24 Eylül 2018 Pazartesi

Kitaptan Filme: Murtaza

Orhan Kemal'in 1952 yılında Vatan Gazetesi'nde tefrika edilen romanı. Aynı yıl Varlık Yayınları'ndan çıkar. Orhan Kemal'in uzun zamandır üzerinde çalışıp ancak on beş yirmi sayfa yazabildiği Murtaza karakteri, arkadaşı Yaşar Kemal tarafından Tunç Yalman'a anlatılır. Kısa bir süre sonra hikaye gazetede yayınlanmaya başlar. Orhan Kemal yıllardır yavaş yavaş yazdığı hikayeyi okura rezil olmamak için hızlıca bitirecektir. 1964 yılında kısa bulduğu kitabı genişleterek romana dönüştürür. Türk edebiyatı için önemli bir karakterdir. Melih Cevdet Anday, Adnan Binyazar, Hilmi Yavuz gibi eleştirmen ve yazarlar tarafından Don Kişot'a benzetilir Murtaza. Ayrıca üzerine yapılmış pek çok felsefi ve sosyolojik analizler mevcuttur.* İlk olarak 1965 yılında Tunç Başaran yönetmenliğinde Bekçi Murtaza ismiyle; daha sonra 1985'te Ali Özgentürk yönetmenliğinde Bekçi ismiyle iki kez sinemaya uyarlanır.

Hikaye 1941-47 yıllarında geçer. 1939-45 II. Dünya Savaşı'yla çakışan bu yıllarda, Türkiye'de savaşın etkilerinden korunmak için Varlık Vergisi Kanunu, Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu gibi kanunlar çıkarılır. Bu yeni kanunlarla birlikte hem halk hem de toprak sahipleri ağır bir ekonomik baskı altına girerler. Toprak sahipleri, makineli tarıma geçip ırgatlardan kurtulmaya, tarımı kapitalistleştirmeye, serbest ekonomiyi desteklemeye ve bu sayede büyük paralar kazanmaya meyillidir. Burada Demokrat Parti devreye girer. Tek partili iktidarın baskıcı politikaları altında ezilen ve kurtuluş yolu arayan halkın desteğini de arkasına alan Demokrat Parti yükselir. Değişen siyasi tercihlerle birlikte halkın profili de değişir. Üstünün (tek partili iktidar) talimatlarını kayıtsız şartsız yerine getiren, vazife için her an tetikte olan, canını vermeye hazır, milli duygulardan beslenen yurttaş profilinin yerini, yavaş yavaş kendi çıkarını düşünen, köşeyi dönmek için fırsat kollayan, iktidarı seçerken ekonomik çıkarlarını gözeten vatandaşlar alır. Bu bireyselleşmeyle birlikte toplumda iki sınıf oluşur: zenginler ve fakirler. Serbest ekonomiye yönelen Türk burjuvazisi, tek partili statükocu devlet yapısına artık sıcak bakmaz.

Murtaza karakteri statükocu devlet yapısını temsil eder. Çok partili yönetimi eleştirir. Yalnız çelişkili şekilde, zengin ve fakir ayrışmasından hiç rahatsız olmaz. Zenginleri över, kızına İzmirli zengin bir talip çıkınca gururlanır ve kendisi de fakir olduğu halde fakirleri hor görür. Bu arada kalmışlığı onu komik ve şapşal durumlara düşürür. Bu nedenle kitapta ona Don Kişot yakıştırması yapılır. Savaş yıllarında tek partili iktidar döneminden kalma askeri duruşu, görev bilinci, üstlerinin talimatlarını yerine getirme sadakati üst düzeydedir. Yalnız dönemin, iktidarın ve toplumun değiştiğinin farkına varmamış gibi komik bir hali vardır. Savaş yıllarından kalma tetikliğiyle ve çalışkanlığıyla vazifeyi her şeyin üstüne koyar. Savaşın sona ermesi ve etrafın sakinleşmesiyle birlikte boşalan "vazife" kavramının içini, kendisini sömüren patronlarının verdiği işlerle doldurur. Fabrika işçilerini kontrol etme görevini kutsal bir vazife gibi kabul edip sert disiplin cezaları ve eğitimlerle kontrol görevini sürdürmeye çalışır. Kendilerine sorun yaratmadığı sürece işlerine gelen patronlar durumdan hoşnutken; zaten sömürülüp hukuksuz koşullarda çalışan işçiler, kendi sınıflarına mensup bir kişinin kraldan çok kralcılık yapması karşısında küplere biner. Zaten en sonunda iş isyana kadar gider. Demokrat Partili işçiler hep bir ağızdan "CHP'li kontrolcü istemeyiz!" diye eylem yapar. Baskı günlerini hatırlatan Murtaza, varlığıyla ve temsil ettiği statükocu devlet zihniyetiyle tüm işçileri rahatsız eder. 

İşçilerin gözünden bakıp Kemalizm'i eleştiren, Demokrat Parti'ye de uzak olduğunu hissettiren Orhan Kemal, anlaşıldığı üzere sosyalist bir yazardır. Realisttir. Murtaza karakteriyle toplumsal gerçeklere ışık tutar. Romanda bir işçi sınıfı, bir burjuva sınıfı yaratır. İşçi sınıfına mensup olup burjuvaziyi öven şapşal bir karakter oluşturur. Bu karakterin milli duygularını, vazife bilincini olduğu gibi alıp kapitalist sistemin hizmetine sunar. Murtaza'yı sömürü düzeninde patronları için Hamster gibi hevesle koşturan komik ve karikatürize bir karaktere dönüştürür. Karakter üzerinden sesini çıkarmadan çalışan ve kendinden ödün veren düşük maaşlı çalışanları eleştirir bir bakıma. Ayrıca karakterin temsil ettiği devlet yapısının da artık günümüzde ne kadar eğreti durduğunu söyler.

Kitap ilk olarak 1965'te sinemaya uyarlanır. Tunç Başaran'ın yönettiği filmde senaryoyu Recep Ekicigil yazar. Murtaza'yı Müşfik Kenter canlandırır. Siyah beyaz bir filmdir. Kitaptan farklı olarak Murtaza'nın 6 yerine 4 çocuğu vardır. En küçük kız ve büyük oğlan hikayeden çıkarılır. Dolayısıyla kitaptaki baba-oğul çatışması da ekrana taşınmaz. Eski zihniyetin yeni zihniyetle çarpışmasını temsil ettiği için önemli bir kısımdır oysa. Yine kitaptan farklı olarak Kontrol Nuh'un kovulması ve fabrikada çıkan CHP'li kontrolcü istemeyiz isyanları filmde yer almaz. Politik olabilecek her türlü detay hikayeden çıkarılır. Üçüncü büyük ve önemli fark da Fen Müdürü Kamuran'ın Murtaza'ya yaptığı Don Kişot yakıştırması filmde geçmez. Aslında bir bakıma karakterin edebi değeri sinemada yok edilir. Filme kitaptan farklı olarak bir de namus teması eklenir nedense. Büyük kız kitapta zengin İzmirli talibiyle evlenip eve düzenli olarak para gönderen iyi bir kızcağızken, filmde tamirci Ahmet'le tren istasyonunun yakınında sevişen, gayrimeşru hamile kalıp evden kaçan şuh ve "orospu" bir karaktere dönüşür. Anlamsız ve sinir bozucu bir değişikliktir. Kitapta karısı da tüm gün fabrikada çalışıp bir de evde emek harcarken, sinema "kadın meselesini" elbette dile getirmez, anne karakteri dırdırcı ev hanımı olarak tasvir edilir. Yine başka bir önemli fark da, kitapta Murtaza'nın iki sayfada bir bakıp andığı Kolağası Hasan dayısının resmi filmde hiç gösterilmez.

Kitap daha sonra 1985 yılında ikinci kez sinemaya uyarlanır. Filmin senaryosunu Işıl Özgentürk ve Ali Özgentürk yazar. Fransa (CNC), Almanya (ZDF) ve Türkiye Asya Film) ortak yapımıdır. Venedik Film Festivali'nde yarışma hakkı kazanır, bu festivalde yarışan ilk Türk filmidir. 2 sene sonra Ömer Kavur'un Anayurt Oteli filmi de aynı festivalde yarışacaktır. Yine 1985 yılında Valencia ve Constantine film festivallerinde gösterilir. Murtaza'yı bu kez Müjdat Gezen canlandırır, en çok övgü toplayan performanslarındandır. Güler Ökten, Menderese Samancılar, Halil Ergün, Macit Koper, İhsan Yüce gibi dönemin çok ünlü oyuncuları kadroda yer alır.

Yılmaz Güney'in Yol filmiyle birlikte açtığı yoldan giden bağımsız Türk sineması yönetmenleri, uluslararası fonlardan faydalanmaları ve festivallere katılmaları sayesinde Avrupa'nın dikkatini çekmeyi başarır. 80'lerde politik ortamın gerginliği nedeniyle bariz politik filmler çekilemez. Bunun yerine birey tasvirleri aracılığıyla üstü kapalı politik atıflar kullanılır. Visconti, Antonioni ve Bergman gibi auteur'lerin ve Fransız Sinemasının estetik ve anlatım tekniklerinden ilhamını alan bu yeni nesil yönetmenler karakterlerinin yabancılaşmasını ve psikolojik buhranlarını uzun çekimlerle sahneye taşırlar. Türk sinemasında ilk olarak Ömer Kavur bu yöntemi benimser.  Fransız film okulundan eğitim alır. Kendi prodüksiyon şirketini kurarak bağımsız sinemacılık yapar. Uluslararası sinema fonlarından faydalanır, dünya çapında festivallere katılır, ana akımı çok da tatmin etmeyecek bir estetik anlayışı benimser. Kavur'un açtığı yolu takip eden yönetmenlerden biri, ilk yıllarında Yılmaz Güney'in asistanlığını yapmış olan Ali Özgentürk'tür. O da tıpkı Kavur gibi yabancı fonlar kullanıp festivallere katılır, Türk seyircisinin beğenisini ve filmin getireceği karı önemsemez. 1985 yapımı Bekçi de böyle bir filmdir ve Türk seyirciden pek ilgi görmez. Bunun sebebini iki maddede özetlemek mümkündür:

1) Ana akıma ve klişelere karşı sağlam duruşu, Türk sinemasının kabuklarını kırma hevesi takdir edilesi olsa da, bu filmler sansür ve baskı ortamı nedeniyle ne yazık ki orijinal metinlerdeki her türlü dünya görüşünü kırpmak zorunda kaldığı için verecekleri politik mesajları yarım yamalak verebilirler. Söyleyecek bir sözü olan toplumsal realist metinlerdeki dünya görüşlerini karakter tasvirine sığdırmaya çalışır, hiçbir şey söylemeden sadece resmederek hikaye anlatırlar. Dolayısıyla burada top izleyiciye atılır bir bakıma. Biz açıkça anlatamıyoruz, siz karakteri düzgünce analiz ettiğinizde anlayacaksınız tutumu benimsenir biraz. Bunu yapmak için izleyicinin de "kalifiye" olması gerekir. Bu yüzden bu tip filmler daha çok azınlık seyirciye hitap eder, ana akım tarafından çoğunlukla "anlaşılmaz" bulunur.

2) Ayrıca filmin yenilikçi anlatım teknikleri de izleyiciyi biraz ters köşeye yatırır. Örneğin, Zebercet (Macit Koper) bu filmde karşımıza palavracı bir tip olarak çıkar ve tuhaf hal ve tavırlarla tuhaf hikayeler anlatır. Yine Murtaza fabrikada hep bir ağızdan kendisine tepki olarak türkü söyleyen kadınları cezalandırmak için gece bahçede ağızlarını bantladığını hayal eder. Aynı şekilde, bahçede toplanıp hikayeler anlattıkları bir gün araya girip Kolağası Hasan Dayısının kahramanlıklarını işçilere anlattığını, vazifenin üstünlüğünü vurgulayıp hepsine bir süpürge fırlatarak çalışmaya teşvik ettiğini hayal eder. Yine bir gün Fen Müdürü yemekhaneye girdiğinde işçilerden ayağa kalkmalarını ister, kalkmazlar, bunun üzerine gece hepsini tel örgülerin ardına tıkıştırıp cezalandırdığını hayal eder. Filmin gerçekliğini sarsan, anlaşılması zor sahnelerdir. İzleyici afallar.

Filmde çıplaklık, gezici bakış açısı gibi modern ve dikkat çekici öğeler de vardır. Giriş sahnesinde karakterlerin ağzından Murtaza hakkındaki görüşlerini duyarız. Önceden metne hakim olan dikkatli izleyici, bu kişilerden her birinin toplumun bir kesimini temsil ettiğini, Murtaza gibilere toplumun nasıl bir pozisyon aldığını anlayacaktır. Örneğin kapitalizmin temsili Fen Müdürü, Murtaza'yı yere göğe sığdıramaz. Kontrol Nuh ise Murtaza'dan nefretle bahseder. 

Yine ilk film uyarlamasında olduğu gibi çocuk sayısı azaltılır, bu sefer 2 kıza düşürülür. Büyük kız yine namussuzlukla sınanırken küçük kızın kaderi zaten Murtaza tarafından öldürülmektir. Karısı da çalışmaz, balkonda fasulye ayıklayıp Akile halayla gülüşen mutlu bir tiptir. Kızının sevgilisi kapı önüne dayandığında çıkmasına göz yuman, kocasının şapşallıklarına gülüp geçen huzurlu bir kadındır. Romandaki anne karakteriyle tamamen alakasızdır. Fabrika'daki siyasi parti ayrışmasına yer verilmez. Don Kişot yakıştırması yoktur. Kitapta Murtaza bekçilik görevini yaparken gece ışığı yanan evleri basıp uyumalarını emreder, sokaktaki kedileri kovalar, vs. Toplumun düzenini sağlama görevine bunların da dahil olduğuna inanır. Filmde ise nedense fabrika kontrolcüsü olarak bunları yapar. Kimse de çıkıp sen kimsin, sana ne demez.

Filmin sonlarında değerli bir sahne vardır. Bu sahne Murtaza'nın analizi için kilit öneme sahiptir. Küçük kızını öldürdükten sonra kızın platonik aşığı Murtaza'yı yolda kıstırıp bıçaklar ve üniformasını üzerinden alır. Murtaza bir süre yerde baygın yattıktan sonra ayaklanıp göğsünü şişire şişire fabrikada yürür ve vazife her şeyden üstündür lafları arkadan duyulur. Burada Murtaza'nın vazife kavramı hakkındaki kafa karışıklığı son derece nettir. Emeğinin sonuna kadar sömürüldüğü bir fabrikada artık yorgunluğa dayanamayıp uyuklayan kızını vazifeye aykırı davrandığı gerekçesiyle öldürür Murtaza. Vazife ve iktidar kavramları hakkındaki kafa karışıklığı çok nettir. Benim üzerimdeyse ve zenginse mutlaka çok çalışmıştır ve hak etmiştir, o zaman ona itaat etmeli ve vazifemi yerine getirmeliyim mantığıyla sorgusuz sualsiz hareket eder. Kendisini emeğini sömürmek üzere kurulmuş bir sistemin üstlerine hevesle itaat eder. Kitaptaki Don Kişot'luk filmde de bu sahneyle birlikte kendini gösterir.

Filmin en son sahnesi de ilginçtir, gerçek bir karaktere atıf yapar. Orhan Kemal bu romanı yazarken gerçekten tanıdığı bir banka kapıcısından etkilendiğini söyler. Hatta yazarın arkadaşı Nurer Uğurlu bu kapıcıyı tanıdığını ve Murtaza'ya çok benzediğini söyler. Bir gün Uğurlu bu kapıcıya Murtaza'yı anlatır. Kapıcı A be bu adam beni nereden tanır? Bilir mi benim gibi bir adam yaşar Adana’ da, hemi de bu sıcakta (...) Neden yazar beni kitaplar? Ya okurlarsa amirlerim, bu yolda istemem laubalilik! der. Filmde de son sahnede Murtaza'nın Fen Müdürü Kamuran'la birlikte bir bankada kapıcı olarak çalışmaya başladığını görürüz. Bir genç adam Orhan Kemal'in Murtaza kitabını getirip Murtaza'ya gösterir. O da benzer bir tepki verip genç adamı kovalar. Karakterin yaratıcısı Orhan Kemal, karakterin kendisiyle birleşip gerçek kapıcıya selam çakarlar adeta. Gerçeklikle kurgunun iç içe geçtiği, keyifli bir sahnedir.

İyi okumalar, iyi seyirler.

---------------------------------------------------------
KAYNAKÇA
* Murat Akser, Turkish Independent Cinema: Between Bourgeois Auterism and Political Radicalism

18 Eylül 2018 Salı

Kitaptan Filme: Anayurt Oteli

Yusuf Atılgan'ın ikinci romanı Anayurt Oteli, 1973 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yayınlanır.  Bireyi, yalnızlığı, yabancılaşmayı işler. Varoluşçulara, Albert Camus'nün Yabancı'sına göz kırpar. Freud'un Oedipus Kompleksi ve Unheimlich makalesi gibi psikanalitik yaklaşımlarıyla çözümlenebilecek bir karakter olan Zebercet, Türk edebiyatının en önemli karakterlerindendir. 1986 yılında Ömer Kavur tarafından aynı adla sinemaya uyarlanır.

Zebercet'in yalnızlığı 

Anayurt Oteli bir yalnızlık romanıdır. Zebercet toplum tarafından sürekli olarak dışlanmış, küçümsenmiş, ezilmiş; en sonunda kendini toplumdan tamamen soyutlatıp otele sığınmış bir karakterdir. Otelin isminden de anlaşılacağı üzere, otel onun sığındığı annesi gibidir. Ankara treniyle gelen kadını gördüğünde yıllarca kale olarak kullandığı otelin düzeni bir anda bozulur. Zebercet, kadını elde etmek için güvenli kalesinden dışarı adım atmayı göze alır. Yine de kimseyle bağ kuramaz. İçkili aşevine gittiği zamanlarda, kendi masasına gelip birlikte içmeyi teklif eden kişileri reddeder. İnsan içine karışmak için horoz dövüşüne gittiğinde tanıştığı Ekrem'i otele davet edecek cesareti bulamaz. Yalnızlık onun için artık mutlak bir hale dönüşmüştür.

Zebercet vs. Meursault

Kitap boyu Meursault'ya, Yabancı'ya, Saçma'ya ve Varoluşçulara atfedildiği belli olan kısımlar vardır. Paralel hikayelere sahip olsalar da, ikisini ayıran temel unsurlar mevcuttur: Meursault bağlamsız, geçmişsiz ve geleceksiz bir angaje edebiyat karakteridir; yazarı tarafından yaratılma sebebi Saçma felsefesini açıklamaktır. Zebercet ise topluma maruz kalmış ve taşrada yetişmiş, bu hale gelişinin sebepleri irdelenebilecek gerçekçi bir karakterdir; yazarı tarafından bireyin yalnızlığını tasvir etmek için yaratılmış bir edebi karakterdir.
- Sağolun. Yabancı mısınız? - Efendim? - Yabancı mısınız? İş günü de ondan sordum.

Ay buyurun yabancı mısınız hayır evet yabancı gibiyim...
Kendini topluma yabancı hissedişi toplumun ona yaptıklarından kaynaklanır. Meursault'nun aksine Zebercet'in geçmişine, çocukluğunu, hatta anne ve babasının çocukluğuna gideriz. Onu bu noktaya getiren, olduğu kişi olmasında onu etkileyen kişilerin bir haritasını çıkarma fırsatımız olur. Zamanında farklı ilişkiler kurmuş olsa, şefkat görmüş ve sevilmiş olsa Zebercet bugün daha farklı olacaktır.

Zebercet de Meursault gibi öldürür. Meursault gözüne güneş gelince bundan anlık rahatsız olup Arap'ı öldürürken; Zebercet iktidarsızlığı nedeniyle anlık öfkelenip kadını boğar. İkisinin de öldürme gerekçesi içgüdüleridir. Geçmişinden, toplumundan, bağlamından kopuk Meursault "anlık" içgüdüleriyle öldürürken; geçmişi, içinde yaşadığı bir toplumu, bağlamı olan Zebercet geçmişte bastırdığı içgüdüleri tarafından öldürmeye sürüklenir. 

Zebercet de Meursault gibi varoluşunun anlamını sorgular. Herhangi biri Ölüm'ü istediği an gerçekleştirebiliyorsa, bu Doğum'u ve onun Varoluş'unu anlamsızlaştırır.
Bilemiyorum nedensiz olamaz mı ağır bir söz söylemek vurmak ya da konuşmamak vurmamak bir şeyler uydurmamı istiyor yaptığımı yasaların daracık bir bölümüne sığdırmak
Meursault hayatına yön verecek seçimler yaparken "Ça m'est égal" (Benim için bir) lafını kullanır. Boşvermişlik anlamı taşımaz, sadece herhangi bir seçeneğin diğerinden üstün olmadığını, öyle bir üstün değer olmadığını düşünür. Bir seçeneği diğerinden üstün kılan her türlü bağlamdan kopuktur. Zebercet beklediği kadınlar gelmediğinde "Canı cehenneme" der. İlgisizliği Meursault'yu andırsa da, Zebercet'in lafında boşvermişlik vardır. Daha önce inandığı üstün değerleri yitirdiği için artık boşverir. Öfkeyle karışık olarak bu boşvermişliğini ilan eder.  

Albert Camus varoluş özden önce gelir felsefesiyle insanın doğumunun anlamsız olduğunu, insanın seçimleriyle yaşamını anlamlı hale getireceğini düşünür. Bu anlamsızlık karşısında pesimist olmaktansa her zaman iyi seçimler yaparak anlamlı bir yaşam sürebileceğimizi söyler. Yusuf Atılgan da bu anlamsızlığı optimist algılamamız gerektiğini düşünür, Zebercet’in intiharından sonra yaptığı ufak bir kurtulma hamlesi karşısında şunları söyler:
Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak?...

Ölüm teması
… tenekeden kesilmiş, koyu yeşil üstüne ak harflerle OTEL yazılmış ok biçimi bir gösterge çakılı, ama yıllar sonra çivilerden biri çürüyüp kopunca okun ucu aşağıda dönmüş toprağı gösteriyor, otelin yeraltında olduğu sanısını veriyor insana.)
Kitabın başında, oteli tarif ederken yapılan bu “bir ucu toprağı gösteriyor” tanımıyla yazar aslında en baştan itibaren ölüm çağrışımları yapar. Yine de “yeraltında olduğu sanısı” ifadesiyle esprili bir anlam yükleyip okuru acımasızca uyutmayı başarır. Hikayenin burada sona atıf yaptığını bilmeyen okur, başına geleceklerden habersiz tatlı tatlı okumaya devam eder.
yer yer boyaları dökülmüş göstergenin sarktığını, ucunun toprağı gösterdiğini görmüştü birden.
Tekrarlar kitapta önemli bir yere sahiptir. Yazar anlam yüklediği imgeleri çoğunlukla kitapta çok kez tekrarlar. Kitabın başında geçen bu bir ucu toprağa bakan tabela öğesi, romanın sonunda, Zebercet’in sona en yakın olduğu anlarda tekrar geçer.
Sürücü başını salladı; gülümsedi. O da gülümsedi; 'Özür dilerim' dedi. Kaldırımdan geçenler de durmuş gülümsüyorlardı. Hızlı hızlı yürüdü, tatlı bi kazaydı bu; ama insanın ölmesi nasıl da kolaydı. 
Sokakta giderken kendisine çarpacak bir arabadan son anda kaçar. Bu kaza sonrasında, kazada rol oynayan herkes bağlamla alakasız bir şekilde birbirine gülümser. Ölümden kurtulmuş olmanın tatlı sevinci, ölümün kolay oluşunun acımasızlığıyla tezat oluşturur. Yazar burada ölümü gülümsemeyle ilişkilendirir, bu tezatla okurun tüylerini ürpertir.

Buraya kadar hikayenin baş kişisi değil, yazar, çeşitli betimlemeler aracılığıyla ölüme işaret eder. Buradan sonra Zebercet'in bakış açısıyla ölüm fikri işlenir. Zebercet için dönüm noktası, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının gidişi üzerinden tam bir hafta geçmişken, odasına girdiği sırada yukarıdan gelen bir gürültü nedeniyle ürküp elindeki çay bardağını düşürmesidir. Bir haftadır büyüsünü bozmak istemediği için açık lambasını bile söndürmediği odanın Zebercet’te uyandırdığı umut hissi, düşüp kırılan bardakla birlikte parçalanır. Ertesi gün Emekli Subay’ın da otelden çıkış yapması bu umutsuzluğun üzerine tüy diker. Birkaç kez gecikmeli Ankara treniyle gelen kadını merak edip soran Emekli Subay’ın da aslında kadını beklediği için otelde kaldığını sanan Zebercet, Emekli Subay’ın otelden ayrılışını, artık kadının gelmeyeceğine ikna olması ve beklemekten vazgeçmesi olarak yorumlar. 

Kadının geri geleceğine dair umudunu yitirdiği birinci haftanın sonunda, artık gelen müşterilere oda yok yalanını söylemeye başlar. Yalnızca 6 numaradaki adam ve kadına oda verir. Adam Zebercet’e bir tanıdığı gibi bakar, belki Zebercet bu yakınlığa ihtiyaç duyduğu için onlara bir ayrıcalık yapar. Belki de evli olmadan birbiriyle kalan bu çiftin “düzen dışılığını” kendine yakın hisseder, onlara anlayış ve merhametle yaklaşır. 

Zebercet, Ethem’le Horoz dövüşünde tanıştığı günün akşamında, geçmişi düşünürken Faruk dayısının 19 yaşındaki intiharı aklına gelir, ürperir. Bu ürpertiden, Zebercet’in intihara ilk olarak bu anda karar verdiğini çıkarırız

Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının köyde ziyaret ettiği Baytar beyin adamları, kadının unuttuğu havlusunu almaya geldiklerinde Zebercet’i yatağa bağlamak için odaya çamaşır ipini getirirler. Fikren kararını verdiği intiharı ilk kez bu noktada somutlaştırır. İntihar aleti de artık hikayeye dahil olmuştur.
Dayanacak mıydı ağırlığına on sekiz gün sonra? Neden, neyi bekliyordu? Yatağı titredi. 28 Kasım’da olursa süreksizliğin, tutarsızlığın, saçmalığın bir anlamı mı olacaktı sanki?
Dinleyici olarak katıldığı duruşmanın 28 Kasım gününe ertelenmesi üzerine, Zebercet de kendi intiharı 28 Kasım’a erteler. Günlerinin dolmasını beklerken, “Ne ölüyüm, ne sağım.” der. Saçma’lık başını döndürmüş, yaşamının anlamını yitirmiştir. Olanaklardan birini seçti seçeli, intihara karar verdiğinden beri artık kendine tutunacak bir dal bulmuştur, uykuları daha rahattır. 28 Kasım’a 18 gün kala, beklemenin anlamsız olduğuna karar verip harekete geçer.
İpi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. Ayaklarıyla masayı itip aşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu.

Özgün anlatım, bilinç akışı, tekrarlar

Kitabın bölüm isimleri ilginçtir. İlk olarak Kasaba, Otel, Zebercet, Ortalıkçı kadın, Kedi, Odadaki iki havlu gibi başlıklarla bölümler karşımıza çıkar. Bu bölümler absürt ve yer yer “kopuk” bir havaya sahiptir. Klasik roman kalıplarının dışına çıkılır, özgün bir anlatım benimsenir. Zaman akışı kronolojik değildir, aynı paragrafta geçmişe ve bugüne, arada geçiş yapılmaksızın sıçramalar mevcuttur. 

Başlangıçtaki bu kopuk başlıkları, gün isimlerini içeren başlıklar takip eder. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının gelişinden üç gün sonra hikaye anlatımı başlar. Her gün ayrı bir başlıkta anlatılır. 

Romanın en ayırt edici özelliklerinden biri içerdiği tekrarlardır. Zaten genel itibariyle Zebercet’in her gün tekrar eden bir rutini vardır. Her sabah erkenden ortalıkçı kadını kaldırır, odaları temizletir, yemeği yaptırır, gelenleri karşılar, gidenlerden para alıp zarflara bölüştürür, tıraş olur, çay demler, iki bardak çay içer, haftada 3 kere tıraş olur, vs... Her günkü rutininin dışına çıkması da enderdir ve bunu da kurallar çerçevesinde gerçekleştirir. Dışarı çok nadiren çıkar, çıktığında iki işini bir arada halletmeye özen gösterir, örneğin otelin vergisini postaneye gittiği gün yatırır. 

Bu rutin Zebercet’in varoluşunu sürdürme biçimidir. Rutini bozulduğu an hayatında yavaş yavaş çatırdamalar olur, varoluşu anlamsızlaşır, onu sona götüren yolda yürümeye başlar. 

Bu tekrar eden rutinin yanı sıra, çeşitli simgeler romanda tekrar tekrar karşımıza çıkar. Örneğin dişçi, dört köşe bıyık, ne ölüyüm ne sağ, aşağı bakan otel tabelası, Faruk dayısının intiharı, iki ucu aşağı bakan ağzı ve burnu, iki ucu yukarı kalkan ağzı ve burnu, aynaya bakınca gördüğü ancak başkalarına sorunca var olmadığını öğrendiği bıyığı, vs... Bu tekrarlar romanda iki tiptir. 1) Leitmotifler: Simgeledikleri şeyi okura vurgulamak için tekrarlanırlar. Bıyık gibi. 2) Bir şeyi simgelemeyen tekrarlar: Hayat görüşü kendi rutininden ibaret yalnız Zebercet’in zihninden geçenler bilinç akışı yöntemiyle anlatılır,  Zebercet’in zihninde sınırlı sayıda “olay”, “kişi” olduğunu ve bunları tekrar tekrar düşündüğünü görürüz. Örneğin, dişçi romanda hiçbir şeyi simgelemeyen bir karakterdir. Yalnızca gelip geçen müşterilerden biridir. Çok konuşkan olduğu için Zebercet onunla bol bol muhabbet etmek zorunda kalır. Bu şekilde Zebercet’in zihnine kazınır. Muhtemelen uzun uzun muhabbet ettiği iki üç kişiden biridir.

Anlatımda bilinç akışı yöntemine sık sık başvurulur. Zihninden geçenleri okurken bir anda otelden giren bir müşteri araya girer, anlatım yarım kalır, sonraki paragrafta konu değişir, örneğin. Kestaneci kendisine hakaret ettiğinde ilk önce oradan kaçar, sonra sayfalarca bilinç akışı yapıp diğer olanaklara, yapmadıklarına kafa yorar.

Bıyık, tekinsizlik (Unheimlich), bilinç dışı

Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın otele giriş yaptığında Zebercet'in dört köşe bir bıyığı vardır. Ertesi gün gerçekte kendisi bıyığını keser. Emekli albay, bıyığınız size yakışıyor, dediğinde şaşırır. Sabah tıraş olurken bıyığını kesmediğini sanar. Aynı günün akşamı aynaya baktığında bıyığının orada olduğunu görür. Ertesi gün berbere bıyığımı da kesin dediğinde, "çok şakacısınız" tepkisi alır. Ona göre bağlamla alakasız olan bu yanıt, okura Zebercet'in ruh haliyle ilgili ilk tüyoyu verir. Aslında berbere geldiğinde bıyığını kendisi çoktan kesmiştir ama aynada kendini bıyıklı görür. Berber tıraşı bitirince aynaya tekrar bakar, o zaman aynada bıyıksız olduğunu görür. 

Bıyık leitmotifi tüm kitap boyunca tekrar tekrar karşımıza çıkar. Kitabın en önemli imgesidir.  Erkeklik, güç, iktidar, otorite anlamlarını taşır.

Bıyık ve bıyıksızlık iki farklı yüz ifadesiyle tanımlanır. Bıyığı varken ağzının iki kenarı ve kaşları yere doğru bakar. Kadının odasındaki aynaya bakarken kaşları iyice aşağı bakar. Belki hayran olduğu bir kadını mevcut silik karakteriyle etkileyemeyeceğini bilmenin verdiği keder ve ağırlıktır. Kendini çoğu zaman babasıyla, Fatihli'yle özdeşleştirdiğinden, gerçek benliğinin bu zayıflığından kaçar. Sanki bilinci dışında hareket eden bir mekanizma ona bıyığını kestirir. Freud'un Unheimlich (Tekinsizlik) makalesinde bahsettiği gibi, aslında doğuştan beri onunla birlikte olan ama o güne kadar bastırdığı her şeyi depoladığı yerden fırlayan karanlık ikizi ortaya çıkmış, kontrolü ele almıştır. Bıyığı, kendisiyle birlikte büyüyen ama kendisine yabancı olan bu karanlık ikiz (bilinçdışı) tarafından kesilmiştir. Zebercet'in bıyıksızlığı (iktidarsızlığı) bugüne kadar hep bastırmış olduğu çıkarımı yapılabilir. Yalnız berbere gidene kadar aynaya baktığında bıyığını görmeye devam eder. Belki de bu karanlık ikiziyle hala bir çatışma halinde olduğunu, kendi seçimlerini kabullenmeyişini, görmezden gelişini ve kendisini farklı olarak görüşünü simgeleyen bir haldir. 
Aynaya baktı: bıyığı yerindeydi; ama burnu biraz yukarı kalkmış gibiydi.
Aynaya bakıp bıyığının olduğunu sandığı zamanlarda, bıyıklı haline eşlik eden aşağı sarkık yüz ifadesi yerine kalkık bir burun görür. Bu, aslında kendisinin de bıyıksız olduğunu görebildiğini, ama kendisini bıyıklı kabul etmeyi tercih ettiğini gösteriyor olabilir.
Kimi ayrıntılar ya da belli bir ayrıntı (28 kasım gibi) önemsendiğinde, bir kesinlik arandığında (tam bir gün aynaya baktıkça yerinde gördüğü bıyığını bir uzmana götürüşü gibi) dolaylı da olsa başkalarının saptamı, tanıklığı gerekliydi.

Bu bıyık sorununu kolayca kapayamayacaktı demek. Sorması gereksizdi; adam kesinlikle 'vardı' ya da 'yoktu' dese bile durumu aydınlatmayacaktı bu.
Kendi varlığını tanımlamak için başkalarının tanıklığına, saptamına muhtaç olduğunu düşünse de, bıyık meselesinde diğerlerinin ne söylediği önemli değildir. Kendi içinde çözmesi gereken bir meseledir bu. Tamamen kişiseldir. Kendisine yabancılaşan benliğiyle kendisi arasındadır. Dışarıdakilerin gözlemiyle çözülebilecek basit bir sorundan ziyade, çok katmanlı, bilinmeyeni bol bir yapıya sahip kompleks bir sorundur.

Zebercet'i bıyıksız bırakan (bastırdığı iktidarsızlığını gün yüzüne çıkaran) bilinç dışı, bu noktadan sonra kontrolü ele alır. Zebercet gerçekte de berbere gidip bıyığını kestirir, berberden çıktığı andan itibaren kendini bıyıksız görmeye başlamasından, karanlık ikizine kontrolü verdiğini çıkarabiliriz. Bastırdığı duygular bir bir açığa çıkmaya başlar. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının çıkışından itibaren ortalıkçı kadınla ilişkiye girmeyi istemez. İlişkiye girmek istediği akşam da iktidarsızlık yaşar, öfkelenir, kadını boğar. Burada yine karanlık ikiz devrededir. Zebercet'i bir tabu olarak bilinçaltımıza süpürdüğümüz ölümle yüzleştirir. Zebercet öldürme sebebini kendi kendine sorduğunda yanıt veremez. Bilinciyle açıklayabildiği bir gerekçesi yoktur. Ona bıyığını kestiren mekanizma kadını boğdurur. Yine bilinçaltına süpürdüğü eşcinsel eğilimleri Ethem'le birlikte açığa çıkar. Son günlerinde evinde sayıklarken eşcinsel fantezileri gün yüzüne çıkar.

Tüm bu suçların Zebercet’in bilinçaltında bastırılmış olduğunu varsayıyorsak, bunları bastırmak zorunda kaldığı durumlar atlatmış anlamı çıkar. Anlaşılan o ki yaşadığı toplum daha önce Zebercet’e öldürme isteği, eşcinsel arzular yaşatmıştır, ancak o bunları bastırır.

Zebercet'in geçmişi, Faruk, Ahmet, Fatihli

Kitabın kimi kısımlarında geçmişe dönüş yapılır. Bu kısımlarda Zebercet’in karakter oluşumu için kilit öneme sahip karakterlerden bahsedilir. 

Zebercet’in annesi Zebercet ilkokulu bitirdiğinde ölür. Bundan sonra Zebercet sevgi, şefkat arasa da başkalarından, toplumdan karşılık bulamaz. Annesinin ölümü Zebercet’in yabancılaşmaya başlama sürecinin başlangıcıdır. 
dayım boğar mıydı bıraksalar bilinir mi sonuna dek gitmekten korkar mıydı korkmamış olanakların sonuncusuna varınca kendini asmasaydı şimdi buruşuk yüzü sırtı eğik bastonuyla parktaki yaşlı adam gibi...
Babası Ahmet Efendi nüfus katipliği yapar. Buraya işlem yaptırmak için gelen Faruk’un ağabeyi Rüstem Bey'le tanışır. Ahbaplıkları ilerleyince bir akşam konağa yemeğe davet edilir. Burada annesi kapı aralığından kendisine gösterilir. Beğenir, evlenirler. Zebercet erken doğar. İlkokulu bitirdiği sene annesi ölür. Askerden döndüğünde de babası ölür. Otelin idaresi Zebercet'e kalır. Zebercet bıyığı, erkekliği, iktidarı hep babasıyla bağdaştırır. Horoz dövüşünde genç Ethem'le tanıştığında ona kendisini Zebercet değil, Ahmet olarak tanıtır. Babası onun için bir alter egodur. 

Zebercet'in geçmişiyle ilgili başka bir detay da askerlik anılarıdır. Askerdeyken Fatihli isimli arkadaşıyla aynı yatakhanede kalırlar. Fatihli burada terlikle ona "şaka" yapar. Otoriter ve güçlü bir karakter olan Fatihli'yle yakınlığının devam etmesi için onun istediği her şeyi yapar, ona hizmet eder bir bakıma. Fatihli de Zebercet için baba figürünün taşıdığı erkekliği, iktidar, otorite özelliklerini temsil eder. Fatihli'nin ismi Serdar'dır. Mezarlıkta görüp otele davet ettiği hayat kadını gelirse ona göbek adını Serdar olarak tanıtmayı düşünür. Zebercet'in bir başka "alter egosudur".

Emekli subay, suç, ceza 

Emekli subay karakteri ilginç bir karakterdir. O da Zebercet gibi günlük rutinlere sahiptir. Her gün pantolonunu terziye ütületir, tıraş olur, aşağı inip gazetesini okur. Zebercet Emekli Subay'ın da kendisi gibi kadının dönüşünü beklediğini düşünür. Bir yandan onunla rekabet eder, bir yandan da birliklerinden güç alır. Bir hafta boyunca aynı mekanı sessizce paylaşırlar. İkisi de fazla konuşmamak için önlerine birer gazete, kitap kalkanı koyar, her an tetikte beklerler. Zebercet'e tüm rutininin sarsılmaya başladığı huzursuz anlarında güç veren Emekli Subay, otelden çıkış yaptıktan sonra iki kez daha hikayeye dahil olur, her ikisinde de ilahi bir şekilde Zebercet'e destek olur.

İlk olarak Emekli Subay'ın kendi öz kızını boğduğunu ve polislerden kaçtığını öğrenir Zebercet.
Kızını boğmuş... Yeryüzünde her şey olağandı. İkisi de bir yakınlarını boğmuşlardı. İlk dört gün o kadını bekliyor sanmıştı. Beklemiyor muydu? Kızıyla bir yerde görmüştü belki; ya da benzetmişti, "Kaçmış. Kaçılır mı boyuna?"
Ortalıkçı kadını boğduktan sonra girdiği panik halinden sıyrılır bu haber sayesinde. Adamın kaçabilmesi, yaşamaya devam edebilmesi, rutinini sürdürebilmesi ona anlık bir umut verir.
Bilemiyorum nedensiz olamaz mı ağır bir söz söylemek vurmak ya da konuşmamak vurmamak bir şeyler uydurmamı istiyor yaptığımı yasaların daracık bir bölümüne sığdırmak

Yorumlar, nedenler önemsizdi; kesin değildi. Önemli olan insanın edimleriydi. Değişmez tek bir kesinlik vardı insan için; ölüm.
Son olarak gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının unuttuğu kırmızı havluyu almak için iki köylü geldiğinde, Emekli Subay imgesi bir kez daha devreye girip Zebercet'i içine düştüğü durumdan kurtarır. Adamlar havluyu mutlaka ister, "kirli" olduğundan vermek istemediği için yalan söyleyen Zebercet'i tehdit ederler. Zebercet onları oylamak için Emekli Subay'ın kaldığı 2 numaralı odaya çıkarır, odayı kadının odası diye tanıtır. Bir anda karşılarında, kadınınkinin aynısı kırmızı havluyu görürler. Emekli Subay da aynı havluyu kullanıp otelde unutmuştur. Aradıklarını bulan adamlar Zebercet'i rahat bırakır. Emekli Subay bir kez daha zor durumdaki Zebercet'e destek olmuştur. Bu bakımdan romanda kendini en yakın hissettiği karakterlerden biridir. Emekli subay; Ahmet Efendi, Fatihli gibi özenip olmak istediği iktidarlı/otoriter bir karakter değil; aksine kendisi gibi toplumu karşısına almış bir suçludur. Zebercet'ten farklı olarak bu süreci kaçarak atlatacak motivasyonu vardır; belli ki "yaşamak" arzusunu sürdüren bir motivasyonu, keşfettiği bir anlamı vardır. Zebercet emekli Subay'ın kaçtığını duyunca kendisinin göremediği bir anlamın olabileceğine dair anlık umutlansa da bu umudu güçlendirecek bir dayanağı olmadığı için intihar kararından vazgeçmez.

Film uyarlaması, psikanaliz

Anayurt Oteli, 1986 yılında Ömer Kavur yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır. Darbe sonrası bireye yönelen sinemanın önemli örneklerinden biri olarak kabul edilir. Macit Koper, unutulmaz bir Zebercet karakteri yaratır. Ömer Kavur, kitaba çok sadık kalmakla birlikte, hikayeye çok minik ama derin dokunuşlar yapar. Okurun Zebercet karakterini analiz etmesini kolaylaştırır bir bakıma; ayrıca bağlama arka plana biraz siyaset katmaya çalışır. 

Örneğin, Zebercet'in annesinin fotoğrafına baktığı sahnede, annesini gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın olarak görür. Zebercet'in psikanalitik yaklaşımla okunması gerektiğini öne sürerek izleyiciye bir bakıma rehber olur. Kitapta Zebercet'in kadın ve annesi arasında kurduğu ve ancak psikanalizle ortaya çıkabilecek bağ açıkça söylenmezken, film bunu yüksek sesle söyler. 

Toplum için edebiyatı savunan, siyasi toplumsal romanlar yazan dostu Vedat Türkali, Yusuf Atılgan'ın bireyi romanlarının merkezine yerleştirerek onu siyasetten soyutlamasına kızar. Eski bir Komünist Parti üyesi olan, hapse atılıp mesleği elinden alınan, daha sonra köye yerleşip sessiz bir yaşam süren Yusuf Atılgan ise siyasete karışmamakta kararlıdır. Romanda bireye odaklanır. Filmde ise darbe tarihlerine atıf yapılarak siyasete belli belirsiz gönderme yapılır. Bireyin içinden çıktığı toplum geçirdiği siyasi sürece dikkat çekilir.
Ben istedim ki filmi günümüze taşıyayım. Üç tane darbe görmüş bu ülkede yaşayan, iletişim kuramayan bir adamın hikayesi. Zebercet’in filmin başında bir monoloğu vardır. Önemli tarihleri söyler. Şu yaşta ilkokula gittim şu yaşta sünnet oldum şu yaşta annem öldü. O tarihlerin her birinin bizde bir darbe tarihi olduğu görülebilir. Dikkatli de bir seyirci, o ilişkiyi kurabilir. Ve aslında yapmak istediğim, o bakışı bir anlamda gizli fakat faşizan bir dünyayı anlatabilmek; bir taşra dünyasını anlatabilmek. O iletişim sıkıntısı içinde olan ve yalnızlık çeken ve tek isteği belki bir insan sıcaklığı olan o adamın, o yalnızlığını verebilmek. Romanda zaten var olan bir şeydi o, günümüze taşımak yaptığım tek şey değişiklikti.*
Yine filmde aynada gördüğü ancak gerçekte olmayan bıyık sahnesi, ancak dikkatli okurun kitapta fark edebildiği bıyık imgesinin önemine daha ilk sahneden dikkati çekmesi bakımından önemlidir.

İyi okumalar, iyi seyirler.

---------------------------------------------------------------
* Filmloverss, Ömer Kavur