Bugün birisi size iki şüpheli arasından zenci olanın mutlaka suçlu olması gerektiğini, beyaz olanın elbette masum olduğunu söylese, bu kadar çiğ bir ırkçılık karşısında dehşete düşer ve savunmaya geçersiniz. Ama bunu 1950'li yılların sonunda, Amerika'da yapmak çok kolay değildi.
Avukat bir babanın kızı olarak 28 Nisan 1926 tarihinde doğan Harper Lee, Montgomery'de gittiği kolej zamanlarında, türlü dergilere ırkçılığa ve haksızlığa karşı yazılar yazıyordu. Daha kolej yıllarından itibaren sağduyusunu sergileyen ve ırkçılığın aşılması gereken bir engel olduğunu anlatmak isteyen Lee, 1950'li yılların sonunda bir sene boyunca inzivaya çekilecek ve kitap yazacaktı. Kitabın ham halini beğenmeyen yayıncı Tay Hohoff'un yönlendirmeleriyle, kitap 2,5 senede şu anki halini alacak, kısa bir süre sonra Pulitzer Edebiyat Ödülü kazanacak, daha sonra da sinemaya uyarlanarak 3 tane Oscar ödülü alacaktı. Lee bu başarıyı asla tahmin edemezdi.
Dünya çapında dikkat çeken hikayenin anlattığı şey aslında çok basit: Empati kurun ve ırkçılıktan vazgeçin.
Bu basit mesajı, tertemiz bir kurguyla, zekice hazırlanmış bir anlatım tekniğiyle aktarmak ise Harper Lee'nin kişisel başarısı.
Kurgu ve tema üzerinde anlatacak çok fazla şey var. Kısaca değinelim.
Öncelikle belirtmekte fayda var, kolay akan bir hikaye değil. Anlatıcı, abisi Jem’in bir kolunun diğerinden kısa kalmasına neden olan kazayla ilgili konuşan yetişkin Scout
karakteri. Bu sorunun cevabını vermek için 6 yaşında olduğu o yaza geri
dönüyor ve o 9 yaşına gelene kadar sorunun yanıtına erişemiyoruz.
Hikaye anlatıcı açısından başladığı yerde bitse de, okur 3-4 yıllık bir
öyküye maruz kalıyor, bu da biraz yorucu.
Bu noktada Bildungsroman akımından bahsedelim. Ana karakterin çocukluğundan yetişkinliğe kadar geçirdiği değişimi sergileyen roman anlamına geliyor. To Kill A Mockingbird bunun tipik bir örneği. 3 karakteri çocukluk zamanlarından itibaren tanımaya başlıyoruz ve hikaye ilerledikçe nasıl olgunlaştıklarını görüyoruz. Onların olgunlaşmasına yardımcı olan iki karekter ve bu iki karakter üzerinden anlatılan iki tema var: Boo Radley ve Tom Robinson, empati ve ırkçılık.
Boo Radley, Finch'lerle aynı mahallede yaşayan bir ailenin oğlu. Çocukluğunda akli dengesini yitiriyor, akıl hastanesini ailelerinin konumuna yakıştıramayan babası tarafından eve kapatılıyor ve yıllar boyunca orada kalıyor. Çocukların kulaktan kulağa yaydıkları ve gitgide daha da korkunçlaşan efsaneler sayesinde küçüklerin gözünde yıllar geçtikçe canavara dönüşüyor. Evin önünden geçen çocuklar ancak köşedeki elektrik direğine kadar yaklaşabiliyor, bir adım ötesine gitmek için büyük bir cesarete ihtiyaç duyuyorlar. Çocuklar, hiçbir kötülüğünü görmedikleri bu adamı kendilerinden önceki jenerasyonun anlattığı birkaç öyküden yola çıkarak canavarlaştırıyorlar. Boo Radley'nin Tom Robinson ile paralelliği burada başlıyor.
Tom Robinson, Ewell'ların evinin önünden geçerken bir gün genç beyaz bir kız olan Mayela'ya tecavüz edip dövdüğü suçlamasıyla mahkemeye çıkarılan, evli ve çocuklu bir zenci. Avukatlığını Scout ve Jem'in babası Atticus yapıyor. Bir zencinin mutlaka suçlu olduğunu düşünen, onu savunmanın utanç verici olduğunu ileri süren kasaba halkı elbette Finch ailesine karşı ayaklanıyor. Yalnızca Atticus vicdanını dinliyor. Mayela'nın kendi isteğiyle bir zenciyle beraber olduğunu ve dayağı babasından yediğini biliyor. Bunu da mahkemeye kanıtlamaya çok yaklaşıyor. Yalnız insanları ikna edemeden Tom kaçmaya çabalıyor ve öldürülüyor.
Bir tarafta hiçbir şey yapmadığı halde canavarlaştırılan, evde yaşadığı ve gün ışığı görmediği için bembeyaz bir tene sahip olan Boo, diğer tarafta yine hiçbir şey yapmadığı halde canavarlaştırılan, siyah tenli Tom.
Hikaye, özetle, birbirine paralel bu iki karakter üzerinden empatiyi öğrenerek olgunlaşan iki çocuğun hikayesi. Babaları Atticus'un deyimiyle başkalarını anlamak için onların elbiselerinin içinde dolaşmayı keşfediyorlar. Empati yapabildikleri gün, ayrımcılığın, ötekileştirmenin saçma olduğunu fark edip çevrelerindeki önyargı bulutundan sıyrılabilmeyi başarıyorlar. Çocukluklarında yaşadıkları bu durağan kasaba ve babaları sayesinde tanık oldukları bu mahkeme, iki çocuğun karakterlerini kökten değiştiriyor.
Yazarın kendi hayatıyla da benzerlikler taşıyan romanı otobiyografik roman kategorisine sokmak da mümkün. Örneğin yazın gelen Dill karakteri, Harper Lee'nin çocukluk arkadaşı Truman Capote'nin ta kendisi. Harper Lee'nin babası da hukukçu, ırkçılık davalarına katılıyor. Ancak bu kadar benzerliğe rağmen Lee, romanın otobiyografik olmadığını ileri sürüyor. Bu nedenle kurgu kategorisinde değerlendirmek daha doğru olur.
Filme gelince, 1962 yılında, yani kitap basıldıktan iki sene sonra çekiliyor ve büyük bir başarı yakalıyor. Gregory Pack'in başrolde oynadığı film 3 tane Oscar almayı başarıyor: En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu.
Kitap gibi düşük bir tempoya sahip olan filmde süre kısıtlaması nedeniyle elbette bazı karakterlere ve sahnelere yer verilmemiş. Bana kalırsa mahkemede, normal şartlar altında bir zenciyi 5 dakika içinde suçlu bulan jürinin 2 saat boyunca karar veremediği detayına yer verilmeliydi. Jürideki bir beyazın önyargıları kırdığını ve Tom'u savunduğu detayı, mahkemenin insanların önyargısını kırmaya yardımcı olduğunu gösteriyor. Atlanan en önemli detay buydu. Bunun dışında En İyi Uyarlama ödülüne kesinlikle layık olduğunu söyleyebilirim.
Filmin bir başka başarısı da oyuncu seçimi. Özellikle Atticus, Dill, Scout, Tom ve Boo karakterleri için olabilecek en uygun oyuncular seçilmişti. Kitabın direkt canlandırmasını izliyorum hissini yaşadım.
Zaman zaman çok zor ilerleyen bu hikayeyi, Çavdar Tarlasında Çocuklar gibi çocuk bir anlatıcının ağzından hikayeler dinlemeyi seviyorsanız mutlaka okuyun derim.