30 Aralık 2022 Cuma

Kitap: T. Singer

Norveçli yazar Dag Solstad’ın 1999’da yayınlanan romanı. Bizde Deniz Canefe çevirisiyle 2021’de Jaguar’dan çıktı. Jaguar'dan ayrıca 2022’de Armand V. adlı bir romanı daha yayınlandı. YKY tarafından yayınlanan, tümü Banu Gürsaler Syvertsen tarafından çevrilen kitapları ise şöyle: Mahcubiyet ve Haysiyet (2018), Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı (2020), Profesör Andersen’in Gecesi (2021), On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap (2022). 2018'den beri yazarın kitapları yoğun şekilde dilimize kazandırılıyor, iyi de oluyor.

Kitap Singer’ın utanma probleminden bahsederek başlıyor. Aynı sayfada otuz dört yaşında olduğunu ve Notodden’e taşınmak üzere olduğunu öğreniyoruz. Ama karakterin aksiyonlarının kitapta o kadar da önemli olmadığını daha ilk andan anlıyoruz. Notodden’e taşınma meselesini bir kenara bırakıp Singer’ın bir çocukluk anısının aklına nasıl geldiğini ve o anın aklına gelmesiyle birlikte nasıl da utanç hissettiğini irdeliyoruz harıl harıl. Öncelikle bu girişle beni kazandı diyebilirim. Olay örgüsüne dalmadan önce yazar, karakter hakkında öyle bir şey anlatıyor ki, nasıl bir insanla karşı karşıya olduğumuzu daha ilk sayfalardan çözüyoruz bir bakıma.

Bu anıda Singer bir arkadaşıyla birlikteyken yapmacık kahkaha atıyor ve bu da amcası tarafından görülüyor. Yapmacıklığına tanık olunması onu aradan yıllar geçse de utandırmaya devam ediyor. Onun için önemli bir mesele belli ki. Yapmacıklık utanç verici olduğuna göre, demek ki doğrucu mahmut bir karakter ile karşı karşıyayız.

Bir başka utanç verici anısı da yakın arkadaşı K ile biraz daha uzak arkadaşı B’yi karıştırması, bir anlığına yalnızca yakın arkadaşına anlatmak isteyeceği bir şeyi B’ye anlatması. Aralarındaki mesafeyi yok sayıp teklifsiz bir yakınlık göstermesi, bu mahrem ana B’nin de tanık olması. Bu durum onu ölesiye utandırıyor. Öncelikle mesafenin kapanması, maskenin inmesi onun için dehşet verici şeyler. Diğer yandan yaptığı hatanın görülmesi de müthiş rahatsız ediyor karakterimizi.

Bu anıların ardından Singer’ın yaşından biraz bahsediyor yazarımız. Otuz dört yaşında olduğunu öğrendiğimiz karakterimizin o yaşına kadar ne yaptığını merak ettiğimizi bilen yazar, bize o ana kadarki yaşamından kesitler sunuyor, ancak bunu yaparken yine aksiyonlara değil kafasının içine odaklanıyor. Daha genç yaşlarındayken de yaşamın katılımcısı değil, gözlemcisi olduğunu öğreniyoruz. Edilgen bir genç adam olduğunu kendisi de biliyor. Bunun insanlar için iyi bir izlenim olmadığının farkında. İnsanların fikirlerini önemsemiyor.

Otuz yaşına kadar olan süreci dönemlik işlerde çalışıp biraz da okula giderek geçiriyor. Tarih, edebiyat ve sosyal antropoloji alanlarında dersler alıyor. Öğrenci olmayı seviyor ve bu hali sürdürmeyi hedefliyor, bu nedenle mezun olmak ilgisini çekmiyor. Derinlerde istediği şey yazmak, yazar olmak. Ama bu isteğinden en yakın arkadaşı Ingemann’ın bile haberi yok. Otuz bir yaşına geldiğinde hayatında aslında yedek bir planı olmadığını kendine itiraf ediyor, bu onu biraz amaçsız bırakmış olacak ki kütüphanecilik okuluna başlayıp kütüphaneci olarak sabit bir hayata geçmeyi kendisine hedef olarak belirliyor. Otuz dört yaşına geldiğinde bu okulu bitiriyor ve kütüphaneci olarak çalışmak üzere Notodden’e taşınıyor.

“Üç yıl sonra kütüphaneci eğitimini tamamladı. Şurada burada pek çok işe başvurdu ve ona teklif edilenlerden aklına ilk yatanı kabul etti. Bu Notodden Kütüphanesi’ndeydi. Böylece 1983 Temmuz’unun son günü, Güney Treni’Yle Hjuksebo’ye gitmek, oradan Notodden’e giden trene binmek için Vestbane İstasyonu’nda bekliyordu. Otuz dört yaşındaydı, yeni bir yaşama başlayacaktı. Hiçbir üzüntüsü ya da hayal kırıklığı yoktu çünkü neyse oydu; ama öte yandan böyle olduğu için, yeni bir yaşama başlayacağı için özel bir sevinç de duymuyordu.”

Otuz bir, otuz dört, otuz dokuz, kırk yedi, neredeyse elli… Yaşlardan sık sık bahsediyor yazar. Singer’in yaşamını yaş kesitlerine bölüyor. “O” dönemini bir olayla değil, bir mekanla değil, sayılarla dolayısıyla zamanla ilişkilendiriyor. Var oluşu zamanın yarattığını, zamanın da aktığını sık sık hissettiriyor. Yaptıkları değil, başına gelenler değil, akan zaman Singer’ın var oluşunun çekirdeğini oluşturuyor.

Notodden trenine bindiğinde, kendisini Notodden’deki Norsk Hydro’nun müdürü olarak tanıtan Adam Eyde ile tanışıyor. Şampanyalı bir toplantıdan döndüğü için evrak çantasında kadeh bulunan bu yabancı, başkahramanı Singer olan bu romanda en çok yer verilen ikinci kişi. Singer’ın karısından daha önemli bir yere sahip desek yeri. Tanışıklıkları bir günden kısa sürse de yazar, birlikte geçirdikleri vakte 30 sayfa yer ayırıyor. Adam Eyde’ın Notodden hakkındaki ideallerini uzun uzun dinliyoruz. Singer da ağzını açıp yorum yapmıyor üstelik, biz sadece adamın monoloğunu dinliyoruz. Singer’ın o güne kadar ve o günden sonra da etkilendiği tek kişi aslında. Büyük düşüncelere sahip, idealleri için çabalayan biri. Belki Singer’e yazar olmak istediği dönemki idealizmini hatırlattığı için bu kadar etkiliyor onu, bilemiyoruz sebebini.

Singer Notodden Kütüphanesi’ndeki yeni işine çabuk alışıyor, insanlara da kendini sevdiriyor üstelik. Kütüphane müdavimlerine karşı, yalnızca bir kez karşılaştığı insanlara özgü enerjik tavırlarını sergileyip popüler bile oluyor. Ancak insanlar kütüphaneye onun için gelir hale geldiğinde, bu enerjisi onu terk ediyor, insanlardan kaçmak için yine türlü numaralara başvuruyor.

“Singer’in politikaya özel bir ilgisi yoktu ama bunu elinden geldiğince gizliyordu. […] Politikanın önemli olduğunu anlayabiliyordu elbette; toplumun nasıl yönetileceğiyle ilgili olduğu için yeterince önemliydi, hepimizi toplumun biçimlendirdiğinden koşkusu yoktu Singer’in. Ama bunun kendisi için de geçerli olduğunu göremiyordu. Toplumsal sonuçlar onun en derinlerine ulaşmazdı. Yine de nadiren ulaşacak olurlarsa onlara karşı kayıtsız kalarak susturabiliyordu seslerini.”

“Tarihe karşı da benzer bir yaklaşımı bardı. İnsanın tarihsel bir varlık olduğunun tümüyle farkındaydı, yine de bunun kendisini temelden ilgilendirdiğini göremiyordu. Bu biraz dikkat çekici bir bakış açısı gibi görünebilir, çünkü politikanın tersine Singer tarihle yakından ilgileniyordu. Her zaman çok fazla tarih okumuş, insanın varoluşunu ilgilendiren belli bir olguyu anlamaya çalıştığında sık sık tarihe başvurmuştu. Ama kendisini tarihsel bir bağlama yerleştirmeyi başaramıyordu. Doğrusu ne toplumsal ne de tarihsel bir örnek sayılırdı.”

İnsanların iktidar ilişkisini biçimlendiren olaylar da, insanların geçmişteki eylemleri de Singer’i çok ilgilendirmiyor. Var oluşuna etkisi olan şeyler değil ikisi de. Var oluşunu zamanla ilişkilendirdiğini biliyorduk, toplumla ilişkilendirmeye yönelik bir çabası yokmuş gibi görünüyor. Olaylarla da o kadar ilgilenmediğini biliyoruz. Var oluşunu bir bütüne dönüştürmek, tamamlamak için çok düşünen, yazar olma hayalleri kurmuş olan (hayallerini gerçekleştiremese de) idealist karakterimizin olaylarla çok arası yok. Eyleme dökme konusunda edilgen. Var olanı gözlemlemek, analiz etmek daha çok ilgisini çekiyor.

“İki gün sonra bir şey oldu. Singer aşık olmuştu.”

Singer bir gün arkadaşıyla birlikte kütüphaneye gelen Merete’ye aşık oluyor. Evleniyorlar, birlikte yaşamaya başlıyorlar. Singer, Merete ve Merete’nin iki yaşındaki kızı Isabella’dan oluşan üç kişilik mutlu bir çekirdek aileye dönüşüyorlar.

“Singer bunları yaptı ama hiçbiri Singer için kolay değildi. Singer gibi bir adamın, kendisini ona sunan çıplak bir kadın karşısında çıplak bedeniyle ayakta durmasını içeren bu acımasız yakınlığa kendisini nasıl bırakabildiği pekala sorulabilir. […] Otuz dört yaşındaki kütüphanecinin içinde bunu yapmasına neden olan ne tür bir saat çalışmıştı? Ne yaptığının gayet farkında olarak doğruca bu kırılgan yakınlık alanına taşınmıştı. […] Bu Singer bizim tanıdığımız Singer’in güzelleştirilmiş bir versiyonu.”

K olduğunu sandığı için samimi ses tonunu B’ye sergilemekten on yıl sonra dahi aklına geldikçe utanan bir adamın, samimiyet alanında dolaşması anlaşılır değil elbette. Ama bir şekilde kendisini o pozisyona sokuyor. Varoluşunu Merete’yi hoşnut edecek şekilde biçimlendiriyor, onun için ehliyet alıyor, onun için yemekler pişiriyor, kızının güzel vakit geçirmesi için planlar yapıyor.

“Aşkın etkisi altında yaşadığı bu yaşamdan hoşnuttu. Buna bir de Notodden’e taşınma amacının, özlemini çektiği şeyin gerçekleşmesinin gizli hoşnutluğu ekleniyordu. Şimdi üç kişilik bir çekirdek ailenin, arabası evinin önünde sergilenen erkeği olarak Singer, Notodden’de tamamen gözlerden uzak bir yaşam sürüyordu. Amacı, kimsenin tanımadığı bir kütüphaneci olarak Notodden’e gelip burada gözlerden uzak yaşamak idiyse, şimdi bu şaşırtıcı gelişmelerle amacına tam ulaşmıştı. Burada kimse onu bulamazdı, tüm izleri silinmişti; bulmasını istemediği her kim varsa onun için ya da onlar için artık kaybolduğunu fark ediyordu derin bir hoşnutlukla.”

Derken büyünün yok olmasıyla birlikte Singer varoluşunu anlamlandırma savaşına geri dönüyor bir bakıma.

“Bu noktada ilişkinin sonraki iki yılda dikkat çekici ölçüde kötüleştiğini söylemekle yetineceğiz. Onlara birlikte geçirecekleri iki yıllık zaman verildiğini, iki yıllık bir rüya yaşadıklarını da söyleyelim. Ama Singer’in durumunda gördüğümüz gibi, bu ilişki Singer’e yapışmış gizli emeller, yan amaçlar içeriyor; onun bir ilişki, evet, bir evlilik örtüsü altında, gün yüzüne çıkanlardan çok daha başka projeleri ve tasarıları gerçekleştirmesini sağlıyordu.”

Artık odağını Merete’ye, yeni yaşamına, küçük kızlarına çevirirken eskisi gibi bir heyecan, hoşnutluk, tazelik hissetmediğini belli ediyor.

“aslında olur olmaz şeylere kafa yoran biri ve bu daha farklı; çünkü yanı başındaki yaşamın tadını çıkarmak yerine insanın kuşkular girdabına kapılıp içine kapanması demek oluyor. Böyle düşüncelerle boğuşmadığı, Merete ve Isabella’ya yakın olduğu zamanlarda bile, gündelik işlerde bir gölge gibi, üstelik de kendisinin gölgesi gibi görünüyor. Her zaman dostça davranıyor, onlar için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor ama bunu yapmak ona mutluluk vermiyor.”

Merete, hatalı sollama yapan bir araba nedeniyle öldüğünde 6,5 yaşındaki Isabella ve Singer baş başa kalıyorlar. Boşanma kararı aldıklarından kimseye bahsetmeyen Singer, Merete’nin ailesinin ısrarlarına rağmen Isabella’yı yetiştirme işini kendisi üstleniyor. Üstelik bunu yaparken Isabella’ya karşı özel bir sevgi beslemiyor. Tüm bu süreçte Isabella’dan daha çok düşündüğü tek bir şey var, Merete’yle ayrılma kararı almış olmaları. Bundan hiçkimseye bahsetmiyor, sebebini anlayamadığımız bir şekilde. Tüm kaygısı, bu gizemlerinin ortaya çıkması, insanların onu ayıplaması, Merete’nin ailesinin Isabella’yı derhal ondan çekip alması, vs. Bu kaygıların altında ezildiğini hissettiğinde Notodden’de daha fazla kalamayacaklarına karar veriyor, iş başvuruları yapmaya başlıyor. Oslo’da bir kütüphaneden kabul aldığında, Isabella’yla birlikte toplanıp Oslo’ya taşınıyorlar.

Bunca yıl değişmeyen, Singer’ın eski hayatından beri ona eşlik eden tek şey Ingemann oluyor. Singer’in Isabella’nın donukluğundan endişe ettiği dönemlerde ilaç gibi geliyor Ingemann. Bir şekilde Isabella ile bağ kurmanın yolunu bulup onu mutlu etmeyi başarıyor. Böylece Singer, kendisi başaramadığı, ancak olmasını istediği bir şeyin arkadaşı tarafından gerçekleştirilmiş olmasını memnuniyetle karşılıyor. Isabella’nın bu dönemi sona erdiğinde, Ingemann’ın artık Singer’in hayatında bir işlevi kalmadığında Singer arkadaşlıklarının sona erdiğini fark ediyor. Bunu beş sene sonra, kızlar yanlarındayken birden bire Ingemann’a söyler ve onu hayatından tümüyle çıkarıyor. Oslo’da edindiği çevreyi Notodden’e kaçarak, Notodden’de edindiği çevre ve aileyi de Oslo’ya geri kaçarak arkasında bırakan Singer, böylece hayattaki tek arkadaşı Ingemann’dan da kurtuluyor. Artık hayatında yalnızca Isabella var. Singer aslında oturup düşündüğünde kıza karşı bir bağlılık hissetmediği sonucuna varsa da gerçekte bazı anlar, Isabella’ya ne kadar bağlandığını güçlü bir şekilde hissediyor.

“bu sırada terbiyeli iki arkadaşına bezgin ve zafer dolu bir bakış fırlattı ve işte o anda Singer, Isabella’nın yedek ailesi ve bakcısı olarak yaşamının en parlak anlarından birini yaşadı. Sonunda kızın işine yaramıştı. […] Singer daha sonra kesinlikle anladı ki kendi varlığını silebilir, tanınmaz duruma getirebilirdi, yeter ki Isabella kendi gençlik dönemini normal yaşasın ve Singer’in de ona katılmasına izin versin.”

Varoluşçuluk deyince elbette akla gelen ilk karakter Meursault, onun kadar olmasa da absürd bir karakter Singer. Belirli konularda fikirleri var, okuma halini seviyor, öğrenmekle ilgileniyor. Öğrendiklerini eyleme geçirme konusunda hevesi yok. Kurduğu ilişkiler zaman zaman bağ ve sevgi içeriyor. Ancak organik bağın zayıflamasına neden olabilecek bir şeyle karşılaştığında (mesafe, iletişimsizlik, heyecansızlık, çıkar ilişkisinin sona ermesi) ilişkiyi sürdürme gereği duymuyor. İnsanlarla bağ kurmaya karşı özel bir ilgisi yok. 

Sizi karmaşık meseleleri düşünmeye zorlayan yönleri var kitabın. Örneğin, boşanmaya karar verdikleri halde Isabella'nın bakımını üstlenmesi neden? Sevgi veya bağ yüzünden yapmıyor bunu. Neden kızı anneanne ve dedesine emanet edip kendi yoluna bakmıyor? Bunun sebebi muhtemelen, Singer'in Merete ile evliyken sahip olduğu "gizli emeller, yan amaçlar". Dışarıya verdiği düşünceli üvey baba imajının kendisine büyük bir konfor alanı yaratacağının farkında. Hayatında Isabella olmasa, içten içe yeni bir hayat amacı arayışına girmesi gerekecek belki de. Oysa Isabella ile artık varoluşu dışarıdan bakınca "tam". Kimse onu dışa dönük olmaya zorlamayacak. Aksine, bu hüzünlü ikiliye insanlar belki de yaklaşmayacak, Singer dilediği yalnız hayatı burada sürdürebilecek bu sayede.

26 Aralık 2022 Pazartesi

Kısa Anime: Koca Kıçım ve Ben (2021)

Yelyzaveta Pysmak tarafından yönetilen, 10 dakikalık bir anime. 2021 Polonya yapımı. Beden algısı ile ilgili, müthiş tatlı çizimlere sahip bir film olmuş. Big brother is watching you, Sauron'un gözü, Dante'nin cenneti, Sailor Moon, Street Fighter (sanırım?) göndermeleriyle çok eğlenceli. 

Bir apartmanın pencerelerinin dışarıdan görünümüyle başlıyor, ortadaki pencereden yükselen çığlıkla hikayeye giriyoruz. Denediği pantolonun düğmeleri birbirine kavuşmayan kadının panik çığlığı. Kahramanımız bu deneyiminin üzerine tartıya çıkıp ŞİŞKO ibaresiyle karşılaşınca ipler kopuyor. Sıkı bir diyete giriyor. O kadar sıkı bir diyet ki, içtiği sodanın içindeki bir parça limon, midesinde yaşam savaşı veren kardeş organizmaları birbirine kırdırıyor. Azminin karşılığında istediği kiloya düşen kahramanımız bir gece şeytanın dürtmesiyle mutfağa girip buzdolabına karşı vicdanıyla sıkı bir savaşa giriyor. En zayıfladığı anda, tam da buzdolabına davranacakken bir incekıç meleği penceresine dayanıp ona bir çağrıda bulunuyor. Meleğin çağrısını kabul eden kahramanımız, melekle birlikte incekıç kraliyetine girip incekıçların cennetinde bir süre vakit geçirme fırsatı yakalıyor. Şezlongda güneş gözlüğünü takıp güneşlenen incekıçlar mı dersiniz, pilates dersinde senkronize hareket edenler mi. Kahramanımız atmosferden büyülenmiş vaziyette mutluluk sarhoşu olmuşken birden 6 incekıçın çaldığı borazanla irkilip kendine geliyor. Borazanı duyan bütün incekıçlar alanda toplanıyor ve bir anda secdeye kapanıyorlar. Bunca incekıçı yöneten o mukaddes güç de nesi diye merak eden kahramanımızın kafasını kaldırmasıyla Big Brother tartıyla karşılaşması bir oluyor. Birden o da diğer incekıçlar gibi tir tir titremeye ve secde etmeye başlıyor. Tartı, birdir. Aslolan tek şey tartıdır. O, sizi gören, ağzınıza ne attığınızı bilendir. Derken sırayla ölçüme giriyorlar. Kahramanımıza sıra geldiğinde korkuyla adımını tartıya atıyor, ibre biraz dans ediyor, seyirciye gergin anlar yaşatılıyor. ŞİŞKO DOMUZ YAVRUSU ibaresi beliriyor. Ölçümden alnının akıyla geçen tüm incekıçların öfkeli gözleri, yaşadıkları krallıktaki norma uymayan kahramanımıza yöneliyor. Tam da bütün kraliyet halkı kahramanımıza saldırıp onu sindirmeye hazırlanırken, antikahramanımız şişkokıç sahnede beliriyor ve kahramanımıza elini uzatıyor. Onu bu algının içinden çekip çıkarıyor bir bakıma. Bu yeni ittifakı gören sıska kaltakların tanrısı tartı duruma çok öfkeleniyor ve ikisini karşısına alıp onlarla savaşmaya başlıyor. Tartı, teke tekte ikisini de alıyor. Ancak antikahramanımız şişkokıçın kalan son gücüyle elini yeniden sıska kahramanımıza uzatması oyunun akibetini tamamen değiştiriyor. Bedeniyle barışan kahramanımız güçlenip ayağa kalarak zayıflar krallığına ve onun tanrısı olan tartıya karşı direnç göstermeye başlıyor. İşte o zaman gerçek kahramana dönüştüğünden, kahramanlara yaraşır bir kostüm de beliriyor üzerinde. Oyunun sonunda kahramanımız şişman bedeniyle bütünleşip tartıya büyük bir hezimet yaşatarak maçı kazanmayı biliyor. Kahramanımız ve şişko kıç eve dönüp aynanın karşısına geçtiklerinde birbirlerine sıkı sıkı sarılıyorlar. Vedalaştıktan sonra şişko kıç aynaya geri dönüp bizlere veda ediyor. 

Ne kadar da şeker bir hikaye. Gerçek dostumuzun tartı değil, aynadaki şişko olduğunu anlatıyor bir güzel. Siz yine kilo verin, ama incekıç krallığındaki kaltakların gazabından korunmak için değil, kendiniz için kilo verin demeyi de unutmuyor. Beden algısı üzerine daha çok şey izlesek, okusak keşke. 

20 Aralık 2022 Salı

Webtoon'dan Animeye: Lookism

Devam eden bir webtoon serisinin uyarlaması. Webtoon, 1985 doğumlu Koreli manhwa sanatçısı Taejun Pak tarafından yaratılıyor. Studio Mir tarafından animeye uyarlanarak Aralık 2022'de Netflix'te yayınlanmaya başlıyor. İlk sezonda toplam 8 bölüm yayınlanıyor, bölümler en fazla 30 dakikalık bir süreye sahip. Başladığınız gibi biten, tatlı bir seri. Bölümleri buradan, webtoon sayılarını da buradan inceleyebilirsiniz.

Fiziksel görünüşü nedeniyle lisede zorbalığa maruz kalan 16 yaşındaki Park Hyeong‑seok, annesinden naklini başka bir liseye aldırmasını istiyor. Tek başına oğlunu büyüten ve maddi durumu epey kötü olan annesi, başta bu isteği anlayamadığı için reddetse de, okula gelip Hyeong‑seok'un uğradığı zorbalığa bizzat tanık olduktan sonra şartlarını zorluyor ve oğlunu başka bir şehre, tek başına yaşamak ve okumak üzere gönderiyor. Karakterimizin dönüşümü bu noktada başlıyor. Annesinin karşılığı olmayan bu insanüstü çabası karşısında eğilip bükülen Hyeong‑seok, kendi içinde bir karar alarak kendini bir daha ezdirmeyeceğini, savaşacağını söylüyor. Ancak işler planladığı gibi gitmiyor. Şehre ayak basar basmaz başına bela alıyor, bu kez sosyal medyada yayılarak daha geniş bir kitleye rezil oluyor. Kendini eve kapatıp ağlamaktan yorgun düşüyor, uyuyakalıyor. Uyandığında kendisini atletik, yakışıklı, uzun ve sağlıklı başka bir bedenin içinde buluyor. Uyuduğunda geri, kendi bedenine dönüyor. Birkaç kez denedikten sonra bedenlerin sırrını çözüp hayatını iki bedenli şekilde sürdürmeye karar veriyor. Sağlıklı, dinç ve yakışıklı olan bedeniyle liseye giderken, kendi bedeniyle gece mesaisinde iş bulup iki bedenin masraflarını karşılayabilmek için para kazanmaya başlıyor. Aynı kişi olmasına rağmen insanların bu iki bedene nasıl farklı yaklaştığını izleyip perişan oluyoruz biz de tabi. Sağlıklı beden, bir yandan zorbalara karşı kendini savunup okulda gittikçe popülerleşirken diğer yandan lisedeki ezilenlerle dostluk kuruyor. Bir dakika, n'oluyor ya, hem yakışıklı hem kaslı hem popüler olmak ve aynı zamanda da ezilenlerle dostluk kurmak mümkün müymüş şeklinde uyanış yaşayan liseliler de böylece rehabilite oluyorlar. 

Çizimler müthiş sevimli. Karakterin kilolu hali hem mangada hem animede neredeyse aynı, ancak yakışıklı hali birbirinden çok farklı nedense. Manga haline sadık kalsalarmış keşke, o daha cool. 

Liselilerle dövüşürken sürekli bıdır bıdır durum değerlendirmesi yapan iç ses sayesinde karakterimiz neydi, ne oldu, ne yaşadı da değişti gibi sorularımızın yanıtlarını bir bir bulabiliyoruz.

Algıları, popüler çocuğun da iyi huylu olabileceği yönünde bükerken çirkin çocuk hakkında çok da bir şey söylemiyor. Çirkin çocuk kendisini "yanlış" hissetmeye devam ediyor, mekik çekip güçlenmeye çabalıyor, vs. Çoğu iyi şey yine yakışıklı olanın başına geliyor. Final sahnesinde yakışıklı olan çocuk prodüktörler tarafından fark edilirken şişman çocuk yine saf dışı bırakılıyor, vs. Bu noktada değişim yavaş yavaş mı gerçekleşecek acaba diye merak etmiyor değilim. Zaten dizi ucu açık bir şekilde bitiyor. Belki devam sezonu gelir. Bu kez belki şişman çocuğun kişisel gelişimini izleyebiliriz. Kim bilir? Zaman gösterecek.

19 Aralık 2022 Pazartesi

Makale: Walter Benjamin - Çevirmenin Görevi

Walter Benjamin'in kendi yaptığı Beaudelaire çevirilerine önsöz olarak yazdığı bir metin. İlk olarak Yazko dergisi için, Ahmet Cemal tarafından Almanca aslından Türkçeye çevriliyor. Bu, metnin kısaltılmış bir çevirisi. Ahmet Cemal daha sonra metnin tam halini çeviriyor. Çevirinin tamamını buradan görebilirsiniz. Metnin basılı haline Mehmet Rifat'ın Sel'den yayınlanan Çeviri Seçkisi II Çeviri(bilim) Nedir? kitabından ulaşabilirsiniz (sf. 25-35). Bu yazı aracılığıyla makaleyi çalışmayı, aslında söylediği şeyler hakkında kısaca notlar almayı istiyorum. Yapmak istediğim şeyle örtüştüğü için, Mehmet Rifat'ın makale başına eklediği, makalenin önemli kısımlarını vurgulayan kısa cümleleri buraya olduğu gibi aktaracağım. 

"Çeviri üstüne kurumsal düşünceleri büyük ölçüde etkilemiş, üzerinde çok tartışılmış, "kapalı anlatımı" ve "örtülü kanıtlama yoluyla" "muammalı bir otorite metin" durumuna gelmiş deneme. / Özgün metin ile çeviri metin arasındaki işlevdeşliğin saptanması: "Yazın yapıtının (sanat yapıtının) özü, iletmek ya da bildirmek değildir;" aynı şey yazın yapıtının çevirisi için de geçerlidir. / Çeviri, kuralları, yasaları özgün metinde aranacak bir "biçim"dir. / "Çeviriyi yöneten yasa, özgün yapıtın çevrilebilirliğinde yatar." / "Çeviri kaynağını özgün yapıtta bulur." / "Gerçek çeviri saydamdır, yapıtın aslını saklamaz, onun saçtığı ışığı kesmez" / Bu açıdan varış dili özgün metnin katkılarına açık olmalıdır. / Çeviri bir değişimdir; özgün yapıtı değişikliğe uğrattığı gibi, yabancı dil sayesinde anadilini de dönüştürür. / Bütün bunların temelinde de doğal dillerin ötesinde, "salt öz" olabilecek bir dilyetisine inanış ve bu dilyetisini arayış yatar. / Söz konusu ve benzeri varsayımlar doğrultusunda "çevirmenin görevini belirleyecek yoğun tartışmalar, örneklendirmeler, eğretilemeli açıklamalar, tarihsel dönemlere göndermeler, vb.

Makalenin ilk cümlesi şöyle: "Bir sanat yapıtının ya da sanat biçiminin izleyicilerini de göz önüne bulundurmak, o sanat yapıtının ya da sanat biçiminin bilinmesi açısından hiçbir zaman verimli olmaz." Sanat üretmek için insanın fiziksel varlığı gereklidir, ancak onun ilgisi şart değildir diyor; başka bir deyişle hiçbir eser "insanların ilgisi" şartıyla üretilmez. İnsanların fark etmemesi, sanatın varlığını geçersiz kılmaz.

"Özgün metni anlamayan okurlar için mi yapılır çeviri?" Sanat yapıtı çok az şey söyleyebilir, iletebilir. "Çünkü yazın yapıtının özü iletmek ya da bildirmek değildir." Çevirmen, bir yapıtın yazınsal değerini oluşturan şeyleri yansıtan kişidir, yansıtmak için kendisinin de yazması gerekir. Buna göre Benjamin'e göre kötü çeviri, yapıtın aslında üstlenmediği bir amacı (bir şeyler bildirmek, söylemek) yetersiz şekilde aktaran (yazınsal değeri aktarmadan yapılan aktarım) çeviridir.

"Çeviriyi yöneten yasa, özgün eserin çevrilebilirliğinde yatar." Özgün metnin yazınsal değeri işin özünü oluşturuyorsa, o halde o özün çevirisi yalnızca bir biçimdir. "Çevrilebilirlik niteliği, belli yapıtlara özleri gereği uygun düşer — bu, çevirinin bu yapıtların kendisi açısından çok önemli olduğu anlamına gelmez; burada belirtilmek istenen, özgün yapıtlara içkin belli bir anlamın, bu yapıtların çevrilebilir oluşunda dile geldiğidir." Her ne kadar çeviri, özün yanında herhangi bir önem taşımasa da, özgün metin ile yoğun bir bağlam ilişkisine sahiptir. Çeviri özgün metinden sonra gelir ve metnin sürekli olmasını sağlar. Dünya yazınının önemli yapıtları zaten yazıldıkları anda değil, süreklilikleri çerçevesinde belirlenir.

Bir sanat eserinin tarihini gözlemlemek, onun sürekliliğini saptamak için yeterlidir. Yazılmadan önceki koşulları, yazıldığı an gözlemlenebilir. Sonrası da varsa bu yapıt için ünden bahsedilebilir. "Salt iletişim olmanın ötesindeki çeviriler, belli bir yapıt sürdüregeldiği yaşamının ün evresine vardığında gerçekleştirilir. Bu nedenle, kötü çevirmenlerin kendi çalışmalarına ilişkin savlarının tersine, çevirilerin sanat yapıtına hizmet etmeleri değil, varlıklarını o yapıta borçlu olmaları söz konusudur. Çeviriler içersinde özgün yapıtın yaşamı, sürekli yenilenen, en son ve en kapsamlı gelişme sürecine ulaşır." Başka bir deyişle, çeviri özgün yapıtı yenileyerek geliştirir, böylece sürdürür. Özgün yapıt, çeviriler için varış noktası değil çıkış noktasıdır.

Benjamin'e göre yaşamın gidişatı yüksek düzeyde amaca uygunluk ilkesi (nedir bu yüksek amaç? bilemiyoruz, Benjamin'in diğer metinlerini incelemek gerekir) yerine getirildiğinde iyiye gider, başka bir deyişle gelişerek ilerleriz, gelişmek iyidir. Çeviri de özgün metni geliştiren bir yöne sahip olduğundan metnin gidişatını iyileştirir, Benjamin için iyi çevirinin şartı özgün olanı geliştirmesidir. "Çeviri sonunda diller arasında var olan iç ilişkinin anlatılması açısından amaca uygun olma niteliğini taşır. Çevirinin bu gizli ilişkinin kendisini açığa çıkarması ya da kurması olanaksızdır; buna karşılık çeviri ilkel ya da yoğun biçimde gerçekleştirme yoluyla bu ilişkiyi sergilemeyi başarabilir. Gösterilen, üstüne dikkatin çekildiği bir şeyin, o şeyi üretme girişimiyle betimlenmesi, yaşamda dilin dışında kalan alanlarda eşine hemen hiç rastlanmayacak bir betimleme biçimidir." Tüm çeviriler özünde bir bağlamı kavrayıp özgün metni kaynak alarak kendi dilinde yeni bir metin üretmektir diyor Benjamin buraya kadar. Sadece dil alanında karşılaşılan, dil üzerine yapılan çalışmaların bu kadar ilginç olmasının sebebi olan bir husustan bahsediyor; çeviri yolculuğu önce gösterileni kavramakla başlar, sonra bunun için uygun bir gösteren seçmek ve böylelikle ortaya bir gösterge çıkarmak.

Her şey iyiye doğru gitmeyi amaç edindiğine, gelişim sürekli olduğuna göre şöyle bir durum doğuyor çeviriyle ilgili: "Çeviriye gelince, eğer çeviri özü açısından özgün yapıtla benzerliği amaçlasaydı, o zaman çeviri diye bir şey olanaksızlaşırdı. Çünkü özgün yapıt, oluşturulma dönemini izleyen sonraki yaşamında değişime uğrar. Saptanmış sözler için de bir sonraki olgunluk dönemi söz konusudur. Bir yazarın yaşadığı dönemde onun yazın dilinin eğilimi olarak adlandırılan, daha sonra yitip gidebilir, onun yazın ürünlerine içkin olan eğilimler ise ilk kez bu sonraki dönemde belirginleşebilir. [...] yüzyılların akışı içersinde büyük yazın yapıtlarının ton ve anlamlarının tümüyle değişmelerine koşut olarak, çevirmenin anadili de değişimlere uğrar. Yazarın söylediklerini kendi sözcükleriyle sürdüren en büyük çevirinin yazgısı bile, bir yandan kendi dilinin gelişmesinin bir parçası olmak, öte yandan da bu dilin yenileşmesiyle birlikte eskiyip bir kenarda kalmaktır. Çeviri iki ölü dilin sağır denklemi olmaktan o denli uzaktır ki, tüm yazın biçimleri arasında yabancı dilin olgunlaşma süreciyle, kendi dilinin doğum sancılarını saptama görevi yalnız ve yalnız çeviriye düşer." Çeviri yalnızca özgün yapıtla o yapıtın dilini bilmeyen insanlar arasında bağlantı kurmaz. Aynı zamanda Yapıtın yazıldığı dönemle, okunduğu dönem arasında da bağlantı kurabilir. Dilin değişiminden kaynaklanan boşlukları doldurmak, yine uygun gösterenleri seçmek çevirmenin görevidir. "Diller gelişmelerini yaşamlarının sonuna dek böylece sürdürdüklerinde, yapıtların sonrasız yaşamıyla dillerin sürekli yenilenişi çeviri olgusuna kaynaklık eder; [...]"

"Ayrıca özgün yapıtın söz konusu düzeye bir bütün olarak, tüm öğeleriyle ulaşması da olanaksızdır. Özgün yapıtın çevirisi hiçbir zaman bu alana bir bütün olarak varamaz. Çeviri içersinde çevrilmesi olanaksız diye nitelendirmek, bu özün en iyi tanımlaması olur. Çünkü çeviriden istendiği kadar bildiri çıkarılıp, bu bildirilen çevrilsin, gerçek çevirmenin çabalarını yönelttiği bölüm her zaman dokunulamadan kalacaktır. Bu bölüm, özgün yapıtta yazarın ürünü olan sözcüklerin tersine, çevrilebilirlik niteliğini taşımaz; bunun nedeni ise içerik ile dil (biçim) arasındaki bağıntının özgün yapıtta ve bunun çevirisinde tümüyle başka olmasıdır. Özgün yapıtta içerik ve dil, örneğin yemişin etli bölümüyle kabuğu gibi belli bir bütün oluşturur; oysa çeviri dili, içeriği geniş kıvrımlı, bol bir kral giysisi gibi sarar. Çeviri için kullanılan dil, aynı dilin normal kullanımı ile karşılaştırıldığında daha yüksek bir düzeyi belirler, bundan ötürü de kendi içeriği ile uyumsuzluk gösterir, o içerik karşısında ezici bir güç sergileyip yabancı kalır. Bu kopukluk her türlü çeviriyi hem engeller, hem de gereksiz kılar." Özgün yapıtta yazarın yaptığı, gösteren ve gösterileni birlikte kullanarak inşa etmektir, oysa çeviride bu durum yukarıda belirttiğim şekilde tersine döner. Bu da çevirinin yapısı gereği hiçbir içerikle tam bir bütün oluşturamamasına, içeriğine yabancı kalmasına neden olur.

Çevirinin yapmaya çalıştığı şey içeriği tamamen sarıp sarmalayacak bir kılıf oluşturmak değil, çevrilen dilde bir yönelim saptamak, metni o yöne doğru anlamlı kılacak şekilde oluşturmaktır. "Çevirinin bu özelliği, onu yazın yapıtından kesinlikle ayırır; çünkü bu sonuncunun yönelimi hiçbir zaman dil niteliğiyle dile, onun bütünlüğüne değil, yalnızca ve doğrudan belli dilsel içerik bağlamlarına ilişkindir. Yazın yapıtının tersine, çeviri kendini dil ormanının içinde değil dışında, bu ormanın karşısında görür ve kendisi içeri girmeden özgün yapıtı çağırır. Çağırdığı bölge, amaçdildeki yankının yabancı dildeki bir yapıtın yankısını verebileceği tek bölgedir."

"Özgür çeviri salt dilin yararına olmak üzere kendi dilinde sınavdan geçer. Bir başka dilin güçlü etkisi altında olan bu salt dili kendi dilinde özgürlüğüne kavuşturmak, yapıt içersinde kapalı kalmış olan dili o yapıtı yeniden türetme yoluyla özgür kılmak çevirmenin görevini oluşturur. Çevirmen, bu salt dil için kendi dilinin çürük engellerini yıkar: Luther, Vöss, Hölderlin ve George, Alman dilinin sınırlarını genişletmişlerdir. Çeviri ile özgün yapıt arasındaki ilişki açısından anlamın taşıdığı önemi ise bir benzetme ile açıklayabiliriz. Teğet, çembere yalnızca bir noktasında belli belirsiz dokunur; daha sonra onun sonsuzluğa doğru düz bir çizgi izlemesini öngören yasayı dokunma noktası değil, dokunmanın kendisi saptar. Bunun gibi çeviri de özgün yapıta yalnızca çok kısa bir süre, anlamın sonsuz küçüklükte bir noktasında dokunur; bu dokunuşun ardından sadakat yasası gereğince ve dil devinimi özgürlüğü içersinde tümüyle kendine özgü yörüngeyi izler. Rudolf Pannwitz, bu özgürlüğün gerçek anlamını sözü edilen özgürlüğün adını etmeksizin ve gerekçesini vermeksizin, Avrupa Kültürünün Bunalımı (Krisis der europaeischen Kultur) adlı yapıtındaki açıklamalarında belirtmiştir. Goethe’nin Doğu-Batı Divanı (Westöstlicher Diwan) adlı yapıtına ilişkin noktalarındaki tümcelerin yanı sıra, Almanya’da çeviri kuramı üzerine yayımlanmış en etkin yapıt diye kolaylıkla nitelendirilebilecek olan bu açıklamalarda şöyle denilmektedir: «Bizim çevirilerimizin en iyileri bile yanlış bir ilkeyi çıkış noktası yapıyor. Tümü de Almanca’yı Hindu, Yunan, İngiliz dillerine dönüştürmek yerine, bu dilleri ‘Almancalaştırmak’ çabasındalar. Bizim çevirmenlerimiz kendi dil alışkanlıklarına yabancı yapıtın ruhundan daha çok saygı gösteriyorlar… Çevirmenin, yabancı bir dilin kendi dilini güçlü biçimde devindirmesine olanak sağlayacak yerde, kendi dilinin bir rastlantı sonucunda vardığı düzeyde direnmesi, onun temel yanlışını oluşturuyor." Çeviri, bir başka dil ve işaret ettikleri aracılığıyla, kendi dilini salt dile ulaştırmaya çalışmak, başka bir deyişle kendi dilini geliştirmek anlamına da gelir. Yabancı bir metnin, şey'i söyleme biçimi, şey ile kurduğu ilişki hedef dilde de taklit edilebilir örneğin, hiç yapılmamış bir şekilde bağlantı kurulabilir, bu yeni kullanım yerleşik bir kullanıma dönüşebilir zamanla.

Özetlemek gerekirse, benim bu makaleden anladığım kadarıyla Walter Benjamin şunları söylüyor kabaca: Sanat yapıtının bir mesajı iletme kaygısı olmadığından çevirinin amacı da mesajı kendi dilinde iletmek olamaz. Bunu amaçlayan çeviri, kötü çeviridir. Çeviri yapıtın şu anda başka dilleri konuşan insanlarla bağlantı kurmasına yardımcı olduğu gibi, şu anla gelecek arasında da bağlantı kurar. Yazınsal değeri geçmişten geleceğe taşımak da çevirinin görevlerindendir. Özgün yapıt çevirmen için bir çıkış noktasıdır, varış noktası değil. Dilsel alanda, düşünsel alanda yaşanan değişiklikler çeviride dikkate alınabilir. Çeviri, özgün yapıtı yazmakla bir tutulamaz, çünkü ikisinin oluşturulma şartları farklıdır. Çeviride önce gösterilen kavranmalı, sonra gösteren bulunmalıdır. Bu da onu, orijinal içeriği tamamen sarması imkansız bir hale getirir. Çevirinin yapabileceği şey, bir yönelim bulmak, metni o yöne doğru yeniden oluşturmak, bu sayede değişime rağmen metnin özüne dokunmaya devam edebilmektir. Son olarak çeviri, başka dilin şey ile kurduğu bağı yakından gözlemlemeye olanak sağlar, bu gözlem sayesinde çevirmen kendi dilinde şey'leri farklı ifade etme yolları bulabilir, bu sayede Walter Benjamin'e göre kendi dilini salt dile daha fazla yaklaştırabilir.