17 Kasım 2018 Cumartesi

Kitaptan Filme: Heart Is a Lonely Hunter

1917 doğumlu Amerikalı yazar Carson McCullers'ın 1940 yılında yayınlanan ilk romanıdır. McCullers'ın babası bir saat tamircisi, annesi de kuyumcu çalışanıdır. Orta halli, son derece saygın bir ailedir. Carson küçük yaşlarında piyano çalmayı öğrenir. Daha sonra yazmaya daha ilgili olduğunu keşfeder. Yazmanın kendisi için bir "tanrı arayışı" olduğunu söyler. Bu bakımdan kitap otobiyografik özellikler taşır. Kendi coming-of-age deneyimini yazar bir bakıma.

McCullers Rus gerçekçilerin geleneğine uygun şekilde yazar. Güney kurgu geleneğini sık sık "gotik" olarak yorumlayan dönemin eleştirmenlerine tepki olarak, "Rus Gerçekçileri ve Güney Edebiyatı" isimli makalede, "gotik" teriminin aşırı kullanımını eleştirir ve Güney kurgu geleneğinin kökenlerini aksine gerçekçilikten aldığını, doğaüstü açıklamalarla ve olaylarla ilgisi olmadığını söyler. On dokuzuncu yüzyıl Rus gerçekçileriyle yirminci yüzyıl Güney gerçekçilerinin birçok ortak özelliği olduğunu, özellikle her ikisinin de "köylü" sınıfının mevcut olduğu bölgeler hakkında yazdığını söyler.

Müzik eğitimi almış bir yazar olarak, romanını bir füg şeklinde üç bölümde tasarlar. Birinci Kısım'da, insanın kendi iç yalnızlığına karşı isyanını ve kendini ifade etme dürtüsünü gösterir. İkinci Kısım'da, her insanın kendi özgür iradesi ve çevresel tuzakların bir araya gelmesiyle uğradığı kaçınılmaz başarısızlık anlatılır. Üçüncü Kısım koda işlevi görür. Karakterlerin durumu, Singer hayatlarına girmeden öncekinden daha da kötü bir hal alır. 

Romanını bir müzik eseri gibi ele alan McCullers, ayrıca beş "counter-theme" kullanır: 1) İnsanların birleştirici bir ilahi varlık veya ilke yaratma gereksinimi, 2) İnsan tarafından yaratılan bu tanrının bir yanılsama olma ihtimali, 3) Bireyselliğin toplumsal olarak bastırılması, 4) İnsanın diğerleriyle işbirliği yapma dürtüsünün saptırılması ve 5) Sıradan bireylerde zaman zaman ortaya çıkan kahramanlık.

Roman iki sağır ve dilsiz arkadaşın birkaç haftasıyla açılış yapar. Bir gümüşçüde oymacı olarak çalışan 32 yaşındaki uzun boylu John Singer ve kuzeninin şekerlemecisinde çalışan Yunan asıllı şişman Spiros Antonapoulos 10 yıldır birlikte yaşayan, her sabah birbirine yakın olan iş yerlerine birlikte gelip eve birlikte dönen dostlardır. John Singer eve geldiklerinde işaret diliyle gün boyu başından geçenleri büyük bir heyecanla dostuna anlatmaya hevesliyken Antonapoulos yalnızca tembel tembel dinleyip bolca yemek yer. Bir gün Antonapoulos hastalanır. Fiziksel olarak iyileşmesine rağmen tuhaf huylar sergilemeye başlar. Dükkanlardan eşyalar çalar, sokak ortasına tuvaletini yapar, vs. Singer ise büyük, hatta abartılı bir vefayla, adeta uyuşturulmuş gibi, her zaman dostunun arkasını toplar, hapse girecek kadar büyük suçlar işlediğinde birikmiş parasıyla mahkeme ücretlerini ödeyerek onu kurtarır. 

Nihayet Antonapoulos'un akli dengesinin yerinde olmadığına ikna olduklarında onu bir akıl hastanesine yatırırlar. Yıllardır paylaştıkları evde yalnız kalmaya tahammül edemeyen Singer taşınır. 

Böylece Singer, başından geçenleri anlatabildiği, kendi dilini anlayan bir dostuyla hayatını paylaştığı dönemi kapatır; ikinci ve yeni bir döneme başlar. Ev sahibinin kızı Mick Kelly, her gün yemek yediği restoranın sahibi Biff Brannon, Biff'in restoranına gelip giden sarhoş Jake Blount ve zenci doktor Copeland zamanla John Singer'ı keşfederler. Bir şeyler anlattıklarında kendisini hiçbir tepki vermeden dinlediğini ve anladığını görürler. Bunun üzerine başları sıkıştığında dertlerini anlattıkları bir dost haline gelir John Singer hepsi için. Hayatının ikinci döneminde, Singer, dostunun yokluğunda gelip kendisine kendi dertlerini anlatan insanlarla çevrelenmiş, bu kez dinleyici konumuna düşmüştür. 

Antonapoulos'tan önce ve Antonapoulos'tan sonra diye ikiye ayrılan her iki dönemde de, aslında bir şey anlatılmaya çalışılmaktadır. Romandaki karakterler, "karşılıklı" iletişime değil; yalnızca anlaşılmaya muhtaçtır. Singer, yalnızca konuştuğu dili bilen tek kişi olduğu ve kendisini anlayabildiği için  Antonapoulos'a bu kadar bağlıyken; diğer dört karakter de kendilerini dinleyip anladığını ve yargılamadığını düşündükleri için Singer'a bağlıdır. Oysa Antonapoulos başından beri Singer'ın kendisine anlattıklarını anlamaz. Singer da diğer dört karakterin içini yakan nefreti veya tutkuları anlamaz. 

Kimi eleştirmenlere göre Singer, herkesi sessizce dinlemesi bakımından İsa'yla ve kişinin Tanrı arayışıyla bağdaştırılır. Herkesin gelip günahlarını anlattığı, anlattıktan sonra rahatladığı, esrarengiz bir figürdür. 

Kitabın odak noktası John Singer karakteri olmasına rağmen, protagonistin Mick Kelly olduğunu söylemek daha doğru olur. Mick'in annesi evlerini pansiyon olarak işletmektedir. Babası bir saat tamircisidir. Evlerinde kiracılarla birlikte on dört kişi yaşar. Annesi daima meşgul ve sinirlidir. Kendisinden küçük olan 2 kardeşinin bakım sorumluluğu okula gitmediği zamanlarda Mick'e aittir. Mozart ve Beethoven hayranı, ünlü bir müzisyen olmak isteyen Mick bu duruma çok bozulur. Almak istediği piyanoya, kemana ve radyoya asla ulaşamaz, müzik derslerini hiçbir zaman alamaz. Kendi kemanını yapmaya çalışır. Gizlice başka evlerden yükselen radyoları dinler. Ablaları gibi elbiseler giyip süslenmeye ilgi duymaz. Tıpkı Harper Lee'nin Scout Finch'i gibi bir tomboydur. Koşulların onu hayal ettiğinden bambaşka yerde eli kolu bağlı şekilde tutmasından dolayı başta ailesi olmak üzere herkese öfkelidir. Bu öfkesini dindirebilen tek kişi kiracıları John Singer'dır. Mick kitapta 2 kez coming-of-age evresinden geçer. İlk olarak arkadaşları için evde bir parti verdiğinde, güzel elbiseler giyip makyaj yapar. Liseden büyük çocuklar partiye gelir. Bu, onun kendini büyük hissettiği ilk andır. İkinci olarak Harry Minowitz'le cinsel yakınlaşma yaşarlar. Bu onun cinsel yönden büyük hissettiği ilk andır. Kitabın sonunda ekonomik durumu kötüleyen ailesine destek olmak için okulu bırakıp çalışmayı kabul eder, kendince kahramanlık yapar. Bu noktadan sonra dönüşü olmayan bir yetişkinlik yoluna girmiştir. Artık müzikle ilgili hayallerinden, tomboy tarzından tamamen vazgeçmiştir.

Biff Brannon, New York Café isimli restoranın sahibidir. Karısı Alice'le birlikte işletirler. Mutsuz bir evlilikleri vardır. Alice romanın ilerleyen bölümlerinde ölür, Biff yalnız kalır. Yalnız kaldığında Singer'ı ziyaret etmeye başlar. Romandaki diğer karakterlerin aksine, Biff anlatmayı değil gözlemlemeyi sever. Gözlemlediklerini hisleriyle birleştirme becerisi yok gibidir. Geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği sentezleyemez. Singer'ı gözlemler, onun davranışlarını ve insanlarda yarattığı etkiyi anlamaya çalışır. Singer'a kapılmayan tek kişidir. Anlaşılmakla değil, anlamakla ilgilenmektedir. Mick'le kimi zaman cinsel olarak kimi zaman da bir baba gibi ilgilenmektedir. Restorana sık sık gelen deli dolu Jake Blount'a da büyük bir ilgi duymaktadır. 

Jake Blount nerede akşam orada sabah yaşayan bir adamdır. Öfkelidir. Marksizmden etkilenmiştir. Kapitalizmi zenginlerin cebi dolsun diye fakirleri sömüren adaletsiz bir sistem olarak görür. Okuyarak kendini çok geliştirmiştir. Kapitalizmin bu adaletsizliğinin farkında olan diğer insanlarla bir araya gelip eyleme geçme isteğiyle yanıp tutuşmaktadır. Etrafındaki insanların cehaleti onu çok öfkelendirir. Singer'a öfkesini anlatırken onun kendisini tamamıyla anladığı, onun da "bizden" olduğu izlenimine kapılır. Oysa Singer hiçbir şeyin farkında değildir. 

Dr. Copeland zenci bir doktordur. O da tıpkı Blount gibi Marksçıdır. Ancak toplumdaki maddi eşitsizlikten çok ırkçılık konusuna yönelir. Zencilerin cahilliği ve ayaklanmaması nedeniyle öfkelidir. Oğullarından birinin ismini Karl Marx koymasına rağmen hiçbir çocuğu kendi fikirlerini paylaşmaz, hatta Marx'ın kim olduğundan bihaberlerdir. Bu nedenle ailesinden kopuktur. Bu bakımdan Mick Kelly'ye benzer. Ailesinden kopuktur. Bu arada, Singer'ın dinleyicileri, içlerindeki öfke ve yalnızlık bakımından birbirine çok benzese de bir araya geldiklerinde doğrudan iletişim kuramazlar. Singer onlar arasında bir köprü niteliğindedir. Örneğin Copeland ve Blount çok benzer fikirleri savunmalarına rağmen bir araya geldiklerinde birbiriyle asla anlaşamazlar. 

Dr. Copeland karakteri aracılığıyla McCullers, 1930'ların sonunda Güney'de ırkçılığın geldiği boyutu işler. Kölelik yıllar önce kaldırılmasına rağmen ırkçı önyargılar toplumda hala sürmektedir. Zencilerin birçok kamu alanına girişi hala yasaktır.

Karakterlerin öfkesini, yazarın kendi öfkesiymiş gibi gerçekçi bir şekilde hissettiğiniz müthiş karakter tasvirlerinden sonra kitabın en çarpıcı bölümü olan üçüncü bölümde Singer, dostunun akıl hastanesinde öldüğü haberini aldığı anda hayata küser. Artık dünyada kendisini anlatabileceği kimse kalmamıştır. Tamamen yalnız hisseder ve bunun altından kalkamayıp intihar eder. Onun intiharıyla birlikte 4 karakter de büyük bir yıkıma uğrar. Buldukları huzur artık yok olmuştur. Onları anlayan kimse kalmaz, hepsi bir tarafa saçılır.

FİLM

1968 yılında Robert Ellis Miller yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır. Singer'ı Alan Arkin, Mick'i Sondra Locke oynar. Kimi kısımlar kitaptan kesilip atılsa da aslına epey uygun bir uyarlama olarak karşımıza çıkar. Örneğin Mick kitaptakinden daha büyüktür. Kitaptakinin aksine yalnızca bir kardeşi vardır. Ralph'in Baby'yi kafasından vurma sahnesi filmde yer almaz. 

Sondra Locke'un ilk filmidir. Hem kendisi hem Alan Arkin filmdeki rolleriyle Oscar'a aday olsalar da ödülü alamazlar. 

Karakter tasviri ve coming of age sevenlerin, Harper Lee sevenlerin kaçırmaması gereken bir roman ve yazardır. İçinde bol bol sistem eleştirisi; cahil toplum içinde bildiğini anlatamamanın öfkesini yaşayan aydın karakterler barındırır. Bu bakımdan günümüz toplumuyla ve bireyiyle çok paralel özellikler taşır. İş Bankası Yayınları Modern Klasikler Dizisi'nden çıkan baskısı ve çevirisi şiddetle taviyedir. Filmi de çerez niyetine izlenebilir.

---
https://www.sparknotes.com/lit/lonelyhunter/

8 yorum:

EĞİTİM PINARI dedi ki...

Merhaba, blogunuzu ziyarete geldim. Benim blogumu yorum ve ziyaretinizle desteklerseniz sevinirim.

deeptone dedi ki...

heeeey :)

Kitaptan Filme dedi ki...

Merhaba Fatih Pınar, hoş geldin :)

Kitaptan Filme dedi ki...

deep'ciğim, hayat zorluyor, vakit bulamıyorum :) sana ziyarete geleyim bari.

deeptone dedi ki...

çook sevdiğim yazardıır :)

Kitaptan Filme dedi ki...

benim okuduğum ilk ve tek romanıydı, çok beğendim.

deeptone dedi ki...

düğünün bir üyesi, altın gözde yansımalar, hüzünlü kafenin türküsü, hepsisi güzeel :)

Kitaptan Filme dedi ki...

hüzünlü kafenin türküsü'nü merak ediyorum :)