Claude Chabrol'ün 1995 yapımı filmi. Ruth Rendell'ın 1977'de yayınlanan A Judgment In Stone kitabından uyarlanır. Lelièvre ailesinin yardımcı olarak işe aldığı Sophie Bonhomme, baş karakterimiz, ikonik ifadesiz yüzü, soğukluğu, verdiği kısa yanıtlar ile dikkat çeker. Kitaptaki karakter (Eunice) bire bir uyarlanmış bence, çok başarılı buldum. Bu tuhaflığının altında yatan sebep filme kıyasla kitapta daha net şekilde açıklanmış. Oraya geliriz.
Lelièvre ailesi Catherine, Georges, Catherine'in önceki evliliğinden oğlu Giles ve Georges'un önceki evliliğinden kızı Melinda'dan oluşan, 4 kişilik çekirdek bir upper-middle class aile. Catherine'in resim galerisi var; Giles tam bir sanat düşkünü, Melinda son derece bilinçli, bağımsız, kültürlü bir kızcağız, Georges da tam olarak ne iş yaptığını anlayamadığım -iş adamı olabilir- bir elit (üslubu, giyimi, kuşamı yerinde). Bu dördü, nedendir bilinmez, şehirde değil de taşrada, devasa bir evde yaşamayı tercih ediyor. Catherine artık ev işlerine tek başına yetişemediği için bir yardımcı almaya karar veriyor (son derece makul). Film, Catherine ve Sophie'nin mülakat sahnesiyle başlıyor.
Catherine son derece düzgün çalışma şartlarını sıralayan, biraz havalı, ama pek de rahatsız edici olmayan, dışa dönük bir portre çizerken Sophie verdiği kısa yanıtlarla ve bazen alakasız tepkileriyle, içedönük, ama onun da ötesinde bir şeyleri tuhaf olan, hafiften izleyicinin antipatisini kazanmaya başlayan bir karakter izlenimi bırakıyor. İzleyici antipatisini içine atarak burada şöyle düşünüyor muhtemelen: Upper-middle class karşısında yeterince ezilmiş, onlara soğuk davranmakta haklı bir emekçi kardeşimiz. Fakat mülakat ilerledikçe tuhaf bir durum oluşuyor. Catherine bir şekilde Sophie'nin etkisi altına girmiş gibi; işi kabul etmesi için ısrar eden bir tona bürünüyor. Sophie ise herhangi bir yumuşama, yakınlaşma belirtisi göstermeden mülakata devam ediyor.
Sophie işi kabul edip geliyor, ev kendisine gezdirildikten sonra odasına dinlenmeye çekiliyor. Lelièvre'lerin eski televizyonunu hipnotize olmuş gibi izlemeye başlıyor. Televizyon, o ana kadar Sophie'nin önem veriyormuş gibi göründüğü tek şey. Gel zaman git zaman, Sophie'nin taşrada tek başına sıkılabileceğini düşünen aile, isterse Catherine'in arabasını alıp sağa sola gidebileceğini bildiriyor. Ancak Sophie ehliyeti olmadığını, çünkü gözlerinin iyi görmediğini söylüyor. Bu zamana kadarki tüm tuhaflıklarının sebebini keşfettiklerini sanan aile Sophie'yi şehre, göz doktoruna götürüyor. Karakterimizin basit bir "ezilen emekçi kardeşimiz" olmadığını, işin içinde daha şeytani bir şeyler döndüğünü anlamaya başlıyoruz. Zira muayeneye giriyormuş gibi yaptıktan sonra hızla çıkıp bir büfeye gidiyor, kendisine güneş gözlüğü ve çikolata alıyor, parasını öderken zorlanıyor. Derken baş kahramanımızın dislektik olduğunu fark ediyoruz. Okuma yazma bilmiyor. Tüm bu uzak duruşunun, kaçışının, soğukluğunun sebebini böylece anlamış oluyoruz. Günümüz dünyasında büyük ayıp olarak karşılanacak bu eksikliğini saklayabilmek için tüm dünyayla arasına mesafe koymuş bir karakter söz konusu. Kendince seçtiği bu savunma mekanizması nedeniyle karakterimiz tam bir "yabani". Bu durum kitapta oldukça detaylı tasvir edilmiş. Kitapta işin içine Dünya Savaşı da giriyor. Çocukluğu savaşa denk geldiği için ailesinden koparılıp başka ülkeye gönderilmiş, orada üvey aile ile okula gönderilmiş, uyum sorunu yaşamış, geri dönmüş, vs. Okuma yazma bilmemesinin altında travmatik sebepler var. Böyle geçen bir çocuklukta okulda başarı gösteremiyor, yargılanmamak/ayıplanmamak için kendini herkesten, her şeyden, her türlü yakınlıktan soyutluyor. Filmdeki Sophie'nin başlangıçtaki mülakat sahnesinde sezdiğimiz tuhaflığı, uzaklığı bu durumdan kaynaklanıyor.
Derken Sophie, postanede çalışan Jeanne ile yakınlaşmaya başlıyor. Sophie'nin aksine çok konuşan, çok eğlenen, okumayı seven, hiçbir savunma mekanizması yokmuş gibi duran bir karakter. Televizyondan sonra Sophie'nin yakınlık kurduğunu gördüğümüz ikinci unsur Jeanne oluyor. Sophie, Jeanne'ın yargılamayan, kendi halindeki çılgınlığını savunma mekanizmasına bir tehdit olarak görmüyor. Ayrıca Jeanne'ın Lelièvre'lere karşı takındığı eleştirel (hatta kıskanç, dedikoducu) tavır Sophie'nin bir şekilde dikkatini çekiyor. Göz doktoruna götürme, notlar bırakma gibi huyları nedeniyle yavaştan tehdit olarak gördüğü işverenlerine içten içe beslediği negatif duyguların yüzeye çıkmasını sağlıyor Jeanne. Lelièvre'ler tatile çıktığında, Jeanne'ın eve girip Catherine'in gardrobuna varana kadar her yeri kurcalamasından gram rahatsız olmuyor mesela. Aksine, teşvik eder gibi, hevesli bir suç ortaklığı gözlemliyoruz. Derken Jeanne, Sophie'nin tek arkadaşı oluyor. Sophie akşamları Jeanne'ı Lelièvre'lerin onayını almadan eve sokuyor, televizyon izliyorlar. Jeanne Sophie'yi kilisedeki gönüllü işlere ortak ediyor, beraber kullanılmış giysi ayıklıyorlar, vs. Jeanne Sophie'nin okuma yazma bilmediğini öğreniyor, bundan herhangi bir şekilde etkilenmiyor, arkadaşlıkları devam ediyor. Fazlaca yakın bir ilişkileri var, acaba bir noktada cinsel gerilim yaşayacaklar mı diye merak ediyorsunuz. Filmde buna dair herhangi bir gönderme yok. Kitapta ise direkt olarak aralarında lezbiyen ilişki olmadığı belirtilmiş. Sophie'nin cinsiyetsiz olduğundan, savunma mekanizmasının sağlamlığı nedeniyle cinsel dürtülerinin de tamamen körelmiş olduğundan falan bahsediliyor (biraz abartı sanki).
İlk verdiği izlenimle emekçi bir kardeşimiz olduğunu düşündüğümüz, daha sonra anlaşılabilir gerekçelerle yabani olduğunu fark ettiğimiz Sophie'nin şeytani yönü ise Jeanne'ın evinde geçen itiraf sahnesi ile ortaya çıkıyor. Sophie'nin geçmişinde engelli babasını öldürdüğünü, Jeanne'ın ise kendi çocuğunun ölümüne sebep olduğunu öğreniyoruz. İkisi itiraflarını "kanıt yok" şeklinde belirsizce geçiştirip kahkahalarla gülerek birbirlerine sarılıyorlar. Empatiyi tamamen yok eden, filmin en korkutucu sahnesi oluyor.
Burada bir parantez açıp kitaba dönmek istiyorum. Kitapta Jeanne karakterinin (Joan) çocuğu yok. O da dünya savaşı sırasında ailesinden kopup üvey aile yanında kalıyor. Onun kötülüğünü açıklayan herhangi bir gerekçe yok. Öz ailesinden sevgi, saygı görerek büyümüş. Üvey aile konusunda şansı yaver gitmiş. Buna rağmen üvey babasına tecavüz iftirası atmış. Evden kaçıp ülkesine geri dönmüş ama öz ailesine haber vermemiş. Evli bir adamla 5 yıl beraber yaşamış. Oldukça hareketli cinsel yaşamını gizleyerek Norman ismindeki kendi halinde adamla evlenmiş. Norman'ın belalı annesini viski ile ehlileştirmiş. Böyle bir manyak. Joan'un kiliseye yanaşması da tamamen kötücül hislerle gerçekleşiyor. Etrafında nefret ettiği, cezalandırılmasını istediği kişilere karşı Tanrı'yı bir araç olarak kullanıyor. Dul bir kadın olan Jacqueline (Catherine) ile evlendiği için George Coverdale'ın (Georges Lelièvre) Tanrı'dan belasını bulacağını falan söylüyor millete. Tekrar filme dönecek olursak; Jeanne'ın kilise ile ne alakası olduğunu anlamak biraz zor. Kilise için gönüllü olarak ikinci el kıyafetleri ayıkladıkları sahnede, diğer tipik gönüllülerden uzakta, bol kahkaha ve gürültü ile bu işi yaptıklarını görüyoruz. Jeanne, gelen en dandik kıyafetleri doğrudan çöpe gönderiyor, yalnızca işe yarayabilecek olanları bırakıyor. Burada aslında Jeanne'in iyiliği/kötülüğü arasındaki çizgi silikleştirilmiş. Tutunduğu tavır son derece makul, izleyene helal olsun dedirtecek cinsten. Kendisi de fakir olduğundan, fakirin halinden anlıyor ve onlar için sesini çıkarıyor falan diyorsunuz. Fakat yaşlıların evine gidip ikinci el kıyafetleri alırken takındığı saldırgan, alacı tutum bu sefer seyircinin empati hissini yok ediyor. İyice zıvanadan çıkan bir karakterimiz olduğunu düşünüyoruz. Zaten bu sahne artık filmin zirveye tırmandığı final sahnesinin habercisi gibi. Final sahnesi adı gibi, tam bir seremoni.
Sophie, Melinda'nın hamile olduğunu gizlice öğreniyor. Melinda da Sophie'nin okuma yazma bilmediğini. Mülayim Sophie'miz gerçek yüzünü gösteriyor, Melinda'ya şantaj yaparak kimseye bunu söylememesini istiyor. Derken Melinda olan biteni ailesine anlatıyor. Georges, Sophie'yi kovuyor. 1 hafta içinde evini boşaltmasını söylüyor. Bir akşam ailecek frak, döpiyes falan giyip televizyonun karşısına geçmiş opera izleyen Lelièvre ailesinin 4 üyesi, Sophie ve Jeanne tarafından Georges'un tüfeğiyle vurularak öldürülüyor.
Filmin sınıf çatışması ile derdi olduğu açık, ama konuya "zenginler kötüdür, fakirler iyi" gibi bir yerden bakmıyor. Kişiler iyi ya da kötü olabilir, sınıflar her zaman sorunludur diyor. Ezilenlerin kötü, ezenlerin iyi olduğu bir hikaye sunmuş. Ama cinayete yol açan şey bir şekilde sınıf çatışması. Bir tarafta "keşke bu akşam yiyecek bir şeylerimiz olsaydı" diyen kötü karakterimiz Jeanne, diğer tarafta evde Mozart izlemek için binlerce liralık kıyafetlerini giyen masum Lelièvre ailesi. Kendisine sunulan imkanlarla, doğduğu ortamla bulunduğu yere gelen Melinda'nın, bu imkanlara hiç sahip olmayan Sophie'ye "aa kursa gitsene" gibi bir yerden bakması Sophie'nin içindeki kötülüğü tetikleyip suçla sonlanan bir yola girmesine neden oluyor filme göre. Direkt "fakirler iyidir" demeyip seyircinin empati duygusuyla epey oynuyor. Başta sempati beslediğiniz kişilerin katile, mesafeli durduğunuz kişilerin ise kurbana dönüşmesi biraz çarpıyor.
Son olarak kitapla ilgili bir şey söyleyip yazıyı sonlandıracağım. Filmde yavaştan başlayıp gittikçe hızlanan, cinayet ile de zirveye ulaşan bir tempo varken; kitap bunun tam tersi. Kitabın ilk cümlesi şöyle: Eunice Parchman killed the Coverdale family because she could not read or write. Kitap bunun gerekçeleri üzerine odaklanıyor daha çok. O yüzden bence önce filmi izleyip, sonra kafanızdaki "bunu neden böyle yaptı ki" sorularını yanıtlamak için kitaba göz gezdimek çok keyifli olacaktır.