28 Şubat 2022 Pazartesi

Film: J'ai perdu mon corps (2019)

Jérémy Clapin'in yönettiği, Guillaume Laurant'ın Happy Hand romanından uyarlanan animasyon filmi. Senaryoyu da ikisi birlikte yazmışlar. 

Film, Naoufel'in malum kazayı yaşadığı an ile başlıyor ve iki farklı zamana flashback yaparak ve günümüze dönerek 3 farklı zamanda ilerliyor. Bir yandan Naoufel'in çocukluk halini izliyoruz, yani geçmişini. Diğer yandan Naoufel'in kazadan kısa bir süre öncesini izliyoruz, yani kazaya giden süreci. Öte yandan ise el'in şimdiki halini izliyoruz. Sadece bu anlatım biçimiyle bile içimi paramparça eden, hüzünlü bir zorunlu göçmen hikayesi.

Naoufel'in bedeninden kopup sokaklara düşen elini izlemeye başlamışken şöyle diyoruz: Of, sokaktaki tehlikelerle iyice kirlenecek, tamamen drama batacak, bir daha da iflah olmayacak bir hikaye geliyor. El'in düştüğü durum içler acısı, evet, ama doğruyu söylemek gerekirse insan empati yapamıyor. Düşmekten en çok korktuğumuz o "hal", kişiyi bir kez buldu mu o kişi için elimizden bir şey gelmeyeceğini düşünüyoruz. Belki o hale yaklaşmamak/düşmemek için kişiyle aramıza set çekiyoruz, onu yabancılaştırıp konfor alanımıza geri dönüyoruz, vs. Film iki koldan ilerlettiği flashback'lerle izleyicinin konfor alanına hızlıca dönmesini engelliyor. Sokaktaki pisliklere bulaşan elin, bir zamanlar bir çocuğa, hatta bir bebeğe ait olduğunu gördüğüm sahne benim en çok içimi parçalayan kısımdı. Kültürlü bir anne babanın sevgiyle büyüyen çocuğu Naoufel, elim bir kaza nedeniyle anne babasını kaybettiğinde kaderinin gidişatı birden değişiyor. Fas'tan Fransa'ya, oradaki muhtemelen akrabalarının yanına göçmek zorunda kalıyor. Etrafındaki sevgi bulutunu, anne babasının kendi ülkelerinde ait olduğu üst sınıf ayrıcalıklarını bir anda kaybedip Fransa'da ikinci sınıf vatandaş gibi görülen bir göçmen ve yalnız bir genç olarak büyüyor. Sefil haliyle bağ kurmak ürkütücü gelse de, hepimiz sevgiyle büyüyen bir çocukla bağ kurabiliyoruz. Kendi çocuğunun yarınının belirsizliği çok tekinsiz, dolayısıyla ürperten bir fikir. Yönetmen, adeta bizi koltuğumuzdan söküp çıkararak zorla empatiye yönlendiriyor. Naoufel'e bu noktadan sonra herhangi bir göçmenmiş gibi bakamaz oluyoruz. 

Sonra Naoufel'in kazadan kısa süre önceki yaşantısına tanık oluyoruz. Kaybolmak üzere, yapayalnız bir gençken kalbinin ilk kez aşkla kıpır kıpır olduğunu, kendisini bulmaya başladığını görüp onun için mutlu oluyoruz. Bu kısımlar hüzünlü olduğu kadar sevimli. Evrensel hisleri yaşayan bir genç Naoufel. Dolayısıyla onunla kurduğumuz bağ iyiden iyiye güçleniyor. Kaderini neredeyse unutuyoruz. Onunla aramıza çektiğimiz set aklımızdan silinip gidiyor. Bir an için sınırlar kalkıyor. Hepimiz insanız, seviyoruz, seviliyoruz, vs. Derken hikaye ilk sahnede tanık olduğumuz karanlığa doğru ilerlemeye başlıyor. Yönetmen bizi zorla alıkoyduğu empati hücresinin kapısını açıyor bir bakıma. İsteyen çıksın, şimdi artık seçim size kalmış diyor. Naoufel önce aşkına karşılık alamıyor. Renkler onun için yine griye dönmeye başlıyor. Derken malum kaza gerçekleşiyor. Zaten kopuk bir genç olarak geldiği bugünlere artık tamamen umutsuz bir genç olarak devam ediyor. Bağ kurabildiği herkesle ve her şeyle iletişimi kesiyor. Bir sıçrama tahtasına basarak intihar girişiminde bulunuyor. Başarılı olursa vincin bir katına tutunup tekrar yaşamı iliklerinde hissedeceği, kaderini değiştireceği, başarılı olamazsa yitip gideceği bir girişim bu aslında. Tek şansı. Tahminlerinden ve ipuçlarından başarılı olduğunu, onun için umudun devam ettiğini anlıyoruz. Kaderinin akışını değiştirebiliyor. Karakterin sonrasını görmüyoruz. El'in sahibiyle buluşup buluşmadığını, Gabrielle ile aralarında bir şey olup olmadığını, vs. bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Naoufel'in yine bir şekilde tutunmayı başarmış olması. Umut veren, ama bir o kadar da belirsiz bir sonu var. Belki o şey umut değil bile. Bir vincin bilmem kaçıncı katına asılıp kalmış bir gençten bahsediyoruz. Belki sabah olup da fark edilene kadar karda donup ölecek. Sadece kaderini değiştirme gücünü eline aldığını görüp cesaretinden ilham almamız bakımından olumlu diyebiliriz sanırım final sahnesine. "Böyle olmak zorunda değil, bir şeyleri değiştirebiliriz."

Fransa özelinde göçmenliği dert edinen bir hikaye. Göçmenler illa ki fakirlikten ve imkansızlıklardan gelmiş olmak zorunda değil, onlar da hayatlarına başladıklarında sizin gibiydi diye sesini epey yükselterek veriyor mesajını. Dünya genelinde ise mülteci sorununu düşündürüyor elbette. Hayallerinden, içinde yetiştikleri sevgi ortamından, birikimlerinden, sosyal statülerinden bir anda kopmak zorunda kalan; gittikleri yerlerde perişan olup dışlanan, yabancılaşan koca bir kitle. Yönetmenin kurdurmayı başardığı empati hissini iliklerinizde hissederken olan biteni tekrar düşünmek zorunda hissediyorsunuz. El'in bebek olduğu iç parçalayıcı sahne tekrar tekrar gözünüzün önüne geliyor.

Not: Yaklaşık 10 yıl önce izleyip hala etkisinden kurtulamadığım Skhizein kısa filminin de bu yönetmene ait olduğunu henüz öğrenmiş bulunuyorum. Bundan sonra ne çekse izleyeceğim insanlar kategorisine girdi kendisi.

18 Şubat 2022 Cuma

Kitap: Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi

İletişim'in Edebiyat Eleştirisi dizisinden Utku Özmakas çevirisiyle çıkan Terry Eagleton kitabı. İdeolojiye ağırlık veren toplumbilimsel eleştiri türü olan Marksist Eleştiri'yi yaklaşık 100 sayfada kronolojik bir düzen izleyerek açıklıyor. 

Kitabın içeriğine geçmeden önce kabaca tarif etmek gerekirse Marksist Eleştiri, doğrudan doğruya yapıtın bağımsız olarak var olan edebi yönünü incelemekle ilgilenmeyen, yapıt içindeki kenter yönelimleri tespit edip eleyerek yerine Marksist çözümler öneren, bir nevi kuralcı bir eleştiri yöntemidir. Örneğin, bir kitaba psikanalitik okuma yapıldığında ruhbilime önem veriliyorsa, Marksist okuma yapıldığında ekonomiye önem verilir. Karakterlerin tüm davranışlarının, hikayede geçen her olayın özünde ekonomi ile ilişkili olduğunu savunur. Son derece eyleme yönelik oldukları için Marksist eleştirmenlerin katı, bazen sansüre varacak denli baskıcı bir üslubu vardır denebilir. Marksçı kuramı tarihsel bir kılavuz olarak görürler. İç yaşam, umut yokluğu gibi temaları küçümserler. İndirgerler. Feodal düzenin aksaklıklarını gösterdiği için genelde Balzac severler. 

Marksizm yaratma değil, yapma düşüncesidir. Eleştiri ise yazımsal yaratmanın bir parçasıdır. Bu nedenle eleştiri ve Marksizm bir türlü örtüşmez. Marksist eleştirmenler, yapıtın salt edebi varlığını tanımayıp, topluma ayna tutma yönüyle ilgilenirler. Sanat sanat için değil toplum içindir görüşünü savunurlar. Biçimcilere karşı dururlar, içeriği önemserler. Sanatın iç dinamiklerini görmezden gelirler. Terry Eagleton, Marksizmin bu dogmalarından bıkan, yenilikçi bir düşünürdür. Althusser'ci Marksist eleştirmenlerdendir. Eleştirinin bağımsızlığını savunur. Ona göre, eleştiri, yazınsal metnin "kendiliğinden gerçekliğini" verir. Şöyle bir görüşü vardır Eagleton'ın; yazar yapıtını oluştururken kimi konularda suskun kalır, bir bakıma ideolojinin ayıbını sergiler. Eleştirmenin görevi yazarın söylemek istediğini açıklamak değil; Marksist bakışla eseri incelemek, yazarın söylemediklerini eşelemek, ideolojinin kendini ele veren eksik yönlerini gün yüzüne çıkartmaktır. Eleştirinin görevi metnin tamamlanmamışlığı içine yerleşerek metni teorize etmek, metnin kimliğinin asıl ilkesini meydana getiren bu "söylenmemişlerin" ideolojik gerekliliğini açıklamaktır. Metinde tutarlılık aramaz, tutarsızlığı yakalamanın peşindedir. Eleştiriyi ideolojinin estetik alanı içinde görür. Eserin estetik yönüyle ilgilenir. Eserin iyi ya da kötü olmasına değil, ideolojiyi yansıtırken verdiği açıklara odaklıdır. 

Terry Eagleton'ın Marksist Eleştiri geleneğinde nerede durduğunu kısaca açıkladıktan sonra kitaba geçeyim. Kitap direkt olarak Marx ve Engels'in edebiyat üzerindeki görüşlerini aktararak başlıyor. Edebiyatla ne kadar ilgilendiklerinden, edebi faaliyetlerde de bulunduklarından bahsederek aslında bu dogmaların Marksizmde yer almak zorunda olmadığına göz kırpıyor. 
 
Eagleton, Marksist eleştirinin yalnızca romanların işçi sınıfından söz edip etmediğiyle ilgilenen bir "edebiyat toplumbilimi" olmadığını söyler. Amacı yapıtı bütünlüklü şekilde "açıklamaktır" der ve açıklamak ifadesi ile ilgili olarak başka bir Althusser'ci Marksist eleştirmen olan Macherey'in Pour Une Théorie de la Production Littéraire kitabına atıf yapar. Yorumlamak ve açıklamak arasındaki ayrımı vurgular. Yorumlamak, eseri belirli ideal normlarla uyumlu bir biçimde yeniden ele alıp düzeltmek anlamına gelirken, açıklamak metni olduğu şey olarak kabul eder. 
 
Marksist eleştirinin dogmacı olduğuna dair kaba izlenimin, Stalinizm döneminin edebi olayları tarafından şekillendirilmiş olduğunu açıklar. Bir proleter kültür yaratma fikri olan, sanatı sınıfın bir silahı olarak gören ve burjuva kültürünü reddeden dogmatik Prolekült fikrinin savunucuları işi o kadar ateşli bir boyuta taşır ki, sonunda, 1934'te yapılan Sovyet Yazarları Kongresi'nde "sosyalist gerçeklik" resmi olarak benimsenen görüş olur. Bundan sonra edebiyata parti yönelimli, kahramanca olma zorunlulukları dayatılır. Sanata ve kültüre karşı yıkıcı bir saldırıya girişilir. 1940'lar ve 50'lerin başında da edebiyatı tekdüze hale getiren, özgürlüğünü çokça kısıtlayan kararlar alınır. Sanatçılar o kadar bunalır ki, şöyle bir olay yaşanır: 1939 yılında, Brecht'i etkileyen tiyatro yönetmeni Vsevolod Meyerhold herkesin önünde "sosyalist gerçeklik denen bu zavallı ve steril şeyin sanatla hiçbir ilgisi yoktur" der. Hapse atılır, kısa bir süre sonra da ölür. 

Yazar bu noktadan sonra, Marksizmle ilgili kilit figürlerin aslında bu dogmacı görüşe yakın durmadıklarını açıklamaya koyuluyor. Öncelikle Lenin'den bahsediyor. Kahrolsun partizan olmayan yazarlar dese de bunun kuamsal metinlerle ilgili olduğunu; proletarya kültürü oluşturulsun dese de kapitalizmden kalan değerli kültür ürünlerinin korunmasını savunduğunu belirtiyor. Daha sonra Troçki'nin fikirlerine geçiyor. Troçki, burjuva sanatının en iyi ürünlerini kendine katmak için sosyalist bir kültüre gereksinim var diyor. Kayıtsızlıklarından dolayı biçimcileri desteklememekle beraber, biçimcilerin karmaşık teknik analizlerinde değerli olan şeyi anlıyor.
"Şairleri gönülsüzce fabrika bacalaı ya da kapitalizme karşı devrim dışında bir şey yazmamaya zorladığımız düşüncesi absürddür. Bir sanat yapıtı ilk aşamada yalnızca kendi yasalarında değerlendirilmelidir."
Daha sonra yazarın gerçekliği "tipler" yaratarak yansıttığını, bireysel psikolojiden ziyade tarihsel bireyselliğin söz konusu olduğunu söyleyen Belinski, Lukacs ve Plehanov'un tipselleştirme kavramının daha önce Marx ve Engels tarafından da ele alındığını söylüyor. Marx'ın ilk dönem yazılarında edebiyatın araç olaak görülmesine karşı çıktığını söylüyor. Marx ve Engels'e göre estetik "iyi" ile siyasi "doğru" eşit değil. Engels, siyasal eğilimi olan romanlardan hoşlanmıyor. Siyasi eğilim, romanda amaç olmamalı, yeri geldiğinde gün yüzüne çıkan bir öğe olmalı ona göre. Marx da çelişkili eserleri sevmiyor. Örneğin, doğru marksist mesajlar verse de kitap içinde burjuvaya sempati besleyen karakterleri çelişkili buluyor. 

Yazar daha sonra yansıtmacı kuramı açıklamaya koyuluyor. Edebiyatı tarihten koparan biçimcilerin karşısında duran yansıtmacılar, Marksist edebiyat için önemli. Ancak Eagleton, edebiyatın gerçeği yansıtması düşüncesinin yetersiz olduğunu düşünüyor. Yapıt ayna olamaz diyor ve çeşitli isimlere atıf yaparak fikrini geliştiriyor. Lukacs'a göre, sanatsal bilinç dünyanın salt yansıması olmaktan ziyade, ona yardımcı bir müdahale. Yazarlar yansıtmaktan fazlasını yapmalı, eleştirmeli, üretmeli. Troçki'ye göre sanatsal yaratım "sanatın kendine has yasalarına uygun olarak gerçekliğin saprııtlması, değiştrilmesi ve dönüştürülmesi". Macherey'e göre edebiyatın etkisi taklit etmek değil bozmak. Aynanın nesneyi yeniden ürettiğini söylüyor.

Sonrasında ise yazar, gerçek devrimcinin yalnızca sanat-nesnesi ile değil sanatın üretim araçları ile de ilgilenmesi gerektiğini düşünen Walter Benjamin'e atıf yapıyor. Buradan Benjamin'in başarılı bulduğu Bertolt Brecht'e geçip Brecht-Lucaks tartışmasına değiniyor. Lucaks edebiyat yapıtını birey ile toplum arasındaki çelişkileri uzlaştıran bir bütün olarak kabul ederken, Brecht sanatın çelişkileri kaldırmaması, aksine gözler önüne sermesi, insanları bu çelişkileri yıkmak için kışkırtması gerektiğini savunuyor.
"Sanatta 'altyapı' ile 'üstyapı', ürün olarak sanat ile ideolojik olarak sanat arasındaki bu ilişkinin tanımlanması sorunu, bana Marksist edebiyat eleştirisinin artık yüzleşmesi gereken en önemli sorunlardan biri gibi görünüyor. Öteki sanatların Marksist eleştiriden bir şeyler öğrenebileceği yer belki de burasıdır."
Edebiyat eleştirisiyle ilgileniyorsanız, Terry Eagleton'ın adını neredeyse her yerde göreceksiniz. Fikirlerine giriş niteliği taşıyan bu kitapla başlamak iyi bir fikir. Marksist eleştiri sansürcülüktür önyargınızı kırmanızı sağlayacak bir kitap.

Kaynakça: 
Eleştiri Kuramları, Tahsin Yücel
Çözümleyici Eleştiri, Semih Gümüş
Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Berna Moran

13 Şubat 2022 Pazar

Film: Titane (2021)

Julia Ducournau'nun yazıp yönettiği Fransız body horror filmi. Şu söyleşiyi okumamış olsam, bıraktığım 20. dakikadan tekrar alıp bitirmeye asla girişmezdim. Filmin ilk yarısı, vahşet sahneleri sevmeyenler için ekstra zor. Ne demek tabure ayağını adamın kafasına saplayarak cinayet işlemek? 

Film, Alexia'nın çocukluğuyla başlıyor. Babasının sürdüğü arabada, arkada oturup babasını delirtmeye çalışan bir kız çocuğu olarak karşımıza çıkıyor. Hınç dolu bir baba-kız inatlaşmasının sonunda babanın dikkati dağılıyor, kaza geçiriyor, kendisi kazadan sapasağlam çıkarken Alexia'nın kafasına bir parça titan takıldığını görüyoruz. Babada bir parça vicdan azabı, acıma hatta sevgi emaresi gördüğümüz ilk sahne olsa da aynı sevgiyi Alexia'da göremiyoruz. Aksine, gidip arabaya sarılıyor. Böylelikle metallere olan ilgisi başlamış oluyor. 

Film, yetişkin Alexia ile devam ediyor. Alexia kulüp gibi bir yere giriyor. Dansçı kızlar, pahalı arabaların üzerinde erotik dans ediyorlar. Alexia arabaların arasında kararlı adımlarla, izleyicileri sağa sola iterek yoluna devam ediyor. O ana kadar, dansçı kızları bir parça küçük görürken ya da onların karşısında seyirci edilgenliğindeyken, Alexia'nın alev desenli araba üzerinde file çorabıyla en ekstrem danslardan birini sergilediğini görünce edilgenlikten sıyrılıyoruz, şöyle bir kendimize geliyoruz. Soğuk bir baba ile büyüyen yabani kız Alexia dansçı olmuş. Aslında burada yönetmen, Alexia'ya karşı bir şekilde doğabilecek empati duygumuzu yıkmaya çalışmış bence. Vah gariban Alexia, babası yüzünden kafasında tuhaf bir dikiş iziyle yaşamak zorunda kalacak, dışlanacak falan diye kıza acımaya kalkacakken, Alexia'nın bedeniyle son derece barışık olduğunu, kafasındaki tuhaf izi hiç de kafaya takmadığını ve hatta o izi lehine kullanarak çizdiği imaj sayesinde bedeniyle kitleleri kendine çektiğini, aslında babasına bir şekilde başkaldırdığını, babasının o anlık acıma ve sevgi hissini reddettiğini, başkaldırdığına göre de aksiliğe devam eden bir kız olduğunu fark ediyoruz. Geçirdiği kaza nedeniyle acıdığımız küçük kız büyümüş ve kendi bildiğini okumuş, o halde ona acımamıza gerek yok. Hatta sergilediği tuhaflıklar yüzünden hafiften kendisinden korksak yeridir.

Kulüpten çıkarken kendisinden imza almaya gelen, biraz da yürüyen bir hayranıyla birlikte Alexia'nın cinayet serisi başlıyor. Burası herkes gibi benim de izlerken çok zorlandığım kısımdı. Adamı öpüşerek kandırıp arabanın içine çektikten sonra saçını tutturduğu çubuğu boğazına saplıyor. Adamın ağzından çıkan köpükler Alexia'nın üzerine dökülüyor falan. İğrenç. Gerçekten iğrenç. Hala gözümün önünde o sahne. Neyse iğrenç ama, burada Alexia'dan henüz tam anlamıyla soğumuyoruz. Çünkü kendini ısrarla taciz eden bir adamı öldürüyor. Haksız, ama hiç değilse cinayet için bir gerekçesi var. Sonra duşta tanıştığı dansçı kız ısrarla kendisine yürüyünce Alexia kızla sevişiyor. Bu kez bizi nipple pearcing üzerinden bir vahşet sahnesi bekliyor. Buraları ben 15 saniye atlata atlata geçtim açıkçası. Derken kızın evine gidiyorlar. Kızın evi dediğimiz yer koca bir lüks villa. Sonra oranın çıplak insanlar yurdu gibi bir şey olduğunu öğreniyoruz. Alexia önce kızı, sonra da karşısına çıkan bir sürü çıplak insanı teker teker öldürüyor. Her biri ayrı bir vahşet sahnesi. Buralar bende hiç yok. Sadece tabure ayağı saplama sahnesine biraz tanık oldum, lanet olsun. Bu anlamsız cinayet serisiye birlikte, Alexia'nın önüne geleni öldüren bir manyak olduğunu görüyoruz ve öh yeter artık noktasına geliyoruz. Bize yabancılaştıkça yabancılaşan bir karakter artık. Yetmiyor, bir de arabayla seks sahnesi geliyor üstüne. Ruhsal olarak yabancılaşmıştık zaten de, artık fiziksel olarak da tamamen yabancılaşıyoruz kendisine. 

Bu buz gibi karakter, kendisinden kaçan bir kişinin ihbarıyla ülkenin her yerinde aranır oluyor. Gittiği havaalanında robot resmini görünce hemen tuvalete gidiyor ve kılık değiştiriyor. Saçlarından, kaşlarından kurtuluyor, bandajla vücudunu sarıp kadınlığından kurtuluyor, bir de kendi burnunu kırarak simasını baştan yaratıyor. Arananlar listesinde gördüğü bir genç çocuğun babasına, Vincent'a ulaşıyor ve yıllar önce kaybettiği oğlu olduğunu iddia ediyor. Tipi kaybolan çocuğu hiç andırmamasına rağmen Vincent'ın onu kabul ettiğini görüyoruz. Haydaa bir başka deli. Acaba Vincent da Alexia gibi bir psikopat mı, başka vahşetler de mi izleyeceğiz derken filmin rotası birden bire değişiyor. Daha duygusal, daha ılımlı bir yöne doğru gidiyor. Vincent, dans etmekten, duygularını belli etmekten, sevmekten çekinmeyen bir adam, Alexia'nın babasının aksine. Alexia, iyi bir saklanma yeri olduğu için Vincent'ın yanında kalmaya çalışırken adamın da tekinsiz olduğunu fark ediyor elbette, kendisi gibi bir manyakla karşı karşıya olduğunu biliyor. Ancak onu öldürmesine engel olan şeyler yaşıyor sürekli olarak. Küçük sevgi gösterileri, seni koşulsuz seviyorum mesajları, vs. Alexia'ya ihtiyaç duyduğu güvenlik/sevilme hissini sağlıyor aslında Vincent. Alexia da bir şekilde kopamıyor. 

Koşulsuz sevme fikrini olabilecek en tuhaf koşullar altında gösteren bir film. "Gerçekte benim kaybettiğim oğlum olmasan bile, o olduğunu söylemen yeterli, seni oğlum kabul ediyor ve seni seviyorum." Hatta "erkek olmasan bile, erkek olduğunu söylemen yeterli, seni böyle kabul ediyor ve seviyorum." Vincent'ın bu yaklaşımını başlarda tekinsiz/tuhaf bulsak da sahneler ilerledikçe onu sevmeye başlıyoruz aslında. Durduğu yeri anlamaya başlıyoruz. Baştaki yabancılık hissimizi üstümüzden atıyoruz. "Aa, bu olabiliyor mu ya, nasıl yani, iyiymiş." şeklinde şaşırtıyor bizi Vincent. Ardışık vahşet sahneleriyle başlayıp mideleri alt üst eden film, koşulsuz sevgi temasıyla bir anda dokunaklı bir hal alıyor. 

Beni filmde vuran asıl şey ise Alexia'nın hamileliği oldu. Hamilelik üzerinden bir vücuda yabancılaşma anlatısı oluşturulmuş. Alexia'nın karnının günden güne şişmesi hem Alexia için hem de seyirci için son derece yersiz, beklenmedik. Alexia, robot gibi bir şey olduğu için kendi bedeninin doğurma işlevine son derece yabancı zaten. Bir de üstüne cinsiyetini gizlemeye çalışan bir kaçak olduğundan dolayı büyüyen karnı onun için bir engel. Seyirci de Alexia'yı buz gibi bir cani olarak gördüğü için onun doğurganlığını bir şekilde garipsiyor. Ayrıca Alexia'nın her seferinde vücudunu bandajla sarıp göğüslerini ve karnını saklama çabasına şahit olduğu için belki ilk kez Alexia için üzülüyor. Sahip olduğu bedenin kendi tercihlerinden bağımsız olarak biyolojik işlevini sürdürmesi acımasızca geliyor belki. "Her şey de bu kızın başına geldi" hissini ilk kez yaşıyoruz. Doğum sahnesinde de Alexia ilk kez savunmasız, zayıf. Tamamen Vincent'a muhtaç. Küçük bir kızken babasının sebep olduğu kazada bile kontrolü elden bırakmayan Alexia, makine-bebeğini doğururken ilk kez "yenik" pozisyonda. Alexia varoluşunu sürdürmenin tek yolu olarak inşa etmeye çalıştığı cinsel kimliği için mücadele ederken biyolojik özellikleri ona ihanet ediyor bir bakıma. Kendi bedeninin ihaneti, Alexia'ya güçsüz hissettirebilen tek şey oluyor. Bedeninin kişiyle iş birliği yapmaması büyük bir ayakbağı olsa gerek. Bu bağlamda ister kuir okumalar yapın, ister hiç hesapta yokken hamile kalmış, aslında anne olmak istemeyen kadınları düşünün, size kalmış. Bence her halükarda son derece dokunaklı bir tema.

10 Şubat 2022 Perşembe

Kitap: Yenişehir'de Bir Öğle Vakti

Sevgi Soysal'ın 1973'te yayınlanan gerçekçi romanı. Yolu Piknik'e düşen, yıkılmak üzere olan kavak ağacının çevresinde bulunan çoklu karakterleri tasvir ederek ilerliyor. Zengininden fakirine, cimrisinden çalışkanına, kültürlüsünden görgüsüzüne kadar çok çeşitli tipleri anlatıyor. Bir bakıma vatandaşın gerçekçi bir portresini çiziyor. 

Toplumun çeşitli kesimlerine dokunarak karakterlerini olabildiğince detaylı tasvir ediyor. Bilgi Yayınevi'nden çıkan baskısında, her karakter ile ilgili kısmın bir başlığı var, her karakter bir bölüm şeklinde ayrılmış. Bölümlerin giriş-gelişme-sonuç tarzı benzer ilerliyor. Karakteri dışarıdan tanımlama, öyle olmasına sebep olan şeyleri açıklayarak karaktere yakın hissetmemizi sağlama, en sonunda da karakterin, yazarın başından beri bildiği tuhaf yönünü vurgulama şeklinde ilerliyor. Örneğin, Hatice hanımın saygısız ve dikkatsiz insanlara olan tepkisini başta haklı buluyor gibi olsanız da, son paragrafta, girdiği mağazadan çay kaşığı çaldığını öğreniveriyoruz. O ana kadar bize ahlak öğreten Hatice Hanım, bir anda suçluya dönüşüyor. Yazarın baştaki nesnel tavrının aslında başından beri ironik olduğunu son paragrafta fark ediyorsunuz. Bir yandan gerçekçi karakterler çizerken, bir yandan da onları eleştiriyor aslında. Örneğin, Necip Bey'in başından beri abisi yüzünden mağdur olduğuna, bugün servetlerinin erimesinin sorumlusunun abisi olduğuna kesin olarak ikna olmuşken son paragrafta yazar eleştirisini yapıveriyor: "Bu arada, kendisiyle kızkardeşlerinin hep mirastan artakalanlarla geçindiklerini unutuyor, bütün sıkıntılarına o altınları da ağabeysine kaptırmış olmasının yol açtığını sanıyordu. O değilse, kim suçluydu peki? Ağabeysine her zamankinden daha çok kızarak bankadan içer girdi."
 
Sunduğu çeşitli tiplemeler nedeniyle sosyolojik çalışmalara, edebiyat sosyolojisi okumalarına sık sık konu olan bir roman. Vurguladığı başlıca mesele sınıf farkı elbette. Özünde fakirleri ve zenginleri anlatıyor. Zenginleri bolca karikatürize ediyor, fakirleri de olabildiğince çıplaklığıyla tasvir etmeye çalışıyor. Burjuva geleneğini, ahlakını sürdürmeye çalışan karakterleriyle bolca dalga geçiyor, fakir karakterlerinin ise daha çok garibanlığını gözler önüne seriyor. Her iki sınıftanda farklı farklı tiplemeler önermiş. Fakir olup sınıf atlamaya çalışan, süslü giyinen Ahmet; bir zamanlar fakir olmuş, sonra ticari zekası sayesinde sınıf atlamış Güngör; dünyalar kadar mirasa konmuş, kulüpte golf oynayıp viski içen, artık babadan kalan mirası sıfırlayıp fakirliğe geçmek üzere olan Necip Bey; kendisi zengin sınıfına mensup olmamasına rağmen okumuşluğu sayesinde burjuva ahlakını/normalini benimsemiş, ama aslında ahlak anlayışının sadece göstermelik olduğu, özünde o kadar da ahlaklı olmayan Hatice öğretmen, vs. Tüm bu alternatifler, aslında romanın 3 ana karakterinin derdini anlamamıza yardımcı oluyor. 

Ana karakterlerimizden en baskın olanı, tasvir edilen diğer neredeyse tüm karakterlerin tanıyıp sevdiği Ali, gariban bir aileden geliyor. Kendisi okuyor, okuduğunu anlıyor, tartışıyor, düşünüyor, söz üretiyor. Sınıf bilincine sahip, mücadelede aktif rol oynayan bir karakter. Bir başka ana karakterimiz Doğan, Profesör Salih Bey ve vekil kızı, Cumhuriyet kadını Mevhibe Hanım'ın oğlu. Tam bir burjuva olarak yetiştiriliyor. Sofradaki yemekler Doğan'a yetmediği zaman, evin hizmetçisinin tabağındaki köfteler alınıp Doğan'a veriliyor. Okul hayatında şımartılıyor, Hukuk okumak için Fransa'ya gönderiliyor. Cafelerdeki ortamlarda tartışılan fikirlerle kafası iyice karışan Doğan, yarım yamalak öğrendiklerinden yeni bir benlik inşa etme girişimiyle Hukuk eğitimini bırakıp sinemaya yöneliyor. Zaten ayrıcalıklı koşullarda büyütülmüş olan Doğan, ülkesine döndüğünde tamamen tepeden bakan bir tipe dönüşüyor. Evindeki sevgisizlikten, kuralların değişmezliğinden boğulduğu için sürekli kendine bir özgürlük alanı arayan, sağa sola saldıran, ilgisini çeken şeyleri tüketene kadar sömüren Doğan, ülkeye döner dönmez ilk iş bir sinema filmi çekmek için gecekondu mahallesine gidiyor. Tasarladığı şeyi, kendisini sıkboğaz eden gecekondu çocukları yüzünden çekemeyip, saçma sapan bir iş çıkarabiliyor ortaya. Filminin galasında toplanan bir grup sözüm ona entelektüel, Doğan'ın bu olmamış filmini "Türk sinemasını aşmak" gibi yorumlayınca, izleyiciler arasından yalnızca Ali'nin sesi çıkıyor. Doğan'a filminin berbat olduğunu söyleyip, filmi övdükleri için salondakileri haşlıyor. Bir yandan kendisini utandırmış olsa da, Doğan Ali'nin doğruculuğundan hoşlanıp onunla arkadaş oluyor. Ali'nin fikirlerinden etkileniyor. Onunla uzun uzun tartışıyor. Doğan, kitaplardan öğrendiği sözleri papağan gibi tekrarlayan, Ali ise söz üreten bir karakter. Ali, aslında Doğan'ı her zaman düşünmeye teşvik ediyor. Doğan için Ali, yeni bir özgürlük alanı. Bazen Ali, Doğan'ı ilesiyle beraber yaşadığı küçük evlerine davet ediyor, çay ikram ediyorlar. Orada birbirlerine karşı sevgi dolu olduklarını gören Doğan için, bu yeni bir şey. Dolayısıyla yeni arkadaşına iyice bağlanıyor. Üçüncü ana karakterimiz Olcay ise, Doğan'ın kızkardeşi. Evdeki sevgisizliği, soğukluğu beraber tadıyorlar. Birbirlerine karşı da soğuklar. Olcay Doğan'dan, onu da arkadaşıyla buluşmalarına götümesini istiyor ve Ali ile tanışıyorlar. Doğan gibi, o da Ali'nin farklılığından, fikirlerinden etkileniyor. Zamanla aralarında aşk filizleniyor. Sınıf ile ilgili olarak Ali, Olcay'a sürekli eğitim veriyor. Olcay, bu fikirleri benimsese de, gerçek yaşamına uyarlamakta güçlük çektiği için zamanla ilişkileri çatırdıyor. 

Bu üçlünün arasındaki ilişkide, karakterlerin sınıf ile olan ilişkisi, diğer karakterlere göre tersine çevrilmiş. Bütün diğer fakir karakterler için sınıf, atlanması gereken bir şeyken, Ali'nin sınıf atlamak gibi bir çabası yok. Aksine, Doğan ve Olay karakterlerinde tersine bir sınıf değiştirme çabası gözlemliyoruz. Ellerindeki imkanları bırakabilmekle sınanıyorlar. Kitaptaki tüm zenginler gelenek, ahlakçılık gibi şeyleri delice savunurken, Doğan ve Olcay değişime aç. Alternatifler arıyorlar. Fikirleri tartışıyorlar, sonunda başarılı olamasalar da kendilerine mantıklı gelen fikirleri benimseyip pratiğe dökmeye çalışıyorlar. Yazar, diğer karakterleri aslında bir bakıma sınıf ile ilişkileri bakımından oluşturup tasvir ediyor. Tam olarak karakterleri değil de, sınıf karşısındaki pozisyonları gözler önüne seriyor. 3 ana karakterde ise tasvirlerini daha derinleştiriyor. Zengin karakterlerine karşı takındığı ironik üslubunu bir kenara bırakıp Doğan ve Olcay'ı samimiyetle tasvir ediyor. Sınıf ile ilişkileri bakımından alternatif karakterler üretiyor. Bir çözüm öneriyor aslında. Nasıl olur sorusunu yanıtlıyor. Sonunda ise Olcay ve Ali beraberliğini bitirerek biraz karamsar bir final yapıyor. 

Burada Ali karakteriyle ilgili bende oturmayan bir şeylerden bahsetmek istiyorum. Neden Olcay bu mücadelede kuaföründen, tiyatrosundan vazgeçmek gibi sınavlardan geçerken, Ali hiçbir sınav vermiyor? Ali, Mevhibe Hanım'ın yanında pijamayla oturmamak, yemek yerken ağzını şapırdatmamak gibi basit sınavlara bile neden hiç girme zahmetinde bulunmuyor? Madem, Ali'nin dediği gibi, bu işte olabilecek şeylere odaklanmak, şartları zorlamamak lazım, o zaman Ali neden Olcay için hiçbir sınavdan geçmiyor? Ali'nin kestirip attığı, bütün değişim sorumluluğunun Olcay'ın omuzların yıkıldığı bir ilişkide Olcay'ın kaçması "karamsar final" olarak yorumlanmamalı belki de. Doğan'ı "kitap gibi" olmakla suçlarken aslında kendisi tam bir kitap karakter olarak duruyor. İlke de ilke, kuram da kuram. Sevdiği kıza sen benim aynı zamanda da "bacımsın" falan diyecek kadar bir ilke manyaklığı sergiliyor. Çok da sağlıklı bir karakter değil. Hatta Ali, tam bir karakter bile değil. Ali bir makaleler bütünü. Anahtar kelimeyi girdiğinizde ilgili makaleleri sıralayan bir tür arama motoru. Ali'yi dinlemek kuram okumak gibi biraz. Muhtemelen, yazar, sınıf mücadelesi ile ilgili fikirlerini aktarmak için bir karakter oluşturmayı formüle etmiş. Şöyle isyanlara engel olamıyorum: Fikir-karakter neden erkek? Bu erkek, neden Olcay'ın hayatına hiç adapte olmaya çalışmayıp sürekli olarak Olcay'ı kendi için değişmeye teşvik ediyor? Bu erkek, neden sürekli Olcay'a bir şeyler anlatan "öğretici" kılığında? Olcay çok insani şekilde, habire kendisini dönüştürmeye çalışan ama kendisinden hiç ödün vermeyen erkekten yılıp yoluna bakmaya karar verdiğinde, bu neden "karamsar bir final" oluyor? Bunlar 2020'lerin soruları, 1970'lerin değil, biliyorum. Yine de Ali karakteri benim için mantığı temsil ettiği kadar toksik maskülenliği de temsil ediyor. Bu nedenle kitabın sözde en aydın, en bilinçli karakteriyle empati kurduğumu söyleyemeyeceğim.

8 Şubat 2022 Salı

Kitap: Tütüncü Çırağı

1966 doğumlu Avusturyalı yazar Robert Seethaler'ın romanı. Salzkammergut isimli küçük bir göl şehrinde yaşayan genç Franz Huchel'in 1937 yılında valizini toplayıp Viyana'ya taşınması ve Trsnjek Tütüncü Dükkanı'nın sahibi, tek bacağı olmayan Otto Trsnjek'in yanında tütüncü çırağı olarak işe girmesiyle Franz için başlayan kişisel dönüşümü ve ülkede eşzamanlı olarak gerçekleşen politik dönüşüm hikayesini anlatıyor.

ÖZET 

Kitabın başlangıcında, Franz bir fırtınanın patlak vermesiyle aylakça dolaştığı ormandan evine dönüp yatağına sığınarak annesinin eve gelmesini bekliyor. Annesi her zamanki gibi eve geliyor, ancak bu kez varlığıyla Franz'a alıştığı konfor alanını sağlamak yerine Franz'ın hayatının ilk dönüm noktası olacak haberi de beraberinde getiriyor: Uzatmalı sevgilisi, Salzkammergut'un en zengin üçüncü adamı, fırtına esnasında gölde boğuluyor. Franz'ın kasabada biraz olsa da rahat yaşamasını sağlayan ek gelir ortadan kalkıyor. Annesi, çareyi, eski bir dostu (muhtemelen sevgilisi) Otto'nun yanında çalışmak üzere oğlunu Viyana'ya göndermekte buluyor.

Franz'ın gittiği yerle ilgili ilk izlenimleri şöyle: Viyana'yı baş döndürücü derecede hareketli buluyor. Hatta şehre, kötü bir kokunun hakim olduğunu söylüyor. Yoldan geçen bir kadın bu kokunun "yozlaşmışlığın, çürümüşlüğün habercisi" olduğunu söyleyerek onu kasabasına geri dönmeye davet etse de, dönüş, yeni bir maceraya henüz atılmış olan Franz için söz konusu bile değil. Dönüş kitap boyunca tekrarlayan bir öğe. Aslında Franz'ın olgunluğa ne kadar yakın/çocukluktan ne kadar uzak olduğunu anlamamızı sağlayan bir ölçüt olarak kullanılmış.

Franz dükkanda azimle çalışıyor. Sağduyulu, bilge patronu Otto ile iyi anlaşıyorlar. Genel olarak uyumlu bir profil çiziyor. Zamanla müşterileri ve tüketim alışkanlıklarını öğrenmeye başlıyor. Hayatı rutine dönüşmeye başladığı sırada, bir gün dükkandan içeri yaşlı bir adam girip puro alıyor. Otto'nun adam karşısında alışılmadık bir tutum, ekstra saygı gösterdiğini fark eden Franz, adamın Sigmund Freud olduğunu öğrendiğinde büyük bir şaşkınlık yaşıyor. Franz, Freud'un çıkarken dükkanda düşürdüğü eşyasını geri vermek üzere yaşadığı eve gidiyor. Orada Freud ile kısaca muhabbet etme olanağı buluyor. Viyana'da sıkıldığından bahsediyor. Freud, ona bir kız bulmasını tavsiye ediyor. Bu tavsiyeye uymaya karar veren Franz, hafta sonu olduğunda hazırlanıp süslenerek Viyana'nın ünlü fuar alanı Prater'e gidiyor. Orada ayrık dişli bir kıza vuruluyor. Tam yakınlaşacakları sırada, kız Franz'dan kaçıyor. 

Franz'ın iç dünyasında hareketlenmeler başladığında, ülkedeki siyasi atmosfer de eşzamanlı olarak hareketleniyor. Bir sabah uyandığında, dükkanda bir gürültü olduğunu duyan Franz neler olduğuna bakmaya gidiyor. Komşu kasap dükkanının sahibinin, domuz kanıyla tütüncü dükkanının camına "Defol git, Yahudi dostu!" yazdığını görüyorlar.

Franz, Freud'un tavsiyesine uyup aşık olduktan sonra işin içinden çıkamayarak annesine yazıyor, Otto'ya anlatıyor, o da kar etmeyince Freud'un kapısına dayanıp çare istiyor. Freud, Franz'a üçlü bir reçete yazıyor: Kalp ağrıların için kızı unut ya da geri getir, baş ağrıların için kızı düşünmekten vazgeç, karın ağrıların için bir kağıt al ve rüyalarını yaz.

Franz, Freud'un tavsiyesine uyarak kızın peşine düşüyor. Kızı takip edip bir gösteride +18 dans ettiğini keşfettiğinde yıkılıyor. Gara gidip dönüş bileti alarak her şeyi geride bırakmak, kaçmak istiyor. Gardaki görevlinin ilgisizliği nedeniyle son kez düşünecek vakti oluyor ve dönmekten vazgeçiyor. Annesine gönderdiği mektupta, dönmedim çünkü Otto ve Freud'a karşı kendimi sorumlu hissettim yazıyor. Bu, Franz'ın memleketinden artık koptuğu, sorumluluk duygusunu öğrendiği, büyümeye başladığı dönüm noktası.

Bir yandan ükede de durumlar hız kazanıyor, dönülmez bir noktaya geliniyor. Başlarda Hitler karşısında güçlü duran Schuschnigg, radyoda halkına son kez seslenerek çekildiğini açıklıyor. Alman birliklerinin sınırı geçecekleri kesinleşiyor. Freud tüm olup bitenleri saçma buluyor, yaşananları dünyadaki bir kanser gibi görüyor. Ülkenin yönetim değiştirdiği günün sabahında, Otto'nun da tanıdığı Kızıl Egon isimli bir kişi, bir binanın çatısına çıkarak pankart sarkıtıyor: "Bir halkın özgür olabilmesi için, öncelikle yüreğinin özgür olması gerekir. Yaşasın ögürlük! Yaşasın halkımız! Yaşasın avusturya!" Pankartı gören Naziler onu yaka paça götürmek için çatıya çıktığında kendisini aşağı atarak intihar ediyor. Sonrası bilindik senaryo. Basın, Kızıl Egon'u hain ilan ediyor, vs. vs.

Franz Anezka'yı unutmaya çalışırken Freud'un kendisine yazdığı reçeteye uyarak rüyalarını kaydetmeye başlıyor. Bir akşam rüyasını yazarken birisi mağazanın vitrinini indirip kapıya şöyle yazıyor: "Yahudiler buradan alışveriş yapıyor." Otto ve Franz dükkanı temizliyorlar. Üç Nazi subayı dükkana gelip Otto ve Franz'ı dövüyor. Pornografik içerikli dergileri sattığı bahanesiyle, ama aslında tabi ki Yahudilerle olan ilişkisi nedeniyle Otto'yu arabaya alıp götürüyorlar. 

Franz, tütüncü dükkanının sorumluluğunu tek başına üstüne alıyor. Nazilerin indirdiği vitrin için cam siparişi veriyor. Dükkanın düzenini sürdürerek satışlara devam ediyor. Annesine ilk kez uzun bir mektup yazıyor. Baharın gelmesiyle insanların delirmiş gibi davrandığını, ama bunun bahardan değil politik durumlardan kaynaklandığını yazıyor. Belki doğa hep politikadan etkileniyordu ama bugüne kadar ben hiçbir şey fark etmemiştim diyor. Annesinin kendisine gölden bahsetmesini istiyor. O güne kadar aldığı kartpostalların sadece bir görüntüden ibaret olduğunu söylüyor. Franz artık olgunlaştığı için, her şeye farklı bakmaya başlıyor. Görüntülerin doğruyu yansıtmayabileceğini öğreniyor. Freud'un Yahudi olduğu için dışlanmasını sorguluyor. Bazen dönme isteğine kapıldığından bahsediyor, ama artık bunun mümkün olmadığını bildiğini söylüyor. Artık kendini dükkana karşı sorumlu hissediyor.

Bu arada Hitler ülkede iyice hakim oluyor. İnsanların görüntüsü parti görüntüsüne dönüşüyor. Birbirlerini çok yaşa Hitler diye selamlıyorlar. Basın merkezileştiriliyor. İsa'nın yanına Hitler resimleri asılıyor.

Franz, rüyalarını yazıp cama asmaya başlıyor, gelip geçen insanların dikkatini çekiyor. Okumak için bir süre duraksayıp, okuduktan sonra bazen anlamamış, bazen tebessüm eden yüzlerle yollarına devam ediyorlar. Franz rüyalarını asıyor, çünkü rüyaların bir anlamı olmayabileceğini, onlarla yapabileceği tek şeyin sadece onları dışavurmak olabileceğini düşünüyor. 

Otto'nun durmunu sormak için karakola gidip duruyor. En sonunda dayak yiyor. Bir süre sonra da zaten Otto'nun ölüm haberi geliyor. Eşyalarını Franz'a teslim ediyorlar. Tek bacağı kısa pantolonunu teslim alıyor. Kasapla yüzleşiyor. 

Ülkedeki Hitler deliliği iyice alevleniyor. Hitler İtalya'da Hitler Münih'te! gibi manşetler atılıyor. 

Anezka'ya gidiyor. Bir Nazi subayı ile beraber olduğunu görüyor. Kısa süre önce Hitler'i eleştiren bir gösteri yapan Anezka'nın şimdi taraf değiştirmiş olması onu sarsıyor. Franz büyük bir hayalkırıklığıyla Anezka defterini tamamen kapatıyor. 

Postacı, Freud'un İngiltere'ye gideceği haberini getiriyor. Franz bir yolunu bulup Freud'un yanına uğruyor. Timelkam'da trene bindiğim gün kalbimin ağrıdığını hissetmiştim, Anezka'yı öyle gördüğümde ise çektiğim ağrıyı kimse tedavi edemez diyor. "Sizin durumunuz benden daha iyi, en azından nereye gittiğinizi biliyorsunuz, benim yolum belli bile değil!" diyor.

Burada Freud, Franz'ın ileride hayattaki duruşunu belirlemesinde büyük bir etkisi olacak olan sözleri söylüyor: 

"Gerçi yolların çoğu bana bir şekilde tanıdık geliyor. Ama aslına bakarsan yolları bilmek bizim fıtrtımızıda yoktur. Aksine yolları bilmemek var bizim fıtratımızda. Dünyaya cevap bulmak için değil, aksine soru sormak için geliyoruz. İnsan, deyim yerindeyse kesintisiz bir karanlığın içinde el yordamıylaa yolunu bulmaya çalışıyor ve ancak çok şanslıysa bazen bi ışık noktasının parıltısını görür. Ve yine insan, ancak yeteri kadar cesur ya da sebatlı yahut aptal ise veya en iyisi hepsine birlikte sahipse bizzat kendisi ardında bir işaret bırakır!"

Hayatında onu mutlu eden ve umutlandıran her şeyi kaybeden Franz, böyle bir hayatta nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğine karar veriyor.

"Belki de insan ardında bizzat bir işaret bırakır, demişti profesör; karanlığın içinde minik bir ışık, insan daha fazlasını bekleyemezmiş. Ama daha azını da beklememeli, diye düşündü Franz. Ve az kalsın sesli bir kahkaha atıyordu."

Bu bizim Franz'ı son görüşümüz. Sonra bir görgü tanığı, mağazadan alışveriş yaparken olayları anlatıyor. Metropol Otel'in önündeki 3 bayraktan birinin gece 3-4 arasında indirildiğini, yerine tek bacağı kısa bir pantolonun çekildiğini, bu pantolonun rüzgarda şişerek bir yolu gösteren bir işaret parmağına dönüştüğünü okuyoruz. Bir gece, yine rüyalarını kaydederken adamlar gelip Franz'ı da alıyor. Franz, gitmeden önce, yarısını yazabildiği rüyasını son bir hamleyle cama yapıştırmayı başarabiliyor.

Aradan yıllar geçtiğinde, 1945 yılında, Anezka tütüncü dükkanının önünden geçerken, Franz'ın yakalandığı gün yazmakta olduğu ve cama astığı rüyasını okuyor: 

"7 haziran 1938 

Göl daha iyi zamanları da gördü,
Sardunyalar gece karanlığında ışıldıyordu,
Ama sonuçta bu bir ateş,
Ve zaten hep dans edilecektir,
ışık hi"

Doğa 

Doğa iki şekilde kullanılmış. İlk olarak, sabit bir manzara, aslında bir gösterge olarak tasvir ediliyor. Başlarda Franz gölü sisli, alışıldık, durağan olarak tasvir ederken, başka bir deyişle bir gösterge olarak doğanın mutlak ve değişmez olduğuna inanırken; şeylerin değişebildiğini ve çarptırılabildiğini görmeye başladığında, doğayı da sorgular oluyor. Annesinden kendisine gölü anlatmasını istiyor. O güne kadar annesinin kendisine gönderdiği kartpostallardaki göl resimlerinin, gölü anlamak için yeterli olmadığını fark ediyor. Görüntülerin, durumların insanlar tarafından çarpıtılmış halleri olabileceğine dair bir uyanış yaşadığı için, her şeye başka bir gözden bakmayı öğreniyor. Faşizmin kol gezdiği bir coğrafyada olgunlaştığından dolayı, göstergeye şüpheyle yaklaşmayı öğreniyor aslında. Göstereni sorgulayıp gösterileni kendisinin keşfetmesi gerektiği bilincini kazanıyor. Franz'ın bu değişimini, olgunlaşmasını, uyanışını doğa algısı üzerinden takip edebiliyoruz.

Doğanın ikinci bir işlevi, insanın başına gelecek felaketlerin işaretçisi olması. Mesela kasabalarında bir fırtına çıktığında, Franz'ın yaşamı da köklü bir değişikliğe uğruyor. Felaketi işaret eden veba kuşları görünmeye başladığında, ülkedeki politik atmosfer çığırından çıkıyor, vs. Yazar, doğa olayları aracılığıyla metin içinde gidişatın kötülüğüne dair (spoiler'lar veriyor diyemeyeceğim, çünkü İkinci Dünya Savaşı'nda Avusturya'da gidişatın kötülüğünü zaten biliyoruz) okura minik minik göz kırpıyor aslında.

Bildungsroman 

Kitabı çok çok özünde bir bildungsroman gibi okumak mümkün. Franz'ın değişimini ve dönüşümünü, ülkenin dönüşümünün üzerine bindirerek iki koldan gelişen bir tür bildungsroman kurgulanmış. Avrupa'daki faşizm gelişirken, bir bireyin konuyla ilgili uyanışı adım adım işlenmiş aslında. Uyanışı gerçekleştiren özne olarak, Freud'un da dediği gibi yeni tomurcuklanmaya başlamış ışık saçan bir genç seçilmiş. Gençlik umudu temsil eder. Fikirleri henüz sabit hale gelmemiştir, onlar için hala umut vardır. Faşizm çılgınlığına Nazi görünümüne bürünmek ve birbirlerine çok yaşa Hitler selamı vermek şeklinde katılan kitlelerin arasından ne yaparak sıyrılabilineceğini, bu vicdani yükün altına nasıl olup da girilmeyeceğini, bunun doğal negatif sonuçlarını, ancak vicdani hafifliğini Franz isimli genç üzerinden anlatmış. Franz'ın Otto tarafından yetiştirildiğine de değinmek gerekiyor burada. Otto, milliyetçi hisleriyle Birinci Dünya Savaşı'na katılıp orada bir bacağını kaybetmiş, geçen sürede varoluşsal sorgulamalar yapıp savaşın anlamsızlığını kavramış, bu nedenle Yahudi karşıtlığına katılmak için hiçbir sebep göremeyen, sağduyulu bir karakter. Franz'ın şansı, karakterinin oluşmaya başladığı dönemi, bu sağduyulu adamın yanında geçirmesi, zulme maruz kalan bir Yahudi olan Freud ile dostluk edebilmesi. 

Franz'ın olgunlaşma sürecini, yukarıda da dediğim gibi doğa algısı üzerinden takip edebiliyoruz. Bir başka olgunluk ölçütü de annesiyle aralarındaki yazışmalar. Başlarda bir kartpostal üzerine basmakalıp cümleler yazarak annesine gönderiyor. Annesi de ona aynı şekilde yanıtlar veriyor. Sonraları Freud'la tanışıp Anezka'ya aşık olduğunda annesine daha karmaşık hislerinden bahseder oluyor. Annesi de ilk kez o zaman ona daha karmaşık, daha gerçekçi mektuplarla karşılık veriyor. Otto dükkandan alınıp götürüldüğünde, annesine o güne kadarki en uzun mektubunu yazıyor. Bu mektupta doğa algısının değiştiğinden, dönüş ile ilgili fikirlerinin netleştiğinden bahsediyor. Dönüş de yine bir olgunlaşma ölçütü olarak karşımıza çıkıyor. Anezka'nın dansçı olduğunu öğrendiği gün dönmeye girişse de, kendisini Otto ve Freud'a karşı sorumlu hissettiği için kalmaya karar veriyor. Otto'nun götürülmesiyle birlikte, tütüncü dükkanının tek sorumlusu kendisi olduğu için dönüş fikrini tamamen terk ediyor. Artık Franz için başlangıç noktasına, edilgin olduğu pozisyona, annesinin yanına dönmesi mümkün değil. Bu, Franz'ın edilginlik fikrini artık tamamen terk ettiği, etkin olmaya hazır olduğunun sinyalini verdiği kısım. Bu noktada rüyalarını yazıp cama asmaya başlıyor. Bir bakıma, son derece baskıcı bir sansür ortamında, içinden geçenleri yani gerçek fikirlerini açıkça sergileme cesaretini ilk kez bu eylemiyle gösteriyor.

Freud ve psikanaliz

Yazar, Avusturya'lı ünlü bir Yahudi figür olarak Freud'u seçmiş. Epey karikatürize bir tasvir sunmuş. Hastalarına karşı umursamaz, yaptığı işi çok da ciddiye almayan, söyleyecek çok da bir şeyi olmayan bir kişi olarak tasvir etmiş. Ülkedeki mevcut atmosfer ile ilgili olarak sağduyulu bir insanın neler hissedebileceğini, bir bakıma Freud'un psikanaliz ile ilgili fikirleri şeklinde okura sunuyor. Freud şişman bir hastasına şöyle tavsiye veriyor örneğin: "Haz ve utanç birbiriyle kardeş duygulardır. Biri diğerine baskın gelirse onu susturun. Sorununuzun çözülmesi için pasta yemeyi bırakın!" Faşizm çılgınlığına katılanların duyduğu hazzın, on yıllar sonra tarih için büyük bir utanç olarak kalacağına işaret ediyor. Freud, yaptığı psikanaliz seanslarını konuşup durmak olarak tanımlıyor. Yürüdüğümüz karanlık yolda, sağımızı solumuzu yokluyoruz, anlam arıyoruz, diyor. Buradaki anlam arayışı biraz varoluşcuları hatırlatsa da, psikanaliz ve varoluşçuluğun durduğu yerler birbirinden farklı. Psikanaliz, sorunların temelini geçmişte ararken, varoluşçuluk bugünkü durum ile ilgileniyor. Yazar, bu karanlığı geçmiş ile ilişkilendiyor. Daha doğrusu, geçmiş bugün ve geleceğin birbiriyle olan bağlantısını yok saymıyor. Dün Otto'nun milliyetçi görüşleri sarsılmasaydı, Franz bugün ondan sağduyulu olmayı öğrenemeyebilirdi ve kitabın finalinde gerçekleştirdiği eylemle, insanlara ileriyi, ileride başka bir çıkış yolu olduğunu işaret edemeyebilirdi. İnsanların anlam arayışının olumlu sonuçlanacağına inanıyor yazar. Kitabını, biraz cesaret ve sağduyuyla iyi şeylerin olacağına dair umut olduğuna işaret ederek sonlandırıyor.

Son yıllarda Jaguar'dan çıkan, öylece okuyup elimden bırakamadığım, tekrar tekrar dönüp bakma gereği duyduğum, burada ne anlatmaya çalışmış acaba diye kafa patlattığım, yorum yazmaya giriştiğimde kafamın daha da çok karıştığı üçüncü ince kitap oldu. Dönüp baştan kurcalayacak ve inceleme yazısı yazacak cesaretim yok ama meraklısı varsa o kitapların ismini de bırakayım: Cam Arılar ve Jakob von Gunten. Diğerlerine kıyasla Tütüncü Çırağı daha bütünlüklü, anlaşılır bir metin bence, ama yine de okuyayım geçeyim diyemiyor, dönüp tekrar bakıyorsunuz.