24 Aralık 2016 Cumartesi

Kitaptan Filme: Harry Potter and the Order of the Phoenix II

Kitapla film arasında çok fark var. Bunların hepsini tek bir yazıda toplamak daha iyi olacak. Bu farklar kitabın çok uzun filmin ise görece kısa olmasından kaynaklanıyor. Yazarın da onayıyla kitabı, hikayenin özüne sadık kalacak ve ortaya güzel bir film çıkaracak şekilde güzelce kırpmışlar. Lafı fazla uzatmadan film ve kitap arasındaki farkları yazayım.

Zümdürüanka Yoldaşlığı’nın toplandığı ev, filmde apartmanın ortasında beliriyor, çok da güzel bir sahne. Kitapta böyle bir şey olduğunu hatırlamıyorum, sadece evin gizli olduğu söyleniyor.

Kitapta trende Luna’yla karşılaşıyorlardı. Hatta Hermione ve Ron başkan seçildikleri için ayrı kompartımanda seyahat ettiklerinden, Harry Ginny ve Luna ile arkadaşlık kurmak zorunda kalıyor, filmde bu gösterilmemiş. 

Kitapta Harry, Hermione ve Ron’un başkan seçilmesine, kendisinin seçilmemesine alınıyor. Kendisinin onlardan daha becerikli bir büyücü olduğunu düşünüyor, haksızlığa uğramış hissediyor. Filmde bunların hiçbirine yer verilmemiş.

Luna annesini kaybettiğiyle ilgili hikayeyi filmin başında, kitabın ise sonunda veriyor.

Hagrid’in derslerindeki Testraller filmde yok.

Dumbledore, Umbridge kehanet hocasını henüz kovmamışken, uyanıklık yapıp kendi istediği yeni bir kehanet hocası atıyor. Böylece Umbridge’in kendi istediği hocayı getirmesini engelliyor. Bu filmde gösterilmemiş, halbuki Umbridge’e karşı galibiyet kazanılan en güzel anlardan biriydi, gösterilebilirdi. 

Kitapta Hermione, Harry’den gizlice Karanlık Sanatlara Karşı Savunma büyüsü dersleri vermesi için istekte bulunduğunda Harry çok tereddüt ediyor. Uzun bir süre sonra ikna oluyor ve ilk derste karşısında gördüğü kalabalık karşısında boğazı kuruyor, ne yapacağını bilemiyor. Filmde ise fikir ortaya atılır atılmaz sınıfta toplanıyorlar.

Kitapta Ginny’nin toplam 2 sevgilisi oluyor, Harry’yle hiç ilgilenmiyor. Filmde Harry’nin peşinden koşar gibi gösterilmiş, sevgilileri de gösterilmemiş. 

Kitapta Snape’in Harry’ye Zihinbend dersleri vermesi daha önceden programlı bir şey. Filmde Snape Harry’yi kolundan sürükleye sürükleye aniden apar topar zihindenb dersleri vermeye başlıyor.

Filmde Mr. Weasley’nin yaralanmasını jet hızıyla geçmişler. Kitapta bu süreç Weasley ailesi için daha sancılı geçiyor. 

Hagrid, devlere gitme sebebinin orduya katılmalarını talep etmek olduğunu söylüyor, hatta Voldemort’un da orduya katılmaları için devlerin peşinde olduğu bilgisi veriliyor, kitapta bu yok. Kitapta Hagrid akrabalarını görmek için tamamen duygusal bir motivasyonla o kadar yolu gidip yanında bir devle geri dönüyor.

Kitapta Hermione’nin fikriyle, Gelecek Postası’nda çok eleştirilen ve lafları çarpıtılan Harry’yi kamuoyuna sevdirmek için muhalif gazete Dırdırcı’ya, işgüzar gazeteci Rita aracılığıyla röportaj veriyorlardı, Luna’nın babasının gazetesi olduğu için onun da burada kocaman bir rolü vardı. Filmde Dırdırcı’yı hiç göstermemişler. 

Kitapta Harry Hermione ve Ron Neville’in deliren ailesini hastanede görüyorlardı ve bu bir sır olarak kalıyordu, Neville bundan bahsedemiyordu. Filmde ise kendisi anlatıyor ve hakkında konuşmak istemediğini gayet rahat bir tavırla söylüyor.

Dumbledore’un Ordusu adıyla gizlice dersler yapan öğrencileri basan Profesör Umbridge, kitapta önce Harry’yi suçlayacak bir şey bulduğu için çok sevinip ona yükleniyordu, sonra Dumbledore odağı Harry’den çekmek için orduyu örgütleyenin kendi olduğunu söyleyerek öğrencileri kurtarıyordu. Filmde ise Umbridge direkt Dumbledore’a yüklenmiş. 

S.b.d.’ler için bütün sene geriliyorlar, filmde bu gerginlik gösterilmemiş pat diye sınavlar başlıyor.

Tekrarlayayım. Quiditch maçları filmde hiç yok! Halbuki Ron’un ilk kez oynadığı, çok stres yaptığı, ancak sonunda başarılı olduğu için kitapta gayet keyifliydi. Üstelik Ginny’nin yetenekli bir büyücü olduğunun sinyallerini verdiği için de önemliydi. Ama tamamen kaldırmışlar ne yazık ki. Senarist Goldenberg, Quidditch’i ekleselerdi bunun daha eksik bir film olacağını söylemiş. Eh ne diyelim, az ama öz tutma çabasını takdir etmekle birlikte Quidditch’siz bir büyücülük dünyası düşünmek istemiyoruz. 

Kitapta 14 şubatta Cho ve Harry çıkıyorlar, filmde bu yok.

Normalde Hagrid, Ron maçtayken tribünden Hermione ve Harry’yi alıp devin yanına götürüyor. Filmde Quidditch olmadığı için üçünü birden götürüyor. 

At adam Firenze’nin daha sonra Kehanet Hocası olduğunu göstermemişler.

Hermione kitapta Grawp’tan çok korkuyor, filmde ise ona karşı otoriter bir tavra sahip. 

Hagrid, Umbridge’in kafayı taktığı 2 hocadan biri, bütün sene Harry ve arkadaşları onu korumak için ellerinden geleni yapıyorlar ama bu filme yansıtılmamış.

Kitapta, Zihinbend dersinde Harry Snape’in okul anılarını (James Potter’dan işkence gördüğü anıları) düşünselinden gizlice görüyor, bu arada da Snape’e yakalanıyor. Snape buna çok kızıp ders vermeyi bırakıyor. Filmde ise ikili mücadeleleri sırasında Harry Snape’in zihnini görebiliyor şeklinde yansıtmışlar. 

Kitapta hocalar haylazlık büyüleri nedeniyle dağılan ve kirlenen etrafı bilerek temizlemiyorlar işleri Umbridge’e bırakıyorlar ve keyifle onun her şeyi toparlama çabalarını izliyorlar. Filmde böyle detaylar yok tabi.

Kitapta Harry rüyasında Voldemort’un Sirius’a zarar verdiğini görünce apar topar yanına gitmeye çalışıyor. Hermione ona kahraman olma zaafı olduğu için Voldemort’un onu tuzağa düşürebileceğini açık açık söylüyor, filmde bu kadar dobra değil. 

Kitapta at adamlar Harry ve arkadaşlarını iki kere ormanda yakalıyor. Filmde karşılaşmıyorlar bile.

Filmde Grawp, Harry ve arkadaşları Umbridge’i kendisine getirdiğinde kaçmış, kitapta böyle bir şey yok. 

Filmde at adamlar Gwarp’a saldırıyor, o da üzülüyor. Filme katılan tek ekstra dramın bu olduğunu söyleyebilirim, çünkü kitapta böyle bir şey yok. Kitapta Hermione ve arkadaşlarını gördüğünde yalnızca çat pat kelimelerle Hagrid nerede diye soruyor.

Kitapta Voldemort’la bir çocuk (Harry veya Neville) arasında bir bağlantı olduğunu, bu bağlantıda yer alan iki kişiden birinin mutlaka ölmesi gerektiğini öğreniyoruz. Kitapta bu gerçeği en sonda Dumbledore Harry’ye ıkına sıkına açıklarken, filmde bu sözler kehanet küresinden dökülüyor. 

Kitapta yara izinin sırrını merak etmiyor musun diye soran Dumbledore, filmde ise Lucius Malfoy.

Kitapta Neville ve Luna arasında bir şey yok filmde yakınlaştırmışlar. 

Kitapta kavga sırasında Harry kehaneti kimseye kaptırmıyor, elindeyken kırılıyor. Filmde ise Lucius’a fırlattığında kırılıyor.

Kitapta Sirius ölünce direkt tülün arkasına geçmiyor, filmde görsellik katılmış. Kitapta ölenlerin tülün arkasına geçtiğini en sonunda ona Luna söylüyor buradan Harry ve Luna’nın aslında ölüleri duyabildiklerini öğreniyoruz. 

Kitapta Harry sonunda Dumbledore’a çok kızgın. Aslında kitap boyunca kendisini görmezden geldiği, bütün yaz onu unuttuğu, kendisini başkan seçmediği, yüzüne bakmadığı ve Voldemort karşısında korumaya çalışmadığı için Dumbledore’a çok kızgın. Filmde bu kızgınlığı hiç hissedemedim ben.

Sirius’un resimden bağıran huysuz annesi ortada yok. 

Kreacher’ın Harry’ye Sirius evde değil diyerek oyun oynaması filmde gösterilmemiş.

Sene sonunda kitapta Dursley’ler Harry’yi karşılıyor, Moody Alastar onları Harry’ye iyi bakmaları için tehdit ediyor. Filmde ikisi de yok. 

Ayrıca kitapta Dursley’ler başlarda Harry’yi haberleri izlemekten alıkoymaya çalışıyorlar. Filmde bu gösterilmemiş. Petunia teyzeye Hogwarts’tan gelen mektup da filmde gösterilmemiş.

22 Aralık 2016 Perşembe

Kitaptan Filme: Harry Potter and the Order of the Phoenix (Kısım I)

J. K. Rowling‘in yazdığı Harry Potter serisinin beşinci kitabı olan Zümrüdüanka Yoldaşlığı, 2003 yılında İngiltere’de Bloomsbury, Amerika’da Scholastic Inc. ve Kanada’da Raincoast tarafından yayınlandı.

Hikaye her zamanki gibi Dursley‘lerde başlar. Harry tüm yaz teyzesi, eniştesi ve gittikçe magandaya dönüşen kuzeni yüzünden kabus gibi günler geçirir. Bir gün Ruh Emiciler Dudley’e saldırır, Harry onu kurtarıp eve kaçar. Tüm yaz haber alamadığı arkadaşlarına ve Dumbledore’a kendisi için endişelenmedikleri gerekçesiyle kızgındır. Oysa DumbledoreDursley‘lerin komşusu Mrs. Figg ile Harry‘nin güvenliğini izlemektedir. 

Voldemort artık gücünü toplayıp geri gelmiştir. Sihir Bakanlığı onun geri geldiğini kabullenmez, bunu iddia eden Harry Potter‘ı ve Harry‘yi destekleyen Dumbledore‘u yalancı ilan eder. Sihir dünyası Dumbledore düşmanı çoğunluk ve Dumbledore‘un çevresinde toplanan birkaç kişilik grup -ki bu kişiler Zümdürüanka Yoldaşlığı adını verdikleri bir topluluğun üyelerinden ibarettir- olarak ikiye ayrılır. 

Zümrüdüanka Yoldaşlığı üyesi büyücüler gizli toplantılarını sürdüredursun, Harry ve arkadaşlarının okulu başlar. Artık beşinci sınıfa geçtikleri için bir yandan SBD (Sıradan Büyücülük Düzeyi) sınavına çalışmaları, bir yandan seçecekleri mesleğe karar vermeleri, bir yandan da Voldemort tehlikesine karşı tetikte olmaları gerekmektedir. Bu arada Sihir Bakanlığı, Hogwarts’ta Dumbledore‘un kendine bir ordu hazırlamak üzere öğrenci yetiştirdiğinden şüphelendiği için uygulama ağırlıklı derslerin içeriğini değiştirmek amacıyla Profesör Umbridge‘ı müfettiş olarak atar. Aynı zamanda Karanlık Sanatlara Karşı Savunma dersi veren Umbridge, uygulamalı büyü öğretimini tamamen kaldırır ve yalnızca teorik dersler vererek öğrencilerin büyü becerilerini köreltmeye çalışır. Arkasında Sihir Bakanlığının desteği olduğu için kimse kendisine alenen karşı gelememektedir. Hermione‘inin fikriyle, öğrenciler Dumbledore Ordusu ismini verdikleri bir grup oluşturup gizlice Harry‘den Karanlık Sanatlara Karşı Savunma Büyülerini öğrenirler ve böylece enselerinde hissettikleri Voldemort‘a karşı kendi çabalarıyla güçlenmeye başlarlar. Bu arada VoldemortHarry‘nin zihnine girerek zaman zaman onun karanlık rüyalar görmesine neden olur. Bu rüyaların birinde HarryMr. Weasley‘nin yaralandığını görür ve zamanında müdahale edilmesini sağlayarak onu kurtarır. Bu arada Gelecek Postası’nda Azkaban’dan bir grup büyücünün kaçtığı haberleri yayılır. Bir gün yine bir rüya aracılığıyla Harry, hayattaki tek ailesi, vaftiz babası Sirius Black‘in tehlikede olduğunu görür ve ona yardım etmek için arkadaşlarıyla birlikte Sihir Bakanlığı’na gider. Burada tuzağa düşürülmüş olduğunu fark eder. Harry ve arkadaşları, Azkaban kaçakları, Voldemort, Dumbledore ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı üyeleri karşı karşıya gelerek Harry’nin ele geçirdiği kehanet için savaşırlar. Sonunda Harry, vaftiz babası Sirius Black‘i kaybetse de, Voldemort‘u zihninden atarak yenmeyi başarır. Kitabın sonunda HarryVoldemort‘un iki çocuktan (Harry ve Neville) birine bağlı olduğunu, bu bağlantıda yalnızca bir kişinin hayatta kalabileceğini öğrenir. Kendisinin Voldemort’la bağlantılı olduğuna ve ikisinden birinin ölmek zorunda olduğuna inanan Harry, her şeyini kaybetmiş bir şekilde serüvenine devam edecektir.

Serinin bu kitabında en çok dikkat çeken detaylar şöyle: 

Profesör Umbridge: Pratik yerine teoriyi getiren despot, otoriter, ezberci ve tepeden inmeci aşırı sevimsiz karakter. Her öğretmenin dersine girip teftişler yapıyor. Hagrid‘e ve Trelawney‘e özellikle takık, sonunda Trelawney‘i kovduruyor. Yalnızca, karizmasından ödün vermeyen ve ona onun kadar gıcık yanıtlar veren Profesör McGonagall onunla mücadele ediyor, bunlar kitabın en eğlenceli kısımları. Umbridge, daha ilk derste Harry‘ye verdiği Tüy Kalem cezasıyla akılda kalıyor. Bu cezada, özel tüy kalemle deftere yazı yazan bir kişinin eline bu yazı kazınarak yara oluşmasına neden oluyor. Sonunda, Hermione‘nin tuzağına düşerek Yasak Orman’da at adamların saldırısına uğruyor, uzun süre kendine gelemiyor ve görevinden atılıyor. 

Fred ve George: Şaka işini iyice büyütüyorlar. Okulu birbirine katacak icatlar yapıyorlar. En sonunda geleceklerinde akademiyi görmediklerini düşünerek efsanevi bir şakayla okula veda ediyorlar ve Harry‘nin vermiş olduğu parayla Şaka Dükkanlarını açıyorlar. 

Quidditch: Bu sene her türlü şüpheli gruplaşmayı yasaklayan Umbridge, Harry‘ye Quidditch‘i de yasaklıyor. Bu kez Ron ve Ginny takıma katılıyorlar. Sene boyunca çok kötü oynayan Ron‘un başarılı olduğu tek maçı, Hermione ve HarryHagrid onları alıkoyduğu için izleyemiyorlar. 

Testraller: Yalnızca yakınlarından birinin öldüğünü gören kişilerin görebildiği uçan siyah atlar. Luna ve Harry görebiliyor. Sirius‘u kurtarmak için Londra’ya Testrallerin sırtında gidiyorlar. Bindikleri şeyi göremeyen Hermione ve Ron allak bullak oluyor. 

Grawp: Hagrid’in devler diyarından bulup getirdiği üvey kardeşi. Yasak Orman’da bağlı yaşıyor. Hagrid kendisinin yakın gözetim altında olduğunu bildiği için onu Harry ve Hermione‘ye emanet ediyor. 

Bellatrix Lestrange: Azkaban’dan kaçan ölüm yiyenlerden biri, kısa rolüne rağmen manyak olduğunu haykırıyor. 

Luna Lovegood: Harry ile birlikte Testral’leri görebilen ve tülün arkasından gelen sesleri duyabilen tek çocuk. Biraz tuhaf, dergiyi ters tutarak okuyor, hiç arkadaşı yok. babası muhalif gazete olan Dırdırcı‘nın sahibi, o da en az kızı kadar tuhaf, öyle ki eline Harry ile röportaj yapma fırsatı geçmişken, bu fırsata Vıdıvıdı Vızcız ve Buruşuk Boynuzlu Hırgürler hakkında yapılacak olan haberlerden daha fazla değer vermiyor. Küçük yaşta annesini kaybediyor. Okuldaki herkes ona karşı kötü davransa da o kimseden intikam almaya çalışmıyor. 

Neville: Annesi ve babası zamanında Bellatrix‘in saldırısına maruz kalıp akıl sağlıklarını kaybederek St. Mungo’ya kaldırılıyorlar. İlk defa bu kitapta ailesi hakkındaki bu gerçeği öğreniyoruz. Ayrıca, kehanete göre Voldemort‘un bağ kurma olasılığı olan bir diğer çocuğun da Neville olduğunu öğreniyoruz. 

Tonks: Bir Metamorfmagus. Saç rengini istediği an değiştirebiliyor. Ve evet filmdeki Tonks‘u Game of Thrones‘dan biliyoruz.

Kitap 2007 yılında, İngiltere-Amerika ortak yapımıyla David Yates yönetmenliğinde filme uyarlanır. Senaryosunu Michael Goldenberg yazar. Bin küsur sayfalı çok uzun bir kitap olmasına rağmen filmi nispeten kısa, 138 dakika. J.K. Rowling, hikayenin özünü korumak ve güzel bir film oluşturmak şartıyla Goldenber’e senaryoyla istediği gibi oynama özgürlüğü sunar. Tek müdahale ettiği nokta, Sirius‘ın ev cini Kreacher olur. Goldenberg hikayeden tamamen kırpsa da Rowling filme dahil etmesi için ısrar edince ekler.

Yalnızca filmi izlediyseniz bu yorumuma katılmayacaksınız ama kitabı okuduktan sonra filmi izlediyseniz ne demek istediğimi anlarsınız: Film kitabın fragmanı gibi. En sonda, Esrar Odası’ndaki çarpışma sahnesine gelene kadar, her şeyin kısa bir özeti yapılmış gibi hissediyorsunuz. Trelawney‘nin kovulması kitabın epey bir gelişme bölümünde yer alırken filmde pat diye karşınıza çıkıyor. Filmden ne yazık ki Harry Potter dünyasının en önemli özelliği olan Quidditch maçlarını tamamen çıkarmışlar. Bu durum Rupert Grint’i çok üzmüş, çünkü yeni filmde Quidditch‘li sahneler için çok heyecanlanmış. Rupert’ı üzen bizi de üzer.

Benim film hakkındaki genel değerlendirmem iyi. Lafı fazla uzatmadıkları doğru, kurguyu çarpıtmamışlar. Bazen bazı diyalogların hikayedeki yerini değiştirmişler ama hikayenin özünü korumuşlar. Daha çok izleyici çekmek için ne bir duygu sömürüsü, ne bir aşırı aksiyon vardı. Quidditch dışında büyük bir eksikliği yok. Yalnız dediğim gibi, fragman tadında geçiyor. Hikayenin bir özetini bu film sayesinde izlediniz, asıl hikaye için kitabı okumanız gerekiyor.

Lafı bu kadar uzattığım yeter, kitapla film arasındaki farkları başka bir yazıya bırakıp burada bitireyim.

Tabi ki şiddetle tavsiye, hem kitap hem de film.

İyi okumalar/seyirler.

15 Aralık 2016 Perşembe

Kitaptan Filme: He's Just Not That Into You

Greg Behrendt ve Liz Tuccillo tarafından yazılıp 2004 yılında yayınlanan, bekar kadınlara yönelik ilişkisel taktikler içeren eğlenceli bir kitap.

Liz TuccilloSex and the City dizisinin senaryo ekibinde yer alan bir yazar. Greg Behrendt de zaman zaman senaryodaki kadın erkek diyaloglarına erkek gözüyle yorumlar yapan bir danışman. Bir gün senaryo ekibindeki kadınlar, ekipten bir arkadaşlarının kısa süre önce tanıştığı, numarasını verdiği bir adam hakkında konuşurlar. Adam kadına karışık mesajlar vermektedir, tüm ekip oturup adamın kadından hoşlanıp hoşlanmadığını analiz ederler. Sonunda adamın ciddi bir ilişkiden korktuğuna, böyle başarılı bir kadını taşıyamayacağını düşündüğü için ürkek davrandığına, buna hazır olmadığına… vs. karar verirler. Tüm bu karmaşık analizler sürerken, Greg müdahale eder ve adamın ondan hoşlanmadığını, hoşlansa mutlaka arayacağını söyler. Greg‘in bu acımasız ancak gerçekçi yorumu üzerine kadınlar ve erkeklerin bakış açıları arasındaki uçurum ortaya çıkar ve Liz ile Greg bunu bir kitaba dökmeye karar verirler. Kitapta Greg‘den kadınlara ilişkilerle ilgili olarak şu taktikler geliyor: 

  1. He’s just not that into you if he’s not asking you out
  2. He’s just not that into you if he’s not calling you
  3. He’s just not that into you if he’s not dating you
  4. He’s just not that into you if he’s not having sex with you
  5. He’s just not that into you if he’s having sex with someone else
  6. He’s just not that into you if he only wants to see you when he’s drunk
  7. He’s just not that into you if he doesn’t want to marry you
  8. He’s just not that into you if he’s breaking up with you
  9. He’s just not that into you if he’s disappeared on you
  10. He’s just not that into you if he’s married
  11. He’s just not that into you if he’s a selfish jerk, a bully, or a really big freak
Çok eğlenceli bir kitap. Özellikle sanırım 20’li yaşlarının başında okunduğunda insana beyninde şimşekler çaktırıyor. Kadınlar, duyduklarını aşırı didiklemeye ve en ufak şeylere kocaman anlamlar yüklemeye daha meyilli. Erkekler ilişki sırasında bunun tam tersi bir tavır sergiliyorlar; olayları alabildiğine düz görüyorlar, kendilerini yormuyorlar, minimum çabayla maksimum sonuç elde etmeye yönelik hareket ediyorlar. Kitap kadınlardaki bu bug’ı çok iyi yakaladığı için çıktığı dönemde epey konuşuldu, beğenildi. Ben de ilk olarak 6-7 sene önce, bir arkadaşımın şiddetli tavsiyesi üzerine kahkahalarla okumuştum.

Beğeneni olduğu kadar, tepkiler de oldu tabi. Kitap bir erkeğin bakış açısıyla kadınlara ilişkisel taktikler veriyor. Kadınları pasif olmaya teşvik ediyor. Her zaman edilgen olması gerektiğini, kendi mutluluğu için çabalarsa kaybedeceğini öğütlüyor. Bu pasifliğe haklı olarak kızan ve tepki veren çok fazla kadın oldu.

Kitabın içinde, okur mektupları kısmında Nikki isimli uydurma bir karakter göreceksiniz. Kadınlara pasif olmayı önerdiği için Greg‘e her seferinde hakaretler ediyor.

Örneğin bir kadın neden ille de evlilik istemek zorunda olsun? Kadın ve erkek evlenmeseler de mutlu olabileceklerini düşünüp hayatlarını birleştiremez mi? Neden kadının içinde her zaman evliliğe dair bir özlem olmalı? Veya ilk adımı neden her zaman erkek atsın? İlişki boyunca tüm seçimleri erkek mi yapacak? Kadın seçip, ilişkiyi başlatıp şekillendiren taraf olamaz mı?

Greg bu gibi sorulara da kendi bakış açısından yanıt veriyor. Sonuçta bir erkek olarak zihinlerinin nasıl çalıştığını tüm şeffaflığıyla açıkladığı için onu suçlayamayız. Tavsiye ettiği davranışlar, bir kadına ilişki sırasında puan kazandıracak davranışlar, pratikte kadınların çok işine yarayacak taktikler veriyor. Teoride erkeklerin bu genetik baskın olma arzusunu elbette desteklemiyoruz. Kadın ve erkeğin eşit olduğu ilişkileri onaylıyoruz.

Bu gibi bir takım soru işaretleri nedeniyle doğruluğuna inanmadığım bazı maddeler oldu. Yine de tüm maddeleri çok eğlenerek okudum. Sonuçta daha iyi bir şeyleri hak ediyorsunuz, neden küçük ilişki kırıntılarıyla yetinesiniz?

Bu keyifli kitabın sinemaya uyarlanması uzun sürmedi. Yayınlandıktan 5 sene sonra, 2009 yılında Ken Kwapis yönetmenliğinde çekilen filmin oyuncu kadrosu şöyle: Ben Affleck, Jennifer Aniston, Drew Barrymore, Jennifer Connelly, Kevin Connolly, Bradley Cooper, Ginnifer Goodwin, Scarlett Johansson, Sasha Alexander ve Justin Long. Yani tamamı ünlü Hollywood oyuncuları.

Filmin IMDB puanı hayli düşük (6,4) olsa da ben beğendim, arkadaşlarınızla izleyebileceğiniz türden çerezlik eğlenceli bir film. Bir romantik komediden isteyeceğiniz her şeyi (yani Bradley Cooper ve Ben Affleck‘i) sunuyor. Yalnız iyi bir uyarlama değil onu söyleyeyim. İlişkileri daha freestyle yorumlamış. Greg‘in izlerken itiraz ettiğinden eminim. Fikri almışlar ve romantik komediye çevirmişler. Mesela kitapta Greg, bir erkek evlenme teklif etmiyorsa kadınla yeterince ilgilenmiyordur diyor. Filmde ise Jannie ve Neil bunun tam tersini ispatlayacak şeyler yaşıyorlar. 

Film versiyonu sanırım Nikki gibileri daha fazla mutlu eder.

Film, 4 ilişki üzerinden Greg‘in taktiklerini inceliyor. 

Gigi and Alex 

Gigi (Ginnifer Goodwin), ilişkilerde erkekten gelen işaretleri sürekli yanlış yorumlayan ve bu nedenle hep kaybeden bir kadın. Filmin başından sonuna kadar kadın erkek ilişkileri hakkında en çok yol kat eden karakter Gigi oluyor, ona taktik veren akıl hocası ise Alex (Justin Long). Kendi bakış açısıyla Gigi‘ye ilişkilerde yaptığı tüm hataları açıklıyor. Filmin en tatlı karakteri bence Alex‘ti, tekrar izleyeceksem Alex için izleyeceğim.

Janine, Ben, and Anna 

Ben (Bradley Cooper) ve Janine (Jennifer Connelly) evli. Yalnız aralarında kuvvetli bir bağ yok, yalnızca aynı evi paylaşıyorlar. Ben, bir gün çekici ve cesur Anna (Scarlett Johansson) ile tanışıyor. Yasak bir arkadaşlık/dostluk ilişkisi sürdürüyorlar. Ben, Janine‘i aldatıyor, bunu itiraf ettiğinde Janine ilk olarak hatayı Ben‘le paylaşıyor ve evliliklerini kurtarmak için çabalaması gerektiğini düşünüyor. Sonra yaptığının salakça olduğunu fark ederek Ben‘den boşanıyor. Ben ve Anna ilişkisi de sürmüyor. Ben bu ilişkide Janine karakterini bir türlü anlayamadım mesela. Ben‘le aralarındaki ilişkiye anlam veremedim, ikisini birbirine yakıştıramadım. Zamanında neyi paylaşmış olabilirler? İkisinin karakterleri çok farklı. Biraz havada kalmış. Eş ve metres arasındaki farkı vurgulamak için Janine‘i fazla karikatürize etmişler bence. Sonunda çekip gitmesine sevindim.

Conor, Anna, and Mary

Bu hikayede işaretleri yanlış yorumlayan kişi bir erkek, Conor (Kevin Connolly). Anna (Scarlett Johansson) kendini boşlukta hissettiğinde Conor‘la takılıyor. Conor ise aşırı beklentiye kapılıyor. Anna tarafından kesin olarak reddedildiğinde büyük bir yükten kurtularak Mary (Drew Barrymore) ile buluşuyor ve tahmin ediyoruz ki mutlu bir ilişkileri oluyor. Film erkeklerin de bazen yanlış yorumlayabileceğini, bunun kadınlara özgü olmadığını söylediği için takdirimi kazandı.

Beth and Neil

7 yıldır beraber olan ama evlenmeyen çift. Beth (Jennifer Aniston) artık evlenmek istediğinde Neil evliliği gereksiz bulduğunu düşündüğü için bunu kabul etmiyor. Beth onu terk ediyor, kendi ayakları üzerinde durmaya başlıyor. Uzun süredir birlikte yaptıkları şeylerin altından tek başına kalkamadığını fark ettiğinde istediğinin aslında evlilik olmadığını, Neil‘la birlikte yaşamak olduğunu fark ediyor ve ilişkilerine kaldıkları yerden devam ediyorlar. Yalnız bu sefer de Neil evlenme teklif ediyor. Sonu biraz gereksiz klişe olmuş, doğru.

Boş vaktiniz varsa, canınız da sıkılıyorsa filmi mutlaka izleyin derim. Kitabı da bir çırpıda bitireceksiniz.

Not: Bu arada film Türkiye’de son derece yaratıcı bir çeviriyle vizyona girdi: Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne AnlarEpsilon Yayınevi‘nden çıkan kitabın başlığı ise pek o kadar başarılı sayılmaz: Ondan Sana Yar Olmaz.

İyi okumalar, iyi seyirler.

13 Aralık 2016 Salı

Film: Desierto (2015)

Jonás Cuarón’un yönettiği, 2015 yılında gösterime giren, Meksika-Fransa ortak yapımı gerilim filmi. Göçmen kaçakçılığı yapan üç kişi liderliğinde, bir grup Meksikalı bir kamyonetin kasasına atlayıp Amerika sınırını geçmek üzere yola çıkarlar. Sınıra yürüme mesafesi kadar yakın bir yerde kamyonet bozulur, göçmen kaçaklardan biri olan Moises (Gael García Bernal), arabalardan anladığını söyleyerek duruma bakar, arabanın tamir edilemeyeceğini söyler. (Bundan sonra gruptaki her kimin yardıma ihtiyacı olursa cesur Moises koşacaktır, filmin iyi adamıdır). Yolu yaya olarak sürdürürler. Onlar çöldeki yürüyüşlerini sürdüredursun, kamera yönünü sınırın Amerika yönüne çevirir. Burada Meksikalı kaçak göçmenlerden nefret eden, ırkçı Amerikalı Sam (Jeffrey Dean Morgan) karakteri ortaya çıkar. Kamyoneti, tüfeği, viskisi ve av köpeğiyle birlikte tehlikeli bir profil çizer. Polis kaçak göçmenlere tepkisiz kaldığı için kendisini eyleme geçmek zorunda hisseder. Filmin kötü adamıdır. Silahlı Sam ve Moises‘in savunmasız grubu çölde karşılaştığında, 1 saat sürecek olan kovalama da başlar. Filmin sonunda iyi adam, kötü adamı şiddete başvurmadan yenmeyi başarır.

Lafı dolandırmayan net, akıcı, gerilim dozajı ve anlatımı çok yerinde bir film. Kadrosunun sinemaseverler için çok heyecan verici olduğunu söyleyelim. Jonás Cuarón: Harry Potter and the Prisoner of Azkaban, Gravity, Children of Men, Y Tu Mamá También filmlerinin yönetmeni Alfonso Cuarón‘un oğlu. 1981 doğumlu genç bir yönetmen. Desierto onun yönettiği 4. film. ‘Sinemanın 3 Amigosu‘ adıyla anılan Alfonso Cuarón, Guillermo del Toro ve Alejandro González Iñárritu arasında yetişmiş bir sinemacı olduğu için, insanların ondan beklentisi büyük. 

Gael García Bernal: Yine sinemacı bir aileden gelen 1978 doğumlu oyuncu. Hem baba Cuarón hem de oğul Cuarón‘la çalışma fırsatı bulmuş. Kendisini Y Tu Mamá También‘den beri takibe almış durumdayım. Jeffrey Dean Morgan: Supernatural severler yüzlerce bölümdür Morgan‘ı özlemle anıyor. Geç bulup çabuk kaybettiğimiz için yeni filmlerini izlemek heyecan verici. Üstelik bu filmde de (bir tür) avcı rolünde, işini ustalıkla sürdürmeye devam ediyor. Ama ne yazık ki bu filmde kötü adam ve zombileri değil, gerçek insanları öldürdüğü için ondan hoşlanmıyoruz. Diego Cataño: 1990 doğumlu genç bir oyuncu. Narcos‘taki La Quica rolüyle hatırlıyoruz kendisini. Yüzünü tekrar benzer bir rolde görmek keyifli. Bu arada Narcos‘u henüz izlemediyseniz şiddetle tavsiye ederim.

İlgi çekici kadrosuna rağmen IMBD puanı (5.8) oldukça düşük. Dünya genelinde çok beğeni toplamadı bu film. İnsanlar karakterleri derinleştirmediği ve politik bir teması olmasına rağmen suya sabuna dokunmadığı için çok eleştirdiler. Yalnızca sonuna kadar canlı kalmayı başaran iki karaktere biraz derinlik katılmış. Amerikalıların Meksikalıları neden kabul etmesi gerektiğiyle ilgili bir açıklama yapılmamış. Meksikalıları göçe iten nedenler gösterilmemiş.

Bu yorumlara katılıyorum, ama bence bunlar filmin ayırt edici özellikleri zaten. İki boyutlu, kolay anlaşılır, net bir film ve bu nedenle ben çok beğendim. Yukarıdaki basit özetten de gördüğünüz gibi, ortada nasıl bir kavga olduğu, karakterlerin hangi tarafa mensup olduğu, yönetmenin duruşu son derece açık. İzleyiciler nasıl olsa biliyor diyerek detayına inilmemiş.

Daha fazla detay katılsaydı, daha uzun bir film olması gerekirdi. Kısa bir giriş yapıp kovalama sahnelerine geçiyorlar ve tertemiz bir şekilde sona bağlıyorlar. Bence tam da olması gerektiği uzunlukta olmuş. Bu filme politik bir yön yüklemekten çok, filmi gerilim türünde incelemek daha yerinde olacaktır. Gerilim türünün çok sağlam bir örneği bence.

Şiddetle tavsiyedir.

9 Aralık 2016 Cuma

Kitaptan Filme: Vol de Nuit

Fransız yazar Antoine de Saint Exupéry‘nin 1931 yılında yayınlanan ikinci romanı. Aldığı prestijli bir ödül sayesinde yazara ilk olarak tanınırlık kazandıran roman aynı zamanda. Yazarın havacılık deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı, gece seferleri yapan bir posta uçağı şirketinin işleyişini konu alıyor.

Saint Exupéry‘nin biyografisinden biraz bahsedelim. Hepimiz onu felsefi çocuk kitabı Küçük Prens‘ten tanıyoruz.

Açıkçası son beş yıldır piyasadaki Küçük Prens çılgınlığından aşırı derecede bezmiş durumdayız. Zorla popülerleştirilen şeylere karşı benim gibi önyargılıysanız, siz de muhtemelen Saint Exupéry ismini duyduğunuzda gözlerinizi devireceksiniz.

Ama önyargılarınızı bir kenara bırakın ve yazarın biyografisine göz atın derim. Küçük Prens‘i, bir yayıncı arkadaşının eşinin ısrarları üzerine, kafa dağıtmak ve o zamanlar popüler olan Marry Poppins çocuk hikaye kitabına rakip olması için yazdığını biliyor muydunuz? Küçük Prens‘i New York’ta yazıyor ve ilk olarak Amerika’da yayınlanıyor. Kendi ülkesinde, öldükten sonra ancak yayınlanabiliyor çünkü yaşadığı dönemde Saint Exupéry‘nin eserleri hem Vichy hükümeti hem de Charles de Gaulle tarafından sansürlenmiş durumda.

Yaşadığı dönemde toplumun durumu ve ortam özetle şöyle:

Fransa II. Dünya Savaşı zamanlarında iki kısma ayrılıyor, Charles de Gaulle liderliğinde, Paris’i kapsayan Almanya işgali altındaki kısım; ve Vichy bölgesini içeren, işgal altında olmayan ama Almanları destekleyen Vichy rejiminin geçerli olduğu kısım. Saint Exupéry, bir Alman faşizmi ve Nazi karşıtı olarak Fransa’dan Amerika’ya gidiyor ve Fransızların Almanlara karşı özgürlüğünü kazanabilmesi için Amerika’nın yardımını istiyor. Vichy rejimi de bir Alman karşıtı olduğu için Exupéry’yi tehlike olarak görüyor. Pilote de guerre eserinde, Yahudileri övdüğü gerekçesiyle Exupéry‘nin eserlerini sansürlüyor. Buraya kadar her şey normal. İlginç olan, işgal altındaki Paris kısmının lideri Charles de Gaulle‘den de sansür yiyor. Exupéry, Fransa’nın özgürlüğünü sonuna kadar destekliyor, ancak Gaulle‘ün Fransa’ya özgürlüğünü kazandırdıktan sonra bir diktatör olacağını düşündüğü için Gaulle‘ü desteklemiyor. Bu nedenle Gaulle de Exupéry hakkında provokasyon yaparak onu Nazi destekçisi olmakla suçlayıp eserlerini sansürletiyor.

Fikirleri anlaşılmamış, çarpıtılmış, sansürlenmiş bir yazar. Öldükten sonra sansürü kalkıyor, eserleri dağıtılıyor, okunuyor. Popülerliği günümüze kadar (artarak) devam ediyor. 

Saint-Exupéry Lyon’da doğuyor, zengin bir aristokrat ailenin oğlu. Babasının ölümünden sonra ailesi fakirleşiyor. 1920’lerin başlarında uçuş dersleri almaya başlıyor. Hava kuvvetlerine katılıyor ancak ailesinin ve o zamanki nişanlısının ağır tepkisi üzerine bırakıp ofis işine geçiyor. Nişanlısından ayrıldıktan sonra, 1926 yılında tutkusu olan havacılığa dönüş yapıyor. Daha ilkel yöntemlerle uçulan dönemlerde, posta uçaklarında çalışıyor. Daha sonra, kariyerinin zirvesinde Arjantin’e gidip havayolu müdürlüğü yapıyor, uçuşların koordinasyonunu düzenliyor. 

Night Flight, aşırı disiplinli bir havayolu müdürünün etrafında dönüyor. Gece uçuşu o dönemde, o teknolojiyle henüz yaygın bir şey değil. Riviéra, büyük bir kararlılık ve hırsla, tüm tehlikelere ve tüm bilinmezliklere rağmen gece uçuşlarını aksatmadan sürdürmek için uğraşan deneyimli bir müdür. Amacı daima biraz daha fazla ilerlemek ve insanlık için önemli olan bir adımı, risklerini göze alarak atmak. Kitabın André Gide tarafından yazılmış önsözünde şöyle bir cümle var:
« Bir insanın mutluluğu özgürlüğünde değil, bir görevi kabullenişindedir. » 

André Gide‘in birkaç sayfalık önsözü ışığında, kitabın zaafları tolere etmeyen, sert yapılı Riviéra karakteri üzerinden şu soruyu sorduğunu fark ediyoruz: “Huzur bir görevin tehlikeli de olsa yerine getirilmesiyle mi, yoksa tehlikeli görevlerden kaçınarak mı elde edilir?”

Burada tehlikeye atılmak, salt cesaretle ilişkilendirilmemeli. Aksine mantıksal bir yaklaşım, bir hayat felsefesi olarak görülmeli. Yapılması gerekeni yapmaktan başka bir çare yoksa, onu yapmak gerekir. Kendisi de bir uçak seferinde yere çakılarak dört gün çölde yaşam mücadelesi vermiş bir havacı olan Exupéry, salt cesaretin bir görevi kararlılıkla yerine getirmek için yeterli olmadığını biliyor.

« … Ama beni her zaman şaşırtan şeyin ne olduğunu da anlamıştım: Platon’un cesareti neden erdemlerin en sonuncusu saydığını. Bu pek de hoş olmayan duyguların bir birleşimi : biraz kızgınlık, biraz kendini beğenmişlik, hayli inatçılık, bayağı bir spor heyecanı. Hiçbir ilişkisi olmasa da fiziksel gücün coşkusu. O zaman ellerini göğsünde kavuşturur ve rahat bir nefes alırsın. Bu daha muazzam bir duygudur. Gece olduğunda ise üstüne büyük bir salaklık yapmışsın hissi eklenir. Tek özelliği cesaret olan adama bir daha asla güvenmeyeceğim. »

Kitap, 1933 yılında Clarence Brown yönetmenliğinde sinemaya uyarlanıyor. Kadrosu tam bir yıldızlar geçidi, kim yok ki. John Barrymore (Riviére), Lionel Barrymore (Robineau), Clark Gable (Jules Fabian), Helen Hayes (Madame Fabian), Robert Montgomery (Pellerin).

Ne yazık ki, yıldız kadrosuna rağmen çok başarılı bir film değil. Yazar Exupéry de uyarlamayı beğenmediğini açıkça belirterek film haklarını yenilemeyi reddediyor. Dolayısıyla 10 yıllık sürenin ardından film telif haklarına takılıp gösterimden kaldırılıyor.

Filmle kitap arasında bazı değişiklikler var. Filme eklemeler yapılmış. Mesela posta uçaklarının gece uçmasının ne kadar kritik olduğunu vurgulamak amacıyla, filmin başına hasta bir çocuk konmuş. Çocuğun ihtiyacı olan ilacın Buenos Aires’ten 24 saat içinde gelmemesi durumunda çocuğun öleceği gibi dramatik bir ayrıntı eklenmiş.

Eski filmlere çok ilgim yok, bir parça sıkılıyorum. Dramatik sahnelerde konan o nostaljik müzik, kadınlardaki fabrikasyon saç modelleri, ince kaşlar, erkeklerdeki takım elbiseler, siyah beyaz görüntü beni çok etkilemiyor. Bu film de bol bol klişe sunmuş izleyicisine. Tek bir açıdan filmi ilginç buldum. O zamanki uçak teknolojisini o zamanki film teknolojisiyle anlatmış. Hiç de fena olmamış bence. Üstü açık uçakta, arkasındaki adamla not defterine yazıp verdiği notlar aracılığıyla konuşan pilotları izlemek bir parça komik olmakla birlikte keyifliydi. 

Riviéra ve Robineau karakterlerinin iyi yansıtıldığını düşünüyorum. Bu arada John Barrymore ve Lionel Barrymore‘un ünlü Barrymore ailesine mensup iki oyuncu kardeş olduğunu belirtelim. Birlikte oynadıkları başka filmler de var. Drew Barrymore da bu aileye mensup. John Barrymore‘un torunu (üçüncü evliliğinden doğan oğlunun dördüncü evliliğinden doğan kızı). 

Clark Gable, filmin oyuncuları arasında beni en çok heyecanlandıran isim oldu. Kendisi hikayenin kilit adamını oynasa da neredeyse hiç konuşmuyor. Sadece pilot şapkası ve gözlüğünü takıp mimik yapıyor. Bu da Clark Gable hayranları için biraz hayal kırıklığı bence. Gable, bu filmde yapımcı David O. Selznick ile ilk kez çalışıyor. Daha sonra meşhur Gone With The Wind film uyarlaması ile tekrar bir araya geliyorlar.

Şiddetle tavsiye etmesem de, filmi izleyebilir ve kitabı okuyabilirsiniz. Yalnız Exupéry‘nin biyografisini incelemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

İyi okumalar/izlemeler.