30 Mayıs 2016 Pazartesi

Kitaptan Filme: Fahrenheit 451


Ray Bradbury'nin 1953 yılında The Ballentine Publishing Group tarafından yayınlanan distopik-bilim kurgu romanı. Hikaye geleceğin Amerika’sında geçer.

Televizyon ve radyo insanların ilgisini çekmiştir. Zamanla kitaplara olan ilgi azalmış, vakit aldığı gerekçesiyle tercih edilmez olmuştur. Kısa süreli televizyon ya da radyo programlarını takip etmek varken uzun uzun kitap okumak vakit kaybıdır. İnsanların bu hedonizm zaafını fark eden otorite, kitapların melankoli kaynağı olduğu ve kitle iletişim araçları varken kitaplara hiç de gerek olmadığı propagandasını yayarak kitapların yasaklanmasına neden olmuştur.

Bu toplumda itfaiye kurumunun anlamı değiştirilmiş; görevi yeniden yazılmıştır. Artık tüm evler yangına karşı korumalı olduğundan insanların yangın söndürme yardımına ihtiyacı yoktur. Bunun yerine itfaiye gelen ihbarlar üzerine kitaplarla birlikte evleri, hatta eğer direnirlerse ev sahiplerini yakar. Dolayısıyla itfaiye, tıpkı polis ya da sokak çeteleri gibi bir kontrol aracına dönüştürülmüştür.

Ateş kavramı yeniden anlamlandırılmıştır. Yıkıcı, yok edici bir madde olan ateş yeni toplumda “temizlik” ile bağdaştırılmıştır ve halk da bu yeni anlama inandırılmıştır. En ufak bir sorgulama ve özgürlük kıvılcımı yakılarak “yok edilmez”; “temizlenir”.

Distopya sınıfına girer, çünkü baskıcı rejim insanların özgürlüğünü kısıtlamakta, insanları pasifize etmektedir. Karamsar bir senaryodur. Bilim kurgu sınıfına da girer, çünkü mekanik köpek, kan değiştirirken kullanılan mekanizma, duvarları kaplayan televizyonlar, kulaklıklı takip cihazı gibi ileri teknoloji ürünlerden bahsedilmiştir.

Kitabın yorumlarına gelecek olursak, okuduğum en iddialı distopik roman olduğunu söyleyemem.

İlk olarak kitle iletişim araçları edebiyatın düşmanı olarak gösterilmiş. Bu biraz aşırı şüpheci bir yaklaşım.

Yazar Ray Bradbury, 1950’li yıllarda Radyo ve Televizyonun gelişimini edebiyat karşısında bir engel olarak görüyordu. Yazara göre yeni kitle iletişim araçları toplumların düşmanıydı. Çünkü dünya gündeminde önemli olaylar yaşanırken, medya insanları uyuşturacak, insanların düşünme yetisini azaltacaktı. Çabuk tüketmeye alışan toplum konsantrasyon yetisini kaybettikçe edebiyattan uzaklaşacak, sonunda Devlet de bunun üzerine giderek kitap okumayı yasaklattıracaktı.

Öncelikle herhangi bir rejimin kitapları tamamen yasaklaması bana gerçekçi gelmedi. Karşıt seslerin bastırılıp yasaklanması tamam, ama rejimi ve rejimin önerdiği yaşam şeklini destekleyen yayınların da yasaklanması neden? Edebiyat neden tamamen yasaklansın?

Ayrıca romanın edebiyat ve kitle-iletişim araçlarının birlikte kullanılabileceğini öngörememesi bence büyük bir eksiklik. Yazarın edebiyat ve medyayı hangi anlamlarda kullandığını anlayabiliyorum. Edebiyat düşünme ve sorgulamayı; kitle-iletişim araçları da uyuşma ve konsantrasyon bozukluğunu simgeliyor. Dolayısıyla yazarın dediği şey şu: İnsanlar uyuştukça ve odaklanamadıkça düşünme ve sorgulama yetileri kaybolur. Oysa edebiyat medyayı, medya da edebiyatı besleyebilir. Bunu görmezden gelmesi çok hoşuma gitmedi.

Bundan başka, romanda insanlar kitle iletişim araçları karşısında tamamen pasif ve kabul eden bir konuma yerleştirilmiş. Kitle-iletişim araçlarının doğru ellerde, doğru içeriklerle faydalı araçlara dönüştürülebileceği düşünülmemiş. İnsanlara karşı güvensiz bir tavır çizilmiş. İnsanların kolektif çabayla sosyal medyayı kendi lehlerine kullanabilecekleri öngörülmemiş. Bu da bence gerçekçi olamayacak kadar büyük bir karamsarlık.

Kitabın önerdiği pesimist argümanları kabul edemesem de, yazıldığı dönemin koşullarına göre bu pesimistliğin normal olduğunu da söylemeliyim.

Roman 1950'lerin başında yazılıyor. Amerika Soğuk Savaş dönemine girmiş. Tüm ülkede atom bombası savaşı ve komünizm korkusu var. HUAC (1938'de Nazileri ve Komünistleri deşifre etme amacıyla kurulmuş Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi) komünizmi destekleyen sanat eserlerini sansürleyip sanatçıları kara listeye alıyor. Ünlü Hollywood Ten’in* de aralarında bulunduğu birçok isim var kara listede. Hem halka hem de sanata karşı aşılmaz gibi görünen bir baskı ve sansür ortamının içinden çıkıyor bu kurgu. Dolayısıyla karamsarlığa şaşırmamak gerekiyor.

Edebiyatın geleceğiyle ilgili karamsar bir resim çizen bu distopya 13 yıl sonra, 1966 yılında Yeni Dalga akımının kurucularından Fransız yönetmen François Truffaut yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Kitaptan hem karakter hem de senaryo bazında daha farklı olan bu film, iyi bir uyarlama olmasa da sinema tarihinde önemli bir yere sahiptir.

Öncelikle yönetmenin ilk İngilizce ve ilk renkli filmi. Yeni Dalga akımının özelliklerini taşıyor. Kısıtlı bütçe olduğundan deneysel çözümler sunuyor.** Örneğin, jenerikte insanların ismi basit bir yazı tipiyle görüntünün üzerine yapıştırılmış, isimler de seslendirilerek öne çıkarılmış. Yine aynı şekilde filmde Linda ve Clarisse karakterlerini aynı kadın oynuyor. Bu şekilde önemli olanın oyunculara harcanan masraf olmadığı, oyunculuğun kendisi olduğu vurgulanıyor.

Yukarıda bahsettiğim gibi iyi bir uyarlama değil. Çok fazla değişiklik yapılmış. Ana konu aynı kalsa da aradığınız detayları bulamamak canınızı sıkıyor. Örneğin kitabın ana karakterlerinden biri olan Mildred’in ismi Linda diye değiştirilmiş. Clarisse filmde ölmüyor; kitapta 17 yaşında özgür bir kızken filmde 20 yaşlarında bir öğretmeni oynuyor. Guy Montag’ı doğada gizlenen kitap okuyucularını bulmak üzere*** yönlendiren Faber filmde yok. Mekanik Köpek yok. İtfaiye evleri değil yalnızca kitapları yakıyor. Mildred’in duvar büyüklüğünde televizyon ekranları yok. Kitabın aksine filmde Mildred ve Guy yatıyorlar. İzlenme oranını artırmak için cinsellik eklenmiş. Aslında prodüksiyon gerektiren şeyler elenmiş ve film sadeleştirilmiş denebilir. Ancak bu da romanın bilim kurgu özelliğini bir parça ortadan kaldırıyor.

Filmde bana göre iki tane akılda kalıcı nokta var. Birincisi Oskar Werner. Oyunculuğunu çok beğendiğimi söylemeliyim. Guy Montag karakteri için doğru adam, doğru ifadeler. İkincisi de dekorasyon. O zamanlarda çekilen bir filmin tam olarak bugünkü ince televizyon ekranlarını ve kulaklıkları göstermesine şaşırmıştım.

Kısaca, tarihsel bağlamı da dikkate alarak önce kitabı okumanızı, ardından François Truffaut deneyimlemek için filme bir göz atmanızı öneririm.

*2016 Oscar adayları arasında yer alan 2015 yapımı Dalton Trumbo filminde, ünlü Hollywood Onlusu ve dönemin baskıcı ortamı detaylı bir şekilde anlatılır.
**Sinemadaki Yeni Dalga akımı, kısmen İtalyan Yeni Gerçekçilik akımından etkilenmiştir. Her ikisinde de kısıtlı bütçe ve bu nedenle pahalı olmayan oyuncu seçimleri söz konusudur.
***2015 yapımı distopik The Lobster filminde benzer şekilde doğaya sığınan ve burada otoriteden kaçarak istedikleri şekilde yaşama mücadelesi veren insanlar vardır.

Hiç yorum yok: