22 Aralık 2023 Cuma

Film: Jeanne Dielman, 23, quai du Commerce, 1080 Bruxelles

Belçikalı yönetmen Chantal Akerman'ın 1975 yapımı filmi. Sight and Sound dergisinin on yılda bir yaptığı anketin 2022 ayağında tüm zamanların en iyi filmi seçildi. 200 dakikalık bel ağrısı garantili süresi ve süper monoton temposuyla sonunu getirmek tam bir challenge. Ama bir şekilde hem izlerken, hem sonrasında aklınızı uzun uzun meşgul ediyor. Bu "tüm zamanların en iyi filmi" etiketi, benim gibi etiket filmlerden özellikle kaçanlar için biraz itici bir unsur olabilir. Umarım siz de bu etikete henüz maruz kalmadan filmi açıp izlemişsinizdir. 

Chantal Akerman henüz 18 yaşında, Belçika'da sinema okulunda öğrenciyken çektiği ilk kısa filmi Saute ma ville ile başlıyor yönetmenlik kariyerine. Aşırı düşük bütçeyle çekilmiş bir film. Kendisi oynuyor, fonda müzik mırıldanan kadının sesi de muhtemelen kendisine ait. Bir kadının mutfaktaki rutinlerini izliyoruz. Bu mutfak önemli, çünkü tam 17 yıl sonra çektiği Jeanne Dielman'da da aynı mutfağı mekan olarak kullanıyor. Ev, mekan olarak mutfak kullanımı, mutfağın içinde toplumsal cinsiyet rolleri açısından kadının konumu gibi temaları henüz kariyerinin en başında işlemiş. Bunlar, Akerman sinemasının belirleyici unsurları. Anarşist bir tavırla toplumsal normları eleştiren bir hiciv gibi. Mutfakta yemek yapmak, temizlik yapmak gibi gündelik hayatta kadının "görevleriyle" özdeşleştirilen şeyleri kaosa, bir yıkıma dönüştürüyor film. Mutfak savaş alanına döndükten sonra finalde mutfağı kendisiyle birlikte patlatıyor. Bu sahne, kadının toplumsal cinsiyetle kendisine atanan görevlerine ilişkin filmin söylediği şeyi belirginleştiriyor. 

1970'lerin başında Belçika'daki sinema okulundan ayrılarak bursla New York'a gidiyor ve sinema okuluna orada devam ediyor. New York dönemi, Akerman sineması için belirleyici. Çünkü Akerman ilk sinemaya başladığında Fransız Yeni Dalgası'ndan, Godard'dan etkilenirken, New York'a taşındığında dönemin yeraltı sinemasıyla ve deneysel avant-garde sinemayla tanışıyor. La Chambre isimli diyalogsuz kısa filmi (1972) bir deneysel sinema örneği. Chantal Akerman o dönemde deneysel filmler çeken Kanadalı yönetmen Michael Snow'dan çok etkileniyor. Wavelength (1967) 45 dakikalık bir film. Bir odanın içinde kamera belirli bir noktaya fikslenmiş, 45 dakika boyunca yavaş yavaş fikslendiği yere doğru yaklaşıyor. Bu yaklaşma süresince odaya girip çıkan insanlar, duyulan sesler aracılığıyla bazı bilgilere sahip olsak da filmin ilgilendiği tek şey kameranın hareketi. Odaklanılan şey de duvardaki deniz, dalga görüntüsü. Deneysel sinema tarihinde çok önemsenen bir film. Sinemasal anlatının klasik anlatıdan kopmasının en iyi örneklerinden biri. Bir diğer filmi de Akerman'ın daha da çok sevdiği, en çok etkilendiği film 1971 yapımı La région centrale. 180 dakikalık bir film. Yönetmenin Ontario'da bir dağa yerleştirdiği, mekanik düzeneğe oturtulmuş kameranın uzaktan idare edilerek çektiği, yakalanmış görüntüler. Birbirinden farklı süreler kullanılıyor. Kamera bazen çok hızlı dönerken bazen uzun süre tek bir noktaya bakıyor. Sinemasal zamanla kurulan bağı tamamen yıkan bir film. Seyircinin belli tempodaki olay akışına kafasında belirlediği belirli süreler oluyor. Örneğin aşırı entrikalar dönen bir aksiyon filmi 180 dakikaya uzasa izleyicinin garibine gitmezken, bir sanat filminin 180 dakika sürmesi izleyiciye fazla gelebiliyor. Bu filmde Michael Snow, seyircinin kafasında oluşan bu beklentiyi yerle bir ediyor. Dakikalarca sabit bir noktaya baktıktan sonra hızla kamerayı döndürerek seyirciyi huzursuz edebiliyor. Bu filmin süresiyle ilgili ne bekleyeceğine ilişkin bir yabancılaşma yaşıyor izleyici. Akerman bu filmi izlediğinde sinema, sinemadaki zaman, zaman ve mekanla kurduğumuz ilişki bakımından belirleyici bir deneyim yaşamış. Daha sonra da kendi sinemasında göreceğimiz bir şey, sinemasal zamanın bir aktör olarak kullanılması.  

Chantal Akerman sineması için "akmıyor" yorumu sık kullanılıyor. Akerman, izlerken zamanın hissedilmesini, insanların saatlerine bakmasını bir övgü olarak alıyor. Filmlerini izlerken seyircinin zamanı hissetmesini istiyor, böyle bir dünya anlatıyor. 

Zaman aktörünün en yoğun hissedildiği film, Akerman'ın ikinci uzun metrajlı filmi, 1975 yapımı Jeanne Dielman. Filmin tam adı Jeanne Dielman, 23, quai du Commerce, 1080 Bruxelles. Karakterin adını ve yaşadığı evin adresini içeriyor. Daha en baştan karakter ve karakterin mekanla ilişkisi üzerinden filmin bizi düşünmeye iteceğini anlıyoruz. 

Film bir ev kadınının 3 günü anlatıyor. Kocası ölmüş, 16 yaşındaki oğluyla yaşıyor. Gündüzleri çok standart bir rutinle hayatını sürdürüyor, oğlu okuldan dönmeden önce eve aldığı müşterileriyle yatarak para kazanıyor. Statik duran kameranın uzun çekimleriyle gündelik faaliyetlerini uzun uzun izliyoruz. İlk günkü ritüele göre sonraki günlerde ritüelle ilgili ufak sapmalar oluyor. Beklenmedik bir finale ulaşıyor. Finalle birlikte rutindeki bazı sapmaların gerekçesini anlıyoruz. 

Akerman sinemasının yukarıda bahsettiğim belirleyici unsurlarını bir araya getiren bir film. Domestik mekan olarak ev, toplumsal cinsiyet rollerinin kadını oraya hapsettiği bir yer. Uzun uzun sahneler. Kadın olmak, anne olmak, bunun kadınları hapsettiği yer hakkında önemli şeyler anlatıyor film. O bakımdan feminist sinemanın çok önemli bir örneği. 

Filmde örneğin yemek yapma anı tüm detaylarıyla uzun uzun anlatılırken akşam dışarı çıkma sahnesi çok kısa kesiliyor. Belki sinemaya gidiyorlar, belki bir aile dostlarını ziyarete, tiyatroya, bilmiyoruz. Günün zevkli geçen tek anından mahrum bırakıyor kamera bizi. Yalnızca Jeanne Dielman'ın çoğunlukla mutfakta şekillenen ruhsal durumunu, mekanikleşmiş halini, ifadesiz yüzünü ve şaşmaz rutinlerini seyrediyoruz. Çünkü bunlar, yönetmenin asıl yüzümüze çarpmak istediği şey. Emeği görünür kılıyor. Emeğin karakteri dönüştürdüğü makineyi yüzümüze çarpıyor.

Filmin finali muhtemelen herkesi çarpan, şaşırtan bir an. Finalle birlikte rutindeki sapmalar bir anlam kazanıyor. 200 dakikalık rutin videosu bir "anlam kazanıyor" çoğunluk için. 

Filmin son 10 dakikada gerçekleşen finaline gelene kadar, 310 dakika boyunca ben zaten çok etkilenerek seyretmiştim. Film birçok şeyi yüzüme vurdu. Sinemasal zamanı gerçek zamana çok yakın bir hisle yaşatması, rutinlerin çok gerçekçi gösterimi, mekan olarak kullanılan mutfakla birlikte doğuştan itibaren maruz kaldığımız toplumsal cinsiyet rolleriyle yüzleşmek, bunlar üzerinde düşünmek zaten yeterince çarpıcıydı. Finali, "asıl çatışmayı başlatan  sahne, hah asıl şimdi başladı film, şu ana kadar boşlukta yüzüyorduk şimdi tamamlandı film" gibi bir noktadan algılamadım. Aksine bence finali tamamen sembolik düzleme taşımak çok önemli. Fiziksel bir cinayet değildi işlenen. Toplumun bir kadından ortalama beklentisi vücut bulsaydı, bu Jeanne Dielman olurdu. Evde aşçı, yatakta fahişe, sokakta hanımefendi, çocuklarının annesi. Kadınlara dayatılan bu yüke, atanan bu toplumsal cinsiyet rollerine bir gün dayanılır, iki gün dayanılır ama üçüncü gün kadın kendisine tüm bunları dayatan ataerkilliği yerle bir eder gibi bir yerden algıladım filmi. Jeanne Dielman'ın mekanik yüz ifadesine maruz kaldığımız film boyunca ilk kez karakterin duygusu işin içine girdi. İsyan duygusu, öfke duygusu, güç, kontrol. Son sahneyle birlikte karakter maruz kaldığı baskıya boyun eğmekten vazgeçip dizginleri ele almayı seçti aslında.

Sight and Sound'un listesinde birinci sıraya yerleşmesi, dijital mecradan gelen daha genç kuşak sinema insanlarının daha kapsayıcı yaklaşımıyla açıklanıyor. 2032'ye kadar bu listenin ilk sırasında kalacağını bilmek, Akerman'ın ataerkil sinema anlayışı karşısında gücü ve kontrolü eline aldığının bir sembolü aynı zamanda.

31 Ocak 2023 Salı

Dizi: Yetişkinlerin Yalan Hayatı (2023)

Elena Ferrante'nin aynı isimli romanından uyarlanan 6 bölümlük kısa Netflix dizisi. Ergenlik dönemindeki Giovanna'nın büyüme hikayesini anlatıyor. Aile ilişkilerini deştikçe, ailesinin kaçtıkları ilişkileriyle yüzleşmelerini sağlıyor. Daha sonra aile içinde başka yüzleşmeler ve bunların sebep olduğu çözülmeler yaşanıyor. Giovanna toyluğundan sıyrılıp büyümeye doğru adım atarken, ailesi de onunla birlikte gelişiyor, daha gerçek bir hal alıyor. 

Yakışıklı baba, güzel anne, paspal bir ergen kız, lüks sayılabilecek modern bir şehir evi, hoş aile dostları, akşam birlikte yenen yemekler, babanın biraz mükemmeliyetçi ve dayatmacı denebilecek hal ve tavırları. Diziyle ilgili tuhaf hissettiren şeylerin ilki burada başlıyor. Böyle bir açılıştan, dağılmış çocuk-disiplinli ve hırslı aile çatışmalarını izleyeceğimizi düşünüyoruz. Ama Giovanna banliyö benzeri bir yerde yaşayan, daha önce hiç tanışmadığı halasını görmek istediğinde ailesinden çok bir tepki almıyor, hatta babası onu halanın evine kadar bırakıp kapıda bekliyor. Çok da Amerikan tipi, mükemmel rezidans hayatı süren bir aile olmadığını, daha sıcakkanlı bir İtalyan aile olduğunu daha ilk başlarından hissettirip kendine çekiyor dizi. Giovanna halasıyla tanışıyor, gerçekten de söylendiği gibi babasından çok farklı bir kadın. Babasının sessizliklerinin, söylemediklerinin aksine halası aklına gelen her şeyi söyleyen, tüm hislerini dışarıda yaşayan kıpır kıpır bir kadın. Ebeveynlerinin mesafesinden, sessizliklerinden sonra bu Giovanna'ya çok cazip geliyor ve halasına kapılmaya, onu taklit etmeye başlıyor. 

Halası bir buluşmalarında Giovanni'yi ölen sevgilisinin (Enzo) mezarına götürüyor ve ona aşklarını anlatıyor. Aralarındaki (halaya göre) gerçek, doğru, yoğun hisleri büyük bir coşkuyla anlatıyor. Bu arada Giovanna'ya babasının "gerçek yüzünü" ufak ufak göstermeye çalışıyor. Yıllar önce ailesini kaybettiklerinde, baba Vittoria'nın elinden yaşadıkları evi almak, satmak ister. Buna karşı çıkan Enzo, evi Vittoria için satın alır ve hayatını kurtarır. Baba, Enzo'nun eşinin kapısını çalarak Enzo'nun yasak ilişkisini ispiyonlar ve kavga etmelerine neden olur. Birkaç ay sonra öldüğünde, Vittoria Enzo'nun ailesine ve çocuklarına kol kanat gerer ve aralarında hiçbir aile tanımına uymayan bir ilişki başlar. Bu anıyla birlikte babasının hırslı bir canavar olduğunu öğrenen Giovanna içten içe sarsılıyor. Halanın sıra dışı ailesi ise Giovanna'yı tamamen şaşırtıp büyülüyor. Güzel ve başarılı olan ailesiyle kendisinin zaten farklı olduğunu düşünen Giovanna, halasının güçlü karakterine iyice kendini kaptırıyor. Giovanna, halasının yaşadığı yerdeki alışılmadık komşularla kaynaşıyor, Vittoria'nın ailesiyle (Enzo'nun karısı ve 3 çocuğu) tanışıyor. Bambaşka ilişkiler kurdukça ailesinin kendisine sunduğu şeylerden soğumaya başlıyor. 

Ailesinin dostlarıyla birlikte yemek yediği bir akşam, Giovanna annesinin arkadaşı ile fiziksel yakınlaşmasına şahit olunca, babasını aldattığından şüpheleniyor ve annesini takip etmeye başlıyor. Bu takibi fark eden baba, anneye açılıyor, ancak yüzleşmek istemediğini, bunun kendi yararına olduğunu söylüyor. Giovanna bir şeyleri eşeledikçe ailenin tercih edilmiş sessizlik alanları olduğunu görüyor izleyici. Daha sonra anlıyoruz ki aldatan aslında anne değil, baba. Bu noktadan sonra bazı çözülmeler başlıyor. Hala sahneden çekiliyor, ailenin içindeki dağılmayı izliyoruz. Anne, aldatmak isteyip ileri gidemeyen kişi; baba aldatmak isteyip aldatan kişi. Baba, karısını elegant, zengin, şık arkadaşıyla aldatıyor. Doğduğu yerle zıt bir yaşam kurma idealleriyle tamamen örtüşen bir kadın. Anne, bunalmış durumda, bir şeyler yaşamak istiyor ama cesaretini toplayamadığı için tam olarak aldatmış sayılmıyor, ama o da masum değil. 

Vittoria sonraki karşılaşmalarında kızları alıp kiliseye, kilisedeki yardım satışlarına götürüyor. Onlarda manevi duyguların oluşmasını istiyor, bunun için rahiple tanıştırıyor, kendi inancından bahsediyor. Din Giovanni için yeni, kabul edilemez bir şey. Ateist olduğu anlaşılan bir ailede yetişen ateist bir kız. Halasının bu yönü onu muhtemelen biraz şüpheye düşürüyor. Vittoria'nın tutkuyla savunduğu, sevdiği şeylerin mutlaka önemli olmayabileceğini keşfediyor. O ortamda, Giuliana'nın büyük bir övgüyle bahsettiği sevgilisi ideolog Roberto'yla tanışıyor. Karşılıklı yürüttükleri bir tartışmada argümanlarıyla Roberto'nun ilgisini çekiyor. O ana kadar kusursuz anlatılan Roberto ve Giuliana-Roberto aşkı, Giovanna'nın radarına takılıyor ve bu kez onları irdelemeye başlıyor. 

Giuliana ile birlikte Roberto'yu görmeye Milano'ya gittiklerinde, anlatılan o masalsı aşkın gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmadığını fark ediyor. Roberto bir üniversitede ders veriyor. Giuliana sevgilisinin akademik çevresine ayak uyduramıyor ve Roberto'dan aslında saygı görmüyor. Kaybetmekten çok korktuğu için paranoyakça şeyler yapıyor. Roberto ise bu aşk konusunda Giuliana kadar tutkulu değil. Tekrar Roberto'nun evine gelip yalnız kaldıklarında Giovanna'yla yatmak istiyor. Böylece bu ikilinin de hayatının yalan olduğunu anlamış oluyor. 

Giovanna'nın yetişkinlere duyduğu güvene son darbe de Vittoria'dan geliyor. Coşkuyla savunduğu yaşam tarzıyla geçinmesinin mümkün olmadığını kabullenip hizmetçilik yapmak üzere ağabeyinin ayarladığı bir kadının evine taşınmaya karar veriyor. Kolilerini taşırken gelen Giovanni'ye, cinsel hayatta temkinli olmasını, kendisi gibi olmamasını öğütlüyor. Daha önce sadece Enzo'yla 11 kere yattığını, ondan sonra kimse olmadığını söylediği için, Giovanna bu öğüte şaşırıyor. Vittoria daha önce söylediğinin yalan olduğunu, ihtiyaçlarını gidermek için erkeklerle yattığını söylüyor. Ailesinin yalan hayatı kadar, halanın hayatının da yalan olduğunu fark eden Giovanna'nın gözü tamamen açılıyor. Bir süredir peşinde dolaşan mahalle serserisi Rosa ile şipşak bir seans sonrası kaybettiği bekareti de bu uyanışı simgeliyor.

Baskın karakterler, güzel, tutkulu kadınlar, şahane manzaralar, dönem kıyafetleri, ev ortamları. Büyük bir seyir zevkiyle izledim diyebilirim. Ayrıca dizinin müzikleri de birbirinden şahane. Almamegretta - Nun te scurdà ve Enzo Avitabile - Napoli di sotto favorilerim. Dizinin tuhaf, yabancı hissettiren atmosferini kuvvetlendiren parçalar.

30 Ocak 2023 Pazartesi

Film: Véronique'in İkili Yaşamı (1991)

Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieślowski'nin 1991 yapımı Fransa-Polonya ortak yapımı filmi. Başrolünde güzeller güzeli Irène Jacob oynuyor. Tam olarak neyi anlattığını anlayamadığınız, daha doğrusu karşılık geldiği şeyi somut şekilde adlandıramadığınız, ama derinlerde bir yerlerde var olan hislerinize enfes tercüman olan bir film. Bu bakımdan çarpıcı, etkileyici.

Hikaye Polonya'da, Weronika'nın çocukluk görüntüsüyle başlıyor. Tepesi üstü durmuş, pencereden dışarı bakıyor ve tüm manzarayı ters görüyor. Daha sonra genç kız halini görüyoruz, bir koroda solistlik yapıyor. İşini tutkuyla yapıyormuş gibi görünüyor. Babasıyla yalnız yaşıyorlar. İlişki diyebileceğimiz bir birlikteliği var.  Veya tek seferlik bir şey. Halasına doğru giderken elindeki cam küreden bir kez daha manzarayı ters görüyoruz. Sanki bu film, doğduğumuz andan itibaren bu ana kadar inşa ettiğimiz gerçekliğe bir de tersten bakın diyor gibi. Gerçekliğin, bizim tarafımızdan "inşa edilmiş" olduğuna, aynı mekan ve manzaraların bir başkası tarafından başka bir gerçeklik inşa ederken başka şekilde kullanılabileceğine işaret ediyor. 

Tam bunları düşünürken, Weronika halasının evine yakın yaşayan eski arkadaşıyla katıldığı korodan çıkarken, bir gösterinin yapıldığı meydanda yürüyor. Karşısına çıkan bir turist otobüsüne, kendisinin tıpa tıp aynısı bir kadının bindiğini fark ediyor. Kadın fotoğraf çekerek otobüse biniyor, otobüs hareket ediyor, kayboluyor. Bu an, Weronika'da tuhaf bir gizem his bırakıyor ve geçip gidiyor. Bir önceki gün babasına bahsettiği hissi güçlendiriyor belki: "Yalnız olmadığımı hissediyorum." 

O güne kadar çevremizde gördüğümüz şeyleri bir şekilde gerçeklik algımızda gerekli yerlere oturtuyoruz ve mümkün olduğunca tutarlı, açıklanabilir bir ağa dönüştürüyoruz etrafımızda olup bitenleri. Weronica'nın anlık gördüğü bu görüntü, onun gerçekliğini ters yüz ediyor, bir anlığına ona, kabul ettiği her şeyi unutturuyor, başka türlü de olabilirdi hissini yaşatıyor. Bu his, hem bu olayla, hem alışılmışın dışındaki karakterlerle hem de yersiz diyaloglarla seyirciye de hissettiriliyor. Genç ve sağlıklı olduğu halde vasiyetini hazırlatan hala, cüce avukat, enteresan koro jürisi yaşlı adam, Weronika fenalaşıp kaldırımdaki banka yığıldığında önünden geçen sapık yaşlı adam, vs. Her şey bir şekilde absürt. Bir tutarlılık, mantık oturtmanızı önlüyor. Başka bir deyişle kendinize konfor yaratmanıza engel oluyor. Hala, başlangıçta sunduğu, gerçekliğin bambaşka versiyonları olabilir önermesinde ilerliyor bir bakıma. 

Konser günü geldiğinde, Weronika şarkının en zor kısmında kalbini fazla zorluyor ve yığılıp hayatını kaybediyor. Toprak üzerine atıldıktan sonra filmin ikinci yarısına, Véronique'in hikayesine geçiyoruz. Onun hikayesi bir seks sahnesiyle başlıyor. Tıpkı Weronika'nınkine benzer, filmin ikonik parmak ısırma jestini sürdürüyor. Partneri, durgunluğunun sebebini sorduğunda, içinde sebebini bilemediği bir yas hissi olduğundan bahsediyor. Zaman zaman içimizde beliren, kaynağı olmayan güçlü hisleri yansıtan bir an. Filmde, bu yasın kaynağı bize sürrealist bir şekilde açıklanıyor bir bakıma. Hayattaki ikizi öldüğü için birey kendini yasta hisseder. Gerçek hayatta karşılığı olmayan, ama bakınca her şeyi açıklıyormuş gibi görünen bir bağlantı kuruyor film. Véronique'in haikayesinin de tekinsiz ilerleyeceğini az çok hissettiriyor bize. 

Véronique, sanat okulu denebilecek bir yerde müzik öğretmeni. Bir gün ders vermek için sınıfa girdiğinde, prova yapan bir kukla sanatçısıyla karşılaşıyor. Çıkıp koridorda yürürken karşılaştığı arkadaşı, akşam bir kukla gösterisi olduğunu söylüyor. Véronique akşam o kişinin gösterisine katılıp perde arkasındaki halini bir anlığına görüyor. Trafikte anlık olarak tekrar karşılaşıyorlar. Üst üste gelen bu anlar, onun gizemli bir adama karşı duyduğu aşkı başlatıyor. Filmin odaklandığı his biraz değişiyor bu noktadan itibaren. Şimdiye kadar, kişinin başka bir hayat yaşayan dünyadaki ikizi ile arasındaki duygusal bağlantıyı anlatırken, artık yalnızca birkaç anlığına gördüğü kişiyle arasındaki cinsel bağlantıyı anlatıyor. Cinsel arzunun altında da, mantıkla açıklanamayan, kişinin çok derinlerde hissettiği, belki de çok eskilere, atalara dayanan hisler var.

Véronique bu gösterinin ertesinde, eve gidip yatıyor, gece vakti yanıtsız bir telefon alıyor. Bu gizemli durum, onun arzusunu iyiden iyiye güçlendiriyor. Ertesi gün kırda yaşayan babasının evini ziyaret ediyor ve ona aşık olduğunu söylüyor. Hayatından biri çıkmış gibi hissettiğinden, yalnız hissettiğinden bahsediyor. Weronika'nın babasının aksine, Véronique'in babası bu tekinsiz hisleri normal karşılayan bir adam. Ne Véronique'in aniden gelen yalnızlık hissini ne de aşık olma haberini yadırgıyor. 

Véronique bir gün evine dönerken posta kutusunda kendine gelen zarfı açıyor. Bu bir kordon. Weronika'nın şarkı söylerken kalbini zorladığı anda asılıp kopardığı dosyanın kordonu. Ayrıca zarfın içinden kalp atışlarını gösteren bir kağıt da çıkıyor. Anlam veremediği bu postayı apartmanın çöp kutusuna atıp eve geliyor, uyuyakalıyor. Sonra camdan içeri, gözüne ışık tutulmasıyla uyanıyor. Aynı ışık, dairenin içindeki dosyaya ve kordonuna işaret ediyor. Bu tuhaf mesajla bir anda aydınlanan Véronique apartmanın çöp kutusuna koşup eşeleyerek attığı kordonla zarfı kapıyor, eve gelip anlam vermeye çalışıyor ama başaramıyor. Hikaye, Véronique-kuklacı adam eksenine kaymadan önce yönetmen şöyle bir sarsıp bize Weronika-Véronique bağlantısını hatırlatıyor sanki. Ama sonra bu aşırı tuhaf ipucunun Weronika ile değil, kuklacı ile ilgili olduğuna dair ipuçları sunuyor bize. Ayakkabı bağcığıyla ilgili bir çocuk kitabı yazan Alexandre Fabbri, bizim kuklacımızmış meğer. Véronique'in gizemli başlayan hikayesi, hiç olmayacak yeni mucizevi bağlantıların ortaya çıkmasıyla somutlaşmaya başlıyor nihayet. Şu ana kadar bizi tekinsizlik bulutu içinde yüzdüren yönetmen, sonunda sarılıp yüzeye çıkabileceğimiz bir şeyler sunuyor. 

Véronique düzenli olarak tuhaf postalar almaya devam ediyor kuklacımızdan. Bir gün, bir kaset kaydı alıyor. İçinde ortam sesleri olan, uzunca bir kayıt. Sonunda bir istasyonun açık bilgilerini duyuyor ve tutkusunun peşinden gitmek üzere atlayıp istasyona gidiyor. Adeta bir düş gibi gelişen, gerçek olamayacak denli masalsı ilerleyen hikayeleri onun arzusunu daha çok yoğunlaştırıyor ve gizemli beye yaklaşacağı umuduyla gidip adamı beklemeye başlıyor. 

Adam nihayet geliyor. Véronique kalbinde hissettiği o çok derin şeyin aynısını paylaşan biriyle karşılaştığını sanarak gelmeyeceğinden korktuğunu söylüyor. Kuklacı adam da sizi iki gün daha beklerdim diyor. Bu, tam Véronique'in tutkusunu zirveye çıkaracakken adam yazar olduğunu, Véronique'e yaptıklarının bir oyun olduğunu, bir kadının tutku için yapabileceklerini gözlemlemek amacıyla, psikolojik olarak bunun mümkün olup olmayacağını öğrenmek için bunları kurguladığını söylüyor. 

Véronique bu itiraf üzerine büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Heyecanlandığı, olanaklı olduğuna inanamadığı ama inanmak istediği hikaye yok olup kendi gerçekliğine döndüğünde her şey tuzla buz oluyor. Ama her şeyin hemen yıkılmasına izin vermeyen şu soruyu da sormayı ihmal etmiyor? "Neden beni seçtiniz?" Buna ilk bakışta yanıt veremeyen kuklacımız, kızın peşinde koştuğu uzun saatler neticesinde nihayet odasına girmesine izin verildiğinde, Véronique'in çantasının içinden çıkan cam küreyi elinde evirip çeviriyor, heyecanlanıyor ve şöyle diyor: "Artık biliyorum, o kadın sizdiniz. Kitap için değil." O kürede ne var, neden yönetmen-Weronika-Véronique ve hatta sonunda da kuklacı adam bu küre ile ilişkililer? 

Kadının en diplerdeki hislerinin ortaya çıkmasıyla yeşeren tutkusunu artık adam da paylaşıyor. Her ikisi de kendi içlerinde, birbirlerine yönelik yeni bir duygusal gerçeklik yaratmanın ilk adımındalar, ikisi de bunu tek başına yapıyor. Henüz hissettikleri, gerçeklikten kopuk. Gerçeklik, karşılarındaki kişiyi gerçekten tanımaya başladıklarında yavaş yavaş çevrelerini saracak. Ama şimdilik sadece karşıdaki kişiye yükledikleri anlamlar, onun kendisine yüklediğini sandıkları anlamlar, sonsuz ihtimaller, masalsı, gerçeküstü anlatılar, derin hisler var zihinlerinin içinde. Hatta kadın, adama şöyle diyor: "Ben de biliyordum kitap için olmadığını. İlk aramanızdan beri. Hatta daha önce bile." Adam haklı olarak şaşırıyor, içindeki muhteşem hislerin varlığını anlayan, kabul eden, hatta paylaşan bu kadın onun yaşadığı şeyleri daha da derinleştiriyor, masalsılaştırıyor. Küre, herkesin içindeki, gerçeklikten kopuk bu derin, son derece güçlü, zaman zaman rüyayı andıran, bazen gerçeküstü hisleri anlatıyor. Hislerimiz bildiğimiz, anladığımız, gözlemleyip kanıtlayabildiğimiz şeylerle ilgili değildir; bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz, hatta bazen bizim uydurduğumuz şeylerle ilgilidir. 

Üç Renk üçlemesinden önce izlenmesi gerekiyor bence bu filmin. Hem sanat dilinden müthiş keyif alıyorsunuz, hem de önceki işlerine verdiği referansları yakalayabiliyorsunuz. Filmlerinde bolca başvuruyor buna. 

9 Ocak 2023 Pazartesi

Film: Aftersun (2022)

Charlotte Wells’in yönettiği 2022 yapımı İngiltere/Amerika yapımı film. Etkisi dalga dalga gelen, bu bakımdan çok enteresan hissettiren bir film oldu. Baştan sona babaya ne olacağını bekledim durdum, film son derece durağan bir şekilde, babanın havaalanı kapısından çıkıp gitmesiyle sona erdi. Büyük bir hayal kırıklığı oldu. Beklediğim, gerildiğim aksiyonun, felaketin karakterlerin başına gelişini izleyemediğim için olsa gerek, tatmin etmedi sonu. Fakat sonrasında, o akşam filmi düşünürken o kapıdan çıkış sahnesinin anlamı dalga dalga vurdu, Under Pressure sahnesinin etkisi büyüdükçe büyüdü. Aslında Sophie’nin o yaz beraber çıktıkları tatili anılarında yaşattığını, çünkü beklenen felaketin, bize gösterilmeyen kısımda Sophie'nin başına geldiğini fark edince filme bakışım çok farklı bir boyut aldı.

Baba ile kızın o yazki ilişkisi gerçekten o kadar mükemmel miydi? Baba gerçekten o kadar eğlenceli miydi, tatil çok mu güzel geçti? Yoksa bunlar Sophie’nin bozulmuş anılarının birer yansıması mı?

Genel olarak idealize edilmiş bir baba figürü, güzel hatırlanan anılar var filmde. Ancak anılarında babasının s.çıp batırdığı bazı anlar da yer alıyor. Otel odasına giremeyip kapıda kaldığı, babasının üstünü örtüp sesini çıkarmadığı o gece. Edinburgh’ya dönmenin kendisi için artık mümkün olmadığını, Sophie’ye de köklerinden kopabileceğini söylediği o küçük sohbet. Sophie’nin orada olmadığı için görmediği bilmediği, bilemeyeceği, belki de tahmin yürüttüğü; babasının odadan çıkıp denize girdiği, sonrasında otel odasında yalnız ve çıplak ağladığı sahneler. Babasının depresif yönüne ilişkin bu sahneler, Sophie’nin babasıyla ilgili mükemmel anılarıyla birleşince beklenen "felaketin" intihar olduğunu düşünüyoruz. Sebebi her ne olursa olsun, filmin yarım kalmışlık, yas hakkında olduğunu anlıyoruz.

Filmde tekrarlayan iki sahne var. Tekrarlar, filmin yasa dair olduğunu anlamamıza yardımcı birer aygıt gibi kullanılmış. Girişte gösteriliyor, sonrasında filmin akışında tekrarlanıyor. İlkinde Sophie babasına kendi yaşındayken (11) doğum gününü nasıl kutladığını soruyor. Bu, doğum günü meselesinin, daha doğrusu "sen benim yaşımdayken ne yapıyordun" sorusunun bir öneme sahip olduğunu anladığımız sahne. Tam da 31. yaşına girerken, babasının 31. yaşına girdiği o günleri hatırladığını fark ediyoruz sonrasında. Diğerinde de havaalanında vedalaşma sahnesi. Daha filmin giriş sahnesinde, iki farklı ülkeye giden bir baba kız olduğunu görüyoruz. Muhtemelen uzunca bir ayrılık yaşayacaklarına dair ilk sinyaller burada veriliyor. Dolayısıyla mesafenin, yokluğun, özlemin kilit öneme sahip olduğunu anlıyoruz. Finalde, kalabalık olması gereken havaalanının uzun koridorunda tek başına duruyor baba. Sophie’ye el sallayıp video kaydını tamamladıktan sonra kamerasını kapatıyor, arkasını dönüp kapıdan tek başına çıkıyor. Belki Sophie’nin hayatından çıktığı an bu. Belki de babanın gidişini sembolize eden bir an Sophie için. Müthiş hüzünlü bir sahne. 

Tekrar eden bir başka şey de dans sahneleri. Sophie’nin yetişkin halinin gerçekte 4-5 dakika süren dans sahnesini filmde ara ara görüyoruz. Aslında tam tersi, film toplam 4-5 dakikalık bu sürede, Sophie'nin anılarını ara ara gösteriyor. Dans sahnesinin finalinde, tıpkı 20 yıl önce olduğu gibi, babasının o günkü haline korkunç bir özlemle sarılıyor, sığınıyor. Birlikte dans ederken hissettiği şeyleri, geçen zamana, değişen mekanlara rağmen içinde tekrar hissediyor.

Bu sitede, Charlotte Wells’in film üzerine bir notu yer alıyor. Notun sonunda, kendisinin ekleyip eklemediğinden emin olmadığım bir T.S. Eliot alıntısı var. Bence filmin ruhuyla müthiş örtüşen bir alıntı, bu nedenle buraya bırakmak istiyorum:

“At the still point of the turning world. Neither flesh nor fleshless; Neither from nor towards; at the still point, there the dance is, But neither arrest nor movement. And do not call it fixity, Where past and future are gathered. Neither movement from nor towards, Neither ascent nor decline. Except for the point, the still point, There would be no dance, and there is only the dance.”

4 Ocak 2023 Çarşamba

Film: Dünyanın En Kötü İnsanı (2021)

Joachim Trier'in 2021 yapımı filmi. 12 bölüm, 1 prolog ve 1 epilogdan oluşan bir film yazısıyla başlıyor. Sıra dışı bir başlangıca sahip bu bakımdan. Prolog kısmında hızlıca Julie'nın üniversitedeki kendini bulma savaşı anlatılıyor. Hırslı bir öğrenci, zor olduğu için tıp okumayı seçiyor. Ancak sonra tıp bölümünün marangozluktan farkı olmayan, fazla teknik olduğunu, asıl ruh ile ilgilendiğini fark edip büyük bir iştahla Psikoloji bölümüne geçiyor. Buraya kadar saygı uyandıran, ne istediğini bilen, ayakları yere basan ve geleceği parlak bir insan olduğunu düşünüyoruz. Daha sonra psikoloji bölümünde de aradığı şeyi bulamadığını, aklının daha hareketli bir yaşamda olduğunu, bir bakıma heyecan aradığını fark ediyoruz. İnsanların ruhlarıyla değil görüntüleriyle ilgilendiğini fark edince Psikoloji bölümünü de bırakıp Fotoğraf alanına kayıyor. Burada istediği hareketli Oslo hayatına kavuşuyor nihayet. Karikatürist Aksel ile bir partide tanışıyor, Oslo üçlemesinin diğer iki filminde oynayan karakterimiz burada aniden karşımıza çıkıyor. Bu üçlemenin odağı şimdiye dek kendisiydi, üçüncü filmle birlikte odak artık bir kadın karakter.

Filmin ayrıldığı 12 bölüm, bir ilişkinin fazlarını anlatıyor sanki. Flört, yakınlaşma, seks, aşık olma, birlikte yaşamaya başlama, aldatma, her şeyin yolunda gittiğini hissettiğin o anda beliren şimdi ne olacak sorusu, çocuk yapma fikrini kafada evirip çevirme, ayrılma, yeni arayışlar, yenisinde aradığını bulamama, eskiye dönüş, her şeyin birbirine karışması, hepsinden vazgeçip yoluna bakma, vs.

Julie'yı oynayan Renate Reinsve Cannes'da aldığı en iyi kadın oyuncu ödülünü sonuna kadar hak ediyor öncelikle. Karakterin yaşamının her dönemini abartısız, inandırıcı biçimde aktarabilmiş. Ben bu insanı bir yerden tanıyorum dedirtti bana film boyu. Ayrıca nasıl başarmışlar bilmiyorum ama, tıp öğrencisiyken farklı, Aksel'le sevgili olduğunda farklı, Aksel'den ayrılırken farklı bir yüze sahip sanki. İlişkinin karanlık dönemlerinde yorgun, çökük bir yüzü var örneğin, canlı dönemlerinde dinlenmiş bir yüz. Babasıyla buluştukları o berbat geçen günde bambaşka, kendini kasan, sorunlarını örten bir yüz. Bunu yalnızca saç kesimi ve rengini değiştirerek başardıklarına ikna olamıyorum, sanki farklı bir beceri var burada.

Baba, Julie ve Aksel buluşması, karakterin o ana kadarki daldan dala atlama eğilimine biraz açıklık getirmiş. Aksel'in yaptığı yoruma göre, Julie babasıyla arasındaki sorunların üstüne gidip onları çözmeye cesaret edemediği için hayatındaki her şeyi yarım bırakma eğiliminde. İşler sarpa sarınca üstüne gitmeyi, çözmeyi değil kaçmayı, yarım bırakmayı tercih ediyor. Ne tıp, ne psikoloji, ne fotoğraf, hiçbirinin sonunu getiremiyor. Onca başarılı akademik notlarla sağlam bir kariyer yapabilecekken yetişkinliğinin başlarında yaşamını bir kitapçıda çalışarak sürdürüyor, kendisine ait bir evi yok, erkek arkadaşlarının evinde yaşıyor. Biraz heyecan verici bir şeyle karşılaştığında, ona sarılıyor, hayatındaki eskimeye başlamış, düğüm olmaya başlamış karmaşıklıkları öylece bırakıp gidiyor.

Aksel'in çocukluk arkadaşlarının evinde geçirdikleri hafta sonu boyunca ikisi çocuk yapmak üzerine düşünüyor, tartışıyor. Julie'nın çocuk istemeyişinin sebebi muhtemelen çocuğun yarım bırakılıp kaçılamayacak bir karar olmasından kaynaklanıyor. Başladığı işi bitirme fikri ona ağır geliyor. Yaşamını tamamen bir "şeye" bağlama, o rutini ömür boyu sürdürecek olma hali onu panikletiyor. Bir yere çakılı kalmak, kafasına esince özgürce çekip gidememek onun için korkutucu muhtemelen.

Julie'nın ilişkilerini derinleştirme eğilimi var. Aksel'le birbirlerini tanıma evresinde ikisine de çok ilginç gelen sohbetleri oluyor. Aksel son ana kadar Julie'yla bu uzun sohbetlerinden çok keyif aldığını söylüyor. İkisinin arasındaki derinliği Julie'nın başkasıyla yakalayamayacağını düşünüyor. Eivind'le de aynı şekilde, ona derinlik katıyor Julie. İlk buluşmalarında iki kişinin birbirini tanıması için sorulabilecek en uç soruları soruyor, vs. Eivind'in neşeli tabiatına derinlik katıyor. En sonuna kadar götürmeyi beceremeyen, ancak bulundukları anı tamamen doldurmayı becerebilen bir karakter Julie. Enerjisini anı yaşamak, güzelleştirmek, hayatındaki kişinin boşluklarını doldurmak için kullanıyor. Belki de bunun için gereğinden fazla çabalıyor. Beğenilmek, arzulanmak için fazla enerjik davrandığı için bu dönemi bir yorgunluk takip ediyor genellikle. 6 ay iyiyken, sonraki 6 ay çöküyor örneğin. Çökme anlarında hayatıyla ilgili sonlandırma, başka bir faza geçme kararlarını alıyor. Bunları yine baba sorunlarıyla ilişkilendirmek mümkün belki de.

Karakteri bize kitap gibi okutan, bölüm başlıklarıyla o anda izleyene ne aktarmak istediğini açıkça belirten, izleyenine rehberlik eden bir film. Baştan sona su gibi akıp gidiyor. Derli toplu, müthiş bir seyir sunuyor. Yakın zamanda okuduğum T. Singer ile de bazı açılardan bağlantı kurdum ister istemez. Her iki hikayenin de Oslo'da geçmesi, hem Dag Solstad'ın hem de Joachim Trier'in karakterlerinin yaşamından uzun bir aralığı anlatmaya odaklanması, her ikisinin de anlatı sırasında araya girip okuyanı/izleyeni yönlendirmesi, her ikisinin de karakterlerinin hayatlarının çeşitli dönemlerine yakından bakıp, karakterin o döneme özgü olgunlaşma özelliklerini göstermeye çalışması, vs. Her iki eser de benzer bir anlayıştan çıkmış gibi. Norveç edebiyatını/sinemasını kurcalar, yeni şeyler keşfederim belki bu yıl. Gidilecek ülkeler listeme de ekliyorum kendisini.

30 Aralık 2022 Cuma

Kitap: T. Singer

Norveçli yazar Dag Solstad’ın 1999’da yayınlanan romanı. Bizde Deniz Canefe çevirisiyle 2021’de Jaguar’dan çıktı. Jaguar'dan ayrıca 2022’de Armand V. adlı bir romanı daha yayınlandı. YKY tarafından yayınlanan, tümü Banu Gürsaler Syvertsen tarafından çevrilen kitapları ise şöyle: Mahcubiyet ve Haysiyet (2018), Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı (2020), Profesör Andersen’in Gecesi (2021), On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap (2022). 2018'den beri yazarın kitapları yoğun şekilde dilimize kazandırılıyor, iyi de oluyor.

Kitap Singer’ın utanma probleminden bahsederek başlıyor. Aynı sayfada otuz dört yaşında olduğunu ve Notodden’e taşınmak üzere olduğunu öğreniyoruz. Ama karakterin aksiyonlarının kitapta o kadar da önemli olmadığını daha ilk andan anlıyoruz. Notodden’e taşınma meselesini bir kenara bırakıp Singer’ın bir çocukluk anısının aklına nasıl geldiğini ve o anın aklına gelmesiyle birlikte nasıl da utanç hissettiğini irdeliyoruz harıl harıl. Öncelikle bu girişle beni kazandı diyebilirim. Olay örgüsüne dalmadan önce yazar, karakter hakkında öyle bir şey anlatıyor ki, nasıl bir insanla karşı karşıya olduğumuzu daha ilk sayfalardan çözüyoruz bir bakıma.

Bu anıda Singer bir arkadaşıyla birlikteyken yapmacık kahkaha atıyor ve bu da amcası tarafından görülüyor. Yapmacıklığına tanık olunması onu aradan yıllar geçse de utandırmaya devam ediyor. Onun için önemli bir mesele belli ki. Yapmacıklık utanç verici olduğuna göre, demek ki doğrucu mahmut bir karakter ile karşı karşıyayız.

Bir başka utanç verici anısı da yakın arkadaşı K ile biraz daha uzak arkadaşı B’yi karıştırması, bir anlığına yalnızca yakın arkadaşına anlatmak isteyeceği bir şeyi B’ye anlatması. Aralarındaki mesafeyi yok sayıp teklifsiz bir yakınlık göstermesi, bu mahrem ana B’nin de tanık olması. Bu durum onu ölesiye utandırıyor. Öncelikle mesafenin kapanması, maskenin inmesi onun için dehşet verici şeyler. Diğer yandan yaptığı hatanın görülmesi de müthiş rahatsız ediyor karakterimizi.

Bu anıların ardından Singer’ın yaşından biraz bahsediyor yazarımız. Otuz dört yaşında olduğunu öğrendiğimiz karakterimizin o yaşına kadar ne yaptığını merak ettiğimizi bilen yazar, bize o ana kadarki yaşamından kesitler sunuyor, ancak bunu yaparken yine aksiyonlara değil kafasının içine odaklanıyor. Daha genç yaşlarındayken de yaşamın katılımcısı değil, gözlemcisi olduğunu öğreniyoruz. Edilgen bir genç adam olduğunu kendisi de biliyor. Bunun insanlar için iyi bir izlenim olmadığının farkında. İnsanların fikirlerini önemsemiyor.

Otuz yaşına kadar olan süreci dönemlik işlerde çalışıp biraz da okula giderek geçiriyor. Tarih, edebiyat ve sosyal antropoloji alanlarında dersler alıyor. Öğrenci olmayı seviyor ve bu hali sürdürmeyi hedefliyor, bu nedenle mezun olmak ilgisini çekmiyor. Derinlerde istediği şey yazmak, yazar olmak. Ama bu isteğinden en yakın arkadaşı Ingemann’ın bile haberi yok. Otuz bir yaşına geldiğinde hayatında aslında yedek bir planı olmadığını kendine itiraf ediyor, bu onu biraz amaçsız bırakmış olacak ki kütüphanecilik okuluna başlayıp kütüphaneci olarak sabit bir hayata geçmeyi kendisine hedef olarak belirliyor. Otuz dört yaşına geldiğinde bu okulu bitiriyor ve kütüphaneci olarak çalışmak üzere Notodden’e taşınıyor.

“Üç yıl sonra kütüphaneci eğitimini tamamladı. Şurada burada pek çok işe başvurdu ve ona teklif edilenlerden aklına ilk yatanı kabul etti. Bu Notodden Kütüphanesi’ndeydi. Böylece 1983 Temmuz’unun son günü, Güney Treni’Yle Hjuksebo’ye gitmek, oradan Notodden’e giden trene binmek için Vestbane İstasyonu’nda bekliyordu. Otuz dört yaşındaydı, yeni bir yaşama başlayacaktı. Hiçbir üzüntüsü ya da hayal kırıklığı yoktu çünkü neyse oydu; ama öte yandan böyle olduğu için, yeni bir yaşama başlayacağı için özel bir sevinç de duymuyordu.”

Otuz bir, otuz dört, otuz dokuz, kırk yedi, neredeyse elli… Yaşlardan sık sık bahsediyor yazar. Singer’in yaşamını yaş kesitlerine bölüyor. “O” dönemini bir olayla değil, bir mekanla değil, sayılarla dolayısıyla zamanla ilişkilendiriyor. Var oluşu zamanın yarattığını, zamanın da aktığını sık sık hissettiriyor. Yaptıkları değil, başına gelenler değil, akan zaman Singer’ın var oluşunun çekirdeğini oluşturuyor.

Notodden trenine bindiğinde, kendisini Notodden’deki Norsk Hydro’nun müdürü olarak tanıtan Adam Eyde ile tanışıyor. Şampanyalı bir toplantıdan döndüğü için evrak çantasında kadeh bulunan bu yabancı, başkahramanı Singer olan bu romanda en çok yer verilen ikinci kişi. Singer’ın karısından daha önemli bir yere sahip desek yeri. Tanışıklıkları bir günden kısa sürse de yazar, birlikte geçirdikleri vakte 30 sayfa yer ayırıyor. Adam Eyde’ın Notodden hakkındaki ideallerini uzun uzun dinliyoruz. Singer da ağzını açıp yorum yapmıyor üstelik, biz sadece adamın monoloğunu dinliyoruz. Singer’ın o güne kadar ve o günden sonra da etkilendiği tek kişi aslında. Büyük düşüncelere sahip, idealleri için çabalayan biri. Belki Singer’e yazar olmak istediği dönemki idealizmini hatırlattığı için bu kadar etkiliyor onu, bilemiyoruz sebebini.

Singer Notodden Kütüphanesi’ndeki yeni işine çabuk alışıyor, insanlara da kendini sevdiriyor üstelik. Kütüphane müdavimlerine karşı, yalnızca bir kez karşılaştığı insanlara özgü enerjik tavırlarını sergileyip popüler bile oluyor. Ancak insanlar kütüphaneye onun için gelir hale geldiğinde, bu enerjisi onu terk ediyor, insanlardan kaçmak için yine türlü numaralara başvuruyor.

“Singer’in politikaya özel bir ilgisi yoktu ama bunu elinden geldiğince gizliyordu. […] Politikanın önemli olduğunu anlayabiliyordu elbette; toplumun nasıl yönetileceğiyle ilgili olduğu için yeterince önemliydi, hepimizi toplumun biçimlendirdiğinden koşkusu yoktu Singer’in. Ama bunun kendisi için de geçerli olduğunu göremiyordu. Toplumsal sonuçlar onun en derinlerine ulaşmazdı. Yine de nadiren ulaşacak olurlarsa onlara karşı kayıtsız kalarak susturabiliyordu seslerini.”

“Tarihe karşı da benzer bir yaklaşımı bardı. İnsanın tarihsel bir varlık olduğunun tümüyle farkındaydı, yine de bunun kendisini temelden ilgilendirdiğini göremiyordu. Bu biraz dikkat çekici bir bakış açısı gibi görünebilir, çünkü politikanın tersine Singer tarihle yakından ilgileniyordu. Her zaman çok fazla tarih okumuş, insanın varoluşunu ilgilendiren belli bir olguyu anlamaya çalıştığında sık sık tarihe başvurmuştu. Ama kendisini tarihsel bir bağlama yerleştirmeyi başaramıyordu. Doğrusu ne toplumsal ne de tarihsel bir örnek sayılırdı.”

İnsanların iktidar ilişkisini biçimlendiren olaylar da, insanların geçmişteki eylemleri de Singer’i çok ilgilendirmiyor. Var oluşuna etkisi olan şeyler değil ikisi de. Var oluşunu zamanla ilişkilendirdiğini biliyorduk, toplumla ilişkilendirmeye yönelik bir çabası yokmuş gibi görünüyor. Olaylarla da o kadar ilgilenmediğini biliyoruz. Var oluşunu bir bütüne dönüştürmek, tamamlamak için çok düşünen, yazar olma hayalleri kurmuş olan (hayallerini gerçekleştiremese de) idealist karakterimizin olaylarla çok arası yok. Eyleme dökme konusunda edilgen. Var olanı gözlemlemek, analiz etmek daha çok ilgisini çekiyor.

“İki gün sonra bir şey oldu. Singer aşık olmuştu.”

Singer bir gün arkadaşıyla birlikte kütüphaneye gelen Merete’ye aşık oluyor. Evleniyorlar, birlikte yaşamaya başlıyorlar. Singer, Merete ve Merete’nin iki yaşındaki kızı Isabella’dan oluşan üç kişilik mutlu bir çekirdek aileye dönüşüyorlar.

“Singer bunları yaptı ama hiçbiri Singer için kolay değildi. Singer gibi bir adamın, kendisini ona sunan çıplak bir kadın karşısında çıplak bedeniyle ayakta durmasını içeren bu acımasız yakınlığa kendisini nasıl bırakabildiği pekala sorulabilir. […] Otuz dört yaşındaki kütüphanecinin içinde bunu yapmasına neden olan ne tür bir saat çalışmıştı? Ne yaptığının gayet farkında olarak doğruca bu kırılgan yakınlık alanına taşınmıştı. […] Bu Singer bizim tanıdığımız Singer’in güzelleştirilmiş bir versiyonu.”

K olduğunu sandığı için samimi ses tonunu B’ye sergilemekten on yıl sonra dahi aklına geldikçe utanan bir adamın, samimiyet alanında dolaşması anlaşılır değil elbette. Ama bir şekilde kendisini o pozisyona sokuyor. Varoluşunu Merete’yi hoşnut edecek şekilde biçimlendiriyor, onun için ehliyet alıyor, onun için yemekler pişiriyor, kızının güzel vakit geçirmesi için planlar yapıyor.

“Aşkın etkisi altında yaşadığı bu yaşamdan hoşnuttu. Buna bir de Notodden’e taşınma amacının, özlemini çektiği şeyin gerçekleşmesinin gizli hoşnutluğu ekleniyordu. Şimdi üç kişilik bir çekirdek ailenin, arabası evinin önünde sergilenen erkeği olarak Singer, Notodden’de tamamen gözlerden uzak bir yaşam sürüyordu. Amacı, kimsenin tanımadığı bir kütüphaneci olarak Notodden’e gelip burada gözlerden uzak yaşamak idiyse, şimdi bu şaşırtıcı gelişmelerle amacına tam ulaşmıştı. Burada kimse onu bulamazdı, tüm izleri silinmişti; bulmasını istemediği her kim varsa onun için ya da onlar için artık kaybolduğunu fark ediyordu derin bir hoşnutlukla.”

Derken büyünün yok olmasıyla birlikte Singer varoluşunu anlamlandırma savaşına geri dönüyor bir bakıma.

“Bu noktada ilişkinin sonraki iki yılda dikkat çekici ölçüde kötüleştiğini söylemekle yetineceğiz. Onlara birlikte geçirecekleri iki yıllık zaman verildiğini, iki yıllık bir rüya yaşadıklarını da söyleyelim. Ama Singer’in durumunda gördüğümüz gibi, bu ilişki Singer’e yapışmış gizli emeller, yan amaçlar içeriyor; onun bir ilişki, evet, bir evlilik örtüsü altında, gün yüzüne çıkanlardan çok daha başka projeleri ve tasarıları gerçekleştirmesini sağlıyordu.”

Artık odağını Merete’ye, yeni yaşamına, küçük kızlarına çevirirken eskisi gibi bir heyecan, hoşnutluk, tazelik hissetmediğini belli ediyor.

“aslında olur olmaz şeylere kafa yoran biri ve bu daha farklı; çünkü yanı başındaki yaşamın tadını çıkarmak yerine insanın kuşkular girdabına kapılıp içine kapanması demek oluyor. Böyle düşüncelerle boğuşmadığı, Merete ve Isabella’ya yakın olduğu zamanlarda bile, gündelik işlerde bir gölge gibi, üstelik de kendisinin gölgesi gibi görünüyor. Her zaman dostça davranıyor, onlar için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor ama bunu yapmak ona mutluluk vermiyor.”

Merete, hatalı sollama yapan bir araba nedeniyle öldüğünde 6,5 yaşındaki Isabella ve Singer baş başa kalıyorlar. Boşanma kararı aldıklarından kimseye bahsetmeyen Singer, Merete’nin ailesinin ısrarlarına rağmen Isabella’yı yetiştirme işini kendisi üstleniyor. Üstelik bunu yaparken Isabella’ya karşı özel bir sevgi beslemiyor. Tüm bu süreçte Isabella’dan daha çok düşündüğü tek bir şey var, Merete’yle ayrılma kararı almış olmaları. Bundan hiçkimseye bahsetmiyor, sebebini anlayamadığımız bir şekilde. Tüm kaygısı, bu gizemlerinin ortaya çıkması, insanların onu ayıplaması, Merete’nin ailesinin Isabella’yı derhal ondan çekip alması, vs. Bu kaygıların altında ezildiğini hissettiğinde Notodden’de daha fazla kalamayacaklarına karar veriyor, iş başvuruları yapmaya başlıyor. Oslo’da bir kütüphaneden kabul aldığında, Isabella’yla birlikte toplanıp Oslo’ya taşınıyorlar.

Bunca yıl değişmeyen, Singer’ın eski hayatından beri ona eşlik eden tek şey Ingemann oluyor. Singer’in Isabella’nın donukluğundan endişe ettiği dönemlerde ilaç gibi geliyor Ingemann. Bir şekilde Isabella ile bağ kurmanın yolunu bulup onu mutlu etmeyi başarıyor. Böylece Singer, kendisi başaramadığı, ancak olmasını istediği bir şeyin arkadaşı tarafından gerçekleştirilmiş olmasını memnuniyetle karşılıyor. Isabella’nın bu dönemi sona erdiğinde, Ingemann’ın artık Singer’in hayatında bir işlevi kalmadığında Singer arkadaşlıklarının sona erdiğini fark ediyor. Bunu beş sene sonra, kızlar yanlarındayken birden bire Ingemann’a söyler ve onu hayatından tümüyle çıkarıyor. Oslo’da edindiği çevreyi Notodden’e kaçarak, Notodden’de edindiği çevre ve aileyi de Oslo’ya geri kaçarak arkasında bırakan Singer, böylece hayattaki tek arkadaşı Ingemann’dan da kurtuluyor. Artık hayatında yalnızca Isabella var. Singer aslında oturup düşündüğünde kıza karşı bir bağlılık hissetmediği sonucuna varsa da gerçekte bazı anlar, Isabella’ya ne kadar bağlandığını güçlü bir şekilde hissediyor.

“bu sırada terbiyeli iki arkadaşına bezgin ve zafer dolu bir bakış fırlattı ve işte o anda Singer, Isabella’nın yedek ailesi ve bakcısı olarak yaşamının en parlak anlarından birini yaşadı. Sonunda kızın işine yaramıştı. […] Singer daha sonra kesinlikle anladı ki kendi varlığını silebilir, tanınmaz duruma getirebilirdi, yeter ki Isabella kendi gençlik dönemini normal yaşasın ve Singer’in de ona katılmasına izin versin.”

Varoluşçuluk deyince elbette akla gelen ilk karakter Meursault, onun kadar olmasa da absürd bir karakter Singer. Belirli konularda fikirleri var, okuma halini seviyor, öğrenmekle ilgileniyor. Öğrendiklerini eyleme geçirme konusunda hevesi yok. Kurduğu ilişkiler zaman zaman bağ ve sevgi içeriyor. Ancak organik bağın zayıflamasına neden olabilecek bir şeyle karşılaştığında (mesafe, iletişimsizlik, heyecansızlık, çıkar ilişkisinin sona ermesi) ilişkiyi sürdürme gereği duymuyor. İnsanlarla bağ kurmaya karşı özel bir ilgisi yok. 

Sizi karmaşık meseleleri düşünmeye zorlayan yönleri var kitabın. Örneğin, boşanmaya karar verdikleri halde Isabella'nın bakımını üstlenmesi neden? Sevgi veya bağ yüzünden yapmıyor bunu. Neden kızı anneanne ve dedesine emanet edip kendi yoluna bakmıyor? Bunun sebebi muhtemelen, Singer'in Merete ile evliyken sahip olduğu "gizli emeller, yan amaçlar". Dışarıya verdiği düşünceli üvey baba imajının kendisine büyük bir konfor alanı yaratacağının farkında. Hayatında Isabella olmasa, içten içe yeni bir hayat amacı arayışına girmesi gerekecek belki de. Oysa Isabella ile artık varoluşu dışarıdan bakınca "tam". Kimse onu dışa dönük olmaya zorlamayacak. Aksine, bu hüzünlü ikiliye insanlar belki de yaklaşmayacak, Singer dilediği yalnız hayatı burada sürdürebilecek bu sayede.

26 Aralık 2022 Pazartesi

Kısa Anime: Koca Kıçım ve Ben (2021)

Yelyzaveta Pysmak tarafından yönetilen, 10 dakikalık bir anime. 2021 Polonya yapımı. Beden algısı ile ilgili, müthiş tatlı çizimlere sahip bir film olmuş. Big brother is watching you, Sauron'un gözü, Dante'nin cenneti, Sailor Moon, Street Fighter (sanırım?) göndermeleriyle çok eğlenceli. 

Bir apartmanın pencerelerinin dışarıdan görünümüyle başlıyor, ortadaki pencereden yükselen çığlıkla hikayeye giriyoruz. Denediği pantolonun düğmeleri birbirine kavuşmayan kadının panik çığlığı. Kahramanımız bu deneyiminin üzerine tartıya çıkıp ŞİŞKO ibaresiyle karşılaşınca ipler kopuyor. Sıkı bir diyete giriyor. O kadar sıkı bir diyet ki, içtiği sodanın içindeki bir parça limon, midesinde yaşam savaşı veren kardeş organizmaları birbirine kırdırıyor. Azminin karşılığında istediği kiloya düşen kahramanımız bir gece şeytanın dürtmesiyle mutfağa girip buzdolabına karşı vicdanıyla sıkı bir savaşa giriyor. En zayıfladığı anda, tam da buzdolabına davranacakken bir incekıç meleği penceresine dayanıp ona bir çağrıda bulunuyor. Meleğin çağrısını kabul eden kahramanımız, melekle birlikte incekıç kraliyetine girip incekıçların cennetinde bir süre vakit geçirme fırsatı yakalıyor. Şezlongda güneş gözlüğünü takıp güneşlenen incekıçlar mı dersiniz, pilates dersinde senkronize hareket edenler mi. Kahramanımız atmosferden büyülenmiş vaziyette mutluluk sarhoşu olmuşken birden 6 incekıçın çaldığı borazanla irkilip kendine geliyor. Borazanı duyan bütün incekıçlar alanda toplanıyor ve bir anda secdeye kapanıyorlar. Bunca incekıçı yöneten o mukaddes güç de nesi diye merak eden kahramanımızın kafasını kaldırmasıyla Big Brother tartıyla karşılaşması bir oluyor. Birden o da diğer incekıçlar gibi tir tir titremeye ve secde etmeye başlıyor. Tartı, birdir. Aslolan tek şey tartıdır. O, sizi gören, ağzınıza ne attığınızı bilendir. Derken sırayla ölçüme giriyorlar. Kahramanımıza sıra geldiğinde korkuyla adımını tartıya atıyor, ibre biraz dans ediyor, seyirciye gergin anlar yaşatılıyor. ŞİŞKO DOMUZ YAVRUSU ibaresi beliriyor. Ölçümden alnının akıyla geçen tüm incekıçların öfkeli gözleri, yaşadıkları krallıktaki norma uymayan kahramanımıza yöneliyor. Tam da bütün kraliyet halkı kahramanımıza saldırıp onu sindirmeye hazırlanırken, antikahramanımız şişkokıç sahnede beliriyor ve kahramanımıza elini uzatıyor. Onu bu algının içinden çekip çıkarıyor bir bakıma. Bu yeni ittifakı gören sıska kaltakların tanrısı tartı duruma çok öfkeleniyor ve ikisini karşısına alıp onlarla savaşmaya başlıyor. Tartı, teke tekte ikisini de alıyor. Ancak antikahramanımız şişkokıçın kalan son gücüyle elini yeniden sıska kahramanımıza uzatması oyunun akibetini tamamen değiştiriyor. Bedeniyle barışan kahramanımız güçlenip ayağa kalarak zayıflar krallığına ve onun tanrısı olan tartıya karşı direnç göstermeye başlıyor. İşte o zaman gerçek kahramana dönüştüğünden, kahramanlara yaraşır bir kostüm de beliriyor üzerinde. Oyunun sonunda kahramanımız şişman bedeniyle bütünleşip tartıya büyük bir hezimet yaşatarak maçı kazanmayı biliyor. Kahramanımız ve şişko kıç eve dönüp aynanın karşısına geçtiklerinde birbirlerine sıkı sıkı sarılıyorlar. Vedalaştıktan sonra şişko kıç aynaya geri dönüp bizlere veda ediyor. 

Ne kadar da şeker bir hikaye. Gerçek dostumuzun tartı değil, aynadaki şişko olduğunu anlatıyor bir güzel. Siz yine kilo verin, ama incekıç krallığındaki kaltakların gazabından korunmak için değil, kendiniz için kilo verin demeyi de unutmuyor. Beden algısı üzerine daha çok şey izlesek, okusak keşke.