niye kaynaşılsın? Neye faydası dokundu öğretmenin? Efendim, Bu Menderes, Allah rahmet eylesin, kökü olanı, toprağı geniş bulunanı daha büyük etti. Bunlar, Eskişehir'de evler mi almadılar, Ankara'da apartmanlar mı kurmadılar... Derken, hani o ilk taksi var ya, onunla kalmadı bizim köy. Bakmışın tozu dumana savurtarak bir cip, bakmışın gırgır gırgır ederekten bir traktör. Ben böyle şey gördüm desem yalan. Biz, amcamgil gibiler yani, traktörü ne yapsın? Nerde kullansın? Hangi arazide? Menderes buna ne etsin, değil mi? Gene de yabana atma. Cipleri, traktörleri göre göre, ben taa o zamandan koydum aklıma ki, beni de kurtarsa kurtarsa bir taksi kurtarır. Bir bu hevesim oldu, başka hiç.
Bayram’ın araba sevdasının kaynağında, çocukken köyüne gelen mavi Ford'lu adam vardır. Bayram’ın bilinçaltına saygınlığın lüks araba sahibi olmakla eşdeğer olduğu mesajı o günlerde yerleşir, tüm hayatı boyunca bu uğurda bir arabanın peşinden koşar.

Yolda giderken zihninden akıp giden siyasi yorumlar, Bayram’ın kafa karışıklığını açığa çıkarır. 
Bu Karaoğlan almış yürümüş buralarda yahu! Diyorlardı ya, pek inanasım yoktu Balkız. Hoş, inansam ne, inanmasam ne? Gerçi evet, bizim Almanyalara gidebilmemizin, birer işle birer taksilerimizin olmasının müsabbibi bu. Sağ olsun, var olsun. Hem Kıbrıs işi için de öyle mıy mıy mıy edip durmadı. Bastı girdi. Hattın altında, araba tecrübesi bölümündeki Yunanlı'yla nasıl güreştim ama ben? Nasıl sırtını yere getirdim? Sen daha kuzu kuzu yatarken orda, acentada, bi güzel tuşa getirdim bunu ben ya, tıpkı öylesine Ecevit de. Öyle olmalı zaten. Basıp geçeceksin Yunan'ın üstünden. İyi oldu. Bu Karaoğlan iyi başlamasına iyi başlayı da, sonunu getiremedi. Bi götü boklu Yunan'ı hala susturamadık. Hala o koca papazın zart zurlarına kanıp durmakta düna alem. Ulan seni dinleyenin de. Sen nesin artık be? Heim'daki televizyonda gördük işte. Cüppenin eteğini toplayıp kaçtın ta baştan. Güzel. Ecevit de basıp girdi. İyi. E madem hükümetin yarı kuvveti elinde, niye tamam kılmazsın değil mi? Erbakan mı hayır diyecek sana? Demezdi. İster o. İster, baştan kıça fethedelim Kıbrıs'ı. Senden çok istemiş hem. Ben diyorum, belki sen gene onun zoruyla... O da bir yiğit adama benziyor ya, Hıdır'a kalsa, ııh... Vatana zararı dokanır biri o. Nesi varmış? Namazında niyazında. Millet ahlaklı olsun istiyor. Senle de yan yana, kol kola gelmeye tamam demiş, pekala. O razı geldikten sonra, sen hiç bozmayacaktın bu ortaklığı Bay Ecevit. Hiç. Bak, o ortaya çıktığından bu yana bizim Münih camimizin tadı tuzu geldi. Sen gittiğinle kaldın.
Ecevit'i özgürlükle bağdaştırır, bu nedenle desteklemez. Çünkü özgürlük, garibanın güç bela elde ettiği malına zarar vermeyi meşru kılan bir görüştür onun gözünde. Özgürlük mücadelesinin kendisine de getireceği avantajlar aklına bile gelmez, bu mücadelenin en çok kendisi için yapıldığından haberdar değildir, büyük uğraşlar ve tasarruflarla güç bela satın aldığı malını mülkünü kaybetme korkusundan başka bir şey hissedemez. Bayram’a göre, özgürlük başı ezilmesi gereken bir düşüncedir; Mercedes sahibi saygın insanların malına zarar veren "özgürleri" yüce devlet cezalandırmalıdır.
Bir de Ecevit'i tutacakmışım. Oyumu ona verecekmişim. Hıdır istediği kadar ötsün. Hıdır, istediği kadar dırdırlansın, vermem. Özgürlük, özgürlük diye bağırıyor. Herkesin ahlakını bozuyor. Böyle böyle ipin ucu kaçmasaydı, haddine mi düşmüş biri hark deyip elin arabasına tükürsün? Hep onun gibilerin, hep Hıdır gidilerin ektiği tohumlar bunlar.
Özgürlük, hak, hukuk, adalet kavramlarıyla bağ kuramayan Bayram’ın sendika hakkındaki görüşleri de alabildiğine dar bir çerçeveye sıkışmıştır. Aynı çevrede yetiştiği çoğu arkadaşının aksine Bayram, sendikayı bir tür tehdit olarak görür. Çalışırken başına gelen sakatlıklar, çalıştığı oto tamircideki büyük makinelerin bozulmasından daha kıymetli değildir Bayram için; otoriteyi temsil eden, ona iş verme “lütfunda” bulunmuş Rıfat Usta’yı birkaç sakatlık yüzünden şikayet edecek değildir. Emeğini düşük ücretle sattığının, sömürü sisteminin en çok ezdiği kesimi temsil ettiğinin farkında değildir. Kıpırdanmasın diye otoritelerin ona öğrettiği yalanları ezberden okur.
Arkadaşlar kahvede , "Temizel seni sigorta etmemiş. Mahkemeye ver. Dava et" diye zorlarlar bir yandan. Bana iş vermiş Rıfat Usta. Bana iş öğretmiş. Dava etsem, nasıl yüzüne bakarım? Nasıl işe gider gelirim artık? Öyle, iki arada bir derede kaldığım günler. Atsa atardı adam. Tüpü patlatmışım. Kaç bin liralık makinesini hurdaya çevirmişim aynı zamanda. Beni atmayınca o, dava etmesi kolay mı? Gel bana sor sen. Davayı kazanacağım garanti olsa, gene neyse ne. Kıç üstü oturduğunu düşün bir de. Hem, avukat parasını nereden bulacağım artık? Bunu düşünen yok. Kuru kuru akıl vermeler: Git, sendikaya yazıl salak. Yaa, sendikaya yazılıym da, yevmiyemden kesilsin. Beş bini dürüp bıkmak da beş yıl geri tepsin! Asker dönüşü yeniden işe almazsa almazdı hem Rıfat Usta. Sonunun ne olacağını da bildiğimden değil ya, o zamanlar işte, elim ayağım bağlı. Yara benim düşmanım. Arkadaşlar da bana düşman. Sendikaya yazılmıyorum diye hiçbiri yüz vermez oldu.
---

Bayram, halkın yanlı televizyon yayınından öğrendiğinden ibaret bir vizyona sahip olduğu; köylülerin Roma kalıntısı küplerin içine turşu kurduğu; kıymetinin farkında bile olmayan, dünyaya kapalı Ballıhisar köyünde doğup büyür.
Yani diyeceğim, sözde o İtalyan'ın Roma'sının küpleriymiş o bizim tahıl, turşu küpleri. Biz, dört lastik tekerin üstünde seni bile sağlam getiremedik bu yollardan. Nasıl olmuş ki o küpler gelecek kırılıp yarılmadan? Bizim köylü de nerden bulur çıkarır o küpleri, hiç aklım ermez. Kış sona ermeden küpler boş. Küpler boşaltı mı hadi bakalım bizler içine. Sıcacık olurdu. Hala da sirke kokardı küplerin içi. Buğday kokardı.
Yetiştiği coğrafyanın ruhunu üzerinde taşır. Cahildir, sınırlarını bir türlü genişletemez, elindekinin değerini bilmez. Gözü dışarıda olsa, hep köyünden daha uzağa açılmayı hedeflese de vizyonunu genişletmek için değil, gelirini artırmak için yapar bunu.
... Franz Lehar'ın ne demek olduğunu düşünmeye koyulmasın mı? Düşündü, düşündü; hiçbir şey gelmedi aklına.

Ne bileyim ben? Yığmışlar Kaufhof'a. Dağ taş gömlek. Ucuz. Renkler güzel. Yazılı da. Öteki belli. Mercedes modelleri çizilmiş. Zaten önce onu aldım. Çift alırsak yüzde elli indirim. Bir yerine iki gömlek. Deliği yok, söküğü yok.
Bayram Almanya’dan köyünü ziyarete geldiğinde, değişimin acımasızlığıyla yüzleşir. Doğup büyüdüğü hareketsiz, uyuşuk, kapalı coğrafyanın potansiyeli keşfedilmiş, yapılan kazılarla altındaki medeniyet ortaya çıkarılmış, bir antik kente dönüştüğü için köy tamamen dağılmıştır. Ülkesinin, köyünün geçirdiği bu değişim, Bayram’ın taşıdığı ruhu da değiştirecektir şüphesiz. İnandığı tüm değerler, hedeflediği tüm hayaller artık yıkılır. Yenilerini oluşturması, bunun için değişmesi, çağını yakalaması gerekir.
... Üç beş yılda amma çok baca bitmiş... Sanki millet tarla, bağ sulamayı boşlamış da, temel-duvar sulamış. Çelik, beton bitirmiş yerden.
Tüm bunların ağırlığı altında, ne yapacağını bilemeyerek dörtyolda durur, bekler. 
Bayram, hangi yönü seçeceğini bilmeden, dörtyol ayrımında bekliyor. Hiç bir yöne sapmayı gözü tutmuyor, canı çekmiyor.

Hiç bir yolun ucunda, kimse Bayram'ı beklemiyor.

Ankara

Kasım 1975

7 yorum:

Beyaz Yakalı dedi ki...

Bir dönem bir çok sanatçı, yazar ve esere haksızlık yapılmıştır maalesef. Bu da onlardan sadece biri. Filmi izlemiştim, aslında karakter çok aramızdadır. Çevremize biraz dikkatli baktığımızda karakteri yakınen görürüz tüm antikahraman benliğiyle. Çok güzel bir tanıtım yazısı olmuş, emeğine sağlık.

Kitaptan Filme dedi ki...

Teşekkürler Beyaz Yakalı.
Bence de karakter çok tanıdık. Aslında okurun kendini bağdaştıramadığı şövalyelere, kahramanlara tepki olarak doğan antikahraman bazen o kadar absürd oluyor ki, onunla da frekans tutturamıyorsun. Bayram gerçekçi bir antikahraman olması açısından önemli bir karakter.

adamkarga dedi ki...

Yazını okumaya başladığımda bunca detaylı bir çalışma ile karşılaşacağımı tahmin edemezdim. Emeğiniz için tebrik ederim. Blogunuzu inceledikten sonra kaleminizden kült yeşilçam filmlerini de okumak diledim. Acaba uyarlama dışı bölümünüzde yer verip yazabilme imkanınız var mıdır?

Kitaptan Filme dedi ki...

Teşekkür ederim adamkarga.
Yazarım tabi. Bu aralar Türk edebiyatı ve sinemasında dolanıyorum zaten. Film önerilerin varsa beklerim.

deeptone dedi ki...

heeey ağaoğlu hayranıyım yaaa tüm kitaplarını okudum, en son çıkardığı bir iki kitabı okumadım ama henüz. fikrimin ince gülü ne güzel roman. filmi de izledim. haklısın, bütün yazdıkların doğru, kırpmalar, bizim sinemanın batı izlesin diye yaptıkları, halbuki avrupa sineması kendine benzeyen filmi neden izlesin, yerel otantik olsak daha iyi yani :) yine de iyi filmdi. ismi de ne güzel diy mi. mercedes mon amour. bir de, ankara mon amour diye bir roman var o da fena diil. hımmm o zaman, sana diyoom, benim sinemalarım filmiiii :)

Kitaptan Filme dedi ki...

deeptone, ismi çok şeker gerçekten. ya ben aslında uzun yıllardır Fikrimin İnce Gülü ne demek olabilir ki diye düşüniyorum aklıma geldikçe. bu romanı da o lafın çıkış noktası sanırdım. sonunda bir açıklama okuyacağım için çok heyecanlıydım. değilmiş, şarkıymış meğer, anlamı da o kadar şifreli bir şey değilmiş yani :) ankara mon amour'u yazdım bir kenara. benim sinemalarım uyarlamaymış, vuu :)

deeptone dedi ki...

:) ivit füruzan, iyi filiiim :)