20 Mart 2019 Çarşamba

Kitaptan Filme: The Night Eats The World

1975 doğumlu Fransız yazar Martin Page'in, Pit Agarmen takma adıyla yazdığı, 2012'de la nuit a devoré le monde ismiyle yayınlanan romanıdır. Kendini toplumdan dışlanmış hisseden, bir türlü kafa dengini bulup da kalabalıklara karışamadığı için hep dışarıda olan, bu izole hali nedeniyle toplumdaki diğer insanları düşmanları olarak gören sıradan ama üretken bir yazar, bir gün hayatında düzgün iletişim kurabildiği tek kişi olan Stella'nın evine gider. Partideki kalabalıktan sıkılıp kendini bodrumdaki kitaplığa kapatır ve orada uyuyakalır. Uyandığında evde kan gövdeyi götürmüştür ve dünyadaki herkes bir anda zombiye dönüşmeye başlamıştır. İçinde biraz metafor, biraz dünya barışı mesajı barındıran, söyleyecek bir çift sözü olan son derece akıcı bir romandır. Körlük romanının yolundan giden, daha az ustalıklı stiline ve daha hafif alt metnine rağmen yine de insanı durup düşündüren bir kurgudur. 2018 yapımı, Dominique Rocher yönetmenliğinde çekilen uyarlama film ise, kitabın bu alt metnini tamamen alıp yırtar, geriye kalan zombi sahnelerinden kendine durağan ve sıradan bir film inşa eder.

KİTAP

Hollywood zombilerinin aksine, Clichy bulvarında geçen bu hikayeyi güzel yapan birkaç detay söz konusudur. Kitapta günlük şeklinde anlatım vardır. Protagonist, yaklaşık 5 aylık bir süre boyunca, duygudurumunu yansıtarak yaşadıklarını günlüğe döker. "Ötekilerin" dünyaya baskın ırk haline gelmesiyle insanın iktidarı sarsılır, bir anda güçsüz ve muhtaç hale düşer. Günlük anlatımıyla, bu değişim okura gün gün hissettirilir. Diğer zombi hikayelerinin aksine, kitapta korkunç gerilimli bir kaçma kovalama havası hakim değildir. Yazar, yeni dünyasına alışana kadar kimi tehlikelere maruz kalsa da en sonunda kendine güvenli bir kale oluşturmayı başarır ve keyif aldığı rutinler edinerek hayatından, yalnızlığından haz alır. Clichy bulvarına yukarıdan bakan dairesinin balkonuna çıkıp, okuru insanlığın geldiği noktayı gözlemleyen bir konuma sokar. Dolayısıyla bir kaçma kovalama hikayesi değil; gözlemleme hikayesidir.

1 Mart: Herkes birden zombiye dönüşür. Kendine bir silah bulup gardını alarak yeni yaşamına ilk adımını ayar. Kendisinin yeni Amerika'daki Kızılderili olduğunu fark eder.
9 Mart: Zombiler araba kullanmaz, kıyafet giymez, cep telefonu taşımaz, gözlük takmaz, gazete okumaz. İnsanın tüm düzeni, tüm alışkanlıkları yok olur.
10 Mart: Ailesinin, sevdiklerinin çoktan ölmüş olduğunu düşünür. Ölmeyen tek kişi olduğunu, yine herkesin dışında kaldığını, yine anormal olduğunu fark eder. 
21 Mart: Zombilerin onu öldürdüğü kabuslar görmeye başlar.
24 Mart: Civarda tek sağ kalan insan olduğu için tüm zombiler artık onun kapısının önündedir, çok korkar.
28 Mart: Yalnızlıktan çıldırmamak için anılarına sarılır. 
3 Nisan: Çatıya çıkar, kendini ilk kez özgür hisseder. Artık özgürlük diye bir şey olmadığını o anda fark eder.
5 Nisan: Yanına gelen kediye sevinir. Sonra kedinin yeni dünya düzeninde insanlara sırtını dönüp daha güçlü olan zombilere bağlandığını anlar ve afallar. İnsan kimliği artık doğada güç ve hakimiyet özelliğini kaybetmiştir.
6 Nisan: Çiçekleri canlı tutmak ruhuna iyi gelir.
7 Nisan: Evi yeniden dekore etmek ruhuna iyi gelir. 
12 Nisan: Oscar Wilde'ın doğa sanatı taklit ediyor lafını hatırlar. Doğa, son yıllarda yaygınlaşan zombi hikayelerini taklit edip insanın karşısına böyle bir düşman çıkarmıştır. İnsan artık kendisini kibirli hale getiren bir doğa hakimiyetine sahip değildir. Zombiler de, narsist insanlara Copernic, Darwin, Freud gibi tokadı indirmiştir. Evrenin merkezi olmadığımızı kanıtlarlar. Bunu metafizik bir değişim olarak tanımlar. 
13 Nisan: Diğer dairelerden yeni kıyafetler alıp giymek hoşuna gider. Kıyafetler yoluyla kendine yeni bir kimlik oluşturmaya çalışır. Eski kendini yıkıp, yeni dünyaya uygun yeni bir kimlik yaratmaya çalışır. Başlarda absürd kombinasyonlar denese de daha sonra klasik tarza geri döner.
19 Nisan: Stella'ya duyduğu aşkın artık anlamsız olduğunu fark eder, fotoğraflarını yakar, sevdikleri için yas tutar. 
25 Nisan: Bu durumdan kurtulmanın tek yolunun ölüm olduğunu fark eder. 
27 Nisan: Zombiliğin nereden geldiğini düşünmeye başlar. Bunun yanıtını verme olanağı olmadığını fark edince hayal gücünü kullanır. İnsanoğlunun savaşlara, yıkıma, kirliliğe, katliamlara tanık olduğu bir dönemde, tam da zamanında sahneye girdiklerini söyler. İnsanın istediği yıkım, Noel babanın elinden zombi hediyesiyle dünyaya öylece verilmiştir.
1 Mayıs: Yaşamlar ihtiyaçlarını düzenli şekilde karşılamaya devam eder. Tırnaklarını keser, saçlarını kısaltır, tıraş olur, evini temizler.
7 Mayıs: Bu kişilerin yıllarca arasında yaşadığı insanlar, arkadaşlar, akrabalar, okurlar olduğunu fark eder. Çocukluğundan beri nefret beslediği insanlar artık canavara dönüşmüştür, bu da onda intikam duygularını ortaya çıkarır. Her gün birkaç tane zombiyi, aslında hiç ihtiyacı olmamasına rağmen kafasından vurarak öldürür ve kendini iyi, intikamını almış hisseder.
12 Mayıs: Yazmak ve anılarını hatırlamak iyi gelir. 
14 Mayıs: Sessizliğin güvenlik, sesin tehlike olduğunu fark eder. 
25 Mayıs: Analog fotoğraf makinesi bulur, günde 3 tane günlük hayatını anlatan fotoğraf çeker. Doğanın yaşamı sürdürdüğünü fark eder.
1 Haziran: Dünyada sağ kalan diğer insanların olduğundan ve insanlığın yaşamını sürdüreceğinden, ama artık hakim pozisyonunu kesin olarak kaptırdığından emindir.
4 Haziran: Zombilerden ikisine Richard ve Catia adını verir. Zombilerin birlikte hareket ederken aynı, köşelerine çekildiklerinde kendilerine özgü davrandıklarını fark eder.
9 Haziran: Dokunmayı çok özlediği için bir gün tüm önlemlerini alarak zombiye dokunur.
12 Haziran: Ses duymayı çok özler.
25 Haziran: Evlerden birinde bulduğu müzikle Cumartesileri şarap açıp mum ışığında konser dinlemeye karar verir.
29 Haziran: Predator zombilerin, para-seks-güç tutkunu insanlardan çok farkı olmadığını düşünür. Zombilerle ilişkisinin mesafe, karşılıklı saygıya dayandığını bir yerlere not eder.
1 Temmuz: İnsanoğlunun yaşamını sürdüreceğine inandığı için bir roman yazmaya başlar. Yazdıklarını balkona çıkıp zombilere okur, aradığı kitleyi bulduğunu söyler.
5 Temmuz: Tüm zombiler bir anda kaybolur.
10 Temmuz: Zombiler yok olunca hastalanır, kendini salar, düzenini yıkar. Artık yaşamasının amacı kalmadığını fark eder. 
12 Temmuz: Daha önce kendilerine medeni diyen agresif bir toplumda tutunmayı başaramamış; ama bu kez gerçekten vahşi bir topluluğa karşı kendini savunmayı başarmıştır, bu nedenle hayatında ilk kez güçlü hisseder. Rakipleri yok olunca bu his de çöker
14 Temmuz: 2 kilo alır. Yeryüzünde cenneti yaşadığını düşünür. Edebiyat, resim, müzik, yalnızlık. Zombilere şükreder, nefret ettiği toplumu onun için öldürmüşlerdir.
16 Temmuz: Eskiden de hayatı felaket olduğu için yeni felakete kolayca adapte olabildiğini fark eder.
21 Temmuz: Zombileri Goya ve Rembrandt eserlerine benzetir. Onları artık güzel bulmaya, kendi pembe yüzünü garipsemeye başlar. Yeni normlar oturmaya başlar.
24 Temmuz: Bir kadın çıkagelir, tanışırlar. Birbirleriyle iyi bir iletişim kurarlar. 
27 Temmuz: Sanat, yalnızlık, güzel bir daire, güzel bir kadın. İstediği her şeye sahip olduğunu düşünür.
29 Temmuz: Sakinleştirici alıp zombilerin arasında dikkat çekmeden gezmeyi öğrenirler.
3 Ağustos: Birlikte markete gidip alışveriş yaparlar, fark edilince zombi hareketleriyle usulca kaçarlar.
8 Ağustos: Kitabın final cümleleridir, şöyle der: Birkaç yüzyıl boyunca zombilerle birlikte insanlık da yaşamını sürdürecek. Çünkü zombiler bizi birbirimizen koruyacak. Artık komünistlere, Yahudilere, Araplara gerek kalmayacak, hepimizin düşmanı bir olacak. Sonrasını göreceğiz. Zombiler bizim biraz daha iyi bir tür olmamızı sağlayacak. Daha alçakgönüllü, hassas bir medeniyet yaratacağız. Sara'ya bakar, kendisinin kurtulmuş olduğunu düşünür. Artık beni hiçbir şey öldüremez der.

FİLM

Dominique Rocher yönetmenliğindeki filme dair ilk tuhaflık, dilinin İngilizce olması. Evet daha çok seyirciye ulaşacağı doğru, ama bu hikayenin orijinalliği zombilerin Fransız olmasıydı ve benim gibi birçok insan bakalım onların zombisi nasılmış diye ekran başına geçti. İngilizce duymak hikayeyi bir anda sıradanlaştıran bir detaydı.

Sırf biz Denis Lavant'ın zombi makyajına cuk oturan ikonik tuhaf suratını görelim diye evcil asansör zombisi diye bir karakter yaratmaları sizce de biraz çiğ olmamış mıydı? Kitapta, çıplak tenle temastan kesinlikle kaçınan yazarın aksine, Sam'in asansör zombisiyle sürekli yüz göz olması, onunla el sıkışması anlamsızdı.

Aslında burada konuşulması gereken daha önemli bir nokta var. Hatırlayacaksınız, bir sahnede asansör zombisi yerinden çıkıyor, Sam'e dokunmadan yanından geçip gidiyor. Zombiliğin doğasına tamamen ters bir hali bu karakterin üzerine yüklemelerinin altında elbette bir mesaj var. Onları "öteki" diye dışlamaz ve düşmanlık beslemezseniz onlar da size iyi davranır. Kitabın alt metnini tamamen değiştirme girişimini fark ettiniz mi? Michael Page, zombileri insanın predator'u olarak görüyor ve onların insan avlamaya muhtaç doğasını olduğu gibi kabul edip zombi-insan ilişkisini romantize etmeye çalışmıyorken; Rocher, gözümüzün önüne bir zombi-insan dostluğu sokuyor. Kitaptaki silahla zombi vurma sahnelerini, paintball'la zombi vurma şeklinde değiştiriyor örneğin. Apartmanın bir dairesindeki zombileri vurmak yerine üzerlerine kapıyı kilitleyip yaşamalarına izin veriyor. Zombi kontaminasyonunun kol gezdiği bir yeni dünyada, kahramanımız korkmadan asansör zombisinin elini sıkıyor. Zorlama bir barışçıllık katmaya çalışılıyor. Kitabın iddia ettiği, "zombiler geldi ve insanlar artık birbiriyle barıştı" mesajını alıp "zombiler geldi, evet ama insanlar onlara öcü gibi davranmazsa mutlu mesut geçinecekler" mesajına çeviriyor. Niye yapıyor bunu? Çünkü kendi filmindeki zombilerin diğerlerinden daha sanatsal olduğunu kanıtlaması için bir alt metne ihtiyacı var ve aklına gelen ilk şeyi yazıp sahnelerin arasına kabaca fırlatıyor.

Kabaca fırlatıyor diyorum, çünkü bir kurgunun alt metnini sökecekse bari tüm öğeleri kaldırsaydı. Kedinin insanlara sırtını çevirip yeni baskın tür olan zombilerle iş birliği yaptığı sahneyi olduğu gibi filme koyuyor örneğin. Zombi-insan hiyerarşisini madem yıktın, zombinin predator'lığını görmezden geldin, barış mesajını çarpıtıp zombiler kardeşimizdir mesajına evirdin, peki o kedinin içgüdüsel güçlüye yönelme öğesini neden hikayeden çıkarmadın? Hikayeye gerilim katıyor diye, görsele yakışıyor diye tabi...

Sarah'nın aslında baştan beri ölü olduğunu öğrendiğimiz sahne filmin hikayeye tek kabul edilebilir katkısı diyebilirim. Kitapta Sarah gerçekten var ve birlikte mücadele ederek zombilerin arasında yaşamlarına devam etmeye çalışıyorlar. İnsanlar bütün kavgalarını unutup zombilere karşı birleşmeli mesajına uygun bir şekilde hikaye son buluyor. Film, bu silinip atılan mesajın yerini şaşırtmalı bir sahneyle doldurmayı tercih ediyor. Böylece aslında bir şey demeyen bir film olduğunu, sadece güzel bir görsel deneyim yaşatmayı hedeflediğini bir kez daha kanıtlıyor. Filmde kahramanımız tek başına kaldığı dünyada, tam umudu yok olmuşken kendini karşı çatıya atmayı başarıyor; kafasını kaldırdığında etrafında onlarca yeni çatının olduğunu görmesiyle, hikaye nereden geldiğini ve nereye yerleştirmemiz gerektiğini tam anlamadığımız bir "yine de umut var" mesajı vererek son buluyor.

Kitabın şöyle bir mesajı var: Önceki hayatında da hep dışlanmış olduğu için, yazarımız dışlandığı bu yeni dünyaya ayak uydurmakta zorlanmıyor. Hayatta kalabilmesini sağlayan şey onun toplum dışı duruşu. Zombiler bu hastalıklı topluma musallat oldu, onu reddeden insanlara değil. Film bu açıklamayı biraz kırpıp "hayatta kalmamı sağlayan şey yalnızlığım"a indirgiyor ve bu bayık "yalnız adam" imajının sonuna yine bayık bir "umut var" mesajı ekleyerek bayıklık misyonunu tamamlıyor.

11 Mart 2019 Pazartesi

Hennoz - İlker Karakaş

1968 Bodrum doğumlu Türk öykücü. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni 1998 yılında bitirir. Bodrumda avukatlık yapmaktadır. Hennoz yayınlanan ilk öykü kitabıdır. Daha sonra üç kitabı daha yayınlanır: Tahterevalli, Kasaba Avukatı, Çıkmaz Sokak. Hennoz, 2007 yılında diğer kitapları gibi Notos'tan çıkar, 96 sayfalık bir kitaptır. Kitap 13 tane öykü içerir. Kimi hikayelerde protagonistin ismi farklı olsa da (bazılarında Orhan, bir tanesinde Kenan, vs.) aslında aynı adamın hikayesi anlatılır. Karakterler, yazarın kendi yaşamıyla örtüşen niteliklere sahiptir. Kişisel deneyimlerden yola çıkarak yazmış gibi görünür. Hikayeler İzmir'de geçer. Kahramanımız Hukuk fakültesinde okumaktadır. Ya yeni başlamış, ailesinden para almakta ya artık 7 yıl uzatmış askerden kaçmaktadır.

Protagonist 20-25 yaş arasında, İzmir'de, ya çok korkak olduğu için ya kaybettiğini önceden kabullendiği için ya sisteme tutunamadığı için depresif ruh halinde, sürekli içki içen, arada fahişelerle yatan, aynadaki yansımasından utanan, bakkala gidip ekmekle yumurta almak, berberde saçını kestirmek ve genelevlere gitmek dışında pek bir günlük aktivitesi olmayan bir "kaybedendir." Anlatımı sizi sürüklese de, tema gerçekten Türk edebiyatının en bayat temalarındandır. Yine de kitabın editörlüğünü Semih Gümüş yaptığı için ve kitap şöyle bir önsöze sahip olduğu için bir şeyler mi kaçırıyorum diye kendinizi paralarsınız: 
Hennoz, öykücülüğümüzün son dönemlerinde kendini gösteren arayışların özgün bir örneği. İlker Karakaş'ın öyküleri ilk bakışta Sait Faik'ten Orhan Kemal'e uzanan çizgi üstünde görünüyor. Onlardan aldığı etkileri seçilmiş bir yaşam biçimi içinde yeniden üreten bu öyküler, aykırı bir tip çevresinde oradan oraya konuyor.

İçki tutkusu, serseri yaşam, kendini sokağa vurmuş genç kimliği, genç yazarların sıklıkla el attığı konular arasında değil. Hennoz'da sanki aynı tip, bütün öykülerin genç kahramanı olarak kendini sert bir rüzgâra bırakmış. Sonunda gene bir yere ait olamama duygusu, hiçlik, kendinden hoşnutsuzluk, çıkmaz sokak gerçeği. Anlatılması kolay olmayan bir genç öykü kişiliği onu iyi tanıyan bir yazarın elinden çıkmış.

Hennoz: dipbalığı: öykülerin kahramanı...
Önsözde bahsedilen bu "içki tutkusu, serseri yaşam, kendini sokağa vurma" artık Türk edebiyatı için gerçekten çok sık görülen, hatta artık fazlasıyla baymış temalar haline geldi. Muhtemelen üzerinden 12 yıl geçtiği için önsözde bunlardan yeni bir şeyler gibi bahsediliyor. Belki kitabın çıktığı dönemde henüz İncir Reçeli'nde Halil Sezai'nin canlandırdığı embesil loser yazar karakterini izleyip onu karikatürize etmemiştik; Emrah Serbes'in o aşırı ataerkil, vıcık vıcık arabesk "loser" karakterlerine maruz kalmamıştık; afili filintalar tayfası bu kadar meşhur olmamıştı. Belki bu yüzden bu sürekli bira üzerine viski ve sonra rakı içen İzmirli fakir öğrenci tiplemesi o dönemde edebiyat çevresine marjinal geldi, bilemiyorum. 

Ama şu anda, bunlardan bağımsız değerlendirecek olursam, beni gerçekten hayal kırıklığına uğratan bir kitap oldu. Notos'un yayınlamış olması ve güzel kapağı bende olumlu hisler oluşturmuştu. Her ne kadar adını duymadığım Türk yazarlara ve öykü kitaplarına önyargılı olsam da, önyargılarımı bir kenara atıp objektif şekilde kitapta güzellikler aramaya söz vermiştim. İlk öykü, Hennoz ile birlikte biraz kıpırdanma oldu, yalan söylemeyeceğim. Denizin dibinde, yemleri en kolay yutan, avlaması hiç de uğraştırmayan, birbirinin aynısı alık balık türü benzetmesiyle, sistemin çarklarında heba olmuş, toplumun önüne serdiği yemleri kolayca yutan, birbirinin aynısı insanlara gönderme yapıldığını fark etmiş, "vay canına söyleyecek sözleri var kulak kabartayım" demiştim. Ta ki öykünün sonunda metaforu, biz gerizekalı okura açıklama ihtiyacı duyana kadar. Kitabın sonraki öykülerinde de bu hayal kırıklığım katlanarak devam etti. Yalnızca (ismini yanlış hatırlamıyorsam) Cevriye isimli öyküde, anlatımın akıcılığına kapıldım. Yalnız o öyküye de teması bakımından itirazlarım var.

Artık gerçekten "rakı, eve atılan güzel kız, kızın güzel kıçı, yatağa atma, fahişe, fahişeye aşık olma, boşluğa bakma, insanlardan uzaklaşma, yalnızlaşma" öğelerinin marjinal bir yanı kalmadı. Edebiyatın; sistemin çarklarında ezilmekten bıkmış, yeni çağın adamı olarak karşımıza sürekli aynı karakteri çıkarması şevkleri kırıyor. Sanki sistem sadece erkeğe yükleniyormuş gibi, loser'ın mutlaka "adam" olması gerekiyormuş, kadının bu hikayelerdeki tek rolünün seks olması gerekiyormuş gibi söylemlerden, kurgulardan bıktık. 

Daha aklı başında, eşitlikçi söylemlerin modern Türk edebiyatı kurgularında yer alması ve artık rakı edebiyatının tümüyle bırakılması dileğiyle.

10 Mart 2019 Pazar

Amok Koşucusu - Stefan Zweig

1881 doğumlu Avusturyalı romancı Stefan Zweig'ın 1922'de Amok. Novellen einer Leidenschaft ismiyle yayınlanan novellasıdır. Türkiye'de en çok Nafer Ermiş çevirisiyle Modern Klasikler Dizisi'nden çıkan Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları baskısı ve İlknur Özdemir çevirisiyle yayınlanan Can Yayınları baskısı bilinir. Modern Klasikler Dizisi'nde Amok Koşucusu tek başına yayınlanır; Can Yayınları ise Amok Koşucusu'nu toplam 7 öyküden oluşan derleme kitabına dahil eder. Öykülerin ortak özelliği "ölüm" temasıdır. Bu ortak tema, türlü "settinglerde" işlenir. Kısa öyküler olduğu için, alt metni çok derin olmayan, daha çok çarpıcı metinler söz konusudur. Hepsinin başka bir ortak teması, "zavallılıktır". 

Stefan Zweig, zengin bir tekstil üretici babanın ve bankacılık yapan Yahudi bir aileye sahip olan annenin oğlu olarak Viyana'da doğar. 1904'te Viyana Üniversitesi'nde felsefe okur. Dini inanışları eğitiminde baskın olmasa da Yahudilik inancını reddetmez, hatta bazı öykülerinde bunu konu alır. Birinci Dünya Savaşı'na pasifist olarak katılır, Savaş Bakanlığı'nın Arşivlerinde görev alır. Nobel Edebiyat Ödüllü arkadaşı Romain Rolland'la aynı görevdedir. 1913'te Salzburg'a yerleşir. Burada 18 sene sürecek ilk evliliğini yapar. 1934'te Almanya'da Hitler'in yükselişi üzerine Avusturya'dan ayrılıp İngiltere'ye gider. Burada, Salzburg'da sekreterliğini yapmış olan Elisabet Charlotte Altmann ile ikinci evliliğini yapar. Hitler'in birlikleri batıya doğru ilerleyince karısıyla birlikte New York'a göçerler. Birkaç ay burada kalıp 1940'ta Brezilya'ya göçerler. Zweig Avrupa'daki durumdan ve insanlığın geleceğinden umutsuz şekilde yaşamaktadır. Şubat 1942'de Brezilya'daki evlerinde uyku hapı alarak el ele intihar ederler. 

Sigmund Freud ile arkadaştır. 1926 tarihinde Freud'a yazdığı bir mektupta, psikolojinin hayatındaki en önemli uğraş olduğunu söyler. Proust, D.H. Lawrence ve James Joyce gibi yazarlar üzerinde Freud'un etkisinin olduğunu iddia eder.

Bir Çöküşün Öyküsü
Fransa saraylarında çok önemli bir pozisyona sahip, savurgan harcamaları ve havai tutumu nedeniyle saraydan uzaklaştırılmış bir soylu kadını konu alır. Bir taşra kasabasına uzaklaştırılmış, burada unutulmaya yüz tutmuştur. Bu muameleyi kaldıramaz, kendine çok konuşulacak ve adını tekrar herkesin gündemine taşıyacak bir ölüm komedyası yazar. Her şey tam istediği gibi gider, küçük şişeden zehri içer, ölür. O öldükten sonra kimse ölümünü beklediği gibi şaşkınlıkla karşılamaz, ismi, kendine tasarladığı gibi ölümüyle beraber dilden dile dolaşmaz. Diğer sıradan haberler gibi 2-3 güne unutulur. Üst sınıfa mensup bir kişi, yaşamında varlığı sayesinde etrafına çektiği yaldızlı kalabalığı, ölümünün esrarengizliğiyle de kendine hayran bırakacağını tasarlar. Ancak insanlar bu kişiden elde edecekleri çıkarlar ortadan kalkınca artık ondan bahsetme gereği duymayıp ölüm haberini 3-5 günde unuturlar. 

Madalya
İspanyol askerlerle savaşan üst düzey bir asker bir gün savaş sırasında bayılıp çalıların arasında kalakalır. Kendine geldiğinde askerlerin tümünün asılmış olduğunu, yalnızca kendisinin kurtulduğunu görür. Bir süre ormanda idare etmeye çalışsa da insan içine karışıp ülkesine dönme arzusu ağır basar. Öldürülmemek için bir İspanyol askerin kıyafetlerini çalıp giyer, kendi üniformasından Napolyon'un kendisine verdiği madalyonu söküp yanına alır ve yola koyulur. Yolu üzerinde Fransız birliklerini görünce heyecanlanır, coşkuyla onların önüne atılır ve üzerindeki üniforma nedeniyle tüm birliğin kurşunlarına hedef olur. Öldüğünde bu onurlu Fransız askerinin pis bir İspanyol askeri olduğunu ve cebindeki madalyonu da bir Fransız askerinden çaldığını düşünürler. Bir asker için en onurlu seçeneklerden olan ölüm, burada karakteri trajikomik şekilde yakalar. O öldüğünde artık olanları açıklayabilecek kimse kalmamıştır. Kahraman olmak için aldanıp yola çıktığı savaş komedisinde, olabilecek en trajik biçimde hayatını kaybeder. Üzerindeki kıyafetler nedeniyle, bir anda üç gün önce düşmanı olan insanların kimliğine bürünür ve bu kimlik nedeniyle aşağılanarak öldürülür.

Bezginlik
Bir öğrenci, defalarca kez sınıfta kaldığı için artık okuldan nefret etmekte, ancak ailesini karşısına alacak cesareti olmadığından ders almaya devam etmektedir. Kendisini üst üste sınıfta bırakan okutmanın dersine her girdiğinde hayatının en büyük stresini yaşar. Bir gün artık dayanamayıp okutmana karşı nefretini ders sırasında dile getirir. İlk kez içinden geçeni söylemiş olmasına rağmen bu onu gevşetmez. Üzerindeki strese dayanamaz, okuldan çıkar ve doğru kendini nehre atıp intihar eder. Toplumun baskısı nedeniyle koşullarını değiştiremeyen, bu durumun gün geçtikçe üzerindeki yükü arttırdığı, bu yüke dayanamayan ve çözümü intiharda bulan bezgin bir birey anlatılır.

Amok Koşucusu
Amok’un ne olduğunu biliyor musunuz?
-"İşte Amok... evet Amok, şöyle oluyor: Bir Malezyalı, herhangi bir sıradan, kendi halinde adam içkisini içiyor... Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir biçimde oturuyor oracıkta... tıpkı benim odamda oturduğum gibi... sonra ansızın ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor, sokağa fırlıyor... dosdoğru koşuyor, dosdoğru... nereye gittiğini bilmeden... Yoluna ne çıkarsa, insan olsun hayvan olsun, hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor... Ağzı köpürüyor, kudurmuş gibi uluyor... ama koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola, acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle, korkunç koşusunu sürdürüyor... Köylerdeki insanlar bu Amok koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler... o gelirken uyarmak için ‘Amok! Amok!’ diye haykırırlar ve herkes kaçışır... ama o bunları hiç duymadan koşar, görmeden koşar, önüne çıkanı devirir... sonunda kuduz bir köpeği vururcasına vurup öldürürler onu ya da o ağzından köpükler çıkararak yere yığılıp kalır...
Cinnet halini belirten "Amok" rahatsızlığını temel alan bir öyküdür. Hindistan'ın ücra bir köşesinde göreve giden bir doktor, görevinin 7. senesinde artık korkunç derecede yıpranmıştır. Bir gün kilometrelerce uzaktan bir beyaz hasta gelir. Kadın gayrimeşru şekilde 3 aylık hamiledir, doktora kürtaj talebiyle gelir. Bunu buyurgan ve küstah şekilde istemesi doktorun sinirlerini bozar. Karşısındaki bu küstah kadını yola getirmek için istediğini para karşılığında değil ama yalnızca "başka bir şey" karşılığında yapabileceğini söyler. Kadın hışımla çıkar. Adam az önceki ruh halinden sıyrılıp neden böyle yaptığını sorgulayarak günlerce kadının peşinden gider. Sonunda kadını bir merdiven altı kürtajcıda, kanlar içinde bulur. Alıp evine getirir. Son dakikalarında kadının sırrını saklayacağına söz verir. Kocası gelip İngiltere'ye taşımak üzere tabutunu gemiye yüklettirdiğinde, başka bir kimlikle o da gemiye biner. Kocası otopsi yapamasın diye geminin güvertesinden kendini tabutun üzerine atıp intihar eder. Tabutu okyanusun derinlerine gömülen kadının sırrını canı pahasına korumuştur. 

Sömürgecilik, ırkçılık, ayrımcılık temaları da hikayede hissedilir. Sarı ırk ve beyazlar şeklinde sürekli bir ayrım söz konusudur. Sonunda beyaz adam, kendi etik olmayan seçimleri ve kapıldığı takıntılı ruh hali neticesinde sarı ırkın hastalığına yakalanır, kendi varlığına son verir. [Buradan alt metinle ilgili çeşitli çıkarımlar yapılabilir. Ancak bizim "çok beğendim, süper metaforlar vardı, aşırı güzeldi çünkü Zweig" tayfa dışında kitabın derinlemesine analizini bulamadığım için alt metni hakkında sağlam çıkarımlar yapamamaktayım. Belki de altında bir şey gizli değildir, ne dersiniz?]

Ay Işığı Sokağı
Fransa'nın liman kentlerinden birinde bir denizci mahallesinde gezinen bir gezgin, Almanca bir şarkı söylendiğini duyunca sesin geldiği yöne doğru gider. Ufak sakin bir pavyona girer. Şarkıyı söyleyen kadının basit, ucuz giyimli ve makyajlı bir kadın olduğunu, mekanın da köhneliğini fark edince pişman olsa da sigarası bitene kadar kalmaya karar verir. Bu arada içeriye giren bir adam, ucuz giyimli kadını kızdırır. Adama cimri olduğunu söyleyerek saldırmaya başlar. Gezgin rahatsız olup çıkar, tekrar sokaklarda dolaşmaya başlar. İçerideki cimri adam sessizce yanına yaklaşır ve kadınla arasındaki ilişkinin hikayesini anlatmaya koyulur. Kadın eski karısıdır. Kendisi varlıklı kadın ise fakirken evlenirler. Kadının maddi açıdan ona bağımlı ve muhtaç olması onu çok eğlendirdiğinden, bir şey isterken kadını yalvartmaya bayılır. Bir gün artık buna dayanamayan kadın onu terk eder. Bin bir çabayla peşinden gidip kendini affettirdikten sonra aynı hatayı tekrar yapar ve kadını tekrar kaybeder. Yaşadığı bu işkenceye artık dayanamadığını gezgine anlatır ve ondan kadına gidip onu ikna etmesini ister. Aksi halde cebindeki bıçakla kadını öldüreceğini söyler. Bu deliden sıyrılıp yoluna giden gezgin, tam uzaklaşacakken gözü kadının çalıştığı evin kapısına takılır. Bir adam, elinde parlayan bir metalle eve girmek üzeredir. Metalin bıçak mı yoksa para mı olduğu sorusunun yanıtı verilmez.

Leporella
Kaba saba yaşlı bir kız olan, Baron'un kendisine daha sonra yakıştırdığı takma adıyla Leporella, gösterdiği çalışkanlık ve azim sayesinde Baron'a tavsiye edilir ve orada göreve başlar. Baron çapkın, şeytan tüylü bir adamdır, iç güveysidir, savurgandır. Karısı ise varlıklı, tutumlu, makuldür. Bu nedenle aralarında sürekli çatışmalar çıkar. Bir gün karısı ruhsal bunalımını atlatmak için hastaneye kaldırılır. Baron ve Leporella evde baş başa kalır. Baron bu kaba saba yaşlı kıza iyi davranır. Umutlanan Leporella Baron'a aşık olur. Evde çapkınlık yapmasına yardım eder. Yaklaşık 2 ay huzur içinde yaşar giderler. Derken karısı eve geri gelir. Leporella'nın gerilimi ve kıskançlığı boy gösterir. Bir gün Baron "yapılacak bir şey yok" deyince, "aslında yapılacak bir şey var" diye yanıt verir ve karşılık almayışını bir iş emri gibi algılayıp ertesi gün kadını yatağında öldürür. Durumdan çok rahatsız olan Baron, Leporella'yla daha fazla muhatap olmamak için eve bir uşak tutar. Uşak da zamanla Leporella'dan korkup onu kovmayı önerir. Leporella Baron'la yüzleşir, bunun ona ait bir talimat olduğunu öğrenir. Ertesi gün yıllardır biriktirdiği parasını Baron'a bırakmıştır. Baron neler olduğunu anlamaya çalışırken Leporella'nın intihar haberi duyulur. Ölüm, bu kez bir aşığının canını acıtma enstrümanı olarak kullanılmıştır.

Leman Gölü Kıyısındaki Olay  
Bir Rus, bir balıkçı tarafından çırılçıplak vaziyette Leman Gölü'nde bulunur. Kıyıya çıkarıp giydirirler. Yakınlardaki bir otel müdürü aracılığıyla adamla Rusça konuşup kim olduğunu öğrenirler. Evine ulaşmaya çalışan bir Rus olduğunu öğrenince, kağıtları yapılana kadar onu kasabada misafir etme görevini üstlenirler. Ancak Rus, tüm saflığıyla, gölü geçince Rusya'ya ulaşacağını düşünerek tekrar kendini göle vurur ve ölür. Trajik bir öyküdür.

6 Mart 2019 Çarşamba

How To Get Away With Murder (1. Sezon)

İlk sezonu 2014'te ABC'de yayınlanan avukatlık dizisi. Sezonlar 43 dakikalık 15'er bölümden oluşuyor. Viola Davis (Annalise), Charlie Weber (Frank), Liza Weil (Bonnie), Alfred Enoch (Wes), Jack Falahee (Connor), Aja Naomi King (Michaela), Matt McGorry (Asher), Karla Souza (Laurel), Billy Brown (Nate) ve Conrad Ricamora (Oliver) başrollerde yer alıyor. Kemik kadro kalabalık. Hem olaylar hızla aktığı, hem de çok karakter etrafında döndüğü için tempo yüksek. 

Hikaye Philadelphia, Pennsylvania'da geçer. Middleton Üniversitesi'nde ders veren siyahi ceza hukuku avukatı Annalise Keating sınıftaki en başarılı beş öğrenciyi seçerek home office bürosunda çalıştırır. Bu beş birbirinden hırslı öğrencinin yanı sıra, Annalise yanında iki tane genç associate çalıştırmaktadır. Yeni katılan stajyerleri dizginleyip Annalise'in davalarına yardımcı olmakla görevli bu ikili de en az Annalise ve stajyerler kadar entrikalarla dolu ve hırslıdır.

Genel olarak siyahi karakteri bol bir dizidir. Zaman zaman ırkçılığa göndermeler yapılır. Siyahi ve beyaz karakterler arasında bazen nefret söylemleri içeren şiddetli diyaloglar geçer. Örneğin, Annalise Sam'le kavga ettiğinde, Sam'in dışarıda kendini iyi ve vicdanlı biri gibi göstermek için siyahi bir kadınla evlendiğini, böylece bir tür sosyal sorumluluk projesi gerçekleştirdiğini iddia edecek kadar ileri gider.

Dizide cinsel içerikler boldur. Karakterlerin tümünün bir normal, bir de gayrimeşru ilişkileri vardır. Herkes herkesle kolayca seks yapar. İşin antipatik tarafı, gizliliklerinin çok önemli olduğunu bilen karakterler saçma sapan davranarak herkese açık alanda öpüşür, sevişir. Ve mutlaka arkalarda bir yerde bunu gören ve ileride koz olarak kullanan birileri çıkar. Hikayedeki heteroseksüel karakterlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır.

Karakterler çok ilkesiz, kalpsiz, hırslı, başarmak için her şeyi yapabilecek sinsi kişiler olarak tasvir edilir. Herkesin herkese karşı dili keskindir, davranışlar düşmancadır.  Bu bakımdan ilk başlarda kimsenin kimseye yakınlık duymadığı, herkesin yükselmek için tırmaladığı, aralarında hassas bir şekilde saklamak zorunda oldukları ortak bir sırları olmasa birbirlerini rahatça harcayabilen tiplerden oluşan ruhsuz bir ergen dizisi görüntüsü çizer. Sezon sonuna doğru karakterler yavaş yavaş derinleştirilir. Bu kadar kötü olmalarına neden olan bir takım geçmiş travmalardan bahsedilir. İzleyicide hafif bir sempati uyanmaya başlar.

Bu travma muhabbeti fazlaca vurgulanır hatta. Şöyle diyaloglar sık sık karşımıza çıkar: "Geçmişte yaşadıklarına bakınca bu yaptıkları normal." Annalise, insanın geçmişinde yaşadığı kötülüklerin bugün kötü biri olmasına katkı sağladığına inanır. Kendisi de sorunlu bir gençlik yaşadığı için suçlularla empati kurar, genelde kötülerin avukatlığını yapar. Bunu yaparken de kimsenin gözünün yaşına bakmaz, en sevdiklerini harcama pahasına davaları kazanır.

Görsel olarak diziye koyu renkler fazlaca hakimdir. Sık sık flashforward'lar yapılır. Karanlık, sisli bir ortamda geleceği görürüz. Karakterler sabahlara kadar dağınık bir evin içinde, üzerindeki onca baskıyla birlikte karanlık karanlık çalışıp birbirlerinden nefret ederler. Klostrofobisi olanları krizlere sokacak bir atmosfer hakimdir.

Dizinin en ikonik sahnesi, bu yapay karanlığın biraz dağılmaya başladığı, Annalise'in ayna karşısında makyajını ve peruğunu çıkardığı sahnedir. Geceleri yatmadan önce, kendine yarattığı mükemmel dış görünümden sıyrılıp nihayet kendisi olmaktadır. Annalise'in çevresindeki yüksek duvarları aşıp ona daha yakından bakabildiğimiz ilk sahne budur. 

Dizinin ikinci en güzel kısmı da, Annalise'in muhteşem ötesi annesi Ophelia Harkness'ın boy gösterdiği bölümlerdir. Kızının dibe çöktüğü esnada yardım dilendiği Ophelia kalkıp Annalise'in yanına gelir. İlk önce faydasız kocası yüzünden bu halde olduğu için onu paylayıp muhteşem bir giriş yapar. Sonra yumuşak yüzünü gösterir, kızına şefkatini sunar. Yalnızca en kilit noktalarda gösterdiği bu şefkatli yüzü dünyalara bedeldir. Öyle ki, Annalise annesinin bu yönüne duyduğu ihtiyaç yüzünden onun yakıcı, yargılayıcı ve suçlayıcı sözlerine kulaklarını tıkamaya çalışır. En sonunda patlayıp annesini evden kovduğunda, Annalise'in geçmişiyle ilgili bir gerçeği öğreniriz ve duvarlar ikinci kez yıkılmış olur. Ophelia, yıllar önce Annalise'e tecavüz ettiğini bildiği amca'yı, uzun yıllar çalışarak aldığı evinin içinde yanarak ölmeye terk etmiştir. Bilip kılını kıpırdatmadığını düşündüğü için annesinden nefret eden Annalise'in bir anda dünyası değişir. 

Tüm bölümlerin isimleri, bölümde geçen repliklerden alınır.

1. Pilot
2. It's All Her Fault
3. Smile, Or Go To Jail
4. Let's Go To Scooping
5. We're Not Friends 
6. Freakin' Whack-a-mole 
7. He Deserved To Die
8. He Has A Wife 
9. Kill Me, Kill Me, Kill Me
10. Hello Raskolnikov
11. Best Christmas Ever 
12. She's a Murderer 
13. Mama's Here Now
14. The Night Lila Died
15. It's All My Fault 

Annalise Keating: Küçükken amcası tarafından tecavüze uğrar. Aksi ve geçimsiz annesinin buna göz yumduğunu düşünür. Bu psikolojik problemlerini anlatmak için gittiği psikoloğu Sam'e aşık olur ve evlenirler. Sam'in kendisini daha önce Bonnie dahil çeşitli kadınlarla aldattığını bilmektedir. Kendisi de karısı kanser olan polis dedektifi Nate ile ilişki yaşamaktadır. Zaten dizide genel olarak herkesin birden fazla ilişkisi vardır ve her bölümde birkaç seks sahnesi yer alır.

Frank Delfino: Annalise'in yakışıklı associate'idir. Kendisine verilen gizli görevleri tereyağından kıl çeker gibi yerine getirir. Hitman gibi bir karakterdir. Dizinin sonunda Lila cinayetindeki kritik rolünü öğreniriz. Aslında bir sevgilisi olan Laurel ile ilişkisi vardır. Annalise'in gözünde her zaman diğer associate'i Bonnie'den daha güçlüdür.

Bonnie Winterbottom: Annalise'in diğer associate'idir. Kendisine verilen görevlerde çuvallar. Annalise'e yaranmaya çalışır, ancak tüm çabaları başarısızlıkla sonuçlandığı için azarlanır. Her zaman Frank'in gerisinde kalmaktadır. Sam'e aşıktır. Kafasını dağıtmak için Asher ile yatar. Aralarında zamanla ilişki başlar. 

Wes Gibbins: Annalise'in sınıfına yedeklerden katılmıştır. İlk derste kendisine sorulan soruyu yanıtlayamaz. Sınıfta dalga konusu olacaktır. Bir gece Nate ile Annalise'i evde basar, bunun üzerine Annalise onu yakınında tutmak için yanına alır, kendisiyle birlikte çalışmasını kabul eder. Ekipteki diğer dört öğrenci tarafından torpilli olduğu için sürekli dışlanır. Karşı komşusu sorunlu Rebecca ile yakınlaşıp sevgili olurlar. Rebecca, su deposunda ölü bulunan Lila Stangard'ın yakın arkadaşıdır, aynı zamanda bu cinayetten yargılanmaktadır. Sam cinayetini işler, bunu Annalise'e anlatır. Böylece artık bu altılı, daha sonra Frank ve Bonnie'nin de öğrenmesiyle sekizli, ortak bir sırra sahiptir. 

Connor Walsh: Annalise'in sınıfın en iyilerini seçeceği assignment'ı yapmak için bir hacker'la yatan, grubun en slut karakteridir. Bencil ve umursamazdır. Çapkındır. Cinayete karıştığında ilk başta sıyrılmak istese de elindeki kozlar yetersiz olduğundan çenesini kapalı tutar. İlerleyen bölümlerde hacker'ı Oliver onu dize getirecek, kedi gibi bir aşık olmasını sağlayacaktır. Dizinin en eğlenceli karakteridir.

Michaela Pratt: Aşırı hırslı, akıllı, zengin koca avcısı kasabalı bir kızdır. Zengin aile çocuğu Aiden'la nişanlıdır, düğünlerine az kalmıştır. Bu süreçte cinayete karıştığı için işler karışır, düğün iptal olur. Bu arada Aiden'ın daha önce Connor'la ilişkisi olduğunu, eşcinsel olduğunu öğrenir. Aiden'ın aşırı kontrol manyağı annesi, Aiden'ın bu sırrını saklamak için Michaela'yla evliliği desteklemektedir. Cinayete yardım ve yataklık etmeyi başta kabul etmez, Connor'la işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. Elinde yeterince koz olmadığı için devam etmek zorunda kalır. Sınıfın en iyisidir. Davalarda önemli şeyleri genelde Michaela keşfeder. İyi bir avukat adayıdır.

Asher Millstone: Zengin çocuğudur. Çalışkandır. Son derece tuhaf bir tiptir. Biraz pervert, biraz weird, tam bir iticidir. Yine de cinayete karışanların dışında kaldığı için saf bir yönü vardır. Bonnie, Annalise'ten darbe yediği gün kafa dağıtmak için Asher ile yatar. O günden sonra ilişkileri bir şekilde devam eder. Mide bulandırıcı, sevimsiz bir tiptir.

Laurel Castillo: Ekibin en sinsi, en pislik, en sessiz karakteridir. Aslında zengindir, bu özelliğini pek göstermez. Ailesi tarafından ciddiye alınmaz. O da onların sığlığını küçümser, kibirlidir. Frank'i tavlar. Onu parmağında oynatmaya başlar. Bu nedenle Bonnie'nin nefretini kazanır. İstediği kişiye sadece çıkarı olduğu anda yaklaşır.  

Nate Lahey: Annalise'in sevgilisidir. Dizinin en mülayimidir. Başına Annalise tarafından gelmeyen dert kalmaz. Basit bir polis memuruyken önce görevinden alınır, sonra Sam'i öldürdüğü gerekçesiyle hapse atılır. Yetmez, hapisten çıkarılsın diye Annalise'in kurduğu dümenle içeride feci şekilde dayak yer. Bu arada karısı da kanser hastasıdır, ileri boyutlara sıçramıştır. Bahtsız bedevinin önde gidenidir.

Oliver Hampton: Connor'ın kendi çıkarları için tavladığı hacker'dır. Aralarındaki şey dizi boyunca devam eder. Connor'ı hizaya getirir, adam eder. Maalesef dizinin sonlarında AIDS hastası olduğu ortaya çıkar. 

Genel olarak olayların gidişatı sardığı için bir solukta izleyebileceğiniz, bolca karanlık atmosfere, erotik sahneye, şantaja, gerilime sahiptir. Hala Suits en favori avukatlık dizim, ama How To Get Away With Murder da Annalise'in müthiş öfkelendiği ve davayı tek başına sırtlayıp kazandığı gaz sahneleri sayesinde araya sıkıştırılacak çerezlik bir alternatif olabilir.

3 Mart 2019 Pazar

Çizgi Romandan Diziye: Doom Patrol

1. sezon 3 bölümü geçtiğimiz günlerde yayınlanan Doom Patrol, DC Comics evreninden çıkan bir süper kahraman dizisidir. Dizide gördüğümüz karakterler ilk olarak My Greatest Adventure çizgiroman serisinin 80. sayısında (Haziran 1963) ortaya çıkar. My Greatest Adventure 85. sayıya kadar Doom Patrol'ın serüvenlerini anlatmaya devam eder. Daha sonra gördüğü ilgiden dolayı, 86. sayıdan (Mart 1964) itibaren, çizgiroman artık Doom Patrol ismiyle yayınlanmaya başlar. Seri 124. sayıyla sona erer. Daha sonra günümüze kadar uzanan bir süreçte başka sanatçılar tarafından 6 volume daha üretilecektir. 

Çizgiromandaki hikaye The Chief (Niles Caulder), Robotman (Cliff Steele), Elasti-Girl (Rita Farr) ve Negative Man (Larry Trainor) karakterlerinin etrafında döner. Dizide bu karakterler muhafaza edilir ancak geçmişleri biraz değiştirilir. Ayrıca Crazy Jane ile Eric Morden karakterleri hikayeye dahil edilir.

Hem kitapta hem de dizide, hikaye karakterlerin okura/izleyiciye tanıtılmasıyla başlar. 

Çizgiroman: Chief, bir binanın bodrumuna kurduğu karargahına 3 garabet karakteri toplayarak onlara dünyayı kurtaracak bir ekip olmayı teklif eder. Bu ilk sayfalarda üç karakterin silüeti simsiyahtır, okura gösterilmez. Geçmişlerinde çok canları yanan bu üçlü ilk başta sahip oldukları ucube yönleriyle insan içine çıkmayı kabul etmezler. Bunun üzerine Chief, hepsinin geçmişine biraz dokunarak onları ikna etmeye koyulur. Yavaş yavaş geçmişleri anlatılınca karakterlerin yüzü de okura gösterilir. Rita, bir film seti sırasında şelaleden aşağı düşer, karaya çıktığında yeryüzünden salınan tuhaf gazlara maruz kalarak genişleyip büzülme özelliği kazanır. Robotman bir araba yarışında kaza geçirir, doktor (sonradan Chief olduğunu öğreniriz) tarafından sağlam olan beyni bir robota plante edilerek hayatına robot bedeniyle devam eder. Larry'nin uçağı düşer, enkazdan kurtulduğunda aniden içinden kendisinin negatifi olan bir adam çıkar ve kendisini kurtarır, 60 saniyede bedenine dönmezse onu öldürecek bir karakterdir. Chief de nedenini bilmediğimiz şekilde yürüme yetisini kaybetmiştir, artık sadece beyniyle iyi işler yapmaktadır. Bu dörtlü Chief'in karargahının ekranında beliren "son dakika" anonsunda bir bomba ihbarı duyarlar. Bunun üzerine içgüdüsel olarak güçlerini birleştirip birkaç dakika içinde insanları kurtarırlar. Birlikte çok güçlü olabildiklerini keşfettiklerinde Chief'in teklifini kabul edip ekip olurlar.

Dizi: Flashback'le başlar. Kahramanımızın eskiden başarılı ve çok zengin bir araba yarışçısı olduğunu, bir gün iğrenç ve bayağı karısı yüzünden kontrolünü kaybedip kaza geçirdiğini "hatırlarız." Tıpkı çizgiromandaki gibi, karakterlerin yüzü ilk aşamada izleyiciye gösterilmez, onların gözünden geçmişe bakarız. Daha sonra karaktere tutulan bir ayna vasıtasıyla adamımızın robot olduğunu fark ederiz. Onun yüzüyle birlikte, depoda kalan diğer ucubelerin de yüzü ortaya çıkar. Sırasıyla karakterleri ucube yapan geçmiş deneyimlere flashback yapılır. Rita, kitaptan farklı olarak erime ve yeniden toplanma özelliğine sahiptir. Larry, kitaptan farklı olarak ilk bölümde negatif adamı ortaya çıkarmaz. Ayrıca geçmişinde eşcinsel bir ilişkisi olduğunu ve bu nedenle uçağı bilerek düşürdüğünü görürüz. O zaten yıllar öncesinden ötekileştirilmiştir. Ucube olduğunun hissettirilmesi onun için yeni bir şey değildir. Böyle bir öğeyle karakter modernize edilir. Robotman'e de acıklı bir geçmiş eklemlenir. 1996 yılında geçirdiği kazayla hafızasını kaybeder. Kendi yaşamını ve karısını yanlış hatırlar. Nihayet hafızası yerine geldiğinde aslında mutlu ve sıradan bir evlilikleri olduğunu, kendi yaptığı bir trafik kazasında ailesini kaybettiğini öğreniriz. Hikayede ihtiyaç duyduğumuz dram bu sayede eklenmiş olur. Bunların dışında Crazy Jane, 64 tane kişiliği olan deli bir karakterdir. En açıksözlü ve en deli karakterdir. Hikayenin ihtiyaç duyduğu seksi ve tahmin edilemez güzel kadın kontenjanını da bu şekilde doldururlar.

Chief tüm bu ucubeleri yıllardır Dumb köşkünde müşahede altında tutmaktadır. Onların süper güçlerini dünyanın iyiliği için kullanabileceğine inanan bir idealisttir. Bir gün dünyaya göz kulak olmak için çıktığı rutin seyahatlerin birinde, Crazy Jane'in kışkırtmalarıyla tüm ucubeler evden dışarıya kaçıp insan içine karışırlar. İşler yolunda gitmez. Rita eriyip sokakta büyük bir paniğe neden olur. Onları yok etmeye gelen tehlikenin farkına varırlar ve kaçmaya koyulurlar.

Son derece eğlenceli, 60'lar yapımı iki boyutlu absürt bir çizgiromandır. Diziye gelince, Deadpool tadında, yine absürt ancak asla iki boyutlu olmayan; eşcinselliği hasebiyle ötekileştirilmiş çocuk, gözü kara seksi esmer kadın, arkasında çok önemli kayıplar bırakmış orta yaşlı adam şeklinde artık cheesy olmuş karakterler içeren modern bir fantastik hikayeye şeklinde uyarlanmıştır. Kendini klişelere kaptırmazsa senenin en keyifli kurgularından biri olabilecek potansiyeldedir. Takipteyiz.

2 Mart 2019 Cumartesi

Metinlerarasılık ve Rocket Man

Ray Bradbury 1951 yılında 18 kısa hikayeden oluşan The Illustrated Man isimli hikaye kitabını yayınlar. Kitaptaki hikayelerden biri, The Rocket Man, yıllar sonra Elton John'un bir şarkısına ilham kaynağı olacaktır. 1972'de çıkan Honky Château albümündeki Rocket Man şarkısı, tam olarak Bradbury'nin hikayesindeki roket adamı konu alır. 

Bradbury'nin Rocket Man'i, karısı ve çocuğunu bırakarak 3 aylık roket seyahatlerine çıkan idealist bir roket adamdır. Ne zaman uzaya çıksa dünyayı, ne zaman dünyaya dönse uzayı özler. Dünyaya geldiğinde yalnızca 3 gün dayanabilir. İlk gün sadece toprağa bakar, yüzünü asla gökyüzüne çevirmez, uzay arzusunu bastırmaya çalışır. İkinci gün kıpırdanmaya başlar, başını ara sıra gökyüzüne çevirip yıldızlara kaçamak bakışlar atar. Üçüncü gün artık yerinde duramaz hale gelir, gözü sürekli yıldızlardadır, daha fazla dayanamayıp yeni bir üç aylık seyahate çıkar. 2000'lerin başında geçen hikayede, roket adam, çağının sayılı roket adamlarından biri olduğu için hangi gezegeni seçerse oraya gidebilme özgürlüğüne sahiptir. Bazen Mars'a, bazen Uranüs'e, bazen Venüs'e gider. Roket adam bir gün yine üçüncü günün gecesinde dayanamayıp ailesini arkasında bırakarak yeni bir seyahate çıkar. Birkaç gün sonra aile roket adamın haberini alır. Bir şeyler yolunda gitmemiş, Güneş yüzünden ölmüştür. Arkasında  güneşe küstükleri için gündüzleri uyuyup geceleri yaşayan bir aile ve oğlunun gizlice üniformasının üzerinden toplayıp anı olarak sakladığı gezegen tozlarını bırakır.


Elton John'un Bernie Taupin ile birlikte bestelediği Rocket Man şarkısı, karısı akşamdan elbiselerini hazırlayan, haftanın beş günü ekmek parası için roket adamlık yapan, uzayda kendini çok yalnız hisseden, orada çocuğunu yetiştiremeyeceği gerçeğiyle yüzleştiği için ailesini Mars'a aldırma hayallerinden usulca vazgeçen, ne dünyada ne de uzayda yapabilen basit bir roket adamı konu alır. Roket adamımız yaşadığı çılgın teknolojik devire ve akıl almaz yıldızlararası seyahatlere tezat şekilde, bilimden anlamayan basit bir memurdan fazlası değildir. Bilim ve teknoloji o kadar gelişmiştir ki, artık roket şoförlüğü, metrobüs şoförlüğü kadar sıradan bir meslek haline gelmiştir.

She packed my bags last night pre-flight
Zero hour nine AM
And I'm gonna be high as a kite by then
I miss the earth so much I miss my wife
It's lonely out in space
On such a timeless flight
And I think it's gonna be a long long time
'Till touch down brings me round again to find
I'm not the man they think I am at home
Oh no no no I'm a rocket man
Rocket man burning out his fuse up here alone

Mars ain't the kind of place to raise your kids
In fact it's cold as hell
And there's no one there to raise them if you did
And all this science I don't understand
It's just my job five days a week
A rocket man, a rocket man

1972'de çıkan bu uzay temalı şarkının, 1969'da çıkan David Bowie şarkısı Space Oddity ile bağdaştırılması kaçınılmazdır. Space Oddity, 1968 yapımı 2001: A Space Odyssey'nin protagonisti Dr. Dave Bowman'den esinlenerek oluşturulan Major Tom karakterini merkeze yerleştiren, bilim kurgu tadında şarkı sözlerine sahip, uzay temalı başka bir şarkıdır. 


Çoğu kişi Rocket Man'in Space Oddity'den esinlendiğini iddia eder. Hatta Bowie de böyle düşünüp konserlerinde Rocket Man'e gönderme yapar. Elton John ve Bernie Taupin aşağıdaki videoda, şarkının Bradbury'den ilham aldığını açıkça anlatırlar. Hikayedeki o "gelecekte sıradan bir meslek olarak roket adamlık" temasını olduğu gibi şarkıya aktarmışlardır. Hikayeyi okuyanlar, ikilinin beyanının doğruluğuna hak verecektir elbette.


Bu arada Elton John'un hayatını anlatan Rocketman'in 2019 Mayıs'ta İngiltere'de çıkması bekleniyor, hatırlatalım. Dexter Fletcher'ın yönettiği, Lee Hall'un senaryosunu yazdığı filmde Elton John'u Taron Egerton canlandıracak. Filmde şarkının ne denli rolü olacağını merak ediyoruz. Acaba Bradbury'nin ismi, filmin herhangi bir anında geçecek mi? Biz edebiyatseverlere bir selam çakılacak mı? Göreceğiz.

Eh bu kadar daldan dala atlayınca, lafı metinlerarasılığa getirmeden kapamayayım yazıyı. Bu yazının başlangıç noktasını, şu anda okumakta olduğum A Discovery of Witches romanı oluşturuyor aslında. Rocket Man şarkısına yaptığı atıf sayesinde kitaplardan albümlere, albümlerden filmlere zıpladığım bir yazı yazmama neden oldu.

Postmodernist dönemin önemli kavramlarından biridir metinlerarasılık. 1960'lı yıllarda Julia Kristeva'nın ortaya attığı bir kavramdır. Bir metnin anlamını, başka bir metinle şekillendirmek şeklinde özetlenebilir. Metni oluştururken, kendisinden önce söylenen sözlere atıfta bulunmak üzerine kuruludur. Terimin çıkış noktasını, Wikipedia'daki şu satırlar doğrudan açıklıyor: 
Julia Kristeva was the first to coin the term "intertextuality" (intertextualité) in an attempt to synthesize Ferdinand de Saussure's semiotics—his study of how signs derive their meaning within the structure of a text—with Bakhtin's dialogism—his theory which suggests a continual dialogue with other works of literature and other authors—and his examination of the multiple meanings, or "heteroglossia", in each text (especially novels) and in each word.[8] For Kristeva,[9] "the notion of intertextuality replaces the notion of intersubjectivity" when we realize that meaning is not transferred directly from writer to reader but instead is mediated through, or filtered by, "codes" imparted to the writer and reader by other texts. For example, when we read James Joyce's Ulysses we decode it as a modernist literary experiment, or as a response to the epic tradition, or as part of some other conversation, or as part of all of these conversations at once. This intertextual view of literature, as shown by Roland Barthes, supports the concept that the meaning of a text does not reside in the text, but is produced by the reader in relation not only to the text in question, but also the complex network of texts invoked in the reading process. 
İnsanoğlu artık söylenecek her şeyi söylemiştir, bu nedenle konuşmadan evvel daha önce konuyla ilgili söylenmiş sözleri tarayıp gerekirse atıf yaparak anlatacağını anlatır. Günümüzde Ekşi Sözlük, bu kavrama çok katkı sağlayan bir organizma olarak karşımıza çıkar. İnsanlar duruma yapacakları yorumları, önceden sözlüğün kendi kendine doğurduğu esprilerle ifade ederler örneğin. Tepkiler, önceden yaratılmış söylemlerin üzerine eklemlenerek verilir. "Bkz." özelliği sayesinde, koca bir nesil, lafını söylemeden önce başkaları söylemiş mi diye aranarak veya mevzuyu destekleyen, konuyla yakından ilgili başka bir entry'ye bkz. vererek yetişir. Umberto Eco, durumu şu sözlerle açıklar:
“I think of the postmodern attitude as that of a man who loves a very cultivated woman and knows that he cannot say to her "I love you madly", because he knows that she knows (and that she knows he knows) that these words have already been written by Barbara Cartland. Still there is a solution. He can say "As Barbara Cartland would put it, I love you madly". At this point, having avoided false innocence, having said clearly it is no longer possible to talk innocently, he will nevertheless say what he wanted to say to the woman: that he loves her in an age of lost innocence.”
Ekşi Sözlük'teki şu entry, disiplinlerarası etkileşimleri net biçimde açıklamaktadır:
yapıtların sonsuz bir etkileşim içerisinde olduklarını, söylemlerin iç içe geçerek anlam ürettiklerini ileri sürerek öznellik kavramının egemenliğine son vermiştir.

böyle bir anlam üretimi ile bir “çokseslilik” ortamı yaratılmış, farklı türlerin ve disiplinlerin verileri buluşturulmuş, eski dönem yapıtlarına ait parçalar ile başka bir bağlamda, başka amaç ve işlevler doğrultusunda yeni, bir başka deyişle türetilmiş yapıtlar üretilmeye başlanmış, böylece ayrışık, süreksiz ve parçalı, dolayısıyla da umberto eco’nun söz ettiği gibi açık yapıtlar ortaya çıkmıştır.

yazınsal/dilsel alanda gerçekleşen bu metinlerarası alışverişler daha da ileri giderek, sanatın diğer biçimlerinden de yararlanarak geniş bir alan durumuna gelmiştir . böylelikle bir yandan yazınsal alan sanatın diğer biçimlerinden yararlanırken, diğer yandan sanatsal biçimler de kendi aralarında alışveriş yaparak, yeni yapıtların ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır. diğer sanat alanlarının hem kendileriyle, hem de yazınsal alanla olan alışverişlerine metinlerarasılık tanımının uygunluğu sorgulanarak yeni bir kavram önerilmiş, göstergelerarasılık kavramı ortaya çıkmıştır.
Kubilay Aktulum Türkiye'de bu konuyla ilgili en değerli kitapları yayınlayan akademisyendir. Metinlerarasılığı sinema, resim, göstergebilim ve folklör ile birlikte ele aldığı önemli kitapları mevcuttur.

Göstergebilim, metinlerarasılık, söylem; edebiyat da dahil olmak üzere çağımızda çeşitli disiplinlerde üretilmekte olan metinleri, sözleri anlayabilmek için oturup kafa patlatmanın şart olduğu kavramlar. Bir söylemin içine yerleştirilen eski metinler, bu yerleştirmenin maksadı, eski metne böylelikle kazandırılan yeni anlam, kelimelerin önceki anlamlarının yıkılıp yeni anlamlarının inşa edilmesi süreci gibi keyifli temalara ileride de çeşitli yazılarda değinmeyi düşünüyorum. Şimdilik daha farklı metinlere atlayıp zıplamadan, başka alıntılar yapmadan yazıyı sonlandırayım.