25 Eylül 2016 Pazar

Kitaptan Filme: Trainspotting


İskoç yazar Irvine Welsh'in 1993 yılında yazdığı ve bir sene sonra yayınlanan, eroin kullanıcısı bir grup genci anlattığı romanı. Çok ilgi gören roman, 1996 yılında senaryo yazarı John Hodge tarafından senaryoya dökülüp Danny Boyle yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır.

Kitap bildiğim kadarıyla Türkçeye iki farklı çevirmen tarafından çevrilmiş. Bunlardan ilki 2001 yılında, Stüdyo İmge'den çıkan Sabri Kaliç çevirisi. Bu çeviriyi inceleme fırsatım olmadı ne yazık ki. Kitabın internet üzerinden satış yapan sitelerden bulunması mümkün. İkinci ve benim okuduğum versiyon, Siren Yayınları'ndan çıkan Avi Pardo çevirisi, ki çok beğendiğimi söylemeliyim. Avi Pardo'nun daha önce bir sürü Charles Bukowski kitabı çevirdiğini gördüğümde bu beğenimin nedenini de anlamış oldum. Argo diline hakim bir çevirmen, cümleleri asla sırıtmıyor. 

Trainspotting kelimesi, dipnot kısmında şöyle açıklanmış: “Britanya’da tren gözlemciliğine verilen isim. Bir çeşit hobi.” Kitabın sonlarına doğru Renton ile Begbie'yi tren istasyonunun yakınlarında gören Begbie'nin yaşlı babası, onlara laf olsun diye Trainspotting yapıp yapmadıklarını sorar. Anlık bir replik kitabın adını oluşturuyor. İçeriğe herhangi bir gönderme yok. Bu kavramın Türkçede pek bir karşılığı da yok, o yüzden olduğu gibi bırakılmış.

Kitabı okumak biraz zor, kabul. 6-7 kişilik bir arkadaş grubu var, yazar her bölümde anlatıcıyı değiştirmiş. Bir bölümde Renton'ın gözünden bakıyoruz, bir sonraki bölümde Tommy'nin, sonra Sick Boy'un... gibi. Havada binlerce isim uçuştuğundan ve bakış açısı sürekli değiştiğinden karakterleri takip etmek zor. Bu bakımdan kitabın bir noktasında durup filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Karakterleri kafanızda oturttuktan sonra hikayeyi okumak daha zevkli.

Filmin başrolünde nam-ı diğer Obi-Wan Kenobi, Ewan McGregor oynuyor. Kitapta tasvir edilen yağlı kıvırcık saçlı, kızıl, asosyal, video izlemeyi ve evde pineklemeyi seven, Sick Boy'la sürekli kapışan Renton karakterine pek benzemese de göbeği açıkta bırakan tişörtü ve küpesiyle çekici bir karakter.

Renton'ın ailesi kitaba göre biraz farklı aktarılmış filme. Örneğin kitapta engelli bir kardeşi ile ona sürekli eroin kullanmaması için nasihatler veren abisi Billie var. Engelli kardeşi nedeniyle küçükken onunla çok dalga geçiliyor, mükemmeliyetçi abisi ise ailede onun başarısızlıklarının daha çok göze batmasına neden oluyor. Renton'ın toplumsal değerlerden kopuşunu, bu nedenle içinde oluşan boşluğu ve bunu eroinle doldurma çözümünü anlamak bakımından aslında bu iki karakter kitapta önemli. Filmde yüzeysel geçilmiş.

Filmden hatırlayacağınız üç çarpıcı sahne var: Renton'ın klozete düşüşü, Spud'ın kirli çarşaflarla evden çıkmaya çalışması ve Diane'ın makyajsız hali. Bu bölümleri bir de kitaptan okumanızı tavsiye ederim. Filmde mideniz bulandıysa kitapta çok daha fazla bulanacak. Diane karakterinin seçimi çoğu insan gibi beni de tatmin etmedi. Üzerine ortaokul forması geçirilmiş yetişkin bir kadın gibi duruyordu. Oysa makyajı çıkarınca tam bir ortaokul öğrencisi gibi durması gerekiyordu.

Yazar Irvine Welsh'i filmde kısa bir rolle izleyici karşısına çıkıyor. Renton'ın kriz halindeyken gidip mal aldığı uyuşturucu satıcısı Mikey Forrester'ı canlandırıyor. Kitapta çok daha sinir bozucu şekilde anlatılan bir karakter, filmde pek vurgulanmamakta.

Irvine Welsh, oluşturduğu karakterlere benzer bir hayat sürüyor. Kendisi de uyuşturucu kullanmış, gençliğinde Punk ortamına katılmak için Londra'ya taşınmış. Zaten kitapta şunu fark edeceksiniz, uyuşturucu batağına saplanmış bir grup gencin bundan kurtulma hikayesi gibi bir şeyler anlatılmıyor. İşin ahlaki kısmı hakkında yorum yapmanın haddimiz olmadığını yüzümüze haykırıyor. Bir grup Edinburgh gencinin zaman zaman uyuşturucuyu bırakarak, zaman zaman yeniden başlayarak sürdürdükleri yaşamı gayet yorumsuz ve mesajsız bir şekilde aktarıyor.
“... Aslında, benim bütün istediğim amcıkların kendi işlerine bakmaları, ben de kendi işime bakayım. Sırf sert uyuşturuculara takıldığın için bu amcıkları kendilerinde seni parçalayıp analiz etme hakkını nereden buluyorlar?
Buna hakları olduğunu kabul ettiğin anda, sen de kendi özünü keşfetme arayışlarında onlara katılmış oluyordun. O zaman onlara boyun eğiyor, kendini kandırıp üzerine yapıştırmaya çalıştıkları kıçı kırık teoriye ya da davranış biçimine inanmaya başlıyordun. O zaman onlara ait oluyordun, kendine değil; bağımlılık uyuşturucudan onlara doğru kayıyordu. 
Toplum, davranışları kendi normlarının dışında kalan insanları emebilmek için yapay ve dolambaçlı bir mantık icat eder. Diyelim ki bütün artıların ve eksilerin farkındayım, kısa bir ömrüm olacağını biliyorum ve aklım yerinde, falan filan ve yine de eroin kullanmak istiyorum? İzin vermezler. İzin vermezler çünkü bu kendi başarısızlıklarının bir işareti olarak görülecektir. Sana sundukları şeyleri reddetmen böyle algılanır. Bizi seç. Mortgage’ı seç, çamaşır makinesi seç, araba seç, bir kanepeye oturup ağzına berbat şeyler tıkıştırarak beyin uyuşturucu ve ruh çökertici aptal televizyon programları seyretmeyi seç. Bir huzur evinde üzerine sıçıp işeyerek çürümeyi, bencil ve kafayı yemiş çocukların için bir utanç kaynağı olmayı seç. Hayatı seç.  
İyi de, ben hayatı seçmemeyi seçiyorum. Amcıklar bunu kabullenemiyorlarsa, bu onların sorunu. Harry Lauder’in bir keresinde dediği gibi, ben bu yolu sonuna kadar izlemeye kararlıyım..."
Ve son olarak, Renton'ın psikolog Dr. Forbes ile yaptığı terapi seanslarından çıkardığı, kendine dair birkaç çözümleme:
"Başarı ve başarısızlık arzunun tatmin edilmesi ya da içinde kalması anlamına gelir. Arzu ya kişisel dürtülerimize bağlı olarak baskın bir biçimde içseldir, ya da esasen reklamlarla veya medyanın ve popüler kültürün sunduğu rol modelleriyle uyarılmış bir biçimde, dışsal. Tom benim başarı ve başarısızlık kavramlarımın toplumsal düzeyden çok kişisel düzeyde geçerli olduğu görüşünde. Toplumsal ödülü kabul etmediğim için başarı (ve başarısızlık) sadece anlık olabilirdi benim için, çünkü bu deneyim toplumsal destek gören bir servet, güç ve statü düşmanlığıyla, ya da başarısızlık söz konusu olduğunda utanç ve ayıplamayla sürdürülemezdi. Bu yüzden, Tom’a göre, bana sınavlarda başarılı olduğumu ya da iyi bir işim olduğunu ya da güzel bir piliçle çıktığımı söylemenin bir yararı yoktu; bu tür övgüler bir şey ifade etmiyordu benim için. Tabii ki, gerçekleştirdiklerinde bu şeylerin keyfini çıkarıyordum, fakat değerleri kalıcı olamazdı, çünkü onları değerlendiren toplumun kabulü söz konusu değildi bende. Tom’un anlatmaya çalıştığı, hiçbir şeyi siklemediğimde, sanırım.

Her şey dönüp dolaşıp toplumdan yabancılaşmama geliyor. Tom toplumun belirgin bir biçimde iyileştirilemeyeceği, ya da benim ona uyum sağlayacak biçimde değişemeyeceğim görüşüne katılmıyor. Bu durum beni depresyona sürükleyip bütün öfkemi kendime yöneltmeme neden oluyordu. Depresyon buymuş zaten, dediklerine göre. Fakat depresyon aynı zamanda motivasyon eksikliğine neden oluyordu. İçimde giderek büyüyen bir boşluk oluşuyordu. Eroin o boşluğu dolduruyor ve bana aynı zamanda kendimi mahvetme ihtiyacımı giderme olanağı sağlıyordu.

Burda Tom’la aynı fikirdeydim aslında. Fakat onun durumu bütün umutsuzluğuyla görmeyi reddetmesine gelince, işte orada ayrılıyoruz. O benim kendime yeterince saygım olmadığını ve suçu topluma yıkarak bununla yüzleşmeyi reddettiğimi düşünüyor. Toplumun bana sunduğu ödülleri ve övgüleri (ve başarısızlık durumunda ayıplanmayı) hiçe saymamın aslında bu değerlerin kendilerini reddetmek anlamına gelmediği, kendimi onları kabul edecek kadar iyi (ya da kötü) hissetmediğim anlamına geldiği kanısında. Açıkça, ‘Bu niteliklere sahip olduğumu sanmıyorum’ (ya da, ben bunların üzerindeyim) demek yerine, ‘Hiçbi şeyin bi sikim anlamı yok ki’ diyordum. 
Hazel bana, beni bir daha görmek istemediğini söylemeden hemen önce, eroine bilmem kaçıncı kez yine başladığımda, şöyle demişti: “Kendini uyuşturucuyla mahvediyorsun, çünkü herkesin derin ve karmaşık biri olduğunu düşünmesini istiyorsun. Bu çok acıklı ve sıkıcı.”
İyi okumalar/seyirler.

Hiç yorum yok: