27 Ocak 2022 Perşembe

Film: İki Şafak Arasında (2021)


İki Şafak Arasında, özetle iş kazasını konu alan, çarpıcı bir film. 1990 doğumlu yönetmen Selman Nacar'ın ilk uzun metrajlı filmi, bu bakımdan çok kıymetli. Ayrıca Mücahit Koçak, Nezaket Erden, Bedir Bedir ve Burcu Gölgedar gibi nefis oyuncularla benim yeni tanışmamı sağlayan film oldu.

İş kazaları, tıpkı kadın cinayetleri ve homofobi gibi, bizim jenerasyonun yakından tanık olduğu, adaletin yerini bulması için artık şart olan sosyal medya baskısı oluşturma mücadelesinde bizzat rol aldığı, dolayısıyla oturduğu yerden bile olsa kendini mücadelenin bir parçası gibi hissettiği güncel bir mesele. Yine bizim jenerasyondan bir yönetmen olan Selman Nacar sahneye çıkıp bu meseleyle ilgili kendini müthiş bir şekilde ifade ediyor. Filmin sonunda yer alan söyleşiyi dinlerseniz; filmini çekerken sinemanın ona sunduğu bütün imkanları, lafını daha net söyleyebilmesi için titizlikle bir araca dönüştürdüğünü fark edeceksiniz.

İzleyiciyi, filme gerçekçi bir ton veren plan sekanslarla neredeyse filmin içine yerleştirip karakterlerin hissettiklerini hissetmelerini, yaşadıklarını yaşamalarını, hikayenin içine gitmelerini, gerekirse karakterlerle birlikte şaşırıp hezeyana uğramalarını sağlıyor.

Kameranın, karakterin iç ritmine göre hareket ettiğini söylüyor Nacar. Aslında seyirciye bir deneyim yaşatmak istiyor. Bir günün sabahından, ertesi sabaha kadar olan sürece tanıklık ettiriyor. Ortada bir suç var, ona tanık oluyoruz, vicdanlarımız, ahlakımız, etik anlayışımız devreye giriyor.  

Karmaşık durumların içinde karakterlerle birlikte yürüyoruz. İşini çözüp geçmenin derdinde olan avukatın tarafında olmak da, müşteriye iş yetiştirme derdinde olan patronun tarafında olmak da bizim elimizde aslında. Şuradan bakmalısınız demeyen, nereden bakacağınızı size bırakan, objektif bir bakış açısıyla anlatıyor derdini. Yönetici sınıfında olmasına rağmen o güne kadar adalet-ahlak anlayışı hiç sınanmamış olan, film ilerledikçe bu alandaki ilk büyük sınavını veren Kadir'in hemen yanı başında, biz de bir sınava zorlanıyoruz gibi oluyor. Tek taraflı düşünmemize izin vermiyor Nacar. Doğrudan "işçinin ölümüne sebebiyet veren işverenler en ağır cezaya çarptırılmalı" gibi bir çıkarım yapamamanız için önünüze engeller çıkarıp duruyor. Hangimiz gün içinde işi yetiştirmeyi her şeyin önüne koymuyoruz, hangimiz o baskıyı bilmiyoruz ki? Yarın bir gün biz yönetici pozisyonundayken böyle bir olayla karşılaşırsak nasıl bir adım atabileceğimizle ilgileniyor film daha çok; oturduğumuz yerden ahlaki seçimler yapmamızdan ziyade.

Filmde sırıtan, neden bu böyle dediğim tek şey sanırım lokumcu kadının gereksiz ısrarıydı. Fatma'daki Kadriye; Gülçin Kültür Şahin bu filmde kısacık bir role sahip. Bana böyle sahneler nedense şöyle düşündürür hep: "Çıkış yapmış bir oyuncuyu 3 dakikalığına filmimde mi oynatıyorum, o zaman bırakayım da doğaçlama bir şeyler yapsın gitsin." Eminim bu kadar yüzeysel değildir, okumamızı istediği bir mesaj falan vermiştir tabi :) Ben o mesajı alamadım, o ayrı.

Şu anda Mubi'den izleyebileceğiniz, 1.5 saatlik iddialı bir film.

13 Ocak 2022 Perşembe

Film: Deux jours, une nuit (2014)


Dardenne kardeşlerin yönettiği Belçika yapımı film. Başrollerde Marion Cotillard ve Fabrizio Rongione var. Bir meseleye çok karakter üzerinden bakan filmlerin gerçek zamanlı sürükleyiciliğine sahip.

Bir firmada çalışan Sandra depresyon teşhisiyle bir süre işe gidemiyor. Tedavisi sırasında onun yaptığı işi, 16 iş arkadaşı kendi aralarında bölüşüyorlar. Aynı işin 16 kişi tarafından da yapılabildiğini gören patron Monsieur Dumont çalışanlara şöyle bir seçenek sunuyor: Hastalık izni bittiğinde Sandra geri gelsin ya da her birinize 1000 Euro prim ödeyelim ve onun ekstra işini siz yapmaya devam edin. İş yerinde bir oylama yapılıyor ve 16 kişinin 14'ü primi tercih ediyor. Sandra'ya oy veren 2 kişiden biri olan Juliette, Sandra'yı alıp patronun yanına gidiyor ve Pazartesi sabahı yeni bir oylama yapılmasını kabul ettiriyor. Sandra'nın kendi aleyhinde oy veren 14 kişiyi ikna etmek için 2 gün 1 gecesi var. Tek tek tüm iş arkadaşlarının numarasını ve adresini bularak işe koyuluyor.

Mecazi anlamda bir tür yol hikayesi. Yıllardır tanıdığı insanların gerçek karakterini gördüğü, kendisinin de pek çok kez mental breakdown yaşadığı bir yol, serüven gibi. Bir hedef var, ona ulaşmak için varını yoğunu ortaya koyması gereken bir kahraman var. Kahramanın hedefe ulaşmasına yardım edenler (lehine oy vermeyi kabul eden 8 kişi), önünde engel olarak duranlar (prime oy veren 8 kişi) var. Greimas'ın eyleyenler modeline cuk oturan unsurlar bunlar. Çogu masalın, fantastik kitabın da olay örgüsü ayrıca. Dolayısıyla yapısı itibariyle ilerlemesi gerektiği gibi ilerleyen bir film. Filmi gerçekçi hale getiren bir unsur bu. Temposu da gerçekçiliğini güçlendiriyor; bazen Sandra'nın yalnızkenki halini, bazen Manu ile diyaloglarını, sabah çocukların yatağını toplamasını, baştan sona görüşmelerin tüm detaylarını izliyoruz. Ben gerçekçiyim bakın diye bağıran bir film kısaca.

14 kişiyi 1000 Euro'dan vazgeçirip kendisine oy vermeye ikna etmek gibi zor bir görevi yerine getirmesi gereken kişi, depresyon tedavisi henüz sonlanmış, hala vaktinin çoğunu uyuyarak geçiren, sabahları giyinmiş olmak için giyinen, haplarını artık almaması gerektiği halde almaya devam eden zayıf bir karakter. Bu da izlerken insanı feci boğuyor. Kendini dış dünyadan soyutlamış bir kişi için ikna etmek, özellikle, dünyanın en zor işidir. Bolca iletişim, temas, sosyal beceri, doğru argümantasyon, vs. gerektirir. Her şeyden önce Sandra özelinde bir mücadele izliyoruz. Başarıp başarmaması kadar, denemesi de bizim için önemli hale geliyor. Hatta öyle ki denemesi Sandra'dan istediğimiz  tek şey oluyor. Aldığı her olumsuz yanıtta içine kapanan, erkenden geceliğini giyip uykuya çekilen, arabanın ön koltuğunda sağına dönüp uyuyan bir karakterimiz var. Her düştüğünde kocası Manu yardıma koşuyor. Görüşmeler üst üste kötü gittiğinde, nihayet içten bir olumlu yanıt alması Sandra'ya tekrar güç veriyor, vs. İnişli çıkışlı bir yolda, en kırılgan haliyle yürümek için kocaman bir mücadele veriyor.

İnsanların 1000 Euro'yu kaybetme fikrine verdiği 14 farklı tepki gösterilmiş, filmin en keyifli özelliği bu belgeseli andıran görüşmeler olmuş. Sandra'nın oy istediği ve karşı tarafın kabul ya da reddettiği  bir sürü sahne var. Sahnelerde her iki karakterin de yüz ifadesini görüyoruz, "karşılıklı" olma hali önemsenmiş belli ki. 1000 Euro mevzusunun sadece Sandra'da değil, diğer karakterlerden sebep olduğu duyguları da görmemiz istenmiş. Her biri bir miktar duygu, katarsis, bazen şiddet, bazen cesaret, bazen acıma içeren sahneler. Yeri geliyor, reddedenler de empati kuruyoruz. Kendisinden bir iyilik istendiğinde insanların düştüğü hali görmek bazen umut veriyor, bazen içinizi bunaltıyor. Bir kişi "patron neden 16 kişi yapabileceğimiz işe seni alsın ki" diye Sandra'yı manipule etmeye çalışırken bir kişi 1000 Euro'dan vazgeçirmek için kocasını ikna etmeye çalışırken ilişkisiyle ilgili uyanış yaşayıp boşanma kararı alıyor, başka bir kişi iyi ki geldin sana oy vermediğim için çok pişmandım diye ağlamaya başlayıp Sandra'ya sarılıyor, vs. Sandra'nın Manu ve Juliette ile çıktığı yol zamanla ona oy verenlerin de dahil olduğu toplu bir mücadeleye dönüşüyor ve bu, Sandra'nın yalnızlık ve izolasyon hissini ortadan kaldırıp ona kendini güçlü hissettiriyor.

Nihayet oy günü geldiğinde Sandra, kendisi aleyhinde milleti kışkırtan Jean-Marc ile yüzleşiyor. İki gündür en büyük düşmanı olarak gördüğü bu adamın yüzleşirkenki korkak tavrı Sandra'ya film boyunca ilk kez kendini güçlü hissettiriyor. Oylar yarı yarıya kaldığı için Sandra işe geri dönemiyor. M. Dumont mücadelesinden etkilenerek ona sözleşme süreleri dolduğunda başka birisinin sözleşmesini yenilemeyerek sayıyı yine 16'da tutabileceklerini söylüyor ve işte kalmasını teklif ediyor. Sandra reddedip çıktığında Manu'yu arıyor ve yüzü gülerek söyle diyor: İyi mücadele ettik, mutluyum. Sandra'nın ilk kez mutlu hissettiği noktada bizim de göğsümüzdeki ağırlık kalkıyor. Yenilgi alınan savaştan mutlu ayrılıyoruz. Mühim olanın galibiyet değil mücadele olduğunu, umut olduğunu güzel güzel anlatıyor film. Yalnız değilsiniz, birleşin, mücadele edin, yüzleşin, her zaman seçme şansınız var vs. vs. diyor kısaca.

Dardenne Kardeşlerin belgesel üslubuna sahip toplumcu gerçekçi filmini izlediğinizde, bu kadar çok şeyi 1,5 saate nasıl sığdırdıklarına siz de şaşıracaksınız.

12 Ocak 2022 Çarşamba

Kitaptan Filme: La Cérémonie (1995)


Claude Chabrol'ün 1995 yapımı filmi. Ruth Rendell'ın 1977'de yayınlanan A Judgment In Stone kitabından uyarlanır. Lelièvre ailesinin yardımcı olarak işe aldığı Sophie Bonhomme, baş karakterimiz, ikonik ifadesiz yüzü, soğukluğu, verdiği kısa yanıtlar ile dikkat çeker. Kitaptaki karakter (Eunice) bire bir uyarlanmış bence, çok başarılı buldum. Bu tuhaflığının altında yatan sebep filme kıyasla kitapta daha net şekilde açıklanmış. Oraya geliriz.
 
Lelièvre ailesi Catherine, Georges, Catherine'in önceki evliliğinden oğlu Giles ve Georges'un önceki evliliğinden kızı Melinda'dan oluşan, 4 kişilik çekirdek bir upper-middle class aile. Catherine'in resim galerisi var; Giles tam bir sanat düşkünü, Melinda son derece bilinçli, bağımsız, kültürlü bir kızcağız, Georges da tam olarak ne iş yaptığını anlayamadığım -iş adamı olabilir- bir elit (üslubu, giyimi, kuşamı yerinde). Bu dördü, nedendir bilinmez, şehirde değil de taşrada, devasa bir evde yaşamayı tercih ediyor. Catherine artık ev işlerine tek başına yetişemediği için bir yardımcı almaya karar veriyor (son derece makul). Film, Catherine ve Sophie'nin mülakat sahnesiyle başlıyor. 
 
Catherine son derece düzgün çalışma şartlarını sıralayan, biraz havalı, ama pek de rahatsız edici olmayan, dışa dönük bir portre çizerken Sophie verdiği kısa yanıtlarla ve bazen alakasız tepkileriyle, içedönük, ama onun da ötesinde bir şeyleri tuhaf olan, hafiften izleyicinin antipatisini kazanmaya başlayan bir karakter izlenimi bırakıyor. İzleyici antipatisini içine atarak burada şöyle düşünüyor muhtemelen: Upper-middle class karşısında yeterince ezilmiş, onlara soğuk davranmakta haklı bir emekçi kardeşimiz. Fakat mülakat ilerledikçe tuhaf bir durum oluşuyor. Catherine bir şekilde Sophie'nin etkisi altına girmiş gibi; işi kabul etmesi için ısrar eden bir tona bürünüyor. Sophie ise herhangi bir yumuşama, yakınlaşma belirtisi göstermeden mülakata devam ediyor. 

Sophie işi kabul edip geliyor, ev kendisine gezdirildikten sonra odasına dinlenmeye çekiliyor. Lelièvre'lerin eski televizyonunu hipnotize olmuş gibi izlemeye başlıyor. Televizyon, o ana kadar Sophie'nin önem veriyormuş gibi göründüğü tek şey. Gel zaman git zaman, Sophie'nin taşrada tek başına sıkılabileceğini düşünen aile, isterse Catherine'in arabasını alıp sağa sola gidebileceğini bildiriyor. Ancak Sophie ehliyeti olmadığını, çünkü gözlerinin iyi görmediğini söylüyor. Bu zamana kadarki tüm tuhaflıklarının sebebini keşfettiklerini sanan aile Sophie'yi şehre, göz doktoruna götürüyor. Karakterimizin basit bir "ezilen emekçi kardeşimiz" olmadığını, işin içinde daha şeytani bir şeyler döndüğünü anlamaya başlıyoruz. Zira muayeneye giriyormuş gibi yaptıktan sonra hızla çıkıp bir büfeye gidiyor, kendisine güneş gözlüğü ve çikolata alıyor, parasını öderken zorlanıyor. Derken baş kahramanımızın dislektik olduğunu fark ediyoruz. Okuma yazma bilmiyor. Tüm bu uzak duruşunun, kaçışının, soğukluğunun sebebini böylece anlamış oluyoruz. Günümüz dünyasında büyük ayıp olarak karşılanacak bu eksikliğini saklayabilmek için tüm dünyayla arasına mesafe koymuş bir karakter söz konusu. Kendince seçtiği bu savunma mekanizması nedeniyle karakterimiz tam bir "yabani". Bu durum kitapta oldukça detaylı tasvir edilmiş. Kitapta işin içine Dünya Savaşı da giriyor. Çocukluğu savaşa denk geldiği için ailesinden koparılıp başka ülkeye gönderilmiş, orada üvey aile ile okula gönderilmiş, uyum sorunu yaşamış, geri dönmüş, vs. Okuma yazma bilmemesinin altında travmatik sebepler var. Böyle geçen bir çocuklukta okulda başarı gösteremiyor, yargılanmamak/ayıplanmamak için kendini herkesten, her şeyden, her türlü yakınlıktan soyutluyor. Filmdeki Sophie'nin başlangıçtaki mülakat sahnesinde sezdiğimiz tuhaflığı, uzaklığı bu durumdan kaynaklanıyor.

Derken Sophie, postanede çalışan Jeanne ile yakınlaşmaya başlıyor. Sophie'nin aksine çok konuşan, çok eğlenen, okumayı seven, hiçbir savunma mekanizması yokmuş gibi duran bir karakter. Televizyondan sonra Sophie'nin yakınlık kurduğunu gördüğümüz ikinci unsur Jeanne oluyor. Sophie, Jeanne'ın yargılamayan, kendi halindeki çılgınlığını savunma mekanizmasına bir tehdit olarak görmüyor. Ayrıca Jeanne'ın Lelièvre'lere karşı takındığı eleştirel (hatta kıskanç, dedikoducu) tavır Sophie'nin bir şekilde dikkatini çekiyor. Göz doktoruna götürme, notlar bırakma gibi huyları nedeniyle yavaştan tehdit olarak gördüğü işverenlerine içten içe beslediği negatif duyguların yüzeye çıkmasını sağlıyor Jeanne. Lelièvre'ler tatile çıktığında, Jeanne'ın eve girip Catherine'in gardrobuna varana kadar her yeri kurcalamasından gram rahatsız olmuyor mesela. Aksine, teşvik eder gibi, hevesli bir suç ortaklığı gözlemliyoruz. Derken Jeanne, Sophie'nin tek arkadaşı oluyor. Sophie akşamları Jeanne'ı Lelièvre'lerin onayını almadan eve sokuyor, televizyon izliyorlar. Jeanne Sophie'yi kilisedeki gönüllü işlere ortak ediyor, beraber kullanılmış giysi ayıklıyorlar, vs. Jeanne Sophie'nin okuma yazma bilmediğini öğreniyor, bundan herhangi bir şekilde etkilenmiyor, arkadaşlıkları devam ediyor. Fazlaca yakın bir ilişkileri var, acaba bir noktada cinsel gerilim yaşayacaklar mı diye merak ediyorsunuz. Filmde buna dair herhangi bir gönderme yok. Kitapta ise direkt olarak aralarında lezbiyen ilişki olmadığı belirtilmiş. Sophie'nin cinsiyetsiz olduğundan, savunma mekanizmasının sağlamlığı nedeniyle cinsel dürtülerinin de tamamen körelmiş olduğundan falan bahsediliyor (biraz abartı sanki).

İlk verdiği izlenimle emekçi bir kardeşimiz olduğunu düşündüğümüz, daha sonra anlaşılabilir gerekçelerle yabani olduğunu fark ettiğimiz Sophie'nin şeytani yönü ise Jeanne'ın evinde geçen itiraf sahnesi ile ortaya çıkıyor. Sophie'nin geçmişinde engelli babasını öldürdüğünü, Jeanne'ın ise kendi çocuğunun ölümüne sebep olduğunu öğreniyoruz. İkisi itiraflarını "kanıt yok" şeklinde belirsizce geçiştirip kahkahalarla gülerek birbirlerine sarılıyorlar. Empatiyi tamamen yok eden, filmin en korkutucu sahnesi oluyor. 
 
Burada bir parantez açıp kitaba dönmek istiyorum. Kitapta Jeanne karakterinin (Joan) çocuğu yok. O da dünya savaşı sırasında ailesinden kopup üvey aile yanında kalıyor. Onun kötülüğünü açıklayan herhangi bir gerekçe yok. Öz ailesinden sevgi, saygı görerek büyümüş. Üvey aile konusunda şansı yaver gitmiş. Buna rağmen üvey babasına tecavüz iftirası atmış. Evden kaçıp ülkesine geri dönmüş ama öz ailesine haber vermemiş. Evli bir adamla 5 yıl beraber yaşamış. Oldukça hareketli cinsel yaşamını gizleyerek Norman ismindeki kendi halinde adamla evlenmiş. Norman'ın belalı annesini viski ile ehlileştirmiş. Böyle bir manyak. Joan'un kiliseye yanaşması da tamamen kötücül hislerle gerçekleşiyor. Etrafında nefret ettiği, cezalandırılmasını istediği kişilere karşı Tanrı'yı bir araç olarak kullanıyor. Dul bir kadın olan Jacqueline (Catherine) ile evlendiği için George Coverdale'ın (Georges Lelièvre) Tanrı'dan belasını bulacağını falan söylüyor millete. Tekrar filme dönecek olursak; Jeanne'ın kilise ile ne alakası olduğunu anlamak biraz zor. Kilise için gönüllü olarak ikinci el kıyafetleri ayıkladıkları sahnede, diğer tipik gönüllülerden uzakta, bol kahkaha ve gürültü ile bu işi yaptıklarını görüyoruz. Jeanne, gelen en dandik kıyafetleri doğrudan çöpe gönderiyor, yalnızca işe yarayabilecek olanları bırakıyor. Burada aslında Jeanne'in iyiliği/kötülüğü arasındaki çizgi silikleştirilmiş. Tutunduğu tavır son derece makul, izleyene helal olsun dedirtecek cinsten. Kendisi de fakir olduğundan, fakirin halinden anlıyor ve onlar için sesini çıkarıyor falan diyorsunuz. Fakat yaşlıların evine gidip ikinci el kıyafetleri alırken takındığı saldırgan, alacı tutum bu sefer seyircinin empati hissini yok ediyor. İyice zıvanadan çıkan bir karakterimiz olduğunu düşünüyoruz. Zaten bu sahne artık filmin zirveye tırmandığı final sahnesinin habercisi gibi. Final sahnesi adı gibi, tam bir seremoni.

Sophie, Melinda'nın hamile olduğunu gizlice öğreniyor. Melinda da Sophie'nin okuma yazma bilmediğini. Mülayim Sophie'miz gerçek yüzünü gösteriyor, Melinda'ya şantaj yaparak kimseye bunu söylememesini istiyor. Derken Melinda olan biteni ailesine anlatıyor. Georges, Sophie'yi kovuyor. 1 hafta içinde evini boşaltmasını söylüyor. Bir akşam ailecek frak, döpiyes falan giyip televizyonun karşısına geçmiş opera izleyen Lelièvre ailesinin 4 üyesi, Sophie ve Jeanne tarafından Georges'un tüfeğiyle vurularak öldürülüyor.

Filmin sınıf çatışması ile derdi olduğu açık, ama konuya "zenginler kötüdür, fakirler iyi" gibi bir yerden bakmıyor. Kişiler iyi ya da kötü olabilir, sınıflar her zaman sorunludur diyor. Ezilenlerin kötü, ezenlerin iyi olduğu bir hikaye sunmuş. Ama cinayete yol açan şey bir şekilde sınıf çatışması. Bir tarafta "keşke bu akşam yiyecek bir şeylerimiz olsaydı" diyen kötü karakterimiz Jeanne, diğer tarafta evde Mozart izlemek için binlerce liralık kıyafetlerini giyen masum Lelièvre ailesi. Kendisine sunulan imkanlarla, doğduğu ortamla bulunduğu yere gelen Melinda'nın, bu imkanlara hiç sahip olmayan Sophie'ye "aa kursa gitsene" gibi bir yerden bakması Sophie'nin içindeki kötülüğü tetikleyip suçla sonlanan bir yola girmesine neden oluyor filme göre. Direkt "fakirler iyidir" demeyip seyircinin empati duygusuyla epey oynuyor. Başta sempati beslediğiniz kişilerin katile, mesafeli durduğunuz kişilerin ise kurbana dönüşmesi biraz çarpıyor. 

Son olarak kitapla ilgili bir şey söyleyip yazıyı sonlandıracağım. Filmde yavaştan başlayıp gittikçe hızlanan, cinayet ile de zirveye ulaşan bir tempo varken; kitap bunun tam tersi. Kitabın ilk cümlesi şöyle: Eunice Parchman killed the Coverdale family because she could not read or write. Kitap bunun gerekçeleri üzerine odaklanıyor daha çok. O yüzden bence önce filmi izleyip, sonra kafanızdaki "bunu neden böyle yaptı ki" sorularını yanıtlamak için kitaba göz gezdimek çok keyifli olacaktır.

4 Ocak 2022 Salı

2021 Favori Kitaplar

Yarınki Yüzün, Cilt 1: Ateş ve Mızrak

Javier Marías

Savaş donemi insanlara 'pervasızca konuşmak can yakar' diye bir kampanyayla konuşma ve bilgi paylaşma sansürü uygulanıyor. Bu sansür ve baskı beklendiği gibi ters tepiyor ve insanlar daha çok 'ben bir şeyler biliyorum' moduna giriyor. İngiliz hükümeti bu durumdan faydalanıp bilen, doğru yargılayan, gözlemleyen, detaycı insanları istihbarata alıp olası şüpheliler hakkındaki yargılarını öğreniyor. Şimdi zararsız olan bir kişinin yarınki yüzünü, yani hükümete karşı gelecekte taşıdığı potansiyel tehlikeyi bu insanlar sayesinde öngörmeye çalışıyorlar.

Çok ilginç bir kitap. Etkilediği husus konusu, karakterler, üslup falan değil. Sıra dışı bir güzelliği var. Başkahramanımız direkt "başkalarını yargılamak" gibi. Bu yıl okuduğum en iyi metin oldu. Kabaca, gelişmiş gözlem yeteneğine sahip bir adamın gizli istihbarattaki deneyimlerini anlatıyor. Ama konu kitabin çok az bir kısmını oluşturuyor gibi. Tarihi olaylar hakkındaki yorumlar, kişiler hakkındaki gözlemler ilk sayfadan son sayfaya kadar çok yoğun. Bu kadar çok sübjektif paragrafın toplandığı başka bir kurgu okuduğumu hatırlamıyorum. Kitap boyunca konu tam olarak neydi hissinden kurtulamıyorsunuz, Deza ve Wheeler'in kimi nasıl yargıladığına çok geniş yer verilmiş. Bir gazetecinin deneme kitabı olacakken kurgu olmuş gibi.

 

Mor Amber

Chimamanda Ngozi Adichie

Bu yıl canım kızlarla Afrika Edebiyatı'na giriş yaptık. Bir kültürü beraber keşfetmek, izlenim edinmek büyük keyif verdi. Okuduklarımız arasında sanırım hepimizi en çok yakalayan kitap Mor Amber oldu. Kambili'nin Nijerya'da, koyu Katolik ve diktatör bir babanın katı kurallarıyla ve şiddet uygulamalarıyla geçen çocukluğu anlatılmış. Okuduklarımız arasında zengin bir aileyi konu alan tek kitaptı. Diğer tüm kitaplar fakirlikle ve ilkellikle içimizi dağlarken, Mor Amber bizi Afrika'daki başka dramlarla üzdü. Zaten insan Afrika Edebiyatı'ndan acı ve keder dışında ne bekleyebilir ki?

 

Amber'de Dokuz Prens

Roger Zelazny

Baştan sona bilmece gibi, değişik bir üslup, ilginç bir kitap. Fantastik ama bir yandan çocuk kitabi gibi de. Her şey bam bam oluveriyor. Sanki protagonistimiz bir büyücüymüş gibi. Oysa bir büyücü değil, yalnızca elinde her şeyi istediği an oldurma gücü olan bir fantastik karakter. Öyle sakız gibi uzamıyor mevzular. Yenilmek de var ama bu, hikayenin sonu olmuyor. Hızlıca toparlanıp yeni bir maceraya atılıyorlar. 

Daha önce fantastik edebiyata karşı önyargılıydım. Lotr serisini birkaç kez okumaya çalıştım, yarıda kaldı. 2019 yılında bu kez İlyada'dan sonra Lotr serisini okumaya giriştiğimde bir anda kitabı çok sevdim. Farklı bir yerden bakmaya başladığım için, sevilecek bir sürü şey buldum sanırım. Lotr'dan sonra Zaman Çarkı'na başlayarak o dünyayla olan ilişkime devam ettim. Bu seri de benim için bir üçüncü seçenek olarak bir kenarda duracak. Canım fantastik çektiğinde serinin diğer kitaplarına devam etmek isterim.

 

Çocukluk

Tove Ditlevsen

Hiç hesapta yokken elime alıp tek solukta okudum. Birbiriyle konuşamayan anne-kızların mesafeli, merhametli, öfkeli ilişkisine dair yazınlar her zaman ilgimi çekiyor. Önceki yaşamında sen şakrak bir kadının evlilik ve fakirlikle mutsuzlaşarak somurtkan, ketum anne figürüne dönüşmesi çok yaygın bir tema. Kız çocuğun, annenin ara sıra beliren eski mutlu ve normal anlarını iple çeker hale gelmesi; o anlar bozulmasın diye tuhaf davranmamaya özen göstermesi, varlığını (anneye mutsuzluk veren negatif duyguların tümünü) hissettirmemek için elinden geleni yapması, anne tekrar mutsuz figüre dönüştüğünde bunun için kendini suçlaması; daha normal bir genç kız olsaydım annem hep mutlu olurdu hüznü vs... Kadına ve iletişimsizliğe dair müthiş çetrefilli konularla bir solukta yüzleşmiş oluyorsunuz. Öte yandan gerçek hayatla yüzleşme, bunları artık önemseyemeyecek kadar sorumluluk üstlenme... Mutsuz kadın figürüne dönüşme surecinin nasıl başladığının da sinyalini vermiş. Serinin diğer iki kitabını da merak ediyorum.


2022'de bolca kitap, film, uyarlama keşfetmeyi ve postlara dönmeyi umuyorum. Herkese iyi seneler.