1917
doğumlu Amerikalı yazar Carson McCullers'ın 1940 yılında yayınlanan ilk
romanıdır. McCullers'ın babası bir saat tamircisi, annesi de kuyumcu
çalışanıdır. Orta halli, son derece saygın bir ailedir. Carson küçük
yaşlarında piyano çalmayı öğrenir. Daha sonra yazmaya daha ilgili
olduğunu keşfeder. Yazmanın kendisi için bir "tanrı arayışı" olduğunu
söyler. Bu bakımdan kitap otobiyografik özellikler taşır. Kendi
coming-of-age deneyimini yazar bir bakıma.
McCullers
Rus gerçekçilerin geleneğine uygun şekilde yazar. Güney kurgu
geleneğini sık sık "gotik" olarak yorumlayan dönemin eleştirmenlerine
tepki olarak, "Rus Gerçekçileri ve Güney Edebiyatı" isimli makalede,
"gotik" teriminin aşırı kullanımını eleştirir ve Güney kurgu geleneğinin
kökenlerini aksine gerçekçilikten aldığını, doğaüstü açıklamalarla ve
olaylarla ilgisi olmadığını söyler. On dokuzuncu yüzyıl Rus
gerçekçileriyle yirminci yüzyıl Güney gerçekçilerinin birçok ortak
özelliği olduğunu, özellikle her ikisinin de "köylü" sınıfının mevcut
olduğu bölgeler hakkında yazdığını söyler.
Müzik eğitimi almış bir yazar olarak, romanını bir füg şeklinde
üç bölümde tasarlar. Birinci Kısım'da, insanın kendi iç yalnızlığına
karşı isyanını ve kendini ifade etme dürtüsünü gösterir. İkinci
Kısım'da, her insanın kendi özgür iradesi ve çevresel tuzakların bir
araya gelmesiyle uğradığı kaçınılmaz başarısızlık anlatılır. Üçüncü
Kısım koda işlevi görür. Karakterlerin durumu, Singer hayatlarına girmeden öncekinden daha da kötü bir hal alır.
Romanını bir müzik eseri gibi ele alan McCullers, ayrıca beş "counter-theme"
kullanır: 1) İnsanların birleştirici bir ilahi varlık veya ilke yaratma
gereksinimi, 2) İnsan tarafından yaratılan bu tanrının bir yanılsama
olma ihtimali, 3) Bireyselliğin toplumsal olarak bastırılması, 4)
İnsanın diğerleriyle işbirliği yapma dürtüsünün saptırılması ve 5)
Sıradan bireylerde zaman zaman ortaya çıkan kahramanlık.
Roman iki sağır ve dilsiz arkadaşın
birkaç haftasıyla açılış yapar. Bir gümüşçüde oymacı olarak çalışan 32
yaşındaki uzun boylu John Singer ve kuzeninin şekerlemecisinde çalışan
Yunan asıllı şişman Spiros Antonapoulos 10 yıldır birlikte yaşayan, her
sabah birbirine yakın olan iş yerlerine birlikte gelip eve birlikte
dönen dostlardır. John Singer eve geldiklerinde işaret diliyle gün boyu
başından geçenleri büyük bir heyecanla dostuna anlatmaya hevesliyken
Antonapoulos yalnızca tembel tembel dinleyip bolca yemek yer. Bir gün
Antonapoulos hastalanır. Fiziksel olarak iyileşmesine rağmen tuhaf
huylar sergilemeye başlar. Dükkanlardan eşyalar çalar, sokak ortasına
tuvaletini yapar, vs. Singer ise büyük, hatta abartılı bir vefayla,
adeta uyuşturulmuş gibi, her zaman dostunun arkasını toplar, hapse
girecek kadar büyük suçlar işlediğinde birikmiş parasıyla mahkeme
ücretlerini ödeyerek onu kurtarır.
Nihayet
Antonapoulos'un akli dengesinin yerinde olmadığına ikna olduklarında
onu bir akıl hastanesine yatırırlar. Yıllardır paylaştıkları evde yalnız
kalmaya tahammül edemeyen Singer taşınır.
Böylece
Singer, başından geçenleri anlatabildiği, kendi dilini anlayan bir
dostuyla hayatını paylaştığı dönemi kapatır; ikinci ve yeni bir döneme
başlar. Ev sahibinin kızı Mick Kelly, her gün yemek yediği restoranın
sahibi Biff Brannon, Biff'in restoranına gelip giden sarhoş Jake Blount
ve zenci doktor Copeland zamanla John Singer'ı keşfederler. Bir şeyler
anlattıklarında kendisini hiçbir tepki vermeden dinlediğini ve
anladığını görürler. Bunun üzerine başları sıkıştığında dertlerini
anlattıkları bir dost haline gelir John Singer hepsi için. Hayatının
ikinci döneminde, Singer, dostunun yokluğunda gelip kendisine kendi
dertlerini anlatan insanlarla çevrelenmiş, bu kez dinleyici konumuna
düşmüştür.
Antonapoulos'tan
önce ve Antonapoulos'tan sonra diye ikiye ayrılan her iki dönemde de,
aslında bir şey anlatılmaya çalışılmaktadır. Romandaki karakterler,
"karşılıklı" iletişime değil; yalnızca anlaşılmaya muhtaçtır. Singer,
yalnızca konuştuğu dili bilen tek kişi olduğu ve kendisini anlayabildiği
için Antonapoulos'a bu kadar bağlıyken; diğer dört karakter de
kendilerini dinleyip anladığını ve yargılamadığını düşündükleri için
Singer'a bağlıdır. Oysa Antonapoulos başından beri Singer'ın kendisine
anlattıklarını anlamaz. Singer da diğer dört karakterin içini yakan
nefreti veya tutkuları anlamaz.
Kimi
eleştirmenlere göre Singer, herkesi sessizce dinlemesi bakımından
İsa'yla ve kişinin Tanrı arayışıyla bağdaştırılır. Herkesin gelip
günahlarını anlattığı, anlattıktan sonra rahatladığı, esrarengiz bir
figürdür.
Kitabın
odak noktası John Singer karakteri olmasına rağmen, protagonistin Mick
Kelly olduğunu söylemek daha doğru olur. Mick'in annesi evlerini
pansiyon olarak işletmektedir. Babası bir saat tamircisidir. Evlerinde
kiracılarla birlikte on dört kişi yaşar. Annesi daima meşgul ve
sinirlidir. Kendisinden küçük olan 2 kardeşinin bakım sorumluluğu okula
gitmediği zamanlarda Mick'e aittir. Mozart ve Beethoven hayranı, ünlü
bir müzisyen olmak isteyen Mick bu duruma çok bozulur. Almak istediği
piyanoya, kemana ve radyoya asla ulaşamaz, müzik derslerini hiçbir zaman
alamaz. Kendi kemanını yapmaya çalışır. Gizlice başka evlerden yükselen
radyoları dinler. Ablaları gibi elbiseler giyip süslenmeye ilgi duymaz.
Tıpkı Harper Lee'nin Scout Finch'i gibi bir tomboydur.
Koşulların onu hayal ettiğinden bambaşka yerde eli kolu bağlı şekilde
tutmasından dolayı başta ailesi olmak üzere herkese öfkelidir. Bu
öfkesini dindirebilen tek kişi kiracıları John Singer'dır. Mick kitapta 2
kez coming-of-age evresinden geçer. İlk olarak arkadaşları için evde
bir parti verdiğinde, güzel elbiseler giyip makyaj yapar. Liseden büyük
çocuklar partiye gelir. Bu, onun kendini büyük hissettiği ilk andır.
İkinci olarak Harry Minowitz'le cinsel yakınlaşma yaşarlar. Bu
onun cinsel yönden büyük hissettiği ilk andır. Kitabın sonunda ekonomik
durumu kötüleyen ailesine destek olmak için okulu bırakıp çalışmayı
kabul eder, kendince kahramanlık yapar. Bu noktadan sonra dönüşü olmayan
bir yetişkinlik yoluna girmiştir. Artık müzikle ilgili hayallerinden,
tomboy tarzından tamamen vazgeçmiştir.
Biff
Brannon, New York Café isimli restoranın sahibidir. Karısı Alice'le
birlikte işletirler. Mutsuz bir evlilikleri vardır. Alice romanın
ilerleyen bölümlerinde ölür, Biff yalnız kalır. Yalnız kaldığında
Singer'ı ziyaret etmeye başlar. Romandaki diğer karakterlerin aksine,
Biff anlatmayı değil gözlemlemeyi sever. Gözlemlediklerini hisleriyle
birleştirme becerisi yok gibidir. Geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği
sentezleyemez. Singer'ı gözlemler, onun davranışlarını ve insanlarda
yarattığı etkiyi anlamaya çalışır. Singer'a kapılmayan tek kişidir.
Anlaşılmakla değil, anlamakla ilgilenmektedir. Mick'le kimi zaman cinsel
olarak kimi zaman da bir baba gibi ilgilenmektedir. Restorana sık sık
gelen deli dolu Jake Blount'a da büyük bir ilgi duymaktadır.
Jake
Blount nerede akşam orada sabah yaşayan bir adamdır. Öfkelidir.
Marksizmden etkilenmiştir. Kapitalizmi zenginlerin cebi dolsun diye
fakirleri sömüren adaletsiz bir sistem olarak görür. Okuyarak kendini
çok geliştirmiştir. Kapitalizmin bu adaletsizliğinin farkında olan diğer
insanlarla bir araya gelip eyleme geçme isteğiyle yanıp tutuşmaktadır.
Etrafındaki insanların cehaleti onu çok öfkelendirir. Singer'a öfkesini
anlatırken onun kendisini tamamıyla anladığı, onun da "bizden" olduğu
izlenimine kapılır. Oysa Singer hiçbir şeyin farkında değildir.
Dr.
Copeland zenci bir doktordur. O da tıpkı Blount gibi Marksçıdır. Ancak
toplumdaki maddi eşitsizlikten çok ırkçılık konusuna yönelir. Zencilerin
cahilliği ve ayaklanmaması nedeniyle öfkelidir. Oğullarından birinin
ismini Karl Marx koymasına rağmen hiçbir çocuğu kendi fikirlerini
paylaşmaz, hatta Marx'ın kim olduğundan bihaberlerdir. Bu nedenle
ailesinden kopuktur. Bu bakımdan Mick Kelly'ye benzer. Ailesinden
kopuktur. Bu arada, Singer'ın dinleyicileri, içlerindeki öfke ve
yalnızlık bakımından birbirine çok benzese de bir araya geldiklerinde
doğrudan iletişim kuramazlar. Singer onlar arasında bir köprü
niteliğindedir. Örneğin Copeland ve Blount çok benzer fikirleri
savunmalarına rağmen bir araya geldiklerinde birbiriyle asla
anlaşamazlar.
Dr.
Copeland karakteri aracılığıyla McCullers, 1930'ların sonunda Güney'de
ırkçılığın geldiği boyutu işler. Kölelik yıllar önce kaldırılmasına
rağmen ırkçı önyargılar toplumda hala sürmektedir. Zencilerin birçok
kamu alanına girişi hala yasaktır.
Karakterlerin
öfkesini, yazarın kendi öfkesiymiş gibi gerçekçi bir şekilde
hissettiğiniz müthiş karakter tasvirlerinden sonra kitabın en çarpıcı
bölümü olan üçüncü bölümde Singer, dostunun akıl hastanesinde öldüğü
haberini aldığı anda hayata küser. Artık dünyada kendisini
anlatabileceği kimse kalmamıştır. Tamamen yalnız hisseder ve bunun
altından kalkamayıp intihar eder. Onun intiharıyla birlikte 4 karakter
de büyük bir yıkıma uğrar. Buldukları huzur artık yok olmuştur. Onları
anlayan kimse kalmaz, hepsi bir tarafa saçılır.
FİLM
1968
yılında Robert Ellis Miller yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır.
Singer'ı Alan Arkin, Mick'i Sondra Locke oynar. Kimi kısımlar kitaptan
kesilip atılsa da aslına epey uygun bir uyarlama olarak karşımıza çıkar.
Örneğin Mick kitaptakinden daha büyüktür. Kitaptakinin aksine yalnızca
bir kardeşi vardır. Ralph'in Baby'yi kafasından vurma sahnesi filmde yer
almaz.
Sondra Locke'un ilk filmidir. Hem kendisi hem Alan Arkin filmdeki rolleriyle Oscar'a aday olsalar da ödülü alamazlar.
Karakter
tasviri ve coming of age sevenlerin, Harper Lee sevenlerin kaçırmaması
gereken bir roman ve yazardır. İçinde bol bol sistem eleştirisi; cahil
toplum içinde bildiğini anlatamamanın öfkesini yaşayan aydın karakterler
barındırır. Bu bakımdan günümüz toplumuyla ve bireyiyle çok paralel
özellikler taşır. İş Bankası Yayınları Modern Klasikler Dizisi'nden çıkan baskısı ve çevirisi şiddetle taviyedir. Filmi de çerez niyetine izlenebilir.
---
https://www.sparknotes.com/lit/lonelyhunter/