28 Şubat 2022 Pazartesi

Film: J'ai perdu mon corps (2019)

Jérémy Clapin'in yönettiği, Guillaume Laurant'ın Happy Hand romanından uyarlanan animasyon filmi. Senaryoyu da ikisi birlikte yazmışlar. 

Film, Naoufel'in malum kazayı yaşadığı an ile başlıyor ve iki farklı zamana flashback yaparak ve günümüze dönerek 3 farklı zamanda ilerliyor. Bir yandan Naoufel'in çocukluk halini izliyoruz, yani geçmişini. Diğer yandan Naoufel'in kazadan kısa bir süre öncesini izliyoruz, yani kazaya giden süreci. Öte yandan ise el'in şimdiki halini izliyoruz. Sadece bu anlatım biçimiyle bile içimi paramparça eden, hüzünlü bir zorunlu göçmen hikayesi.

Naoufel'in bedeninden kopup sokaklara düşen elini izlemeye başlamışken şöyle diyoruz: Of, sokaktaki tehlikelerle iyice kirlenecek, tamamen drama batacak, bir daha da iflah olmayacak bir hikaye geliyor. El'in düştüğü durum içler acısı, evet, ama doğruyu söylemek gerekirse insan empati yapamıyor. Düşmekten en çok korktuğumuz o "hal", kişiyi bir kez buldu mu o kişi için elimizden bir şey gelmeyeceğini düşünüyoruz. Belki o hale yaklaşmamak/düşmemek için kişiyle aramıza set çekiyoruz, onu yabancılaştırıp konfor alanımıza geri dönüyoruz, vs. Film iki koldan ilerlettiği flashback'lerle izleyicinin konfor alanına hızlıca dönmesini engelliyor. Sokaktaki pisliklere bulaşan elin, bir zamanlar bir çocuğa, hatta bir bebeğe ait olduğunu gördüğüm sahne benim en çok içimi parçalayan kısımdı. Kültürlü bir anne babanın sevgiyle büyüyen çocuğu Naoufel, elim bir kaza nedeniyle anne babasını kaybettiğinde kaderinin gidişatı birden değişiyor. Fas'tan Fransa'ya, oradaki muhtemelen akrabalarının yanına göçmek zorunda kalıyor. Etrafındaki sevgi bulutunu, anne babasının kendi ülkelerinde ait olduğu üst sınıf ayrıcalıklarını bir anda kaybedip Fransa'da ikinci sınıf vatandaş gibi görülen bir göçmen ve yalnız bir genç olarak büyüyor. Sefil haliyle bağ kurmak ürkütücü gelse de, hepimiz sevgiyle büyüyen bir çocukla bağ kurabiliyoruz. Kendi çocuğunun yarınının belirsizliği çok tekinsiz, dolayısıyla ürperten bir fikir. Yönetmen, adeta bizi koltuğumuzdan söküp çıkararak zorla empatiye yönlendiriyor. Naoufel'e bu noktadan sonra herhangi bir göçmenmiş gibi bakamaz oluyoruz. 

Sonra Naoufel'in kazadan kısa süre önceki yaşantısına tanık oluyoruz. Kaybolmak üzere, yapayalnız bir gençken kalbinin ilk kez aşkla kıpır kıpır olduğunu, kendisini bulmaya başladığını görüp onun için mutlu oluyoruz. Bu kısımlar hüzünlü olduğu kadar sevimli. Evrensel hisleri yaşayan bir genç Naoufel. Dolayısıyla onunla kurduğumuz bağ iyiden iyiye güçleniyor. Kaderini neredeyse unutuyoruz. Onunla aramıza çektiğimiz set aklımızdan silinip gidiyor. Bir an için sınırlar kalkıyor. Hepimiz insanız, seviyoruz, seviliyoruz, vs. Derken hikaye ilk sahnede tanık olduğumuz karanlığa doğru ilerlemeye başlıyor. Yönetmen bizi zorla alıkoyduğu empati hücresinin kapısını açıyor bir bakıma. İsteyen çıksın, şimdi artık seçim size kalmış diyor. Naoufel önce aşkına karşılık alamıyor. Renkler onun için yine griye dönmeye başlıyor. Derken malum kaza gerçekleşiyor. Zaten kopuk bir genç olarak geldiği bugünlere artık tamamen umutsuz bir genç olarak devam ediyor. Bağ kurabildiği herkesle ve her şeyle iletişimi kesiyor. Bir sıçrama tahtasına basarak intihar girişiminde bulunuyor. Başarılı olursa vincin bir katına tutunup tekrar yaşamı iliklerinde hissedeceği, kaderini değiştireceği, başarılı olamazsa yitip gideceği bir girişim bu aslında. Tek şansı. Tahminlerinden ve ipuçlarından başarılı olduğunu, onun için umudun devam ettiğini anlıyoruz. Kaderinin akışını değiştirebiliyor. Karakterin sonrasını görmüyoruz. El'in sahibiyle buluşup buluşmadığını, Gabrielle ile aralarında bir şey olup olmadığını, vs. bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Naoufel'in yine bir şekilde tutunmayı başarmış olması. Umut veren, ama bir o kadar da belirsiz bir sonu var. Belki o şey umut değil bile. Bir vincin bilmem kaçıncı katına asılıp kalmış bir gençten bahsediyoruz. Belki sabah olup da fark edilene kadar karda donup ölecek. Sadece kaderini değiştirme gücünü eline aldığını görüp cesaretinden ilham almamız bakımından olumlu diyebiliriz sanırım final sahnesine. "Böyle olmak zorunda değil, bir şeyleri değiştirebiliriz."

Fransa özelinde göçmenliği dert edinen bir hikaye. Göçmenler illa ki fakirlikten ve imkansızlıklardan gelmiş olmak zorunda değil, onlar da hayatlarına başladıklarında sizin gibiydi diye sesini epey yükselterek veriyor mesajını. Dünya genelinde ise mülteci sorununu düşündürüyor elbette. Hayallerinden, içinde yetiştikleri sevgi ortamından, birikimlerinden, sosyal statülerinden bir anda kopmak zorunda kalan; gittikleri yerlerde perişan olup dışlanan, yabancılaşan koca bir kitle. Yönetmenin kurdurmayı başardığı empati hissini iliklerinizde hissederken olan biteni tekrar düşünmek zorunda hissediyorsunuz. El'in bebek olduğu iç parçalayıcı sahne tekrar tekrar gözünüzün önüne geliyor.

Not: Yaklaşık 10 yıl önce izleyip hala etkisinden kurtulamadığım Skhizein kısa filminin de bu yönetmene ait olduğunu henüz öğrenmiş bulunuyorum. Bundan sonra ne çekse izleyeceğim insanlar kategorisine girdi kendisi.

2 yorum:

öneri makinesi dedi ki...

Ooo bilsem daha önce gelirdim, neyse şimdi bir sürü yazı birikmiş sıra sıra okumaya başlıyorum. Biraz spoiler yedik sanki ama çok güzel yazı olmuş. Böyle sonlara da bayılırım bu arada, hemen aklıma Waiting For Godot gelir :), okuyucu ya da izleyici hangi yolu seçerse :). Okurken bile ağlayasım geldi izlesem ağlamaktan helak olacağım bir film gibi geldi. Kesin öyledir.

Kitaptan Filme dedi ki...

Önericiğiim, hoş geldin!
Film beni paramparça etti ya, kesin ağlarsın :(
Buralardayım artık, sıkça görüşürüz :*