19 Şubat 2017 Pazar

Film: Hacksaw Ridge (2016)

Hacksaw Ridge (Savaş Vadisi), Mel Gibson'ın yönettiği 2016 yapımı biyografik savaş filmi. Gerçek bir tarihi figür olan Desmond Doss'un hikayesini anlatıyor. Olaylar Okinawa Savaşı'nın yaşandığı 1945 yılında geçiyor.

Filmin konusu özetle şöyle: Desmond Doss, küçükken masum bir kavga sırasında ağabeyine zarar vererek bayıltır. O anda bir insanı öldürdüğünü sanıp bunun vicdani ağırlığıyla yüzleşir. Daha sonra bu olayın etkisiyle tanrının "Öldürme" emrini hayat felsefesi haline getirir ve her türlü şiddeti reddederek yaşamaya başlar.

II. Dünya Savaşı'nın patlak verdiği yıllarda, ülkedeki tüm gençler gönüllü olarak orduya kaydolur. Doss, bu dönemde hastanede güzel bir hemşire olan Dorothy'yi görüp aşık olur ve aynı zamanda hastane ortamından çok etkilenir. Can almanın ağırlığıyla birkaç kez yüzleşmiş olan Doss, bunun yanında can kurtarmanın ne kadar kutsal bir iş olduğunu fark eder ve tıp personeli olmak için çalışmalarına başlar. Daha sonra ailesi desteklemediği halde orduya yazılır, amacı savaştaki yaralıları tedavi etmektir.

Birliğe yazılıp eğitimlere katılmaya başlar. Tüm fiziki eğitimleri başarıyla bitirebilse de vicdani retci olduğu için eline silah almayı reddeder. Bunu bir itaatsizlik olarak algılayan üstleri ve birlikteki arkadaşları onunla uğraşmaya başlar. Şiddet görse, mahkemeye çıkarılsa da kararından vazgeçmez. Daha sonra eski bir asker olan babasının yukarıdan aldığı bir onay mektubu sayesinde davası düşürülür ve doktor olarak savaşa katılmasına izin verilir.

Savaştıkları süre boyunca silahsızdır. Büyük bir cesaret örneği göstererek çatışmaların ortasında onlarca yaralıyı kurtarmayı başarır. Bu cesareti sayesinde Onur Madalyası alır ve silah taşımayıp bu madalyayı alan ilk vicdani retci olarak tarihe geçer.

Küçük bir not, Doss dindar bir insandır ve savaşa küçük bir İncil ile katılacaktır. Devlet dayatmalarının insanların inançlarını uygulamalarına engel olmasını kabullenemez. Öldürme diyen Tanrı ve öldür diyen Hükümet arasındaki seçimini Tanrı'dan yana kullanmıştır.

Desmond Doss, gerçek hayatta Dorothy ile evlenir ve 1991 yılında Dorothy ölene kadar onunla evli kalır. Kendisi de 87 yaşındayken, 2006 yılında ölür.

Desmond Doss karakterini daha önce The Social Network ve Doctor Who'da küçük rollerde gördüğümüz, daha sonra The Amazing Superman filminde oynayan Andrew Garfield canlandırmış. İzlerken dikkat ettiyseniz aşıkken de, savaşa katılırken de, davası görülürken de yüzünde daima bir tebessüm var. Bu biraz rahatsız edici. Şiddet karşıtı, barış yanlısı bir karakter oluşturmaya ve gerçek hayattaki Desmond Doss'un da mütevaziliğini ve iyi kalpliliğini yansıtmaya çalışmış, ama bana nedense itici geldi. Dorothy rolünde Teresa Palmer'ı izliyoruz. Ölçülü bir oyunculuk ve çok güzel bir yüz. Her iki oyuncu da, canlandırdıkları kişilerin gençliklerini andırıyor. Seçimleri iyi olmuş. Filmin diğer ilgi çekici isimleri şöyle: Çatlak ve bir o kadar komik Sergent Howell karakterini canlandıran Vince Vaughn; karizmatik Captain Glover rolüyle Avatar'dan çok iyi hatırladığımız Sam Worthington ve Doss'un babasını canlandıran efsanevi Agent Smith rolüyle bildiğimiz Hugo Weaving. Ayrıca son olarak kendisine yöneltilen yönetmenlik teklifini önce iki kez reddedip, üçüncü seferde kabul eden yönetmen Mel Gibson.

Fikir aşamasından film yayınlanana kadar 14 yıllık bir süre geçiyor. Desmond Doss başlarda hikayesinin bir Hollywood klişesine dönüşmesini reddetse de daha sonra film hakları satın alınıyor ve önce belgeseli çekiliyor. 2004 yılında The Conscientious Objector adıyla Terry Benedict yönetmenliğinde çekilen belgesel izleyiciden beğeni toplamayı başarıyor. Belgeselden 12 yıl sonra, film uyarlamasını izliyoruz.

89. Akademi Ödülleri'nde En İyi Film kategorisi başta olmak üzere, 6 kategoride aday olduğunu söyleyelim. Yarıştığı kategorilerden belki ikisinde iddialı olabilir: En İyi Ses Kurgusu, En İyi Ses Miksajı. Açıkçası En İyi Film kategorisinde çok daha iddialı filmler varken, Hacksaw Ridge'in şansı düşük.

Film Amerikan halkı tarafından çoğunlukla beğeniliyor. IMDB puanı 8.3.

Film yorumuna gelince; savaş filmlerini sevmeyen bir insan olarak bu filmin de yüzde doksanını yüzümü ekşiterek izledim. İkinci Dünya Savaşı'nda Japon Okinawa adasına çıkartma yapan Amerikan askerlerinin kahramanca öldürmesini ve ölmesini anlatıyor. Japonlar elbette düşman ve kötü olarak gösterilmiş. Savaşın tarafı olmayı, birinin diğerini öldürme hakkı olduğunu iddia etmeyi asla kabullenemiyorum, bu nedenle bu kahramanlık anlatımı mide bulandırıcı geliyor. Gelin görün ki, film bir vicdani retcinin gerçek öyküsünü anlatıyor.

Din, dil, ırk gözetmeden (yer yer Japon askerine yardım ettiği sahneleri de izliyoruz) yaralanmış insanları iyileştirmeye çalışan bir adamın hikayesi. Böyle kutsal bir hikayenin genel Amerikan kahramanlık ortamının içinde ve milliyetçi hislerle anlatılması çok kabul edebileceğim bir şey değil. Filmin içine hem kahraman askerlik hikayeleri, hem onurlu Amerikan askeri mesajları, hem bol kanlı savaş sahneleri konuyor; hem de bu pasifist bir adamın hikayesi deniyorsa orada bir çelişki var demektir.

Bu filmi, merkezine ilginç bir tarihi figür koymuş ama klişe atmosferden sıyrılamamış, bu nedenle çelişkilerden sıyrılamayan bir savaş hikayesi olarak tanımlamak mümkün. Hollywood'un son zamanlarda sarıldığı taktik bu, gerçek hikayeler. Geçen sene Oscar töreninde en iyi film ödülünü alan Spotlight, bu taktiğin başarılı bir örneğiydi. Hacksaw Ridge ise başarısız bir örnek bana göre.

Desmond Doss'un anlatıldığı The Conscientious Objector belgeselini izleme listeme alıyorum. Aynı figürün daha gerçekçi bir anlatımını izlemek isterim.

İyi seyirler.

16 Şubat 2017 Perşembe

Film: La La Land (2016)

La La Land, 2016 yapımı bir müzikal romantik komedi-drama filmi. Damien Chazelle yönetmenliğinde çekilen filmin başrollerinde Ryan Gosling ve Emma Stone oynar. Film Los Angeles’ta geçer, ismi buradan gelir. Oyuncu olmayı hayal edip sürekli olarak seçmelere katılan, hukuk eğitimini hayalleri için yarım bırakmış bir oyuncunun (Mia) ve caz tutkusuyla popüler kültüre karşı durmaya çalışan, bu nedenle bir türlü para kazanamayan bir piyanistin (Sebastian) yolu tesadüfen 2 kere kesişir.

Üçüncü karşılaşmalarında birbirlerine karşı hissettikleri antipatiyi müzikal bir sahneyle dile getirirler, bu sahne aynı zamanda onların ilk olarak yakınlaştıkları sahnedir.

Daha sonra olaylar tahmin edeceğiniz yönde gelişecektir. Bir aşk hikayesi olmanın yanında, gerçekçi bir hikayedir de. Ayakları yere basan bir gidişatı vardır, mutlu değil hazin sonla biter.

89. Oscar Ödül Töreni’nde 14 adaylıkla yarışacaklar. Bu da rekor bir sayı. Tarihte yalnızca Titanic (1997) ve All About Eve (1950) filmleri bu kadar adaylık elde edebildş. Bu senenin en güçlü adaylarından biri.

Fences ile birlikte, bu sene En İyi Filmler kategorisinde aday gösterilen en farklı iki filmden bir. Farkları anlatım şekillerinden kaynaklanıyor. Bir oyun uyarlaması olan Fences’ten sonra, bir müzikal film olan La La Land’de izleyiciye farklı bir anlatım sunuyor. Açıkçası Fences’ten bir adım önde olduğunu düşünüyorum. Basit ve gerçekçi bir hikayeyi, masalsı başlayıp dramatik biten bir şemayla anlatmışlar. Başta “müzikal” ifadesi nedeniyle önyargılı olduğum halde, filmi gözümü kırpmadan izledim.

Müzikal öğelerin seyirciyi biraz korkuttuğu doğru. Canlı izledikleri zaman çok keyif alacakları bir performansı, beyaz perdede izlemeyi donuk bulan seyircilerin sayısı az değil. Bu bağlamda, Sebastian’ın caz hakkında Mia’ya söyledikleri, aslında yönetmenin müzikal hakkında izleyiciye söylemek istediklerini temsil ediyor desek yanlış olmaz. Sebastian, insanların ne düşündüğünü boşverip gerçek müziğin hakkını vermeyi önemseyen bir müzisyen. Bu nedenle seçtiği yol alışılmışın dışında, popüler kültürün kabul edemeyeceği bir yol. Chazelle, müzikal öğeler olmadan da son derece ilgi çekici olabilecek bir filmi müzikal öğelerle birlikte çekiyorsa, o da karakteri Sebastian’ın yolundan gidiyor, risk alıyor demektir.

Filmde iki boyutlu bir sanatsal başarı anlayışından bahsetmek mümkün. Birinci boyut, filmin yarattığı dünyada, film karakterlerinin sanat performanslarıyla en sonunda elde ettikleri başarı; ikinci boyut da yönetmenin bu sıra dışı filmle elde ettiği başarı. Hem filmin dünyasındaki, hem de gerçek dünyadaki bu iki başarı izleyiciye ilham veren türden. Bu filmin çok fazla ilgi toplamasının nedenlerinden bir tanesi bu.

Tüm oyuncuların performansları izlenmeye değer. Ryan Gosling’in restoranda, parçayı kendisinin çaldığını söyleyelim. Haftada altı gün, günde iki saat çalışarak öğreniyor. Rol arkadaşı John Legend, bir söyleşide bu kadar hızlı öğrendiği için Gosling’i kıskandığını itiraf ediyor.

Filmin son sahnesi, herhalde yıllar sonra da hatırlayacağımız en can alıcı sahne. Sonlara doğru Mia’nın başka bir adamla evlenip çocuk yaptığını görüyoruz ve bu sevimli aşk hikayesinde, birden pat diye böyle bir şeyle karşılaşmak kalbimizi parçalıyor. Derken bu ani dramanın izleyiciye çok ağır geldiğini anlayan yönetmen, Mia’nın Sebastian’la evlenip çocuk yaptığı alternatif bir gerçekliği izleyiciye sunuyor. Bu gerçeklikte Sebastian hayallerinden vazgeçmiş, Seb’s caz kulübünü açamamış, Mia başarılı bir oyuncu olmuş.

Hikayeyi böyle hatırlamak isteyen hatırlayabilir elbette. Ama bu alternatifin gerçekten mutlu bir son olduğunu kim iddia edebilir? Hayatı boyunca peşinden koştuğu hayallerden aşk için vazgeçmek mutlu bir son mudur? Yönetmen, sunduğu alternatif gerçekle izleyiciye bunları sorgulatıp, bir bakıma izleyicinin de onayını alarak dramatik sona geri dönüyor. İlk başta çok ağır gelen bu ayrılık, mantık süzgecinden geçirdiğimizde daha makul geliyor. Yönetmen bunu desteklercesine Mia ve Sebastian’ın dudaklarına son bir gülücük konduruyor ve bunun dramatik ama mutlu bir hikaye olduğunu izleyiciye gösteriyor.

Bu son sahne sayesinde film, izleyicide unutulmaz bir etki bırakıyor. Filmin başarısının bir diğer sebebi de bu.

 İzlemeniz şiddetle tavsiyedir.

15 Şubat 2017 Çarşamba

Kitaptan Filme: Fences (2016)

Oyunlarında Afrika-Amerikalıları, onların değişen hayatlarını, adaptasyon sürecini, ilişkilerini işleyen 1945 doğumlu August Wilson, The Pittsurgh Cycle diye adlandırılan, toplam 10 eserlik bir oyun dizisi yazar. Oyunlardan her biri, 20. yüzyılın bir on yılını ele alır. Örneğin, Pulitzer ve Tony Award ödüllerinin sahibi Fences (1985), 1950’li yılları ele almaktadır.

Fences, ilk olarak 1987-88 yılında sahnelenir ve 525 performansın ardından büyük bir ilgi toplar. Daha sonra 2010 yılında Broadway‘de tekrar sahnelenir. Troy karakterini Danzel Washington ve Rose karakterini Viola Davis oynar. 2013 yılında bir kez daha yeniden sahnelenecektir.

2016 yılında, Danzel Washington‘ın yönetmenliğinde filme uyarlanır. Yine Viola Davis ile başrolü paylaşacaktır. Bu kısım ilginç. Wilson‘a daha önce Fences‘ın film haklarını satın almak için gelenler olmuştur, ancak Wilson bunları reddeder. Filmin mutlaka siyahi bir yönetmen tarafından çekilmesinde ısrarcıdır. Beyaz yönetmenleri, ırkları nedeniyle değil (belirtelim, kendisi bir beyaz) kültür farkı nedeniyle kabul etmez. Bunun üzerine daha önce defalarca bu oyunu oynayan Washington ve Davis, göz dolduran bir performansla 2016 yılının en dikkat çekici filmlerinden birine imza atarlar. Fences, 89. Oscar Ödülleri’ne En İyi Film kategorisi başta olmak üzere çeşitli kategorilerde aday gösterilmiştir. 

Gelelim film yorumlarına. Film tamamen diyaloğa dayalıdır, bu nedenle sinema izleyicisinin alışık olmadığı bir anlatımı vardır. Troy karakterinin gençliğinde ırkçılık nedeniyle çok sevdiği baseball sporundan nasıl koptuğunu, hayatla başa çıkmak için ne kadar büyük bir mücadele verdiğini, kazançlarını, kayıplarını, hayat felsefesini uzun diyaloglar aracılığıyla öğreniriz.  

Troy kendisine ayrımcılık yapılan, birçok haktan mahrum bırakıldığı acımasız bir dünyada hırsla tutunmayı başarır. Harcadığı çabanın boyutuna oranla elde edebildiği şeyler azdır. Hayatı boyunca mücadele ederek elde edebildiği tek şey, çöp kamyonu şoförü olmaktır. Sadece beyazlara verilen bu görevi, inadı ve hırsı sayesinde kapar.

Hayat ona acımasız davrandığı için, o da 2 farklı evlilikten olan 2 oğluna karşı son derece acımasızdır. Filmin büyük bir çoğunluğu, Troy ile Cory arasındaki baba-oğul çatışmasını anlatır. Troy, kendi baseball kariyerindeki başarısızlıkların acısını yaşamaması için Cory‘nin baseball oynamasını var gücüyle engeller. Cory, üzerinde kurduğu bu baskı nedeniyle babasından nefret ederek ve korkarak büyür. Troy, Cory‘nin üzülmesini istememektedir ama bir yandan da onun başarmasından bir parça korkmaktadır. Çünkü kendini bildi bileli mücadele eden ve az şey elde edebilen bir insan olduğu için, Cory‘nin daha az çabayla çok şey elde etmesini içten içe istememektedir.

Siyahilerin 20. yüzyılda sürekli evrilen bir duruşları olduğunu söyledik. Her geçen on yılda, toplumda daha fazla rol elde eden, daha fazla kabul edilen bir deneyime sahipler. Troy‘un gençliği ile Cory‘nin gençliği arasında yaklaşık 20 yıl olduğunu göz önünde bulundurursak, şartların siyahilere karşı daha kolaylaştığı çıkarımını yapmak zor değil. Dolayısıyla Troy‘un karşılaştığı acımasızlıkların Cory için geçerli olmaması, bir bakıma Troy‘un ayrımcılığa karşı içinde beslediği öfkeyi tekrar alevlendirir. Herkesin sahip olabildiği küçük şeylere sahip olmak için hayatını adamış olması gerçeği Troy‘u sarsar. Bunu belki de Cory aracılığıyla bu haksızlık hissini daha vurgulu bir şekilde hisseder.

Geçen yıllarla birlikte kaybettiklerini, bu yeni -daha rahat- ortamda bir parça olsun telafi edebilme dürtüsüyle evlilik dışı bir ilişki yaşamaya başlar. Kendisini iyi hissettiren, genç bir kadınla ilişkiye girip tekrar baba olur. Bu ilişki, onu kendi zor gerçekliğinden bir parça uzaklaştırıp kendini rahatlamış hissettirir. Bir tür illüzyon olan bu ilişki, kadın doğum sırasında öldüğü için çok uzun sürmez ve Troy aile hayatına geri döner.

Kendisi son hamlesinde de başarısız olduğu için, Cory‘nin baseball konusundaki çabaları karşısında iyice öfkelenir. Gözünün önünde kendi çabalarının getirisinden faydalanarak rahat bir şekilde başarılı olan bir çocuğu görmeye -belki de- katlanamayarak Cory‘yi evden kovar. Daha sonra pes eder ve ölümü beklemeye başlar.

Filmde Rose‘un bu kadar arka planda kalması, Troy‘a muhtaç bir görüntü çizmesi, aldatıldıktan sonra bile Troy‘dan psikolojik şiddet görmeye devam etmesi, filmin bana göre rahatsız edici yanlarından biriydi. Troy gibi egoist, kendini beğenmiş, zor bir insanı izlemek de hiç kolay değildi. Filmi izledikten hemen sonraki hisle, birkaç gün sonra hissettiğiniz şey arasında fark var. İyi bir karakter tasviri sunulmuş. Günler sonra, Rose‘un ve Troy‘un gerekçelerini düşünürken buldum kendimi. Ama yine de Rose’un bu kadar silik olmasını kabul edemem. Çok güçlü ve karakterli bir kadın, neden çok kısa bir süre sonra tekrar Troy‘a boyun eğsin ki?

Oyun filme uyarlanırken açıkçası çok değişiklik yapılmamış. Broadway performansını olduğu gibi beyaz perdeye taşımışlar desek doğru olur mu acaba?

Yalnız bir oyun uyarlaması olduğu için, dediğim gibi sinema izleyicileri tarafından garipsenebilir gibi geldi bana. Ben açıkçası ilk yarım saatte geçen o aralıksız diyaloğu seyrederken kendimi çok boşlukta hissettim. Hikayenin nereye gidiyor olabileceğini, neden dakikalardır konuştuklarını, tam olarak ne anlattıklarını anlamakta zorlandım. Çitlerin ne anlama geldiğini çözümlemeye başladığımız ana kadar hikaye bana hiçbir şey ifade etmedi. Farklı bir yol seçmişler. Bu sene Oscar’ın en deneysel adaylarından biri olmuş diyebiliriz. Jüri’nin nasıl bir karar alacağını gerçekten merak ediyorum. Bence benim gibi hafif boşlukta kalan, bir parça zorlanan izleyicilerin sayısı az değil. Bu sene en iyi film ödülünü alacağını sanmam. En iyi uyarlama ödülünü alabilir, olduğu gibi aktarmışlar zira.

Tüm oyuncuların çok iyi olduğunu eklemeden geçmeyelim.

İyi seyirler/okumalar.

10 Şubat 2017 Cuma

Kitaptan Filme: Arrival

Ted Chiang’ın Story of Your Life hikayesinden uyarlanan, 2016 yapımı Arrival filmi bu sene En İyi Film kategorisi başta olmak üzere, 8 dalda Oscar’a aday oldu. Denis Villeneuve’ün yönettiği filmin senaryosu Eric Heisserer tarafından uyarlanmış. Başrollerde Amy Adams ve Jeremy Renner var. 2013 yılında Gravity ile başlayan bir akım var, her yıl ses getiren uzay temalı bir film seyrediyoruz. Geçtiğimiz sene, yine bir uyarlama olan son derece başarılı The Martian filmini izlemiştik. Bu senenin filmi de Arrival. Geçen sene izleyicinin dikkati botaniğe çevrildi; bu sene dilbilime, zira uzaylılarla dilbilimcilerin çalışmaları ve analizleri sayesinde iletişim kuruluyor.

Uyarlandığı hikaye, son zamanlarda okuduğum en başarılı bilim kurgu hikayelerden bir tanesi. Bu nedenle filmini de büyük bir beklentiyle izledim. Beklentilerimi karşılayan birçok yönü olduğu gibi, hayal kırıklığına uğratan birkaç nokta da var.

Öncelikle iyi yanlarından bahsedelim. Hikayeyi okurken gözümde canlandırdığım heptapod ve logogramları çok başarılı bir şekilde görselleştirmişler. Filmin tasarımcıları, logogramlar konusunda o kadar iyi bir iş çıkarmışlar ki çeşitli logogram baskılı tişörtlerle, tasarımlarla online satın alma platformlarında karşılaşmanız çok yüksek bir ihtimal. Film çıkar çıkmaz yayıldı ve uzun bir süre kullanılacak gibi duruyor. Film ayrıca kitapta bahsedilmediği halde uzay mekiklerini de göstermiş, yine daha önce rastlamadığımız türden hoş bir tasarım olmuş. Yanal yerçekimi filmin en keyifli anlarından bir tanesiydi. Hatırlayacağınız gibi, kitapta uzay mekikleri gözle görülecek kadar yakın mesafede değil, uzaylılar ve insanlar “looking glass” denen camlar aracılığıyla birbirlerini görüp iletişim kurabiliyorlar. Film bunu tamamen kaldırıp yerine uzay mekiklerini göstermiş. Dilbilimci, fizikçi ve askerlerden oluşan ekipler bir tür asansör sistemiyle bu dikey uzay mekiklerinin içine girip yanal yerçekimi sayesinde yukarı doğru yürüyerek heptapodlarla buluşuyorlar. Çakıl taşı şeklindeki dikey siyah uzay mekikleri, bir parça 2001: A Space Oddysey filmindeki siyah taşı andırıyor. Anlamları farklı olsa da, sinema tarihinin en başarılı uzay filmine böyle bir atıf yapması hoş olmuş. Hayal kırıklığına uğratan noktalarına gelince, filmde Fermat ilkesinden bahsedilmemiş, bu da biraz eksik. Halbuki kitapta geçmişi ve geleceği bütün olarak görme kavramı bu ilkeyle açıklığa kavuşturulmuş. Tüm olasılıkları görüp minimize veya maksimize etme yaklaşımı, ışık ışınları üzerinden anlatılmış. Filmde bu izleyicinin kafasını çok yormamak için mi kaldırıldı, bilemiyoruz fakan bahsedilseydi güzel olurdu.

Kadının gelecekte, kızıyla yaşadığı anıların gösteriminde, fazlasıyla dramatik müzik ve karanlık renkler kullanılmış olsa gerek ki, aklımda çok acıklı sahneler olarak yer etti. Bu da kitapla çok uyuşmuyor. Filmin dram dozu bana biraz fazla geldi. – Kitapta Dr. Banks’in kızının adı Hannah ve 25 yaşında bir tırmanış kazası nedeniyle ölüyor. Filmde ise kızın isminden bahsedilmiyor ve ölüm sebebi bir hastalık. – Kitapta Dr. Banks gelecekte Donnelly’den boşanıp Nelson ile beraber oluyor, Donnelly de başka bir kadınla beraber. Donnelly’den hafif bir nefretle bahsediyor. Filmde aralarındaki bu gerginlik ve ikinci kişilere değinilmemiş. Aralarındaki ilişkinin kutsallığına leke sürülmemiş nedense. 

– Yukarıda da bahsettiğimiz gibi kitapta uzaylılar ve insanlar “Looking Glass” aracılığıyla iletişim kurarken, filmde görüşmeler uzay mekiklerinin içinde gerçekleşiyor. – Kitapta heptapodların yedi tane göz kapaksız gözü var. Kafalarını asla çevirmeyip her yeri aynı anda görüyorlar. Filmdeki heptapodları tasarlarken göz eklememişler. – Kitapta heptapodların çıkardığı sesler, ıslanıp silkelenen köpek sesine benzetilirken, filmde daha robotik bir ses söz konusu. 

– Kitapta heptapodların dünyaya geliş sebebi, alışveriş olarak açıklanıyor, yine de heptapodlar insanlığa yeni olan bir şey vermiyorlar. Filmde ise heptapodlar dünyaya Dr. Banks vasıtasıyla kendi dillerini armağan ediyorlar. Diller aracılığıyla Dr. Banks’e geleceği görme yeteneğini veriyorlar, o da çeşitli kitaplar yazıp dersler vererek bu dili ve bu düşünce şeklini insanlara öğretmeye başlıyor. Bu armağanı vermelerinin nedeni, 3000 yıl sonra dünyalılara ihtiyaçları olacağını bilmeleri. Böylece 3000 yıl sonra geldiklerinde dünyalıların da onlara ihtiyaç duydukları şeyi vermesini istiyorlar. Bu dil hediye etme meselesi de filmin zayıf noktalarından bir tanesi. Kitapta uzaylıların dünyaya gelmelerinin de, sonra birden bire gitmelerinin de nedeni anlaşılamıyor. Filmde ise buna zorlama bir şekilde anlam yüklenmeye çalışılmış. Çok tatmin edici bir çözüm değildi açıkçası. – Kitapta Dr. Banks ile Colonel Weber’in tanışması, önceden programlı bir şekilde gerçekleştiriliyor. Filmde ise habersiz bir şekilde geliyorlar, hatta Donnelly ile helikopterde tanışıyorlar. – Kitapta heptapodlara Flapper ve Raspberry isimlerini takıyorlar, filmde ise Abbott ve Costello. Bu sene En İyi Film ödülünü alma ihtimalinin düşük olduğunu düşünüyorum. Ama tasarım bakımından iddialı bir film.

6 Şubat 2017 Pazartesi

Kitap: Story of Your Life (Ted Chiang)


Story of Your Life, 1967 doğumlu Çin asıllı Amerikalı bilim kurgu yazarı Ted Chiang tarafından yazılır ve 1998 yılında yayınlanır.

Son yıllarda okuduğum en tatmin edici, en başarılı bilim kurgu öyküsü. Henüz okumadıysanız mutlaka tavsiye ederim. Bu yazıda sadece kitaptan bahsedeceğiz. Kitabın film uyarlaması olan Arrival‘ı başka bir yazıda inceleyeceğiz. Bu yazının da sitedeki tüm yazılar gibi baştan sona Spoiler içereceği uyarısını yapalım ve kitap yorumlarına geçelim. Dünyaya gelip insanlarla temas kuran uzaylılarla, dilbilimci ve fizikçilerden oluşan takımlar aracılığıyla iletişim kurulur. Zamanla dilleri çözümlenir, sağlıklı bir iletişim kurulur. Yazım şekillerinden ve fiziksel kanunlarını anlamlandırma biçimlerinden, insanlara göre bilgiye daha farklı bir yaklaşımları olduğu anlaşılır. İnsanlar gibi sebep-sonuç ilişkilerine dayalı bir anlayışları yoktur, geçmişi ve geleceği bir bütün olarak görme ve her zaman bilgiyi bütün halinde algılama yeteneğine sahiplerdir.

7 adet paralel uzantının üzerinde dikildikleri için, fizikçi Ian Donnelly tarafından “heptapod” ismi veren uzaylılar yazılı ve sözlü olmak üzere iki farklı dille iletişim kurarlar. Sözlü dili (Heptapod A) anlamak, dilbilimci Louise Banks için zordur, bu nedenle yazılı dille (Heptapod B) anlaşmayı akıl ederek yazı sistemlerini inceleme fırsatını bulur. Heptapodların kullandıkları yazılı dil, tıpkı bakış açıları gibi geçmişi ve geleceği aynı anda gösterir. Yuvarlak bir çizginin etrafına çeşitli şekiller çizerek yazan heptapodların çizdikleri daire şeklindeki logogramlarda bir cümle de, bir paragraf da, bir sayfa da olabilir.

Birkaç saniye içinde çizdikleri çember ve şekillerin içinde sayfalarca bilgi bulunması, bilgiye bu genelleyici yaklaşımlarını da iyi yansıtmaktadır. Olayların sebep-sonuç şeklinde (cümle cümle) ilerlemesine ihtiyaçları yoktur, aynı anda sebebi de sonucu da aynı şeklin içine sığdırabilmektedirler, gerekirse sonucu sebepten önce yazabilirler. İnsanlar sebep-sonuç zincirine göre hareket ederken, heptapodlar böyle değildir. İnsanlar sıralı bir farkındalık şekli geliştirmiştir, heptapodlar ise eş zamanlı bir farkındalık şekli geliştirir.

Kitapta geleceği önceden hesaplama yaklaşımı, fizikteki Fermat ilkesi ile açıklanmaktadır. Fermat ilkesine göre bir ışık ışını iki nokta arasında ilerlerken her zaman en kısa yolu seçer. Gideceği yere en kısa yoldan gitmesi, kitaba göre, ışık ışınının diğer olasılıkları da öngörüp en kısa yolu belirleyip buna göre hareket ettiğini gösterir. Heptapodlara fizikçiler tarafından çeşitli fizik kanunları aktarıldığında tepkisiz kalırlar, ancak ışık ışınlarıyla ilgili bu ilke anlatıldığında anladıkları görülür. Bu ilke, onların bilgiye ve zamana olan yaklaşımlarıyla paralellik göstermektedir. Onlar da tıpkı ışık gibi tüm olasılıkları eş zamanlı olarak öngörme becerisine sahiptir. Daire şeklindeki logografik yazılarını yazmaya başlamadan önce tüm fikrin kafalarında oluşmuş olması gerekir, ilk işareti ancak bundan sonra çizebilirler.

Heptapod’larla iletişim kuran Dr. Banks, zamanla onların dilini öğrenir ve Heptapod diliyle düşünmeye başlar. Bu gelişen becerisi sayesinde o da geçmişi ve geleceği aynı anda görme yeteneğine sahip olur. Hikayede aslında iki paralel hikaye vardır. Birincisi uzaylıların dünyaya gelişi ve Dr. Banks ile ekibinin onlarla olan iletişimi, ikincisi de Dr. Banks‘in kızıyla ilgili “gelecekte geçen” anıları. Evet, Dr. Banks artık geleceği görme yeteneğine sahip olduğu için ileride bir kızı olacağını, kızının 25 yaşında bir tırmanış kazasında öleceğini bilir. Yazar okura şu soruyu sorar, gelecekte başınıza kötü bir şey geleceğini bilseydiniz, yine de o yolu seçer miydiniz? Dr. Banks, yaşayacağı acıyı önceden bilmesine rağmen yine bu yolu seçecektir.

Hikaye bu soru ile özgür iradeye vurgu yapar. Chiang, Dr. Banks karakteri üzerinden, kötü bir şey olacaksa bile yine aynı yolun seçmenin güçlü bir özgür iradeye işaret ettiğini söyler. Bunun kaderin bir cilvesi olmadığı, tamamen özgür irade ve kişisel seçim olduğunu vurgular. Bir seçimin sonucunun kötü olacağını bilmek, o seçimi yapmaya engel değildir der. İnsan da tıpkı ışık ışını gibi, oraya giden tüm yol olasılıklarını öngörüp, bunları maksimize veya minimize ederek birini seçme becerisine sahip olsaydı, seçeceği yol neden yine dikenli olsun ki? Çünkü insanların ona sunulan en dikensiz yolu seçmektense, ona en çok tatmin verecek yolu seçmeye doğal bir eğilimi vardır.

Kitap mesajını kişisele indirgemez, daha toplumsal bir özgür irade söz konusudur. Chiang‘a göre heptapodlar bizim anladığımız gibi özgür veya bağımlı değildir; kendi iradelerine göre hareket etmeseler de, zavallı köleler de değildir. Heptapodların farkındalık şeklini ayırt eden şey, yalnızca hareketlerinin tarihteki olaylarla çakışması değil, aynı zamanda amaçlarının tarihin amaçlarıyla çakışmasıdır. Heptapodlar geleceği oluşturacak şekilde hareket ederler.

Kitap hakkında genel bir yorum yapmak gerekirse, bir uzay hikayesinde dilbilimi merkeze yerleştirdiği için diğer bilim kurgu eserlerinden ayrılıyor. Uzaylılarla iletişim kurmak için dilbilimcileri kullanması ve dili inceleyerek zihinlerini çözümlemeye çalışması, şu ana kadar nasıl düşünülmedi dediğimiz türden bir yenilik, güzellik. Ted Chiang, Linguistic Relativity ve Fermat’s Principle‘ı birleştirerek gerçekçilik ve açıklanabilirlik düzeyi oldukça yüksek bir hikaye çıkarmış ortaya. Bu bakımdan yaptığı iş çok başarılı. Hikayenin uzunluğu da tam dozunda. Daha uzun veya daha kısa olmadığı için minnettarız. 1998 yılında yayınlanan bu çok başarılı bilim kurgu hikaye, elbette Hollywood’un dikkatinden kaçmadı. Denis Villeneuve‘ün yönettiği 2016 yapımı Arrival filminin senaryosu bu filmden uyarlandı.

Filmin yorumuna ve kitap-film karşılaştırmasına başka bir yazıda devam edeceğiz. Kitabı hala okumayanlarınız varsa, şiddetle tavsiyedir.

İyi okumalar.

4 Şubat 2017 Cumartesi

Kitaptan Diziye: A Series of Unfortunate Events - (#4) The Miserable Mill


Serinin dördüncü kitabı Bitik Orman (The Miserable Mill), olayların gelişim şemasının bir parça değiştiği, seriden sıkılanların düşünüldüğü, sıkılmadan okuyacağınız bir kitap olmuş. Aynı zamanda ilk sezon bu kitapla sona eriyor. Final bölümleri olduğu için dizi anlatımı da epey tatmin edici. Bölümlerin IMDB’den sırasıyla 8.8 ve 9.0 puan aldığını söyleyelim. Serinin en yüksek puanları bu iki bölüme gelmiş.

Dizi ve kitap bu kez farklı başlıyor. Kitapta çocuklar yine Mr. Poe tarafından yeni bakıcılarına yönlendirilirken, dizide bir önceki bölümden hatırlayacağınız gibi çocuklar Mr. Poe‘nun elinden kaçıp tesadüfen Lucky Smells‘e düşüyorlar. Aslında fena bir değişiklik olmamış, çünkü Sir‘ün çocuklarla olan bağlantısı kitapta çok açık verilmemişti. Hem de çocukların neden Mr. Poe‘yu arayıp da yardım istemediği sorusu da ortadan kaldırılmış.

Serinin bu bölümünde, yine diğerlerinden farklı bir nokta var. İlk dört kitapta, daha kitabın başlarında ortaya çıkıp tehlikeye hazır olun diyen Count Olaf, bu kitapta epey sonlara doğru ortaya çıkıyor. Çocukların karşılaştığı 2 kötü karakter var. Önceleri onlardan birinin Count Olaf veya ekibi olabileceğini düşünüyoruz tıpkı Baudelaire yetimleri gibi. Ama daha sonra şüphelerimiz dağılıyor, hatta bu hikayede belki de Count Olaf‘ın hiç olmayacağını düşünmeye başlıyoruz. Derken son anlarda hikayeye başka bir cepheden giriş yaparak çocukların etrafındaki tehlike bulutunu daha da fazla yoğunlaştırıyor.

Dizideki en şaşırtıcı kısım, elbette anne babayla ilgili olan kısımdı. 7. bölüm bu açıdan çok şaşırtıcı bir bölümdü ve dizideki aynılıktan sıkılanlar için birebirdi. Böylece anne babadan kitapta neden daha önce hiç bahsedilmediği sorusunun cevabını da almış olduk.

Elimizde yeni ipuçları birikti. Anne-baba‘nın da evinin bir yabancı tarafından yakıldığını, çocuklarının yatılı okula bırakıldığını, çocuklarda aynı dürbünün iki parçası olduğunu, Lemony ile Olaf‘ın eskiden aynı okulda okuduğunu öğrendik. Mr. Poe‘nun sekreteri Jaquelyn gizemini hala koruyor.

Kitapta Sir, çocukları yok pahasına çalıştırırken onları Count Olaf‘tan koruma sözü veriyor. Bunun bir win-win olduğunu öne sürüyor. Dizide ise böyle bir güvenceden hiç bahsedilmemiş. Bir yetişkinin Count Olaf‘ı karşısında görmesi ama ısrarla tanımaması daha önce yüzlerce kez işlenen bir komedi unsuru olduğu için bu bölüme katılmamasına sevindim. Bu bakımdan diziyi kitaptan daha çok sevdiğimi söyleyebilirim.

Neil Patrick Harris‘in Shirley makyajını aşırı başarılı buldum. Bugüne kadar değiştirdiği kılıklar arasında bence en dikkat çekmeyeni buydu. Gerçek bir sekreter Shirley olmuştu. Aynı şekilde Sunny‘ye işçi tulumu geçirip iki tutam saçını şapkanın tepesinden çıkarmalarına da bayıldım. Dizinin en sevimli görünümüydü. Sir karakterini çok başarılı buldum.

Kitapta olmayan bir başka detay yine Mr. Poe‘nun gazeteci karısı olmuş. Mr. Poe elinden kaçırdığı çocukları bulamayınca olaya el atıp kendi araştırmaya başlıyor. Sonunda, fabrikada çıkan yangın sayesinde çocukları tesadüfen buluyor. En az kocası Mr. Poe kadar çok sevimli olabilecekken direkten dönüp çok itici olmuş bir karakter.

Talihsiz Serüvenler Dizisi‘nin birinci sezonuna genel bir yorum yapmam gerekirse, benim için sönük başlayıp eğlenceli bitti. Karakterlere ısınmam yaklaşık 4 bölümden sonra gerçekleşti. Tamamını izledikten sonra Neil Patrick Harris‘i favori listemin başına, Violet‘i ikinci, Sunny‘yi üçüncü ve Klaus‘u dördüncü sıraya alıyorum. İlk bölümden, bunun müzikal ağırlıklı bir dizi olacağı sinyalleri verilmişti ve bu beni biraz rahatsız etmişti. Ama son bölümün bitiş sahnesine kadar başka bir müzikal öğeye rastlamadık, rahatladık. NPH hakkındaki ilk olumsuz yorumlarım, hızla yerini olumlu yorumlara bıraktı. Yalnız hala bu dizinin IMDB’den neden bu kadar yüksek bir puan aldığını anlayamıyorum. İlk 6 bölümde, mekanlar ve kişiler değişse de hep aynı şeyler yaşanmış hissiyatına kapıldım açıkçası. Son iki bölümde durumu kurtarıp gelecek sezonu da izlememizi garantilediler.

İple çekmesem de ikinci sezonu bekliyorum. Göz simgesinin anlamını, karakterler arasındaki örgüt bağlantısını merak ediyorum. Ne çıkacak bakalım. İkinci sezon çıktığında kitaplara da kaldığım yerden devam edeceğim.

İyi seyirler/iyi okumalar.