30 Aralık 2022 Cuma

Kitap: T. Singer

Norveçli yazar Dag Solstad’ın 1999’da yayınlanan romanı. Bizde Deniz Canefe çevirisiyle 2021’de Jaguar’dan çıktı. Jaguar'dan ayrıca 2022’de Armand V. adlı bir romanı daha yayınlandı. YKY tarafından yayınlanan, tümü Banu Gürsaler Syvertsen tarafından çevrilen kitapları ise şöyle: Mahcubiyet ve Haysiyet (2018), Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı (2020), Profesör Andersen’in Gecesi (2021), On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap (2022). 2018'den beri yazarın kitapları yoğun şekilde dilimize kazandırılıyor, iyi de oluyor.

Kitap Singer’ın utanma probleminden bahsederek başlıyor. Aynı sayfada otuz dört yaşında olduğunu ve Notodden’e taşınmak üzere olduğunu öğreniyoruz. Ama karakterin aksiyonlarının kitapta o kadar da önemli olmadığını daha ilk andan anlıyoruz. Notodden’e taşınma meselesini bir kenara bırakıp Singer’ın bir çocukluk anısının aklına nasıl geldiğini ve o anın aklına gelmesiyle birlikte nasıl da utanç hissettiğini irdeliyoruz harıl harıl. Öncelikle bu girişle beni kazandı diyebilirim. Olay örgüsüne dalmadan önce yazar, karakter hakkında öyle bir şey anlatıyor ki, nasıl bir insanla karşı karşıya olduğumuzu daha ilk sayfalardan çözüyoruz bir bakıma.

Bu anıda Singer bir arkadaşıyla birlikteyken yapmacık kahkaha atıyor ve bu da amcası tarafından görülüyor. Yapmacıklığına tanık olunması onu aradan yıllar geçse de utandırmaya devam ediyor. Onun için önemli bir mesele belli ki. Yapmacıklık utanç verici olduğuna göre, demek ki doğrucu mahmut bir karakter ile karşı karşıyayız.

Bir başka utanç verici anısı da yakın arkadaşı K ile biraz daha uzak arkadaşı B’yi karıştırması, bir anlığına yalnızca yakın arkadaşına anlatmak isteyeceği bir şeyi B’ye anlatması. Aralarındaki mesafeyi yok sayıp teklifsiz bir yakınlık göstermesi, bu mahrem ana B’nin de tanık olması. Bu durum onu ölesiye utandırıyor. Öncelikle mesafenin kapanması, maskenin inmesi onun için dehşet verici şeyler. Diğer yandan yaptığı hatanın görülmesi de müthiş rahatsız ediyor karakterimizi.

Bu anıların ardından Singer’ın yaşından biraz bahsediyor yazarımız. Otuz dört yaşında olduğunu öğrendiğimiz karakterimizin o yaşına kadar ne yaptığını merak ettiğimizi bilen yazar, bize o ana kadarki yaşamından kesitler sunuyor, ancak bunu yaparken yine aksiyonlara değil kafasının içine odaklanıyor. Daha genç yaşlarındayken de yaşamın katılımcısı değil, gözlemcisi olduğunu öğreniyoruz. Edilgen bir genç adam olduğunu kendisi de biliyor. Bunun insanlar için iyi bir izlenim olmadığının farkında. İnsanların fikirlerini önemsemiyor.

Otuz yaşına kadar olan süreci dönemlik işlerde çalışıp biraz da okula giderek geçiriyor. Tarih, edebiyat ve sosyal antropoloji alanlarında dersler alıyor. Öğrenci olmayı seviyor ve bu hali sürdürmeyi hedefliyor, bu nedenle mezun olmak ilgisini çekmiyor. Derinlerde istediği şey yazmak, yazar olmak. Ama bu isteğinden en yakın arkadaşı Ingemann’ın bile haberi yok. Otuz bir yaşına geldiğinde hayatında aslında yedek bir planı olmadığını kendine itiraf ediyor, bu onu biraz amaçsız bırakmış olacak ki kütüphanecilik okuluna başlayıp kütüphaneci olarak sabit bir hayata geçmeyi kendisine hedef olarak belirliyor. Otuz dört yaşına geldiğinde bu okulu bitiriyor ve kütüphaneci olarak çalışmak üzere Notodden’e taşınıyor.

“Üç yıl sonra kütüphaneci eğitimini tamamladı. Şurada burada pek çok işe başvurdu ve ona teklif edilenlerden aklına ilk yatanı kabul etti. Bu Notodden Kütüphanesi’ndeydi. Böylece 1983 Temmuz’unun son günü, Güney Treni’Yle Hjuksebo’ye gitmek, oradan Notodden’e giden trene binmek için Vestbane İstasyonu’nda bekliyordu. Otuz dört yaşındaydı, yeni bir yaşama başlayacaktı. Hiçbir üzüntüsü ya da hayal kırıklığı yoktu çünkü neyse oydu; ama öte yandan böyle olduğu için, yeni bir yaşama başlayacağı için özel bir sevinç de duymuyordu.”

Otuz bir, otuz dört, otuz dokuz, kırk yedi, neredeyse elli… Yaşlardan sık sık bahsediyor yazar. Singer’in yaşamını yaş kesitlerine bölüyor. “O” dönemini bir olayla değil, bir mekanla değil, sayılarla dolayısıyla zamanla ilişkilendiriyor. Var oluşu zamanın yarattığını, zamanın da aktığını sık sık hissettiriyor. Yaptıkları değil, başına gelenler değil, akan zaman Singer’ın var oluşunun çekirdeğini oluşturuyor.

Notodden trenine bindiğinde, kendisini Notodden’deki Norsk Hydro’nun müdürü olarak tanıtan Adam Eyde ile tanışıyor. Şampanyalı bir toplantıdan döndüğü için evrak çantasında kadeh bulunan bu yabancı, başkahramanı Singer olan bu romanda en çok yer verilen ikinci kişi. Singer’ın karısından daha önemli bir yere sahip desek yeri. Tanışıklıkları bir günden kısa sürse de yazar, birlikte geçirdikleri vakte 30 sayfa yer ayırıyor. Adam Eyde’ın Notodden hakkındaki ideallerini uzun uzun dinliyoruz. Singer da ağzını açıp yorum yapmıyor üstelik, biz sadece adamın monoloğunu dinliyoruz. Singer’ın o güne kadar ve o günden sonra da etkilendiği tek kişi aslında. Büyük düşüncelere sahip, idealleri için çabalayan biri. Belki Singer’e yazar olmak istediği dönemki idealizmini hatırlattığı için bu kadar etkiliyor onu, bilemiyoruz sebebini.

Singer Notodden Kütüphanesi’ndeki yeni işine çabuk alışıyor, insanlara da kendini sevdiriyor üstelik. Kütüphane müdavimlerine karşı, yalnızca bir kez karşılaştığı insanlara özgü enerjik tavırlarını sergileyip popüler bile oluyor. Ancak insanlar kütüphaneye onun için gelir hale geldiğinde, bu enerjisi onu terk ediyor, insanlardan kaçmak için yine türlü numaralara başvuruyor.

“Singer’in politikaya özel bir ilgisi yoktu ama bunu elinden geldiğince gizliyordu. […] Politikanın önemli olduğunu anlayabiliyordu elbette; toplumun nasıl yönetileceğiyle ilgili olduğu için yeterince önemliydi, hepimizi toplumun biçimlendirdiğinden koşkusu yoktu Singer’in. Ama bunun kendisi için de geçerli olduğunu göremiyordu. Toplumsal sonuçlar onun en derinlerine ulaşmazdı. Yine de nadiren ulaşacak olurlarsa onlara karşı kayıtsız kalarak susturabiliyordu seslerini.”

“Tarihe karşı da benzer bir yaklaşımı bardı. İnsanın tarihsel bir varlık olduğunun tümüyle farkındaydı, yine de bunun kendisini temelden ilgilendirdiğini göremiyordu. Bu biraz dikkat çekici bir bakış açısı gibi görünebilir, çünkü politikanın tersine Singer tarihle yakından ilgileniyordu. Her zaman çok fazla tarih okumuş, insanın varoluşunu ilgilendiren belli bir olguyu anlamaya çalıştığında sık sık tarihe başvurmuştu. Ama kendisini tarihsel bir bağlama yerleştirmeyi başaramıyordu. Doğrusu ne toplumsal ne de tarihsel bir örnek sayılırdı.”

İnsanların iktidar ilişkisini biçimlendiren olaylar da, insanların geçmişteki eylemleri de Singer’i çok ilgilendirmiyor. Var oluşuna etkisi olan şeyler değil ikisi de. Var oluşunu zamanla ilişkilendirdiğini biliyorduk, toplumla ilişkilendirmeye yönelik bir çabası yokmuş gibi görünüyor. Olaylarla da o kadar ilgilenmediğini biliyoruz. Var oluşunu bir bütüne dönüştürmek, tamamlamak için çok düşünen, yazar olma hayalleri kurmuş olan (hayallerini gerçekleştiremese de) idealist karakterimizin olaylarla çok arası yok. Eyleme dökme konusunda edilgen. Var olanı gözlemlemek, analiz etmek daha çok ilgisini çekiyor.

“İki gün sonra bir şey oldu. Singer aşık olmuştu.”

Singer bir gün arkadaşıyla birlikte kütüphaneye gelen Merete’ye aşık oluyor. Evleniyorlar, birlikte yaşamaya başlıyorlar. Singer, Merete ve Merete’nin iki yaşındaki kızı Isabella’dan oluşan üç kişilik mutlu bir çekirdek aileye dönüşüyorlar.

“Singer bunları yaptı ama hiçbiri Singer için kolay değildi. Singer gibi bir adamın, kendisini ona sunan çıplak bir kadın karşısında çıplak bedeniyle ayakta durmasını içeren bu acımasız yakınlığa kendisini nasıl bırakabildiği pekala sorulabilir. […] Otuz dört yaşındaki kütüphanecinin içinde bunu yapmasına neden olan ne tür bir saat çalışmıştı? Ne yaptığının gayet farkında olarak doğruca bu kırılgan yakınlık alanına taşınmıştı. […] Bu Singer bizim tanıdığımız Singer’in güzelleştirilmiş bir versiyonu.”

K olduğunu sandığı için samimi ses tonunu B’ye sergilemekten on yıl sonra dahi aklına geldikçe utanan bir adamın, samimiyet alanında dolaşması anlaşılır değil elbette. Ama bir şekilde kendisini o pozisyona sokuyor. Varoluşunu Merete’yi hoşnut edecek şekilde biçimlendiriyor, onun için ehliyet alıyor, onun için yemekler pişiriyor, kızının güzel vakit geçirmesi için planlar yapıyor.

“Aşkın etkisi altında yaşadığı bu yaşamdan hoşnuttu. Buna bir de Notodden’e taşınma amacının, özlemini çektiği şeyin gerçekleşmesinin gizli hoşnutluğu ekleniyordu. Şimdi üç kişilik bir çekirdek ailenin, arabası evinin önünde sergilenen erkeği olarak Singer, Notodden’de tamamen gözlerden uzak bir yaşam sürüyordu. Amacı, kimsenin tanımadığı bir kütüphaneci olarak Notodden’e gelip burada gözlerden uzak yaşamak idiyse, şimdi bu şaşırtıcı gelişmelerle amacına tam ulaşmıştı. Burada kimse onu bulamazdı, tüm izleri silinmişti; bulmasını istemediği her kim varsa onun için ya da onlar için artık kaybolduğunu fark ediyordu derin bir hoşnutlukla.”

Derken büyünün yok olmasıyla birlikte Singer varoluşunu anlamlandırma savaşına geri dönüyor bir bakıma.

“Bu noktada ilişkinin sonraki iki yılda dikkat çekici ölçüde kötüleştiğini söylemekle yetineceğiz. Onlara birlikte geçirecekleri iki yıllık zaman verildiğini, iki yıllık bir rüya yaşadıklarını da söyleyelim. Ama Singer’in durumunda gördüğümüz gibi, bu ilişki Singer’e yapışmış gizli emeller, yan amaçlar içeriyor; onun bir ilişki, evet, bir evlilik örtüsü altında, gün yüzüne çıkanlardan çok daha başka projeleri ve tasarıları gerçekleştirmesini sağlıyordu.”

Artık odağını Merete’ye, yeni yaşamına, küçük kızlarına çevirirken eskisi gibi bir heyecan, hoşnutluk, tazelik hissetmediğini belli ediyor.

“aslında olur olmaz şeylere kafa yoran biri ve bu daha farklı; çünkü yanı başındaki yaşamın tadını çıkarmak yerine insanın kuşkular girdabına kapılıp içine kapanması demek oluyor. Böyle düşüncelerle boğuşmadığı, Merete ve Isabella’ya yakın olduğu zamanlarda bile, gündelik işlerde bir gölge gibi, üstelik de kendisinin gölgesi gibi görünüyor. Her zaman dostça davranıyor, onlar için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor ama bunu yapmak ona mutluluk vermiyor.”

Merete, hatalı sollama yapan bir araba nedeniyle öldüğünde 6,5 yaşındaki Isabella ve Singer baş başa kalıyorlar. Boşanma kararı aldıklarından kimseye bahsetmeyen Singer, Merete’nin ailesinin ısrarlarına rağmen Isabella’yı yetiştirme işini kendisi üstleniyor. Üstelik bunu yaparken Isabella’ya karşı özel bir sevgi beslemiyor. Tüm bu süreçte Isabella’dan daha çok düşündüğü tek bir şey var, Merete’yle ayrılma kararı almış olmaları. Bundan hiçkimseye bahsetmiyor, sebebini anlayamadığımız bir şekilde. Tüm kaygısı, bu gizemlerinin ortaya çıkması, insanların onu ayıplaması, Merete’nin ailesinin Isabella’yı derhal ondan çekip alması, vs. Bu kaygıların altında ezildiğini hissettiğinde Notodden’de daha fazla kalamayacaklarına karar veriyor, iş başvuruları yapmaya başlıyor. Oslo’da bir kütüphaneden kabul aldığında, Isabella’yla birlikte toplanıp Oslo’ya taşınıyorlar.

Bunca yıl değişmeyen, Singer’ın eski hayatından beri ona eşlik eden tek şey Ingemann oluyor. Singer’in Isabella’nın donukluğundan endişe ettiği dönemlerde ilaç gibi geliyor Ingemann. Bir şekilde Isabella ile bağ kurmanın yolunu bulup onu mutlu etmeyi başarıyor. Böylece Singer, kendisi başaramadığı, ancak olmasını istediği bir şeyin arkadaşı tarafından gerçekleştirilmiş olmasını memnuniyetle karşılıyor. Isabella’nın bu dönemi sona erdiğinde, Ingemann’ın artık Singer’in hayatında bir işlevi kalmadığında Singer arkadaşlıklarının sona erdiğini fark ediyor. Bunu beş sene sonra, kızlar yanlarındayken birden bire Ingemann’a söyler ve onu hayatından tümüyle çıkarıyor. Oslo’da edindiği çevreyi Notodden’e kaçarak, Notodden’de edindiği çevre ve aileyi de Oslo’ya geri kaçarak arkasında bırakan Singer, böylece hayattaki tek arkadaşı Ingemann’dan da kurtuluyor. Artık hayatında yalnızca Isabella var. Singer aslında oturup düşündüğünde kıza karşı bir bağlılık hissetmediği sonucuna varsa da gerçekte bazı anlar, Isabella’ya ne kadar bağlandığını güçlü bir şekilde hissediyor.

“bu sırada terbiyeli iki arkadaşına bezgin ve zafer dolu bir bakış fırlattı ve işte o anda Singer, Isabella’nın yedek ailesi ve bakcısı olarak yaşamının en parlak anlarından birini yaşadı. Sonunda kızın işine yaramıştı. […] Singer daha sonra kesinlikle anladı ki kendi varlığını silebilir, tanınmaz duruma getirebilirdi, yeter ki Isabella kendi gençlik dönemini normal yaşasın ve Singer’in de ona katılmasına izin versin.”

Varoluşçuluk deyince elbette akla gelen ilk karakter Meursault, onun kadar olmasa da absürd bir karakter Singer. Belirli konularda fikirleri var, okuma halini seviyor, öğrenmekle ilgileniyor. Öğrendiklerini eyleme geçirme konusunda hevesi yok. Kurduğu ilişkiler zaman zaman bağ ve sevgi içeriyor. Ancak organik bağın zayıflamasına neden olabilecek bir şeyle karşılaştığında (mesafe, iletişimsizlik, heyecansızlık, çıkar ilişkisinin sona ermesi) ilişkiyi sürdürme gereği duymuyor. İnsanlarla bağ kurmaya karşı özel bir ilgisi yok. 

Sizi karmaşık meseleleri düşünmeye zorlayan yönleri var kitabın. Örneğin, boşanmaya karar verdikleri halde Isabella'nın bakımını üstlenmesi neden? Sevgi veya bağ yüzünden yapmıyor bunu. Neden kızı anneanne ve dedesine emanet edip kendi yoluna bakmıyor? Bunun sebebi muhtemelen, Singer'in Merete ile evliyken sahip olduğu "gizli emeller, yan amaçlar". Dışarıya verdiği düşünceli üvey baba imajının kendisine büyük bir konfor alanı yaratacağının farkında. Hayatında Isabella olmasa, içten içe yeni bir hayat amacı arayışına girmesi gerekecek belki de. Oysa Isabella ile artık varoluşu dışarıdan bakınca "tam". Kimse onu dışa dönük olmaya zorlamayacak. Aksine, bu hüzünlü ikiliye insanlar belki de yaklaşmayacak, Singer dilediği yalnız hayatı burada sürdürebilecek bu sayede.

26 Aralık 2022 Pazartesi

Kısa Anime: Koca Kıçım ve Ben (2021)

Yelyzaveta Pysmak tarafından yönetilen, 10 dakikalık bir anime. 2021 Polonya yapımı. Beden algısı ile ilgili, müthiş tatlı çizimlere sahip bir film olmuş. Big brother is watching you, Sauron'un gözü, Dante'nin cenneti, Sailor Moon, Street Fighter (sanırım?) göndermeleriyle çok eğlenceli. 

Bir apartmanın pencerelerinin dışarıdan görünümüyle başlıyor, ortadaki pencereden yükselen çığlıkla hikayeye giriyoruz. Denediği pantolonun düğmeleri birbirine kavuşmayan kadının panik çığlığı. Kahramanımız bu deneyiminin üzerine tartıya çıkıp ŞİŞKO ibaresiyle karşılaşınca ipler kopuyor. Sıkı bir diyete giriyor. O kadar sıkı bir diyet ki, içtiği sodanın içindeki bir parça limon, midesinde yaşam savaşı veren kardeş organizmaları birbirine kırdırıyor. Azminin karşılığında istediği kiloya düşen kahramanımız bir gece şeytanın dürtmesiyle mutfağa girip buzdolabına karşı vicdanıyla sıkı bir savaşa giriyor. En zayıfladığı anda, tam da buzdolabına davranacakken bir incekıç meleği penceresine dayanıp ona bir çağrıda bulunuyor. Meleğin çağrısını kabul eden kahramanımız, melekle birlikte incekıç kraliyetine girip incekıçların cennetinde bir süre vakit geçirme fırsatı yakalıyor. Şezlongda güneş gözlüğünü takıp güneşlenen incekıçlar mı dersiniz, pilates dersinde senkronize hareket edenler mi. Kahramanımız atmosferden büyülenmiş vaziyette mutluluk sarhoşu olmuşken birden 6 incekıçın çaldığı borazanla irkilip kendine geliyor. Borazanı duyan bütün incekıçlar alanda toplanıyor ve bir anda secdeye kapanıyorlar. Bunca incekıçı yöneten o mukaddes güç de nesi diye merak eden kahramanımızın kafasını kaldırmasıyla Big Brother tartıyla karşılaşması bir oluyor. Birden o da diğer incekıçlar gibi tir tir titremeye ve secde etmeye başlıyor. Tartı, birdir. Aslolan tek şey tartıdır. O, sizi gören, ağzınıza ne attığınızı bilendir. Derken sırayla ölçüme giriyorlar. Kahramanımıza sıra geldiğinde korkuyla adımını tartıya atıyor, ibre biraz dans ediyor, seyirciye gergin anlar yaşatılıyor. ŞİŞKO DOMUZ YAVRUSU ibaresi beliriyor. Ölçümden alnının akıyla geçen tüm incekıçların öfkeli gözleri, yaşadıkları krallıktaki norma uymayan kahramanımıza yöneliyor. Tam da bütün kraliyet halkı kahramanımıza saldırıp onu sindirmeye hazırlanırken, antikahramanımız şişkokıç sahnede beliriyor ve kahramanımıza elini uzatıyor. Onu bu algının içinden çekip çıkarıyor bir bakıma. Bu yeni ittifakı gören sıska kaltakların tanrısı tartı duruma çok öfkeleniyor ve ikisini karşısına alıp onlarla savaşmaya başlıyor. Tartı, teke tekte ikisini de alıyor. Ancak antikahramanımız şişkokıçın kalan son gücüyle elini yeniden sıska kahramanımıza uzatması oyunun akibetini tamamen değiştiriyor. Bedeniyle barışan kahramanımız güçlenip ayağa kalarak zayıflar krallığına ve onun tanrısı olan tartıya karşı direnç göstermeye başlıyor. İşte o zaman gerçek kahramana dönüştüğünden, kahramanlara yaraşır bir kostüm de beliriyor üzerinde. Oyunun sonunda kahramanımız şişman bedeniyle bütünleşip tartıya büyük bir hezimet yaşatarak maçı kazanmayı biliyor. Kahramanımız ve şişko kıç eve dönüp aynanın karşısına geçtiklerinde birbirlerine sıkı sıkı sarılıyorlar. Vedalaştıktan sonra şişko kıç aynaya geri dönüp bizlere veda ediyor. 

Ne kadar da şeker bir hikaye. Gerçek dostumuzun tartı değil, aynadaki şişko olduğunu anlatıyor bir güzel. Siz yine kilo verin, ama incekıç krallığındaki kaltakların gazabından korunmak için değil, kendiniz için kilo verin demeyi de unutmuyor. Beden algısı üzerine daha çok şey izlesek, okusak keşke. 

20 Aralık 2022 Salı

Webtoon'dan Animeye: Lookism

Devam eden bir webtoon serisinin uyarlaması. Webtoon, 1985 doğumlu Koreli manhwa sanatçısı Taejun Pak tarafından yaratılıyor. Studio Mir tarafından animeye uyarlanarak Aralık 2022'de Netflix'te yayınlanmaya başlıyor. İlk sezonda toplam 8 bölüm yayınlanıyor, bölümler en fazla 30 dakikalık bir süreye sahip. Başladığınız gibi biten, tatlı bir seri. Bölümleri buradan, webtoon sayılarını da buradan inceleyebilirsiniz.

Fiziksel görünüşü nedeniyle lisede zorbalığa maruz kalan 16 yaşındaki Park Hyeong‑seok, annesinden naklini başka bir liseye aldırmasını istiyor. Tek başına oğlunu büyüten ve maddi durumu epey kötü olan annesi, başta bu isteği anlayamadığı için reddetse de, okula gelip Hyeong‑seok'un uğradığı zorbalığa bizzat tanık olduktan sonra şartlarını zorluyor ve oğlunu başka bir şehre, tek başına yaşamak ve okumak üzere gönderiyor. Karakterimizin dönüşümü bu noktada başlıyor. Annesinin karşılığı olmayan bu insanüstü çabası karşısında eğilip bükülen Hyeong‑seok, kendi içinde bir karar alarak kendini bir daha ezdirmeyeceğini, savaşacağını söylüyor. Ancak işler planladığı gibi gitmiyor. Şehre ayak basar basmaz başına bela alıyor, bu kez sosyal medyada yayılarak daha geniş bir kitleye rezil oluyor. Kendini eve kapatıp ağlamaktan yorgun düşüyor, uyuyakalıyor. Uyandığında kendisini atletik, yakışıklı, uzun ve sağlıklı başka bir bedenin içinde buluyor. Uyuduğunda geri, kendi bedenine dönüyor. Birkaç kez denedikten sonra bedenlerin sırrını çözüp hayatını iki bedenli şekilde sürdürmeye karar veriyor. Sağlıklı, dinç ve yakışıklı olan bedeniyle liseye giderken, kendi bedeniyle gece mesaisinde iş bulup iki bedenin masraflarını karşılayabilmek için para kazanmaya başlıyor. Aynı kişi olmasına rağmen insanların bu iki bedene nasıl farklı yaklaştığını izleyip perişan oluyoruz biz de tabi. Sağlıklı beden, bir yandan zorbalara karşı kendini savunup okulda gittikçe popülerleşirken diğer yandan lisedeki ezilenlerle dostluk kuruyor. Bir dakika, n'oluyor ya, hem yakışıklı hem kaslı hem popüler olmak ve aynı zamanda da ezilenlerle dostluk kurmak mümkün müymüş şeklinde uyanış yaşayan liseliler de böylece rehabilite oluyorlar. 

Çizimler müthiş sevimli. Karakterin kilolu hali hem mangada hem animede neredeyse aynı, ancak yakışıklı hali birbirinden çok farklı nedense. Manga haline sadık kalsalarmış keşke, o daha cool. 

Liselilerle dövüşürken sürekli bıdır bıdır durum değerlendirmesi yapan iç ses sayesinde karakterimiz neydi, ne oldu, ne yaşadı da değişti gibi sorularımızın yanıtlarını bir bir bulabiliyoruz.

Algıları, popüler çocuğun da iyi huylu olabileceği yönünde bükerken çirkin çocuk hakkında çok da bir şey söylemiyor. Çirkin çocuk kendisini "yanlış" hissetmeye devam ediyor, mekik çekip güçlenmeye çabalıyor, vs. Çoğu iyi şey yine yakışıklı olanın başına geliyor. Final sahnesinde yakışıklı olan çocuk prodüktörler tarafından fark edilirken şişman çocuk yine saf dışı bırakılıyor, vs. Bu noktada değişim yavaş yavaş mı gerçekleşecek acaba diye merak etmiyor değilim. Zaten dizi ucu açık bir şekilde bitiyor. Belki devam sezonu gelir. Bu kez belki şişman çocuğun kişisel gelişimini izleyebiliriz. Kim bilir? Zaman gösterecek.

19 Aralık 2022 Pazartesi

Makale: Walter Benjamin - Çevirmenin Görevi

Walter Benjamin'in kendi yaptığı Beaudelaire çevirilerine önsöz olarak yazdığı bir metin. İlk olarak Yazko dergisi için, Ahmet Cemal tarafından Almanca aslından Türkçeye çevriliyor. Bu, metnin kısaltılmış bir çevirisi. Ahmet Cemal daha sonra metnin tam halini çeviriyor. Çevirinin tamamını buradan görebilirsiniz. Metnin basılı haline Mehmet Rifat'ın Sel'den yayınlanan Çeviri Seçkisi II Çeviri(bilim) Nedir? kitabından ulaşabilirsiniz (sf. 25-35). Bu yazı aracılığıyla makaleyi çalışmayı, aslında söylediği şeyler hakkında kısaca notlar almayı istiyorum. Yapmak istediğim şeyle örtüştüğü için, Mehmet Rifat'ın makale başına eklediği, makalenin önemli kısımlarını vurgulayan kısa cümleleri buraya olduğu gibi aktaracağım. 

"Çeviri üstüne kurumsal düşünceleri büyük ölçüde etkilemiş, üzerinde çok tartışılmış, "kapalı anlatımı" ve "örtülü kanıtlama yoluyla" "muammalı bir otorite metin" durumuna gelmiş deneme. / Özgün metin ile çeviri metin arasındaki işlevdeşliğin saptanması: "Yazın yapıtının (sanat yapıtının) özü, iletmek ya da bildirmek değildir;" aynı şey yazın yapıtının çevirisi için de geçerlidir. / Çeviri, kuralları, yasaları özgün metinde aranacak bir "biçim"dir. / "Çeviriyi yöneten yasa, özgün yapıtın çevrilebilirliğinde yatar." / "Çeviri kaynağını özgün yapıtta bulur." / "Gerçek çeviri saydamdır, yapıtın aslını saklamaz, onun saçtığı ışığı kesmez" / Bu açıdan varış dili özgün metnin katkılarına açık olmalıdır. / Çeviri bir değişimdir; özgün yapıtı değişikliğe uğrattığı gibi, yabancı dil sayesinde anadilini de dönüştürür. / Bütün bunların temelinde de doğal dillerin ötesinde, "salt öz" olabilecek bir dilyetisine inanış ve bu dilyetisini arayış yatar. / Söz konusu ve benzeri varsayımlar doğrultusunda "çevirmenin görevini belirleyecek yoğun tartışmalar, örneklendirmeler, eğretilemeli açıklamalar, tarihsel dönemlere göndermeler, vb.

Makalenin ilk cümlesi şöyle: "Bir sanat yapıtının ya da sanat biçiminin izleyicilerini de göz önüne bulundurmak, o sanat yapıtının ya da sanat biçiminin bilinmesi açısından hiçbir zaman verimli olmaz." Sanat üretmek için insanın fiziksel varlığı gereklidir, ancak onun ilgisi şart değildir diyor; başka bir deyişle hiçbir eser "insanların ilgisi" şartıyla üretilmez. İnsanların fark etmemesi, sanatın varlığını geçersiz kılmaz.

"Özgün metni anlamayan okurlar için mi yapılır çeviri?" Sanat yapıtı çok az şey söyleyebilir, iletebilir. "Çünkü yazın yapıtının özü iletmek ya da bildirmek değildir." Çevirmen, bir yapıtın yazınsal değerini oluşturan şeyleri yansıtan kişidir, yansıtmak için kendisinin de yazması gerekir. Buna göre Benjamin'e göre kötü çeviri, yapıtın aslında üstlenmediği bir amacı (bir şeyler bildirmek, söylemek) yetersiz şekilde aktaran (yazınsal değeri aktarmadan yapılan aktarım) çeviridir.

"Çeviriyi yöneten yasa, özgün eserin çevrilebilirliğinde yatar." Özgün metnin yazınsal değeri işin özünü oluşturuyorsa, o halde o özün çevirisi yalnızca bir biçimdir. "Çevrilebilirlik niteliği, belli yapıtlara özleri gereği uygun düşer — bu, çevirinin bu yapıtların kendisi açısından çok önemli olduğu anlamına gelmez; burada belirtilmek istenen, özgün yapıtlara içkin belli bir anlamın, bu yapıtların çevrilebilir oluşunda dile geldiğidir." Her ne kadar çeviri, özün yanında herhangi bir önem taşımasa da, özgün metin ile yoğun bir bağlam ilişkisine sahiptir. Çeviri özgün metinden sonra gelir ve metnin sürekli olmasını sağlar. Dünya yazınının önemli yapıtları zaten yazıldıkları anda değil, süreklilikleri çerçevesinde belirlenir.

Bir sanat eserinin tarihini gözlemlemek, onun sürekliliğini saptamak için yeterlidir. Yazılmadan önceki koşulları, yazıldığı an gözlemlenebilir. Sonrası da varsa bu yapıt için ünden bahsedilebilir. "Salt iletişim olmanın ötesindeki çeviriler, belli bir yapıt sürdüregeldiği yaşamının ün evresine vardığında gerçekleştirilir. Bu nedenle, kötü çevirmenlerin kendi çalışmalarına ilişkin savlarının tersine, çevirilerin sanat yapıtına hizmet etmeleri değil, varlıklarını o yapıta borçlu olmaları söz konusudur. Çeviriler içersinde özgün yapıtın yaşamı, sürekli yenilenen, en son ve en kapsamlı gelişme sürecine ulaşır." Başka bir deyişle, çeviri özgün yapıtı yenileyerek geliştirir, böylece sürdürür. Özgün yapıt, çeviriler için varış noktası değil çıkış noktasıdır.

Benjamin'e göre yaşamın gidişatı yüksek düzeyde amaca uygunluk ilkesi (nedir bu yüksek amaç? bilemiyoruz, Benjamin'in diğer metinlerini incelemek gerekir) yerine getirildiğinde iyiye gider, başka bir deyişle gelişerek ilerleriz, gelişmek iyidir. Çeviri de özgün metni geliştiren bir yöne sahip olduğundan metnin gidişatını iyileştirir, Benjamin için iyi çevirinin şartı özgün olanı geliştirmesidir. "Çeviri sonunda diller arasında var olan iç ilişkinin anlatılması açısından amaca uygun olma niteliğini taşır. Çevirinin bu gizli ilişkinin kendisini açığa çıkarması ya da kurması olanaksızdır; buna karşılık çeviri ilkel ya da yoğun biçimde gerçekleştirme yoluyla bu ilişkiyi sergilemeyi başarabilir. Gösterilen, üstüne dikkatin çekildiği bir şeyin, o şeyi üretme girişimiyle betimlenmesi, yaşamda dilin dışında kalan alanlarda eşine hemen hiç rastlanmayacak bir betimleme biçimidir." Tüm çeviriler özünde bir bağlamı kavrayıp özgün metni kaynak alarak kendi dilinde yeni bir metin üretmektir diyor Benjamin buraya kadar. Sadece dil alanında karşılaşılan, dil üzerine yapılan çalışmaların bu kadar ilginç olmasının sebebi olan bir husustan bahsediyor; çeviri yolculuğu önce gösterileni kavramakla başlar, sonra bunun için uygun bir gösteren seçmek ve böylelikle ortaya bir gösterge çıkarmak.

Her şey iyiye doğru gitmeyi amaç edindiğine, gelişim sürekli olduğuna göre şöyle bir durum doğuyor çeviriyle ilgili: "Çeviriye gelince, eğer çeviri özü açısından özgün yapıtla benzerliği amaçlasaydı, o zaman çeviri diye bir şey olanaksızlaşırdı. Çünkü özgün yapıt, oluşturulma dönemini izleyen sonraki yaşamında değişime uğrar. Saptanmış sözler için de bir sonraki olgunluk dönemi söz konusudur. Bir yazarın yaşadığı dönemde onun yazın dilinin eğilimi olarak adlandırılan, daha sonra yitip gidebilir, onun yazın ürünlerine içkin olan eğilimler ise ilk kez bu sonraki dönemde belirginleşebilir. [...] yüzyılların akışı içersinde büyük yazın yapıtlarının ton ve anlamlarının tümüyle değişmelerine koşut olarak, çevirmenin anadili de değişimlere uğrar. Yazarın söylediklerini kendi sözcükleriyle sürdüren en büyük çevirinin yazgısı bile, bir yandan kendi dilinin gelişmesinin bir parçası olmak, öte yandan da bu dilin yenileşmesiyle birlikte eskiyip bir kenarda kalmaktır. Çeviri iki ölü dilin sağır denklemi olmaktan o denli uzaktır ki, tüm yazın biçimleri arasında yabancı dilin olgunlaşma süreciyle, kendi dilinin doğum sancılarını saptama görevi yalnız ve yalnız çeviriye düşer." Çeviri yalnızca özgün yapıtla o yapıtın dilini bilmeyen insanlar arasında bağlantı kurmaz. Aynı zamanda Yapıtın yazıldığı dönemle, okunduğu dönem arasında da bağlantı kurabilir. Dilin değişiminden kaynaklanan boşlukları doldurmak, yine uygun gösterenleri seçmek çevirmenin görevidir. "Diller gelişmelerini yaşamlarının sonuna dek böylece sürdürdüklerinde, yapıtların sonrasız yaşamıyla dillerin sürekli yenilenişi çeviri olgusuna kaynaklık eder; [...]"

"Ayrıca özgün yapıtın söz konusu düzeye bir bütün olarak, tüm öğeleriyle ulaşması da olanaksızdır. Özgün yapıtın çevirisi hiçbir zaman bu alana bir bütün olarak varamaz. Çeviri içersinde çevrilmesi olanaksız diye nitelendirmek, bu özün en iyi tanımlaması olur. Çünkü çeviriden istendiği kadar bildiri çıkarılıp, bu bildirilen çevrilsin, gerçek çevirmenin çabalarını yönelttiği bölüm her zaman dokunulamadan kalacaktır. Bu bölüm, özgün yapıtta yazarın ürünü olan sözcüklerin tersine, çevrilebilirlik niteliğini taşımaz; bunun nedeni ise içerik ile dil (biçim) arasındaki bağıntının özgün yapıtta ve bunun çevirisinde tümüyle başka olmasıdır. Özgün yapıtta içerik ve dil, örneğin yemişin etli bölümüyle kabuğu gibi belli bir bütün oluşturur; oysa çeviri dili, içeriği geniş kıvrımlı, bol bir kral giysisi gibi sarar. Çeviri için kullanılan dil, aynı dilin normal kullanımı ile karşılaştırıldığında daha yüksek bir düzeyi belirler, bundan ötürü de kendi içeriği ile uyumsuzluk gösterir, o içerik karşısında ezici bir güç sergileyip yabancı kalır. Bu kopukluk her türlü çeviriyi hem engeller, hem de gereksiz kılar." Özgün yapıtta yazarın yaptığı, gösteren ve gösterileni birlikte kullanarak inşa etmektir, oysa çeviride bu durum yukarıda belirttiğim şekilde tersine döner. Bu da çevirinin yapısı gereği hiçbir içerikle tam bir bütün oluşturamamasına, içeriğine yabancı kalmasına neden olur.

Çevirinin yapmaya çalıştığı şey içeriği tamamen sarıp sarmalayacak bir kılıf oluşturmak değil, çevrilen dilde bir yönelim saptamak, metni o yöne doğru anlamlı kılacak şekilde oluşturmaktır. "Çevirinin bu özelliği, onu yazın yapıtından kesinlikle ayırır; çünkü bu sonuncunun yönelimi hiçbir zaman dil niteliğiyle dile, onun bütünlüğüne değil, yalnızca ve doğrudan belli dilsel içerik bağlamlarına ilişkindir. Yazın yapıtının tersine, çeviri kendini dil ormanının içinde değil dışında, bu ormanın karşısında görür ve kendisi içeri girmeden özgün yapıtı çağırır. Çağırdığı bölge, amaçdildeki yankının yabancı dildeki bir yapıtın yankısını verebileceği tek bölgedir."

"Özgür çeviri salt dilin yararına olmak üzere kendi dilinde sınavdan geçer. Bir başka dilin güçlü etkisi altında olan bu salt dili kendi dilinde özgürlüğüne kavuşturmak, yapıt içersinde kapalı kalmış olan dili o yapıtı yeniden türetme yoluyla özgür kılmak çevirmenin görevini oluşturur. Çevirmen, bu salt dil için kendi dilinin çürük engellerini yıkar: Luther, Vöss, Hölderlin ve George, Alman dilinin sınırlarını genişletmişlerdir. Çeviri ile özgün yapıt arasındaki ilişki açısından anlamın taşıdığı önemi ise bir benzetme ile açıklayabiliriz. Teğet, çembere yalnızca bir noktasında belli belirsiz dokunur; daha sonra onun sonsuzluğa doğru düz bir çizgi izlemesini öngören yasayı dokunma noktası değil, dokunmanın kendisi saptar. Bunun gibi çeviri de özgün yapıta yalnızca çok kısa bir süre, anlamın sonsuz küçüklükte bir noktasında dokunur; bu dokunuşun ardından sadakat yasası gereğince ve dil devinimi özgürlüğü içersinde tümüyle kendine özgü yörüngeyi izler. Rudolf Pannwitz, bu özgürlüğün gerçek anlamını sözü edilen özgürlüğün adını etmeksizin ve gerekçesini vermeksizin, Avrupa Kültürünün Bunalımı (Krisis der europaeischen Kultur) adlı yapıtındaki açıklamalarında belirtmiştir. Goethe’nin Doğu-Batı Divanı (Westöstlicher Diwan) adlı yapıtına ilişkin noktalarındaki tümcelerin yanı sıra, Almanya’da çeviri kuramı üzerine yayımlanmış en etkin yapıt diye kolaylıkla nitelendirilebilecek olan bu açıklamalarda şöyle denilmektedir: «Bizim çevirilerimizin en iyileri bile yanlış bir ilkeyi çıkış noktası yapıyor. Tümü de Almanca’yı Hindu, Yunan, İngiliz dillerine dönüştürmek yerine, bu dilleri ‘Almancalaştırmak’ çabasındalar. Bizim çevirmenlerimiz kendi dil alışkanlıklarına yabancı yapıtın ruhundan daha çok saygı gösteriyorlar… Çevirmenin, yabancı bir dilin kendi dilini güçlü biçimde devindirmesine olanak sağlayacak yerde, kendi dilinin bir rastlantı sonucunda vardığı düzeyde direnmesi, onun temel yanlışını oluşturuyor." Çeviri, bir başka dil ve işaret ettikleri aracılığıyla, kendi dilini salt dile ulaştırmaya çalışmak, başka bir deyişle kendi dilini geliştirmek anlamına da gelir. Yabancı bir metnin, şey'i söyleme biçimi, şey ile kurduğu ilişki hedef dilde de taklit edilebilir örneğin, hiç yapılmamış bir şekilde bağlantı kurulabilir, bu yeni kullanım yerleşik bir kullanıma dönüşebilir zamanla.

Özetlemek gerekirse, benim bu makaleden anladığım kadarıyla Walter Benjamin şunları söylüyor kabaca: Sanat yapıtının bir mesajı iletme kaygısı olmadığından çevirinin amacı da mesajı kendi dilinde iletmek olamaz. Bunu amaçlayan çeviri, kötü çeviridir. Çeviri yapıtın şu anda başka dilleri konuşan insanlarla bağlantı kurmasına yardımcı olduğu gibi, şu anla gelecek arasında da bağlantı kurar. Yazınsal değeri geçmişten geleceğe taşımak da çevirinin görevlerindendir. Özgün yapıt çevirmen için bir çıkış noktasıdır, varış noktası değil. Dilsel alanda, düşünsel alanda yaşanan değişiklikler çeviride dikkate alınabilir. Çeviri, özgün yapıtı yazmakla bir tutulamaz, çünkü ikisinin oluşturulma şartları farklıdır. Çeviride önce gösterilen kavranmalı, sonra gösteren bulunmalıdır. Bu da onu, orijinal içeriği tamamen sarması imkansız bir hale getirir. Çevirinin yapabileceği şey, bir yönelim bulmak, metni o yöne doğru yeniden oluşturmak, bu sayede değişime rağmen metnin özüne dokunmaya devam edebilmektir. Son olarak çeviri, başka dilin şey ile kurduğu bağı yakından gözlemlemeye olanak sağlar, bu gözlem sayesinde çevirmen kendi dilinde şey'leri farklı ifade etme yolları bulabilir, bu sayede Walter Benjamin'e göre kendi dilini salt dile daha fazla yaklaştırabilir.

30 Mart 2022 Çarşamba

Kitap: Mühendis Menni

Aleksandr Bogdanov'un Kızıl Yıldız II olarak yazdığı devam romanı. Açıkçası ilk kitabı okumadan dan diye bu kitaba girebilirsiniz, hayatınızda hiçbir şey değişmez. Sadece şu soruyu ilk kitabı okuyan insandan daha çok sorarsınız kendinize? E hani neresi bilim kurgu bunun? 

İlk kitapta görevinin sonlarına doğru saçma sapan tavırlar sergilemeye başladığı için dünyaya geri gönderilen kahramanımız Leonid, bu kitapta karşımıza çevirmen olarak çıkıyor. Leonid'in söylediğine göre Marslılar artık Dünya'dan çekilmiş, sadece gözlemlemeye ve kolonileştirmeye odaklanmış durumda. Dünya'da Yeni Kültürü Yayma Grubu aracılığıyla kapitalist toplumu ufak ufak sosyalizme hazırlıyorlar. Leonid, önceki kitaptan hatırladığımız ex manitası, Menni'nin eski karısı Enno'nun, Mars'ta kapitalizmin son dönemini ele aldığı romanını Dünya diline çevirme görevini üstlenmiş.

Öncelikle hikaye tam olarak yazıldığı dönemde, yani 1900'lerin başında geçiyor. Mars'ta 1900'lerin başında artık gezegenin yarısı suymuş. Ama bu yeni bir şeymiş, Galileo döneminde teleskopla baksak su falan göremeyecekmişiz. 250 yıl önce Mühendis Menni denen adam bir çalışma başlatarak gezegenin su kaynaklarını artırmış. Gezegen geniş denizlerle ve okyanuslarla bölünmediği için genel olarak Marslılar arasına bir birlik ve bütünlük anlayışı hakimmiş. 1620 yılına gelindiğinde gezegendeki son bağımsız devlet, Taumasia Felix (Şanslı Mucizeler Ülkesi) yaşlı dük Aldo tarafından yönetilmektedir. Feodal Cumhuriyet Taumasia'ya savaş ilan ettiğinde Aldo fazla direnç gösteremez. Mirasçıcı Ormen Aldo Federal Cumhuriyet tarafından Merkezkent'te tutulur, ancak topraklarına el konulmaz. Politikaya dahil olmaksızın, toprak sahibi olmaya devam eder ve olanları bir kenardan izler. 20 sene süren çalışmasının sonunda ayaklanma için gerekli atmosferi yakalar. Ancak işler yolunda gitmez. Ormen'in ayaklanması beklediği gibi ses getirmez. Taumasia'da feodal düşünce tamamen ortadan kalkar. Geride Ormen'in mirasçıcısı, oğlu kalmıştır. Onun adı da Ormen olmasına rağmen aynı anlama gelen Menni ismiyle imza atar. Büyük bir mühendis olan Menni, bir iç deniz olan Güneş Gölü'nü yaratmıştır. Kendisinin ve ondan sonra gelen Netti'nin çalışmalarıyla gezenegene bugünkü kanallar, denizler kazandırılmıştır. "Çevirmenin notu" kısmından sonra Leonid susar, çevirisini okumaya koyuluruz. 

1667 yılında Mühendis Menni, Aldo'nun yarattığı kanal projesini resmi bir toplantıyla kamuoyunun, büyük çıkar sahibi sanayi tröstlerinin, özel işletmelerin, bilginlerin, mühendislerin, politikacıların bilgisine sunar. Lybia'da bir iç deniz yaratılırsa bölgenin kurtarılacağı fikri tüm tarafları bir araya getirir, kanalı kabul ederler. Böylesine dev bir projenin maliyetini karşılasa karşılasa devlet karşılayabilecektir. Devlet iş masraflarını ve tahvilden doğacak faizleri ödemek için her yıl özel borç tahvili çıkaracak, proje tamamlandığında verimli toprakların satılması ve kiraya verilmesi yoluyla yavaş yavaş faizler ve tahvil ödenecektir. Menni, tüm projenin tek bir adam tarafından yönetilmesi gerektiğini savunur. Kamuoyu da, Dük Ormen Algo'nun oğlu olduğu için ona güven duyar ve destek verirler, böylelikle proje hayata konur. Bu sırada Menni, Nella ismideki kıza aşık olur. Sevip de kavuşamama hikayesi sıkıştırılır kurgunun başlarına. Dev inşaat projesi ilerleyedursun, devreye açgözlü işadamları ve politikacılar girer. Daha iyi koşullarda çalışmak isteyen işçi isyanları nedeniyle ortalık karışır. Mühendis Maro ile Mühendis Menni arasında bir gerilim yaşanır, bunun sonucunda Menni Maro'yu öldürür ve mahkeme süreci başlar. Menni avukat istemez, dik durur, pişman olmadığını söyler ve kendini savunmak için fazla çaba sarf etmez. Mahkemede 12-13 yaşında bir erkek çocuğunun elini tutan bir kadının sesi yükselir: Yavrum, kahramana iyi bak ve... unutma! Evet, Nella. Menni hapse girer. Aradan bir 12 yıl daha geçer. İşçi lideri Arri, gizli saklı yaptıkları toplantıda topluluğa şöyle seslenir: Kardeşler, konuşma yapmak üzere sözü oğlum, Mühendis Netti'ye vermeyi öneriyorum. Nella'nın üvey kardeşi, sonradan muhtemelen partneri Arri, yıllarca Menni'nin oğlu Netti'ye babalık yapmıştır. Netti de tıpkı Menni gibi iyi bir mühendis olmuştur. Yıllarca Menni'ye karşı bilenen işçilere farklı şeyler söyleyecektir Netti. Tüm yaşananların, aslında dinamit tröstünün işi olduğunu öne sürer. Daha düşük kalitede dinamitleri üç katı fiyatına satıp köşeyi dönmüştür dinamit lobisi. Bu esnada da işçi yaşamları yitirilmiştir. Yani olanların arkasında aslında büyük patron Menni değil, tröster vardır. Bir de proje müdürü gibi bir şey olan Feli Rao'nun proje süresince servetine servet kattığını kanıtlar. Menni'nin yönettiğini sandığı projeyi başkaları kirli emellerine alet etmiştir, Netti bunları bir bir ortaya çıkarır. Böylece dolandırıcılara karşı bir mücadele başlar. Olan biteni içeriden takip eden Menni bir gün Netti'yle tanışır. Onun teknik yönünü çok yeterli görür. 12 yıl önce geçen mahkeme sahnesini hatırladıklarında, baba oğul olduklarını keşfederler. Projenin başına Netti'yi getirir. Buradan itibaren, kitabın sonuna kadar çeşitli toplumsal, politik olaylar yaşanır. Menni ölür. Zafer kazanılır. Bir sürü de mesajlar verir yazarımız. Ama hepsini buraya taşıyacak gücüm yok açıkçası.

Öncelikle Menni'nin kafası işle dolu olduğu için evliliğini bitirmek zorunda kalan Enno'nun kitapta Nella gibi bir karakter yarattığı gözümüzden kaçmadı. Kendi yaşayamadıklarını Nella'yı aşırı drama boğarak okuruna hissettirmiş. Bunu yaparken yine Menni'yi övüp yine Menni'nin zekasını her şeyden üstte tutmuş. Menni çalışsın, vatanına faydası dokunsun da ben oğlumuzu az ötede tek başıma büyütürüm gibi bir cengaverliğe kalkışmış. Kadınlar bu kitapta da erkeklerin kafasını karıştırmasın diye köşesine çekilen, fedakar, edilgen canlılar olarak tasvir edilmiş. Kadınlar dedim ama kitapta tek kadın var muhtemelen. Tröstler, sanayi devleri, mühendisler full erkek. 

Olayın Mars'ta geçtiği, jeolojik tasvirlerle sık sık hissettirilse de karakterlerin Marslı olduğuna neredeyse hiç değinilmemiş. İnsanlarla aralarında çok minik nüanslar var. Bunların hiçbiri fiziksel değil. Kültürel farklar. Bu bakımdan kitabı bir bilim kurgu gibi okumak asla mümkün olmuyor. Bitirdiğinizde 12 Eylül romanı okumuş gibi hissediyorsunuz. Sansür deseniz var, gizli toplantılar, işçi grevleri, ayaklanmalar. Hepsi mevcut. Uçan daire, yok. Hologramlarla iletişim, yok. Boğaza yapıştırınca söylediklerinizi her dile çeviren ultra gelişmiş google translate cihazı, yok. Bakınca G.O.R.A.'dan daha az bilim kurgu diyebiliriz. 

İlk yarısı, Selvi Boylum Al Yazmalım'dan hallice bir aşk hikayesi ile bir şekilde akıyor. İkinci yarıda o da yok. Tamamen MÜCADELE DE MÜCADELE. Akmıyor. Mesajlar uçuşuyor havada. Kızıl Yıldız, türünün öncülerinden olduğu için tüm gülünçlüğüne rağmen okunası bir kitap, ancak Mühendis Menni pek öyle değil. Bilsem devam kitabı diye tuttumaz, tadında bırakırdım ben de.

25 Mart 2022 Cuma

Kitap: Kızıl Yıldız

Rus yazar Aleksandr Bogdanov'un 1908'de yayınlanan bilim kurgu romanı. Mars'ta yaşayan sosyalist bir toplumu konu alıyor. Bilim kurgunun bu kadar geri planda kaldığı başka bir kitap daha okumadınız muhtemelen. Bir yandan türe yeni bir yaklaşım getiriyor, yaratıcı; diğer yandan da türü boğup bambaşka bir şeye dönüştürüyor. Kızıl Yıldız, serinin birinci kitabı. İkinci kitap Mühendis Menni'de bu durumu daha net hissetmek mümkün.

Yordam Edebiyat'tan Ayşe Hacıhasanoğlu çevirisiyle yayınlanan kitap 160 sayfa, epey ince. Dünyanın en hızlı giriş bölümüne sahip. Toplam 1 sayfalık bir girizgahtan sonra Marslı ile Dünyalıların teması başlıyor.  Kitle mücadelesinde aktif, partinin kıdemli üyelerinden 27 yaşındaki Leonid ikinci sayfada Menni kod adlı ilginç gençten bahsetmeye başlıyor. Fiziksel görünümü biraz tuhaf bir genç, kafası normalden büyük, gözlerini her zaman gözlüklerin arkasında saklıyor, ifadesi donuk. Kendisi son derece zeki, yumuşak ve dikkatli ancak bir o kadar keskin ve derin. Kitaba dahil olduğu gibi Leonid ve sevgilisi Anna Nikolayevna'nın ideolojik gerekçelerle ayrılmalarına yol açıyor. Daha sonra Leonid'in odasına gelerek, çekme gücü yerine itme gücüne sahip bir madde üzerine yaptığı buluşla ilgilendiğini, yalnız bu buluşun yeni olmadığını, daha önce de bu buluşla ilgilenen bir topluluk olduğunu söyleyerek Leonid'i bu topluluğa dahil olmaya davet ediyor. Topluluğa girdiği takdirde, kendisine verilen görevi yerine getirmek gibi bir sorumluluğu da önden kabul etmiş olacağını belirtiyor. 

"Yolculuk ne kadar sürecek?"

"Belli değil. Oraya gidiş dönüş en az beş ay sürer. Hiç geri dönmemek de mümkün."

"Bunu biliyorum; mesele bu değil. Yürüttüğüm devrimci çalışmayı ne yapacağım? Siz de galiba sosyal demokratsınız ve durumumun zorluğunu anlarsınız."

[...]

Herhangi bir parti görevlisinin ortadan kaybolması, geniş kitlelerin sahneye çıkmasıyla birlikte, bir bütün olarak ele alındığında, meselenin taşıdığı önem saçısından son derece küçük bir olaydı. Üstelik de bu geçici bir kaybolmaydı ve çalışmaya geri döndüğüm zaman yeni bağlantılarımla, bilgilerimle ve olanaklarımla çok daha yararlı olacaktım. Kararımı verdim.

Leonid bu gizemli ve tehlikeli uzay yolculuğu davetini, kitle mücadelesinin her zaman her şeyden önemli olduğunu vurguladığı didaktik birkaç cümleyi aklından geçirdikten sonra 3 saniyede filan kabul ediyor, tası tarağı topluyor. Ertesi gün yola çıkmak üzere o akşamı Menni'nin dairesinde geçiriyor. Fakat o da ne! Menni bir anda maskesini çıkarıyor ve aşağıya doğru sivrilen tuhaf yüzü ortaya çıkıyor.

"Demek beni aldattınız," dedim sert bir ifadeyle. "Bir bilim topluluğu değil, başka bir şey o zaman bu?"

"Evet" dedi Menni sakin bir şekilde. "Bizler başka bir gezegenin sakinleri, başka bir insanlığın temsilcileriyiz. Biz Marslıyız."

"Peki beni neden aldattınız?"

Uzaylılarla ilk temas gibi bir deneyimi, en ufak bir şaşkınlık emaresi göstermeden derhal normalleştiriyor ve Marslıya haklı olarak aldatılışının hesabını soruyor Leonid. Sen Marslı olabilirsin, ona okeyim, ama peki ya beni aldatmak? Bunu nasıl yaparsın gibi bir çıkışta bulunuyor. Bu hezeyanını da hızlıca atlattıktan sonra gemi son hazırlıklarını yapıyor ve Mars'a doğru yola çıkıyorlar. Geminin kaptanı ve her şeyin sorumlusu Menni. Doktoru Netti, Mars hesabıyla 16, dünya hesabıyla 30 yaşında, çok tecrübeli bir doktor. Hesap kitap, matematik işlerinden sorumlu kişisi, salt mantığın temsilcisi Sterni. Leonid yol boyunca, seyahat arkadaşlarının yanına uğrayarak teknik, kültürel konularda onlardan yardım alıyor. Öncelikle "Neden ben?" sorusuna yanıt arıyor, aradığı yanıt şu şekilde: 

"Yapısında mümkün olduğunca daha fazla sağlık ve esnekliği, daha fazla akıllıca çalışma yeteneğini, Dünya'da mümkün olduğunca daha az kişisel bağımlılıkları, daha az bireyciliği bir araya getiren biri gerekliydi bize. Fizyologlarımız ve psikologlarımız, ezeli bir iç savaşla paramparça olmuş toplumunuzun yaşam koşullarından sizin deyiminizle sosyalist bakımdan örgütlü toplumumuza geçişin, bir insan için çok ağır ve zor bir geliş olduğunu ve çok elverişli bir düzenleme gerektirdiğini düşünüyorlardı. Menni, sizi diğerlerinden daha uygun buldu."

Bireycilik anlayışını aşmış olmanın, uzaya kabul ön şartı olarak önümüze sunulduğu sosyalist mi sosyalist dünya görüşüyle yazılmış hikayemizde ilerlemeye devam ediyoruz. Leonid bir yandan Mars dilini öğrenmeye, bir yandan bilimsel sorularına yanıt bulmaya devam ederken yolculukları nihayet sona eriyor ve Mars'a ayak basıyorlar. 

Mars'ın doğasında beni ilk etkileyen ve en zor alıştığım şey, bitkilerin kırmızı rengiydi. [...] Dikkatli biri olan Netti, gözlerimi tahriş olmaktan korumak için koruyucu gözlük takmamı önerdi. Kabul etmedim. "Bu, bizim sosyalist bayrağımızın rengi," dedim. "Sizin sosyalist doğanıza da alışmalıyım." 

"Eğer öyleyse, sosyalizmin Dünya florasında da olduğunu, ama gizli bir biçimde bulunduğunu itiraf etmek gerekir," dedi Menni. "Yeşil bitkilerin yaprakları kırmızı tona sahipler. Ancak bu kırmızı ton çok daha güçlü olan yeşille maskelenmiş durumda. Sizin ormanlarınızın ve tarlalarınızın da bizimkiler gibi kızıl olması için yeşil ışınları tümüyle emen ve kırmızı ışınları geçiren camdan yapılmış gözlük takmak yeterli olacaktır."

Mesaj kaygısı mı dersiniz, analojiler mi dersiniz, sembolizm mi derseniz, ne ararsanız var. Elinden gelse daha sosyalist bir görüntü elde etmek uğruna ormanlarımızı kırmızıya boyayacak olan karakterimiz Mars'taki keşiflerine ve gözlemlerine devam ediyor 

Önce bir fabrikayı ziyaret ediyor. Sistem şu şekilde ilerliyor: İnsanlar ömürlerini yalnızca bir mesleğe ve zanaate adamazlar, becerilerine ve ilgi alanlarına göre iş saati açığı olan sektölere geçip biraz çalışarak o açıkları kapatırlar. Sonra yine sektör değiştirebilirler. Bazen bir sektöre odaklanmak isteyen kişiler çıkabilir. Bazen bazı sektörlerde iş saati fazlalığı olabilir, ancak totale vurunca bunlar zamanla dengelendiği için bu sistem tıkır tıkır yürümektedir Marslı kardeşlerimizin beyanına göre. 

Daha sonra bir müzeye gidiyorlar, böylece yazarımızın sosyalist sanat anlayışı hakkında fikir ediniyoruz. İlk izlenimi, resim ve heykel galerileri olmasına şaşırmak oluyor. Galerileri, zenginlikleri kaba biçimde üst üste yığmaya meraklı kapitalist kültüre özgü bir şey olarak görüyor. Sosyalist toplumda sanatın yaşamın her tarafına yayılıp yaşamı güzelleştireceğine, yaşamla yan yana duracağına dair bir beklentisi var. Bu bakımdan galeri diye bir mekanın olması onu şaşırtıyor. Enno durumu şu şekilde açıklıyor: 

"Bizde sanat yapıtlarının büyük bölümü her zaman kamu binaları için, yani ortak işlerimizi konuştuğumuz, eğitim gördüğümüz, araştırma yaptığımız, dinlendiğimiz binalar için yapılır. Fabrikalarımızı ve atölyelerimizi daha az süsleriz: Güçlü makinelerdeki ve onların düzgün çalışmasındaki estetikten yalın bir estetik olarak hoşlanırız, bu estetiğin etiklerini hiç dağıtmadan ve zayıflatmadan onunla uyum içinde bulunan sanat yapıtları çok azdır. Genellikle içinde çok az oturduğumuz evlerimizi de çok az süsleriz. Sanat müzelerimiz ise bilimsel-estetik kurumlardır; sanatın nasıl geliştiğini, daha doğrusu insanlığın, yürüttüğü sanatsal etkinlik içinde nasıl geliştiğini inceleyen okullardır."

İşlevsel ve yalın bir estetiği destekliyorlar. Gösterişin aksine, yalınlık; yalnızca sergilemenin aksine hem işlevinden faydalanma hem de estetik haz verme öne çıkıyor. Erken dönem heykelleri tek renkliyken, geç dönem heykelleri doğal renklerde. Onlar da sanatta doğruyu bulmuşlar Leonid'e göre, yani gerçeklik akımını benimsemişler. Kendisi "gerçeklikten sapmanın, zenginliği azalttığı zamanlar sanat karşıtı bir şey olacağını, bu durumda da yaşamı yoğunlaştıran sanatsal idealleştirmeye yardım etmeyeceğini, tam tersine engel olacağını" düşünüyor. Kendisinin sosyalist sanat anlayışı gerçekçiliğe dayanıyor. Eski dönem yapıtlarında zerafete, genellikle rahatlıktan fedakarlık edilmek suretiyle ulaşılırken, yakın dönem yapıtlarında nesnelerin güzelliği uğruna kullanım yetkinliğinden sapmaya izin verilmediğini gözlemliyor. Marslıların uyak ve ritimli şiirden büyük keyif aldığını öğrenince şaşırıyor. Dünya'da biçimin toplumun egemen sınıflarının zevkleriyle oluşturulduğunu, onların sanatsal sözün özgürlüğünü zincire vuran kurallara olan düşkünlüğünün ifadesi olduğunu, bu nedenle geleceğin sosyalizm dönemi şiirinin bu zincirlerden kurtulacağını umduğunu söylüyor. Marslılar ise uyak ve ritimi bir zincir ve egemen kültür dayatması olarak görmüyorlar, bunların yaşantımızdaki ve bilincimizdeki süreçlerin ritmik doğruluğuyla uyumlu olduğu için kabul edilebilir olduğunu düşünüyorlar. Uyağın, poetik düşüncenin ifadesini kısıtladığını kabul etseler de bunu olumsuz algılamıyorlar; aksine daha özgün eserlerin çıkmasına yardımcı olan bir sıçrama tahtası olarak görüyorlar. 

Ardından kliniğe geçiyorlar. Burada, intihar etmeyi seçen kişilere özel olarak hazırlanmış odaları görünce şaşırıyor. Mars'ta bu insanlara ağrısız ölüm için her türlü araç sağlanıyor. Özellikle yaşama duygusu körelen yaşlılar arasında ölümü beklememeyi tercih etmek oldukça yaygın. 

Karakterimiz bu gözlem gezilerinin ardından bilimsel çalışmalarında yol kat etmek için köşesine çekiliyor. Ancak üzerindeki baskı ve durumun tuhaflığı onu zamanla dibe çekiyor. Halüsinasyonlar görmeye başlıyor. Bu noktada kitapta enteresan bir şey oluyor. Ruhsal durumuyla ilgilenen Netti ile aralarında enteresan bir çekim olduğunu kitabın başından beri hisseden Leonid, Netti'nin kadın olduğunu nihayet fark ediyor ve birbirlerine bir anda kör kütük aşık oluyorlar. Tabi bu aşk sonsuzluğa uzanamıyor bir türlü, Netti bir görev için gezegenden ayrılınca Lenoid gidip kızın en yakın arkadaşı olan Enno ile sevgili oluyor. Enno'nun Menni'nin eski karısı olduğunu, Netti'nin de Sterni'nin eski karısını öğrenince karakterimiz sarsılıyor. Neyse ki bunun devrelerini yakacağını öngören Netti, durumu açıklayan bir mektup bırakıyor gitmeden önce. 

"Hastalıktan sonra çalışma gücünü hızla toplamıştın, ama ruhsal dengene henüz tamamen kavuşamamıştın. Oysa konuşmalarında ve hareketlerinde her an ve her durumda soğukkanlı olman buna bağlıydı. Eğer her zaman insan ruhunun derinlerinde gizlenen geçmişten kalma içgüdülerin etkisiyle bir kadın olarak bana karşı eski dünyada hüküm sürmekte olan kabalık ve kölelikten kaynaklanan kötü bir davranış göstermiş olsaydın, bunun için kendini hiçbir zaman bağışlamazdın."

Böyle über saçma bir açıklamayı bir kadın nasıl yapmış ki diye düşünürken yazarın erkek olduğunu hatırlıyoruz. Kadınlar gelecekteki sosyalist toplumda mücadele edip eşitliği normalleştirmeyi başarsalar bile, gelinen noktada sürekli olarak erkeğin ilkel güdülerine yenik düşüp kendilerini dövmesi ihtimaline karşı tetikte bekliyorlar anlaşılan. Sanki çok normal bir şeymiş gibi bir de adamın suyuna gidiyor falan. Neyse. 

Bu noktadan sonra kitap ufaktan finale bağlanıyor. Marslıların Dünya'ya gelip yanlarında Leonid'i götürmelerinin sebebi itme maddesini elde edebilecekleri bir gezegen arayışında olmaları. Kendi aralarında bir Kongre düzenleyerek gelinen noktayı değerlendirip bir karara varıyorlar. Burada Sterni, son derece katı görüşler savunuyor. Dünya'da bu maddenin olduğunu, ancak Dünyalıların mülkiyet anlayışı nedeniyle ellerindekileri yabancılara direnmeden vermeyi reddedeceklerini söylüyor. Dünyalıları, sosyalizmi benimsemeleri, böylece mülkiyet anlayışının yıkılması için eğitmeleri yıllarca süreceğinden ve sonuçta yine de herkes bunu benimsemeyebileceğinden, tek çarenin tüm dünyalıları yok edip dünyayı kolonileştirmek olduğunu iddia ediyor. Mars'a getirdikleri en gelişmiş Dünyalı bile bir noktadan sonra devreleri yaktığı için, Dünya'daki vasat insanların bu gelişimi gösterebileceğine inanmıyor. Netti ve Menni Dünya'yı kendi haline bırakmak gerektiğini, sonunda doğru yolu bulacaklarını iddia edince çoğunluk oluşturuluyor ve Sterni'nin görüşleri reddediliyor. Ancak bunları öğrenince yine çıldıran karakterimiz gidip Sterni'yi öldürüyor ve bir çuval inciri berbat ediyor. Apar topar Dünya'ya geri yollanıyor. Netti'nin onu gelip dünyada bulması ama kavuşamamaları gibi çok da anlam veremediğim bir son ile tamamlanıyor. 

Bogdanov, Proletkült anlayışının kurucusu, malum. Proletkült'ü salt proleter ideolojisinin bir laboratuvarı olarak tanımlıyor. Saf bir proleter kültürü yaratmayı amaçlıyorlar. Daha sonraları bu yaklaşım aşırılığa kaçarak dönüşüyor. 1928'de Bolşevik Parti Merkez Komitesi, edebiyatın yazarları inşaat alanlarını ziyaret etmeye gönderen ve sistemi göklere çıkaran romanlar üretmelerini isteyen partinin çıkarlarına hizmet etmesi gerektiğini öne sürüyor. Daha sonraları ise bunların en abartılı şekli olan "sosyalist gerçekçilik" görüşü 1934'teki Sovyet Yazarları Kongresi'nde resmi olarak benimseniyor ve sansür dönemi başlıyor. Edebiyat tamamen taraflı bir hal alıyor. 

Bogdanov'un yaptığı, bu aşırılıklar silsilesinin ilk adımını atmak oluyor bir bakıma. Tamamen ideolojiyi öne çıkarmayı ve savunmayı hedefleyen, edebi yönünü oldu bittiye getiren bir edebiyat eseri Kızıl Yıldız. Romanın bilim yönü epey kuvvetli esasında, bir sürü teknik açıklama yapılmış. ancak kurgu kısmı, poetik yönü zayıf. Yukarıda verdiğim alıntıların tamamı metinde fazlasıyla sırıtan, metnin gidişatına oturmayan, mesaj kaygısı taşıdığı için Marslı sosyalist kardeşlerimizin (yani yazarın) dahi savunduğu doğal ritmi, poetik yönü bozan unsurlar. Biçimi reddetmek, içeriği yüceltmek ince bir ayarı tutturmayı gerektiriyor, ayar kaçarsa ortaya çıkan metin yer yer gülünç olabiliyor. Bu kitapta da durum bu. Zaten yıllar yıllar sonra reddedilen biçimin aslında edebi yapıtların olmazsa olmazı olduğunu yüksek sesle söylemek, hem edebiyatçılar hem de sosyalistler arasında normalleşiyor çok şükür.

Kitabın bir de, kendisiyle hiç alakası olmayan sözde devam kitabı var. O, bundan beter. Olayın Mars'ta geçtiğine ve tüm karakterlerin Marslı olduğuna neredeyse hiç vurgu yapmayan bir bilim kurgu kendisi. Onu da gücüm yeterse bir sonraki yazıda anlatırım.

24 Mart 2022 Perşembe

Kitap: Amerikana

Chimamanda Ngozi Adichie'nin 2013'te yayınlanan hacimli romanı. Bizde Can Yayınları'ndan Zeynep Çiftçi Kanburoğlu çevirisi ile yayınlandı. 640 sayfa müthiş akıcı, bitmesini hiç istemeyeceğiniz bir metin.

Kitap, genç Nijeryalı kadın Ifemelu'nun ABD'ye göç etmesi, orada büyüyüp yetişkin olması ve 15 yıl sonra başladığı yere geri dönmek gibi radikal bir karar alması ekseninde geçiyor. Ifemelu'nun Nijerya'ya dönmeden önce kuaföre gidip saçını ördürmesi ile başlıyor hikaye. Buradaki göçmen Afrikalı kadınların halinden tavrından, geçmişlerinden, hikayelerinden bile başlı başına müthiş gözlemler çıkarıyor Adichie. Kendinizi uzak hissettiğinizi sandığınız bir durumu, Adichie'nin müthiş gözlem ve aktarma yeteneği sayesinde tümüyle kavrayabiliyorsunuz. Saçını ördürmek uzun bir süreç olduğu için kuaförde olduğu tüm zaman boyunca Ifemelu'nun geçmişine gidiyoruz. Hikayesinin başladığı Nijerya'ya döndüğümüzde, genç kızlığında hayatında büyük bir etkiye sahip olan Uju hala ile tanışıyoruz. Kendisi evlenmeden General ile sevgili olup ondan bir çocuk yapan, mal varlığından faydalanıp bir süre refah içinde yaşayan, General öldüğünde ise kendi ayakları üzerinde durmak zorunda kaldığı için hayatı gittikçe karamsarlaşan bir karakter. ABD'ye göçüp tıp eğitimi alarak kendine bir hayat kuruyor. Ifemelu Uju halasının bu erkeğe bağımlı yaşamını her zaman içten içe eleştiren, çok daha bağımsız ve başına buyruk bir karakter. Nijerya'da Obenzi ile ilk aşkını yaşıyor, güzel bir gençlik geçiriyor. Ancak üniversitelerin grev nedeniyle sürekli olarak eğitime ara vermesi onu ABD'ye göçe yönlendiriyor. Obinze'nin de okulu bitirince ABD'ye gelmesini ve vize almasını planlıyorlar. Ancak göç ettikten sonra işler yolunda gitmiyor. Fırsatlar önüne çıkmıyor tabii, kapılar kendiliğinden açılmıyor. Nijerya'dayken yaşamına özendiği Uju halanın aslında sefalet içinde bezgin bir yaşam sürdürdüğünü gördüğünde yaşayacaklarının farkına varıyor. Çaresiz iş arayışları sonuç vermeyince istismarcı bir işverenin teklifini kabul ederek kendisinde büyük bir travmaya neden olacak bir deneyim yaşıyor. Bu deneyimin ardından iç dünyasında yaşadığı birtakım bunalımlar, onu Obinze'den uzaklaştırıyor. Aramalarına dönüş yapmıyor, bağlarını koparıyor. Mükemmel aşkı bulmuşken her şeyi yıktığı ilk an bu. İfemelu bunu kitap boyunca daha pek çok kez yapacak. 

Tüm ümidini yitirdiği anda mükemmel bir işverenin yanında çocuk bakıcılığı işine giriyor. Daha sonra işvereninin erkek kardeşi, müthiş zengin ve yakışıklı, enerjik Curt ile tutkulu bir aşk yaşıyorlar. Curt aracılığıyla maddi kaygıları gittikçe azalıyor, çevresi genişliyor ve kapılar ona çok da çabalamasına gerek kalmadan açılmaya başlıyor. Ifemelu'muz bir noktada mükemmel giden her şeyi bozmaya karar vererek Curt'ü aldatıyor ve bunu ona açıklıyor. Ayrılıyorlar. Tabi bunun altında yatan, belirsiz ve mantıksızmış gibi görünen sebepleri bize teker teker açıklıyor. Beyaz, zengin ve aşık bir adamla birlikteliğini hiçbir gerekçe yokken yıkmak, onun sağladığı imkanları ve konforu reddetmek bizde belli belirsiz bir öfke uyandırsa da aslında Adichie tam da bunların üzerine gitmek istiyor. Refah neden beyaz ve zengin bir erkeğe atfedilmeli? Nijeryalı, siyahi bir kadın neden doğuştan "aşağı" konumda olduğunu kabullenmeli? Elindekini kaçırmamak için mücadele etmeye mi çalışmalı? Burada Obinze'nin karısıyla tamamen zıt bir karakter çiziyor Ifemelu. Zengin adamı elinden kaçırmamayı mutlu evlilik/beraberlik olarak görecek biri değil. Kendisinin aşağı konumda olduğunu reddediyor. Aşk arıyor, tutku, zeka arıyor.

Curt'le ilişkisi bittiğinde depresyondan depresyona sürüklenirken bir kez daha turnayı gözünden vuruyor. Siyahi bir akademisyen olan Blaine ile ilişki yaşıyorlar. Aralarında müthiş bir çekim var. Blaine'in akademisyenlerden, sanatçılardan oluşan çevresine giriyor. Bir yandan yazmakta olduğu blogu sayesinde bu kişilerin dikkatini çekiyor. Ama bir yandan da tuhaf akademik dilden, mükemmeliyetçiliklerinden, örneğin organik meyve haricinde meyve tüketmeme gibi, hayatlarının her alanına yansıyan bilinçli olma hallerinden bunalıyor. Tam ABD'de tutunmuşken, her alandan bolca çevre edinip maddi durumunu epey toparlamışken ve tam olarak adapte olmuşken Blaine'i, ona büyük paralar kazandıran blogunu ve her şeyi bırakıp Nijerya'ya geri dönüyor. 

Son derece boğucu bir yüzleşme süreci geçiriyor. Ardında bıraktığı kördüğümlerle, boğucu kültürel geleneklerle yeniden yüzleşmek kolay değil. Adaptasyon sürecinde kendine uygun işler aramaya koyuluyor. Bir kadının moda dergisinde çalışmaya başlıyor ve orayı epey dönüştürüyor. Derken kadının otoritesini reddedip oradan da ayrılıyor. Obinze ile tekrar buluşuyorlar. Eskisi gibi tutkulu bir ilişki yaşamaya başlıyorlar.  Başladığı noktaya geri dönüp yarım bıraktığı ilişkiye kaldığı yerden devam ediyor. Onca çevrelere girip, onca statüler edinip sonra bunları teker teker reddetmek gibi cesaret gerektiren bir şeyi hiç çekinmeden gerçekleştirebilen, geçmişiyle yüzleşmekten çekinmeyen bir karakter. Aslında gittiği her yerde kavgasını sürdürüyor. Elindekine razı olup sürdürmektense, kafasını kurcalayan, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunda yaşamının rotasını değiştirebiliyor. Etrafında gerçekleşen cinsiyet, kültür, ırk meselelerinin sebep olduğu tüm çatışmaları fark eden, sürekli tetikte olan gözlemci bir kadın. Ifemelu sayesinde örneğin aslında kadına yönelik ayrımcılığın, ırka yönelik ayrımcılık ile tamamen aynı şekilde işlediğini öğreniyorsunuz. Bir beyazın, ırkçı eylemin aslında siyahlara yönelik olmadığını iddia etmesi gibi, kadınlar da yaşamları boyunca erkeklerin "kadın olmasıyla hiç alakası yok ki" dediği ayrımcılıklara maruz kalıyorlar. Sistem her iki durumda da aynı işliyor.

Aksan meselesine geniş yer veriyor Adichie. Ifemelu başlarda, siyahi bir Nijeryalı olmasıyla "normal" olmak yani beyaz Amerikalı olmak arasındaki mesafeyi biraz olsun azaltabilmek için Amerikan aksanını benimsemeye çalışıyor. Daha sonra bunun gereksiz bir çaba olduğunu, insanların kafalarındaki önyargılarını yıkmak için uğraşmanın, o önyargıları meşrulaştırmak anlamına geldiğini fark ediyor ve aksanını değiştirmekten vazgeçiyor. Kendi kimliğini değiştirmeye çalışmaktan vazgeçiyor, siyahi Nijeryalı kadın kimliğiyle barışıyor.

Kitapta bizi ilgilendiren minik bir kısım da var. Ifemelu'nun bir arkadaşının arkadaşı olan Siyahi bir Amerikalı, Siyahken Seyahat isminde bir kitap yazıyor ve ülkelerin siyahilere tepkisini anlatıyor. İstanbul ve Tokyo'da insanların siyahlara karşı rahat tavırlar sergilediğinden bahsediyor. 

"Dalga mı geçiyorsun?" diye sordu Shan, hafif sarhoş, hafif dramatik, yerde yoga yapar gibi otururken. "Bu ülkede ırk hakkında dürüst bir roman yazamazsın. İnsanların ırk meselesinden nasıl etkilendiklerini yazarsan çok bariz olur. Bu ülkede gerçek edebiyat yapan siyah yazarların sayısı bir elin parmağını geçmez, tabii parlak kapaklı boktan getto kitapları yazan on binleri saymıyorum; hepsi de iki seçeneğe sahip: Narin ya da kibirli olabilirler. İkisi de olmazsan kimse seninle ne yapacağına karar veremez. Yani ırk meselesi üzerine yazacaksan, bunu lirik ve ince bir şekilde yap ki okur satır aralarını çözemesin ve bunun ırkla ilgili olduğunu bile anlamasın. Bilirsiniz, Proustvari bir tefekkür, her şey öyle ıslak ve bulanık ki nihayetinde siz de kendinizi ıslak ve bulanık hissediyorsunuz." Ya da beyaz bir yazar bul. Beyaz yazarlar ırk konusunda dobra olabiliyor ve eylemci gibi davranabiliyorlar çünkü onların öfkesi tehdit edici değil."

Adichie tam da bu ikiyüzlülüğün üzerine giderek kapağında kocaman AMERICANAH yazan, ırkçılık ile derdi olan bir roman yazıyor. Alıntıda bahsedilen Proustvari bulanık üsluptan eser yok, aksine tertemiz betimlemeler, detaylı gözlemler, açıklamalar. Ifemelu'yu sevmeyebiliyorsunuz ama davranışlarının ardındaki motifleri anlamamanız imkansız. 

"Pek çok kadın bu tür ilişkilerde kendini kaybetmiş durumda. Asıl düşündüğüm Uju Hala'yla generaldi. O ilişki halamı mahvetti. Generalyüzünden başka bir insan oldu, kendisi için hiçbir şey yapamadı ve general öldüğünde o da kayboldu.

Bunu yargılamak sana mı kaldı? Sen ve Amerika'da birlikte olduğun zengin beyaz çocuğun bundan farkı ne peki? ABD vatandaşlığını onun sayesinde almadın mı? Amerika'da nasıl iş buldun? Bu saçmalığa bir son vermen gerek. Kendini böyle üstün görmekten vazgeç! 

Ifemelunamma, senin sornun duygusal hüsran. Lütfen git ve Obinze'yi bul."

Yakın arkadaşı Ranyinudo'nun gösterişli ilişkilerle ilgili bir deneyimini isim vermeden blogunda paylaşması üzerinde bu şekilde azarı yiyor Ifemelu. Ranyi sayesinde, ilişkilerindeki saçmalamalarının kaynağında Obinze'den uzaklaşması olduğunu keşfedip onu arıyor. Bu kısım çok anlaşılır değil. Gençliğinden beri, yani beş parasızken Nijerya'da yaşadığı zamanlardan beri Uju halanın zengin bir erkek karşısında kendisini düşürdüğü duruma tepkili Ifemelu, Ranyi'ye de tepki göstermesi son derece tutarlı. Burada, hırçınlığının kökeninde duygusal hüsran olduğunu kabullenmiş gibi oluyor. Aslında hırçınlığı, kadının edilgenliğe mahkum edilmesini reddetmekten kaynaklanıyor ve haklı bir duruş. Ranyi'nin dediklerini kabullenerek, mücadelesini de değersizleştirmiş olmuyor mu? Bu kısım bana anlamsız geldi açıkçası. Zaten Obinze'ye dair şeylerin çoğu biraz fazla abartılmış gibiydi. Tam bir Byronic hero gibi geldi bana. Ifemelu'nun duymaya ihtiyacı olduğu şeyleri noktası virgülüne söyleyen bir karakter. Jane Eyre'daki Mr. Rochester neyse bu kitaptaki Obinze oydu.

28 Şubat 2022 Pazartesi

Film: J'ai perdu mon corps (2019)

Jérémy Clapin'in yönettiği, Guillaume Laurant'ın Happy Hand romanından uyarlanan animasyon filmi. Senaryoyu da ikisi birlikte yazmışlar. 

Film, Naoufel'in malum kazayı yaşadığı an ile başlıyor ve iki farklı zamana flashback yaparak ve günümüze dönerek 3 farklı zamanda ilerliyor. Bir yandan Naoufel'in çocukluk halini izliyoruz, yani geçmişini. Diğer yandan Naoufel'in kazadan kısa bir süre öncesini izliyoruz, yani kazaya giden süreci. Öte yandan ise el'in şimdiki halini izliyoruz. Sadece bu anlatım biçimiyle bile içimi paramparça eden, hüzünlü bir zorunlu göçmen hikayesi.

Naoufel'in bedeninden kopup sokaklara düşen elini izlemeye başlamışken şöyle diyoruz: Of, sokaktaki tehlikelerle iyice kirlenecek, tamamen drama batacak, bir daha da iflah olmayacak bir hikaye geliyor. El'in düştüğü durum içler acısı, evet, ama doğruyu söylemek gerekirse insan empati yapamıyor. Düşmekten en çok korktuğumuz o "hal", kişiyi bir kez buldu mu o kişi için elimizden bir şey gelmeyeceğini düşünüyoruz. Belki o hale yaklaşmamak/düşmemek için kişiyle aramıza set çekiyoruz, onu yabancılaştırıp konfor alanımıza geri dönüyoruz, vs. Film iki koldan ilerlettiği flashback'lerle izleyicinin konfor alanına hızlıca dönmesini engelliyor. Sokaktaki pisliklere bulaşan elin, bir zamanlar bir çocuğa, hatta bir bebeğe ait olduğunu gördüğüm sahne benim en çok içimi parçalayan kısımdı. Kültürlü bir anne babanın sevgiyle büyüyen çocuğu Naoufel, elim bir kaza nedeniyle anne babasını kaybettiğinde kaderinin gidişatı birden değişiyor. Fas'tan Fransa'ya, oradaki muhtemelen akrabalarının yanına göçmek zorunda kalıyor. Etrafındaki sevgi bulutunu, anne babasının kendi ülkelerinde ait olduğu üst sınıf ayrıcalıklarını bir anda kaybedip Fransa'da ikinci sınıf vatandaş gibi görülen bir göçmen ve yalnız bir genç olarak büyüyor. Sefil haliyle bağ kurmak ürkütücü gelse de, hepimiz sevgiyle büyüyen bir çocukla bağ kurabiliyoruz. Kendi çocuğunun yarınının belirsizliği çok tekinsiz, dolayısıyla ürperten bir fikir. Yönetmen, adeta bizi koltuğumuzdan söküp çıkararak zorla empatiye yönlendiriyor. Naoufel'e bu noktadan sonra herhangi bir göçmenmiş gibi bakamaz oluyoruz. 

Sonra Naoufel'in kazadan kısa süre önceki yaşantısına tanık oluyoruz. Kaybolmak üzere, yapayalnız bir gençken kalbinin ilk kez aşkla kıpır kıpır olduğunu, kendisini bulmaya başladığını görüp onun için mutlu oluyoruz. Bu kısımlar hüzünlü olduğu kadar sevimli. Evrensel hisleri yaşayan bir genç Naoufel. Dolayısıyla onunla kurduğumuz bağ iyiden iyiye güçleniyor. Kaderini neredeyse unutuyoruz. Onunla aramıza çektiğimiz set aklımızdan silinip gidiyor. Bir an için sınırlar kalkıyor. Hepimiz insanız, seviyoruz, seviliyoruz, vs. Derken hikaye ilk sahnede tanık olduğumuz karanlığa doğru ilerlemeye başlıyor. Yönetmen bizi zorla alıkoyduğu empati hücresinin kapısını açıyor bir bakıma. İsteyen çıksın, şimdi artık seçim size kalmış diyor. Naoufel önce aşkına karşılık alamıyor. Renkler onun için yine griye dönmeye başlıyor. Derken malum kaza gerçekleşiyor. Zaten kopuk bir genç olarak geldiği bugünlere artık tamamen umutsuz bir genç olarak devam ediyor. Bağ kurabildiği herkesle ve her şeyle iletişimi kesiyor. Bir sıçrama tahtasına basarak intihar girişiminde bulunuyor. Başarılı olursa vincin bir katına tutunup tekrar yaşamı iliklerinde hissedeceği, kaderini değiştireceği, başarılı olamazsa yitip gideceği bir girişim bu aslında. Tek şansı. Tahminlerinden ve ipuçlarından başarılı olduğunu, onun için umudun devam ettiğini anlıyoruz. Kaderinin akışını değiştirebiliyor. Karakterin sonrasını görmüyoruz. El'in sahibiyle buluşup buluşmadığını, Gabrielle ile aralarında bir şey olup olmadığını, vs. bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, Naoufel'in yine bir şekilde tutunmayı başarmış olması. Umut veren, ama bir o kadar da belirsiz bir sonu var. Belki o şey umut değil bile. Bir vincin bilmem kaçıncı katına asılıp kalmış bir gençten bahsediyoruz. Belki sabah olup da fark edilene kadar karda donup ölecek. Sadece kaderini değiştirme gücünü eline aldığını görüp cesaretinden ilham almamız bakımından olumlu diyebiliriz sanırım final sahnesine. "Böyle olmak zorunda değil, bir şeyleri değiştirebiliriz."

Fransa özelinde göçmenliği dert edinen bir hikaye. Göçmenler illa ki fakirlikten ve imkansızlıklardan gelmiş olmak zorunda değil, onlar da hayatlarına başladıklarında sizin gibiydi diye sesini epey yükselterek veriyor mesajını. Dünya genelinde ise mülteci sorununu düşündürüyor elbette. Hayallerinden, içinde yetiştikleri sevgi ortamından, birikimlerinden, sosyal statülerinden bir anda kopmak zorunda kalan; gittikleri yerlerde perişan olup dışlanan, yabancılaşan koca bir kitle. Yönetmenin kurdurmayı başardığı empati hissini iliklerinizde hissederken olan biteni tekrar düşünmek zorunda hissediyorsunuz. El'in bebek olduğu iç parçalayıcı sahne tekrar tekrar gözünüzün önüne geliyor.

Not: Yaklaşık 10 yıl önce izleyip hala etkisinden kurtulamadığım Skhizein kısa filminin de bu yönetmene ait olduğunu henüz öğrenmiş bulunuyorum. Bundan sonra ne çekse izleyeceğim insanlar kategorisine girdi kendisi.

18 Şubat 2022 Cuma

Kitap: Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi

İletişim'in Edebiyat Eleştirisi dizisinden Utku Özmakas çevirisiyle çıkan Terry Eagleton kitabı. İdeolojiye ağırlık veren toplumbilimsel eleştiri türü olan Marksist Eleştiri'yi yaklaşık 100 sayfada kronolojik bir düzen izleyerek açıklıyor. 

Kitabın içeriğine geçmeden önce kabaca tarif etmek gerekirse Marksist Eleştiri, doğrudan doğruya yapıtın bağımsız olarak var olan edebi yönünü incelemekle ilgilenmeyen, yapıt içindeki kenter yönelimleri tespit edip eleyerek yerine Marksist çözümler öneren, bir nevi kuralcı bir eleştiri yöntemidir. Örneğin, bir kitaba psikanalitik okuma yapıldığında ruhbilime önem veriliyorsa, Marksist okuma yapıldığında ekonomiye önem verilir. Karakterlerin tüm davranışlarının, hikayede geçen her olayın özünde ekonomi ile ilişkili olduğunu savunur. Son derece eyleme yönelik oldukları için Marksist eleştirmenlerin katı, bazen sansüre varacak denli baskıcı bir üslubu vardır denebilir. Marksçı kuramı tarihsel bir kılavuz olarak görürler. İç yaşam, umut yokluğu gibi temaları küçümserler. İndirgerler. Feodal düzenin aksaklıklarını gösterdiği için genelde Balzac severler. 

Marksizm yaratma değil, yapma düşüncesidir. Eleştiri ise yazımsal yaratmanın bir parçasıdır. Bu nedenle eleştiri ve Marksizm bir türlü örtüşmez. Marksist eleştirmenler, yapıtın salt edebi varlığını tanımayıp, topluma ayna tutma yönüyle ilgilenirler. Sanat sanat için değil toplum içindir görüşünü savunurlar. Biçimcilere karşı dururlar, içeriği önemserler. Sanatın iç dinamiklerini görmezden gelirler. Terry Eagleton, Marksizmin bu dogmalarından bıkan, yenilikçi bir düşünürdür. Althusser'ci Marksist eleştirmenlerdendir. Eleştirinin bağımsızlığını savunur. Ona göre, eleştiri, yazınsal metnin "kendiliğinden gerçekliğini" verir. Şöyle bir görüşü vardır Eagleton'ın; yazar yapıtını oluştururken kimi konularda suskun kalır, bir bakıma ideolojinin ayıbını sergiler. Eleştirmenin görevi yazarın söylemek istediğini açıklamak değil; Marksist bakışla eseri incelemek, yazarın söylemediklerini eşelemek, ideolojinin kendini ele veren eksik yönlerini gün yüzüne çıkartmaktır. Eleştirinin görevi metnin tamamlanmamışlığı içine yerleşerek metni teorize etmek, metnin kimliğinin asıl ilkesini meydana getiren bu "söylenmemişlerin" ideolojik gerekliliğini açıklamaktır. Metinde tutarlılık aramaz, tutarsızlığı yakalamanın peşindedir. Eleştiriyi ideolojinin estetik alanı içinde görür. Eserin estetik yönüyle ilgilenir. Eserin iyi ya da kötü olmasına değil, ideolojiyi yansıtırken verdiği açıklara odaklıdır. 

Terry Eagleton'ın Marksist Eleştiri geleneğinde nerede durduğunu kısaca açıkladıktan sonra kitaba geçeyim. Kitap direkt olarak Marx ve Engels'in edebiyat üzerindeki görüşlerini aktararak başlıyor. Edebiyatla ne kadar ilgilendiklerinden, edebi faaliyetlerde de bulunduklarından bahsederek aslında bu dogmaların Marksizmde yer almak zorunda olmadığına göz kırpıyor. 
 
Eagleton, Marksist eleştirinin yalnızca romanların işçi sınıfından söz edip etmediğiyle ilgilenen bir "edebiyat toplumbilimi" olmadığını söyler. Amacı yapıtı bütünlüklü şekilde "açıklamaktır" der ve açıklamak ifadesi ile ilgili olarak başka bir Althusser'ci Marksist eleştirmen olan Macherey'in Pour Une Théorie de la Production Littéraire kitabına atıf yapar. Yorumlamak ve açıklamak arasındaki ayrımı vurgular. Yorumlamak, eseri belirli ideal normlarla uyumlu bir biçimde yeniden ele alıp düzeltmek anlamına gelirken, açıklamak metni olduğu şey olarak kabul eder. 
 
Marksist eleştirinin dogmacı olduğuna dair kaba izlenimin, Stalinizm döneminin edebi olayları tarafından şekillendirilmiş olduğunu açıklar. Bir proleter kültür yaratma fikri olan, sanatı sınıfın bir silahı olarak gören ve burjuva kültürünü reddeden dogmatik Prolekült fikrinin savunucuları işi o kadar ateşli bir boyuta taşır ki, sonunda, 1934'te yapılan Sovyet Yazarları Kongresi'nde "sosyalist gerçeklik" resmi olarak benimsenen görüş olur. Bundan sonra edebiyata parti yönelimli, kahramanca olma zorunlulukları dayatılır. Sanata ve kültüre karşı yıkıcı bir saldırıya girişilir. 1940'lar ve 50'lerin başında da edebiyatı tekdüze hale getiren, özgürlüğünü çokça kısıtlayan kararlar alınır. Sanatçılar o kadar bunalır ki, şöyle bir olay yaşanır: 1939 yılında, Brecht'i etkileyen tiyatro yönetmeni Vsevolod Meyerhold herkesin önünde "sosyalist gerçeklik denen bu zavallı ve steril şeyin sanatla hiçbir ilgisi yoktur" der. Hapse atılır, kısa bir süre sonra da ölür. 

Yazar bu noktadan sonra, Marksizmle ilgili kilit figürlerin aslında bu dogmacı görüşe yakın durmadıklarını açıklamaya koyuluyor. Öncelikle Lenin'den bahsediyor. Kahrolsun partizan olmayan yazarlar dese de bunun kuamsal metinlerle ilgili olduğunu; proletarya kültürü oluşturulsun dese de kapitalizmden kalan değerli kültür ürünlerinin korunmasını savunduğunu belirtiyor. Daha sonra Troçki'nin fikirlerine geçiyor. Troçki, burjuva sanatının en iyi ürünlerini kendine katmak için sosyalist bir kültüre gereksinim var diyor. Kayıtsızlıklarından dolayı biçimcileri desteklememekle beraber, biçimcilerin karmaşık teknik analizlerinde değerli olan şeyi anlıyor.
"Şairleri gönülsüzce fabrika bacalaı ya da kapitalizme karşı devrim dışında bir şey yazmamaya zorladığımız düşüncesi absürddür. Bir sanat yapıtı ilk aşamada yalnızca kendi yasalarında değerlendirilmelidir."
Daha sonra yazarın gerçekliği "tipler" yaratarak yansıttığını, bireysel psikolojiden ziyade tarihsel bireyselliğin söz konusu olduğunu söyleyen Belinski, Lukacs ve Plehanov'un tipselleştirme kavramının daha önce Marx ve Engels tarafından da ele alındığını söylüyor. Marx'ın ilk dönem yazılarında edebiyatın araç olaak görülmesine karşı çıktığını söylüyor. Marx ve Engels'e göre estetik "iyi" ile siyasi "doğru" eşit değil. Engels, siyasal eğilimi olan romanlardan hoşlanmıyor. Siyasi eğilim, romanda amaç olmamalı, yeri geldiğinde gün yüzüne çıkan bir öğe olmalı ona göre. Marx da çelişkili eserleri sevmiyor. Örneğin, doğru marksist mesajlar verse de kitap içinde burjuvaya sempati besleyen karakterleri çelişkili buluyor. 

Yazar daha sonra yansıtmacı kuramı açıklamaya koyuluyor. Edebiyatı tarihten koparan biçimcilerin karşısında duran yansıtmacılar, Marksist edebiyat için önemli. Ancak Eagleton, edebiyatın gerçeği yansıtması düşüncesinin yetersiz olduğunu düşünüyor. Yapıt ayna olamaz diyor ve çeşitli isimlere atıf yaparak fikrini geliştiriyor. Lukacs'a göre, sanatsal bilinç dünyanın salt yansıması olmaktan ziyade, ona yardımcı bir müdahale. Yazarlar yansıtmaktan fazlasını yapmalı, eleştirmeli, üretmeli. Troçki'ye göre sanatsal yaratım "sanatın kendine has yasalarına uygun olarak gerçekliğin saprııtlması, değiştrilmesi ve dönüştürülmesi". Macherey'e göre edebiyatın etkisi taklit etmek değil bozmak. Aynanın nesneyi yeniden ürettiğini söylüyor.

Sonrasında ise yazar, gerçek devrimcinin yalnızca sanat-nesnesi ile değil sanatın üretim araçları ile de ilgilenmesi gerektiğini düşünen Walter Benjamin'e atıf yapıyor. Buradan Benjamin'in başarılı bulduğu Bertolt Brecht'e geçip Brecht-Lucaks tartışmasına değiniyor. Lucaks edebiyat yapıtını birey ile toplum arasındaki çelişkileri uzlaştıran bir bütün olarak kabul ederken, Brecht sanatın çelişkileri kaldırmaması, aksine gözler önüne sermesi, insanları bu çelişkileri yıkmak için kışkırtması gerektiğini savunuyor.
"Sanatta 'altyapı' ile 'üstyapı', ürün olarak sanat ile ideolojik olarak sanat arasındaki bu ilişkinin tanımlanması sorunu, bana Marksist edebiyat eleştirisinin artık yüzleşmesi gereken en önemli sorunlardan biri gibi görünüyor. Öteki sanatların Marksist eleştiriden bir şeyler öğrenebileceği yer belki de burasıdır."
Edebiyat eleştirisiyle ilgileniyorsanız, Terry Eagleton'ın adını neredeyse her yerde göreceksiniz. Fikirlerine giriş niteliği taşıyan bu kitapla başlamak iyi bir fikir. Marksist eleştiri sansürcülüktür önyargınızı kırmanızı sağlayacak bir kitap.

Kaynakça: 
Eleştiri Kuramları, Tahsin Yücel
Çözümleyici Eleştiri, Semih Gümüş
Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Berna Moran

13 Şubat 2022 Pazar

Film: Titane (2021)

Julia Ducournau'nun yazıp yönettiği Fransız body horror filmi. Şu söyleşiyi okumamış olsam, bıraktığım 20. dakikadan tekrar alıp bitirmeye asla girişmezdim. Filmin ilk yarısı, vahşet sahneleri sevmeyenler için ekstra zor. Ne demek tabure ayağını adamın kafasına saplayarak cinayet işlemek? 

Film, Alexia'nın çocukluğuyla başlıyor. Babasının sürdüğü arabada, arkada oturup babasını delirtmeye çalışan bir kız çocuğu olarak karşımıza çıkıyor. Hınç dolu bir baba-kız inatlaşmasının sonunda babanın dikkati dağılıyor, kaza geçiriyor, kendisi kazadan sapasağlam çıkarken Alexia'nın kafasına bir parça titan takıldığını görüyoruz. Babada bir parça vicdan azabı, acıma hatta sevgi emaresi gördüğümüz ilk sahne olsa da aynı sevgiyi Alexia'da göremiyoruz. Aksine, gidip arabaya sarılıyor. Böylelikle metallere olan ilgisi başlamış oluyor. 

Film, yetişkin Alexia ile devam ediyor. Alexia kulüp gibi bir yere giriyor. Dansçı kızlar, pahalı arabaların üzerinde erotik dans ediyorlar. Alexia arabaların arasında kararlı adımlarla, izleyicileri sağa sola iterek yoluna devam ediyor. O ana kadar, dansçı kızları bir parça küçük görürken ya da onların karşısında seyirci edilgenliğindeyken, Alexia'nın alev desenli araba üzerinde file çorabıyla en ekstrem danslardan birini sergilediğini görünce edilgenlikten sıyrılıyoruz, şöyle bir kendimize geliyoruz. Soğuk bir baba ile büyüyen yabani kız Alexia dansçı olmuş. Aslında burada yönetmen, Alexia'ya karşı bir şekilde doğabilecek empati duygumuzu yıkmaya çalışmış bence. Vah gariban Alexia, babası yüzünden kafasında tuhaf bir dikiş iziyle yaşamak zorunda kalacak, dışlanacak falan diye kıza acımaya kalkacakken, Alexia'nın bedeniyle son derece barışık olduğunu, kafasındaki tuhaf izi hiç de kafaya takmadığını ve hatta o izi lehine kullanarak çizdiği imaj sayesinde bedeniyle kitleleri kendine çektiğini, aslında babasına bir şekilde başkaldırdığını, babasının o anlık acıma ve sevgi hissini reddettiğini, başkaldırdığına göre de aksiliğe devam eden bir kız olduğunu fark ediyoruz. Geçirdiği kaza nedeniyle acıdığımız küçük kız büyümüş ve kendi bildiğini okumuş, o halde ona acımamıza gerek yok. Hatta sergilediği tuhaflıklar yüzünden hafiften kendisinden korksak yeridir.

Kulüpten çıkarken kendisinden imza almaya gelen, biraz da yürüyen bir hayranıyla birlikte Alexia'nın cinayet serisi başlıyor. Burası herkes gibi benim de izlerken çok zorlandığım kısımdı. Adamı öpüşerek kandırıp arabanın içine çektikten sonra saçını tutturduğu çubuğu boğazına saplıyor. Adamın ağzından çıkan köpükler Alexia'nın üzerine dökülüyor falan. İğrenç. Gerçekten iğrenç. Hala gözümün önünde o sahne. Neyse iğrenç ama, burada Alexia'dan henüz tam anlamıyla soğumuyoruz. Çünkü kendini ısrarla taciz eden bir adamı öldürüyor. Haksız, ama hiç değilse cinayet için bir gerekçesi var. Sonra duşta tanıştığı dansçı kız ısrarla kendisine yürüyünce Alexia kızla sevişiyor. Bu kez bizi nipple pearcing üzerinden bir vahşet sahnesi bekliyor. Buraları ben 15 saniye atlata atlata geçtim açıkçası. Derken kızın evine gidiyorlar. Kızın evi dediğimiz yer koca bir lüks villa. Sonra oranın çıplak insanlar yurdu gibi bir şey olduğunu öğreniyoruz. Alexia önce kızı, sonra da karşısına çıkan bir sürü çıplak insanı teker teker öldürüyor. Her biri ayrı bir vahşet sahnesi. Buralar bende hiç yok. Sadece tabure ayağı saplama sahnesine biraz tanık oldum, lanet olsun. Bu anlamsız cinayet serisiye birlikte, Alexia'nın önüne geleni öldüren bir manyak olduğunu görüyoruz ve öh yeter artık noktasına geliyoruz. Bize yabancılaştıkça yabancılaşan bir karakter artık. Yetmiyor, bir de arabayla seks sahnesi geliyor üstüne. Ruhsal olarak yabancılaşmıştık zaten de, artık fiziksel olarak da tamamen yabancılaşıyoruz kendisine. 

Bu buz gibi karakter, kendisinden kaçan bir kişinin ihbarıyla ülkenin her yerinde aranır oluyor. Gittiği havaalanında robot resmini görünce hemen tuvalete gidiyor ve kılık değiştiriyor. Saçlarından, kaşlarından kurtuluyor, bandajla vücudunu sarıp kadınlığından kurtuluyor, bir de kendi burnunu kırarak simasını baştan yaratıyor. Arananlar listesinde gördüğü bir genç çocuğun babasına, Vincent'a ulaşıyor ve yıllar önce kaybettiği oğlu olduğunu iddia ediyor. Tipi kaybolan çocuğu hiç andırmamasına rağmen Vincent'ın onu kabul ettiğini görüyoruz. Haydaa bir başka deli. Acaba Vincent da Alexia gibi bir psikopat mı, başka vahşetler de mi izleyeceğiz derken filmin rotası birden bire değişiyor. Daha duygusal, daha ılımlı bir yöne doğru gidiyor. Vincent, dans etmekten, duygularını belli etmekten, sevmekten çekinmeyen bir adam, Alexia'nın babasının aksine. Alexia, iyi bir saklanma yeri olduğu için Vincent'ın yanında kalmaya çalışırken adamın da tekinsiz olduğunu fark ediyor elbette, kendisi gibi bir manyakla karşı karşıya olduğunu biliyor. Ancak onu öldürmesine engel olan şeyler yaşıyor sürekli olarak. Küçük sevgi gösterileri, seni koşulsuz seviyorum mesajları, vs. Alexia'ya ihtiyaç duyduğu güvenlik/sevilme hissini sağlıyor aslında Vincent. Alexia da bir şekilde kopamıyor. 

Koşulsuz sevme fikrini olabilecek en tuhaf koşullar altında gösteren bir film. "Gerçekte benim kaybettiğim oğlum olmasan bile, o olduğunu söylemen yeterli, seni oğlum kabul ediyor ve seni seviyorum." Hatta "erkek olmasan bile, erkek olduğunu söylemen yeterli, seni böyle kabul ediyor ve seviyorum." Vincent'ın bu yaklaşımını başlarda tekinsiz/tuhaf bulsak da sahneler ilerledikçe onu sevmeye başlıyoruz aslında. Durduğu yeri anlamaya başlıyoruz. Baştaki yabancılık hissimizi üstümüzden atıyoruz. "Aa, bu olabiliyor mu ya, nasıl yani, iyiymiş." şeklinde şaşırtıyor bizi Vincent. Ardışık vahşet sahneleriyle başlayıp mideleri alt üst eden film, koşulsuz sevgi temasıyla bir anda dokunaklı bir hal alıyor. 

Beni filmde vuran asıl şey ise Alexia'nın hamileliği oldu. Hamilelik üzerinden bir vücuda yabancılaşma anlatısı oluşturulmuş. Alexia'nın karnının günden güne şişmesi hem Alexia için hem de seyirci için son derece yersiz, beklenmedik. Alexia, robot gibi bir şey olduğu için kendi bedeninin doğurma işlevine son derece yabancı zaten. Bir de üstüne cinsiyetini gizlemeye çalışan bir kaçak olduğundan dolayı büyüyen karnı onun için bir engel. Seyirci de Alexia'yı buz gibi bir cani olarak gördüğü için onun doğurganlığını bir şekilde garipsiyor. Ayrıca Alexia'nın her seferinde vücudunu bandajla sarıp göğüslerini ve karnını saklama çabasına şahit olduğu için belki ilk kez Alexia için üzülüyor. Sahip olduğu bedenin kendi tercihlerinden bağımsız olarak biyolojik işlevini sürdürmesi acımasızca geliyor belki. "Her şey de bu kızın başına geldi" hissini ilk kez yaşıyoruz. Doğum sahnesinde de Alexia ilk kez savunmasız, zayıf. Tamamen Vincent'a muhtaç. Küçük bir kızken babasının sebep olduğu kazada bile kontrolü elden bırakmayan Alexia, makine-bebeğini doğururken ilk kez "yenik" pozisyonda. Alexia varoluşunu sürdürmenin tek yolu olarak inşa etmeye çalıştığı cinsel kimliği için mücadele ederken biyolojik özellikleri ona ihanet ediyor bir bakıma. Kendi bedeninin ihaneti, Alexia'ya güçsüz hissettirebilen tek şey oluyor. Bedeninin kişiyle iş birliği yapmaması büyük bir ayakbağı olsa gerek. Bu bağlamda ister kuir okumalar yapın, ister hiç hesapta yokken hamile kalmış, aslında anne olmak istemeyen kadınları düşünün, size kalmış. Bence her halükarda son derece dokunaklı bir tema.