31 Ekim 2016 Pazartesi

Kitaptan Filme: Pride and Prejudice

1775 yılında İngiltere'de doğan Jane Austen, 1796-1797 arasında "First Impressions" adıyla romanın ilk halini yazıp tamamlar. Yayınevlerinden ret aldıktan sonra düzeltmeler yapar, daha sonra 1813 yılında Pride and Prejudice adıyla yayınlanır. 203 yıllık bu roman, yazıldığı günden bu yana popülerliğinden hiçbir şey kaybetmeden ilerlemeyi başarır. 

Bu roman edebiyata iki efsane karakter kazandırır. Yazara benzerlikleriyle dikkat çeken açık sözlü, sarkastik, gerçekçi ve zeki karakter Elizabeth Bennet ve mükemmel erkeğin ete kemiğe bürünmüş hali, kahramanımız, zengin, gururlu ve soylu Mr. Darcy

Bildiğiniz gibi konusu bu iki karakterin aşkları. Kendisi über zengin olan Mr. Darcy, orta sınıfa mensup Elizabeth'e olan aşkını ilk başlarda sınıf gururu nedeniyle bastırmak durumunda kalıyor, Elizabeth ise bu adamın ruhsuz ve kalkık burunlu olduğu önyargısına kapıldığı için onu başlarda bir türlü sevemiyor. Olaylar gelişiyor, kahramanımız Mr. Darcy gururuyla savaşıp aralarındaki sınıf farkını dert etmemeyi öğreniyor ve kendisinden uzaklaştırdığı Elizabeth'i tekrar kazanmak için karşısına çıkan engelleri bir bir yeniyor. Elizabeth de Mr. Darcy'nin başlarda göremediği düzgün karakterini keşfettikçe önyargılarından pişman olup gardını düşürüyor.

203 yıl önce yazılmış bu romanda, erkek ve kadının kavuşamama nedeni: Gurur ve Önyargı. Modern insanın yani bizlerin çok da anlayıp haklı bulabileceği bir neden değil bu tabii, fazla soyut. Adam kızın sosyal konumundan ve ekonomik durumundan memnun değilse kızdan vazgeçer, gurur yapıp ama bir yandan da kız için savaşmaya devam etmez. Kız da kendisini ekonomik durumu nedeniyle aşağılayan erkekle birlikte olmak zorunda hissetmez kendini, çünkü artık kız için toplumda başka yükselme yolları da mevcut, kariyer gibi. Demek istediğim, modern insana mantıken son derece yabancı olan bu roman, nasıl oluyor da 203 yıl sonra bile beğenilmeye, hayran (ki bir tanesi de benim) toplamaya devam ediyor? 

Bunu Jane Austen'ın duruşuna bağlamak mümkün sanırım. Romantizmi ve realizmi aynı potada eritebilme yeteneği sayesinde geçerliliğini yitirmeyen bir roman yazmayı başarmış.

Romantik diyorum, çünkü yazıldığı dönemde romantizm akımı edebiyat dünyasını etkiliyor. Kitapta da romantizmin izlerine rastlıyoruz. 1) Devamlı olarak doğa övülüyor. 2) Dost sohbetlerinde gündelik ve sıradan şeyler daima felsefi bir tonla konuşuluyor, o kadar ki kitabın büyük kısmını kaplayan diyalogların ne demek istediğini anlamak için zaman zaman başa dönüyorsunuz. 3) Yetmiyor, bir de hikayeye efsane havası katılıyor. Kahraman Mr. Darcy önüne çıkan engellerle yiğitçe savaşıp Elizabeth'ine ulaşmaya çalışıyor.

Tüm bu romantik öğeler, aşk hikayesini tatlı yapan detaylar, ancak kitabın bugüne kadar gelebilmesi için yeterli mi? Bence değil. Çünkü dediğim gibi, modern insanın artık kolayca gülüp geçebileceği meseleler bunlar. 

Romana bugün de geçerlilik kazandıran şey, Jane Austen'ın yaşadığı dönemdeki İngiliz toplumuna gerçekçi bir şekilde, cesurca ayna tutabilmesi. 

18. yy'ın sonları, 19. yy'ın başlarında İngiltere'de erkekler için askerlik, kilise, hukuk gibi çeşitli yükselme alanları mevcut. Yalnız bir kadının yükselmesinin, kendini refaha ulaştırmasının tek yolu evlilik. Kadınlar, yasalar (miras) ve sınıf ayrımı nedeniyle evliliğe bağımlı birer yaşam sürüyor. Kadınlar için refaha ulaşmanın tek yolu zengin bir koca adayıyla evlilik yapmak. Kitaptaki Charlotte, bunun tipik bir örneği. Son derece eblek Mr. Collins ile, sırf kendi evine ve mal varlığına sahip olabilmek için evleniyor ve sürekli kendisini rezil eden bir kocayla tüm ömrünü geçirmek zorunda kalıyor. Yazarın kendisini, kendi düşüncelerini temsil eden Elizabeth karakteri ise bu mecburi evlilik bağlarına cesurca karşı çıkabilen, feminist ve akıllı bir karakter. 

İşte modern insanın bağlantı kurup romanı benimsemesinin nedeni bu, yani Elizabeth. Döneminin düşünce kalıplarını aşıp bugünkü kadın gibi düşünebilen bir karakter. Modern kadın roman karakterlerinin atası demek çok mu iddialı olur, bilemiyorum. Ama Elizabeth, tüm bu sınıf ayrımları, zengin koca bulma zorunluluğu, toplum normlarına uygun hareket etme fikirlerine karşı çıkabilen en eski kadın karakterlerden biri. 

Jane Austen, kadının toplumdaki yerini ve ekonomik güvenliğini garantilemek için evliliğe bağımlı olduğunu görebiliyor, bunu eleştirel bir dille işliyor ve sorgulatıyor. Buradan açıkça görüyoruz ki, Gurur ve Önyargı feminist bir roman. Feminist edebiyatta önemli bir yeri var. 

Yazıldığı günden bu yana birçok kez sinemaya uyarlanmış tabii. En güncel olan 2005 yapımı filmden biraz bahsedeceğim.

IMDB'den 9/10 almayı başaran 1995 yapımı, Colin Firth'ün oynadığı 6 bölümlük mini dizi ve senaryosunu Aldous Huxley'in uyarladığı 1940 yapımı filmi de daha sonra izlemek istiyorum. Bunların dışında, tam bir uyarlama olmasa da Jane Austen ve Pride and Prejudice'i konu alan 2013 yapımı aşırı tatlı Austenland filmini tavsiye ederim. JJ. Feild gibi mükemmel bir Mr. Darcy'i gördüğüm gün, kendimi diğer tüm Mr. Darcy'lere kapatacağımı biliyordum aslında. Bundan sonra izleyeceğim hiçbir Mr. Darcy, JJ. Feild'a yaklaşamayacak da olsa aramaya devam edeceğim.

Joe Wright'ın yönettiği ve başrollerinde Keira Knightly ile Matthew Macfadyen'in oynadığı 2005 yapımı film, aslına son derece uygun. Zaten çok uzun bir roman değil, film uyarlamalarında aslına uygunluğu yakalamak çok zor olmasa gerek. 

Keira Knightly'nin yarattığı Elizabeth karakteri tam olarak içime sinmedi. Aslında mimikleri ve duyguları iyi yansıtmış ama tanımlayamadığım sinir bozucu bir hali de vardı. Matthew Macfadyen soğuk bir karakter yaratmayı başarmış ama karizması eksik kalmış gibiydi. Mr. Darcy'nin çok daha oturaklı bir ses tonuna sahip olması gerekirdi mesela (evet, JJ Feild gibi). Filmde en çok sevdiğim karakter, Tom Hollander'in canlandırdığı Mr. Collins karakteri oldu. O eblekliği, o yol yordam bilmez patavatsızlığı mükemmel bir şekilde yansıtmış, en çok güldüğüm sahneler onun sahneleriydi. Donald Sutherland mükemmel bir Mr. Bennet olmuş. Brenda Blethyn'in de hakkını vermek gerek, tam da kitapta anlatıldığı gibi sinir bozucu ve cahil bir Mrs. Bennet olmuş. Rosamund Pike'ı da pek güzel canlandırdığı Jane Bennet karakteri için öveyim ve karakter yorumlarını burada keseyim.

Son olarak, Mr. Darcy'nin ilk ruhsuz evlilik teklifinden alıntı yapalım: 
"Boşuna mücadele etim, işe yaramayacak. Duygularım bastırılır gibi değil. Size ne büyük bir tutkuyla hayran ve aşık olduğumu söylememe izin verin [...] hemen sonra, onun için tüm hissettiklerini, hem de uzun zamandır hissettiklerini itiraf etmeye koyuldu. Güzel konuşuyordu, ama kalbe ait duyguların yanında ifade edecek başka duygular da vardı; sevgiden bahsederken gururdan bahsettiği zamankinden daha tutkulu değildi. Elizabeth'in aşağı seviyeden oluşu, bunun küçük düşürücü oluşu, ortadaki aile engeli ve aklının buna hep nasıl karşı çıktığı konusundaki düşünceleri, yaralamakta olduğu kendi ailevi konumuna yönelik görünen ama evlilik teklifine faydalı olacağa pek benzemeyen bir sıcaklıkla anlatıldı."
İyi okumalar/seyirler.

28 Ekim 2016 Cuma

Kitaptan Filme: Gone With the Wind


Amerikalı kadın yazar Margaret Mitchell tarafından yazılan ve 1936 yılında yayınlanan, yayınlandıktan bir sene sonra Pulitzer Ödülü'ne layık görülen romanda, Amerikan İç Savaşı güneylilerin, başka bir deyişle Konfederasyon'un gözünden anlatılır. 

1861-1865 yılları arasında, 11 adet güney eyaleti bir araya gelerek Amerikan Konfedere Devletlerini oluşturur ve köleliği kaldırmayı amaçlayan Abraham Lincoln'ün temsil ettiği Amerika Birleşik Devletlerine karşı, topraklarını ve köleliği savunarak savaşır. Kitapta Amerika Birleşik Devleti mensuplarından Yankee'ler diye bahsedilir. Güneyliler ve Yankee'ler arasında yaşanan bu iç savaşı şüphesiz, daha donanımlı olan Yankee'ler kazanacak, böylece güneyde kültürel ve ekonomik bir dönüşme süreci başlayacaktır. 

1900 doğumlu yazar Margaret Mitchell, Atlanta Tarih Topluluğu'nun üyesi avukat bir baba ve kadınların oy verme haklarını savunan hukukçu bir annenin gazeteci kızı olarak, ömrü boyunca güneylilerin iç savaş hikayelerini dinlemiştir ve ikinci kocasının cesaretlendirmesiyle 1926-1936 yılları arasında iç savaşı konu alan bu romantik ve tarihi romanı yazar.

Yazarla birçok ortak özelliğe sahip olan cesur ve toplum normlarına aldırmaz Scarlett O'Hara karakteri üzerinden, arka plana güney toplumundaki dönüşüm sürecini yerleştirerek dramatik bir aşk hikayesi anlatır. Scarett'in 16 yaşından 28 yaşına kadar olan 12 yıllık süreci okuruz. Çocuksu ve şımarık bir karakterin olgunlaşmasını anlattığı için bildungsroman türüne dahil olduğunu söylemek mümkündür.

Roman, Güneylilerin yüksek sınıfına mensup bir anlatıcının bakış açısıyla anlatılır. Tüm kitap boyunca siyahilere özgürlük hakkının verilmesi küçümsenir, sokaklarda özgürce dolaşan zencilere hakaret edilir ve hatta o kadar ileri gidilir ki zencileri öldürüp gözlerini korkutmak için kurulan Klu Klax Klan örgütünün faaliyetleri kahramanca olarak nitelendirilir. Bugünün düşüncelerine göre fazla ırkçı, fazla düşüncesiz bir romandır. 

Bununla birlikte dönemi Güneylilerin gözünden net bir şekilde tasvir ettiği için teknik açıdan oldukça başarılıdır. Romanı bugüne kadar taşıyan, bu teknik başarısıdır. 

Romanda güney toplumunun geçirdiği dönüşümde, belirli değerleri temsil eden başlıca üç karakter var, kısaca değinelim. 

SCARLETT O'HARA: Aristokrat bir aileden gelen zarif ve çalışkan, otoriter bir annenin ve kendi çabalarıyla toprak kazanıp işleyerek zengin olmuş İrlanda göçmeni bir babanın kızı olan Scarlett, ömrü boyunca zengin ve hareketli bir yaşam sürmüş, güzelliğiyle eyaletteki tüm erkekleri büyülemiş, lüks düşkünü ve fırsatçı bir kızdır. Aşık olduğu Ashley'nin Melanie ile evleneceğini öğrendiğinde Ashley'i elde etmek için çabalar, ancak başarılı olamaz. Bu onun, hayattaki ilk başarısızlığıdır ve bu hissi iç savaşın çıkmasıyla birlikte artık sık sık yaşayacaktır. Annesi gibi zarif ve soylu bir kız olmak için elinden gelen her şeyi yapsa da ailesini ve kendisini aç bırakan iç savaş karşısında tüm soyluluğu bir kenara bırakarak, Konfederasyon'u mağlup eden Yankee'lerle ticaret yapar ve tıpkı babası gibi kendi çabasıyla toprağını geri kazanır. Kadınların çalışmasına karşı çıkılan bir toplumda ve dönemde çalışıp yükseldiği için ve düşmanları olan Yankee'lerle dostane ilişkiler geliştirdiği için herkes tarafından dışlanır. Eski ve soylu güney toplumunun artık geri gelmeyeceğini kabullenip yeni güneydeki fırsatlardan faydalandığı için toplumdan dışlansa da, birçok eski zengin komşusundan daha rahat bir yaşama kavuşmayı başarmıştır. Yeni, dönüşmüş ve toparlamış güneyi temsil eder.

ASHLEY WILKES: Scarlett'in aşık olup ulaşamadığı tek erkek. Aslında Scarlett'in nefes kesen güzelliğine ve yaşam enerjisine karşı boş olmayan Ashley, akıllıca hareket ederek kendisine daha uygun olan uysal Melanie ile evlenir. Savaşın gerekliliğine inanmasa da kahramanca savaşa katılır, evine döndüğünde güney çoktan gücünü kaybetmiştir. Bol bol okumaktan ve düşünmekten zevk alan zengin ve soylu Wilkes ailesi artık her şeyini kaybetmiştir. Ashley bu yeni ortama uyum sağlayamaz, her şeyini kaybettiğinin farkındadır. Scarlett gibi oportünist davranmayı, Yankee'lerle iş yapmayı etik gerekçelerle reddeder ve bu yüzden daima Scarlett'in kanatları altında kalır. Eski ve başarısızlığa uğramış güneyi temsil eder. 

RHETT BUTLER: En baştan itibaren Konfederasyon'un bu kadar donanımsız bir şekilde savaşa katılmasının yanlış olduğunu düşünen, kendini savaşmak zorunda hissetmeyen son derece oportünist bir karakter. İç savaş döneminde casusluk yaparak, kuzeyden getirdiği kumaşları güneylilere satarak ve daha birçok etik olmayan ticari faaliyetlerde bulunarak zengin olur. Scarlett ile benzer bir kafa yapısına sahiptir. Baştan itibaren Scarlett'e aşıktır. Scalett Ashley'i unutup onun aşkını fark ettiğinde ise ondan artık vazgeçmiştir. Hem eski güneyle, hem yeni güneyle hem de kuzeyle ticari nedenlerle ilişkileri olan ancak üçüne karşı da eleştirel durabilen, kitabın en cezbedici ve en sağı solu belli olmaz karakteridir. Mr. Rochester ve Mr Darcy gibi sivri dilli, kadın ruhunu kadınlardan daha iyi anlayan, heyecan verici bir karakter olan Kaptan Butler, edebiyat tarihinin en unutulmaz jönlerinden biridir.

Görüldüğü gibi eski soylu güney, yeni fırsatçı güneye dönüşürken temel olarak bu üç karakter üzerinden dönüşüme tanık oluyoruz.

Scarlett O'Hara karakterinin tasvirinden ve yazarın kendi yaşamından da anlaşılacağı gibi, sonuna kadar feminist bir roman. Kadınların ticarette erkeklerden daha başarılı olabileceğini ispatlıyor. Toplumun kadınlara çizdiği rollerin hiçbirini kabul etmiyor Scarlett. Ne anne olmayı ne de eş olmayı seviyor, bunları sevmediğini söylemekten de çekinmiyor. Tamamen kendi istediği gibi, kendi kurallarıyla yaşıyor ve kadınlık görevlerini yerine getirmediği için ayıplanarak dışlanıyor.

Her ne kadar başarılı bir tarihi roman olsa da, günümüz fikirlerine göre fazla ilkel olan bu roman, bugüne kadar sürdürdüğü ününü bir parça da filme borçlu. Yayınlandıktan üç sene sonra, 1939 yılında sinemaya uyarlanıyor. Uzun süren seçmelerden sonra Scarlett O'Hara karakteri için Vivien Leigh'te karar kılınıyor. Hayal ettiğinizden biraz daha anaç ve şirin bir portre çizse de karakteri gayet iyi canlandırıyor. Ashley'i Leslie Howard oynuyor. Düşündüğümden biraz daha sönük bir karakter olduğunu söylemeliyim. Rhett Butler'ı ise Clark Gable canlandırıyor ki ne kadar aslına uygun bir karakter yarattığını anlatmaya paragraflar yetmez. Clark Gable bakışı denen şeye film boyunca maruz kalacağınızı müjdeleyeyim.

Film inanılmaz uzun, 4 saat. Fakat hayatınızda izleyebileceğiniz en iyi uyarlamalardan biri. 1200 sayfalık bir romanı 4 saate sıkıştırıp aslına bu kadar uygun kalmayı nasıl başardığını hala anlayamıyorum. Benim tespit ettiğim sadece iki fark var. 

- Kitapta Scarlett, Stuart Tarleton'u İndia Wilkes'in elinden alıyor. Filmde ise ilk kocası Charles Hamilton'ı İndia'dan alıyor gibi gösterilmiş. Scarlett'i daha da kötü ve kalpsiz bir kadın yapmak için böyle bir değişiklik yapmışlar herhalde. 

- Kitapta Scarlett'in evlendiği her kocasından 1'er çocuğu var. Filmde ise sadece Rhett Butler'dan tek bir kızı oluyor, onu kaybediyor, ikinci bebeğini ise düşürüyor. Filmin sonunda daha yalnız ve çaresiz bir kadın portresi çizilmiş. Ve de Scarlett'in çocuklardan nefret ettiği gerçeği, belki de tepki çekmemek için filme yansıtılmamış. 

Kitap yazıldığı dönemde çok ilgi çekiyor, filmle birlikte beğeniler katlanarak artıyor. Bu ünü fazla yorucu bulan Margaret Mitchell hayatı boyunca bir daha roman yazmıyor ve kurgu dışı yazılara yöneliyor. 

Bu arada ekleyelim, kitap Türkiye'de Artemis Yayınları tarafından korkunç itici bir kapakla basılmış. Filmden alınan Scarlett ve Rhett karakterler, arka plandaki kırmızı atmosfere yerleştirilmiş. Üçüncü sınıf bir aşk romanı gibi pazarlanmış ne yazık ki. Kesinlikle daha fazla ilgi ve özeni hak eden bir roman. Umalım ki en kısa zamanda daha çekici bir kapakla tekrar basılsın.

Kitap çok uzun ancak kendini okutuyor. Film de çok uzun olmasına ve 1939 yapımı olmasına rağmen ilginç bir şekilde sıkıcı değil (o dönemin filmleri hep bir parça sıkıcı gelir bana). Scarlett O'Hara ve Rhett Butler karakterlerini tanıma zevki için okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

Son olarak oportünist ve aşırı güçlü Scarlett'in, kitabın sonunda her şeyini kaybettikten sona söylediği ve hayat görüşünü özetleyen cümleden alıntı yaparak bitirelim: 

"I'll think of it all tomorrow, at Tara. I can stand in then. Tomorrow, I'll think of some way to get him back. After all, tomorrow is another day."

İyi seyirler/okumalar.

20 Ekim 2016 Perşembe

Kitaptan Diziye: It

Stephen King'in 1986 yılında yayınlanan korku romanı. Klasik olarak Maine'de geçer. Maine'in Derry isimli küçük kasabasında her 27 yılda bir yaşanan gizemli çocuk ölümleri üzerinden bir korku hikayesi anlatılır.

Kitabın yorumlarına bakarken 1200 küsur sayfa olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım, çünkü bendeki kitap taş çatlasa 500 sayfalık bir kitaptı. Acaba iki bölüm mü diye şüphelenmeye başlamıştım ki işin aslını öğrendim. Kitap Altın Kitaplar'dan iki versiyon şeklinde yayınlanıyor. Türk okur, ben de dahil ilk olarak 448 sayfalık kısaltılmış Gönül Suveren çevirisiyle tanışıyor. Bundan kısa bir süre önce de 1216 sayfalık tam metin Oya Alpar çevirisiyle yayınlanıyor. Yani çoğumuz zamanında bu kitabın kısa versiyonunu okuduk. Aslında hikayede havada kalmış onlarca şeyi düşününce uzun bir versiyonunun olduğunu bilmek sevindirici.

He ama bir daha alıp uzun versiyonu baştan sona okur muydum? Hayır, enerjim yok. Kitap yorumlarını okurken çoğu kişinin King'in en iyi romanı diye nitelendirdiğini gördüğümde çok şaşırdım, çünkü bana göre beş üzerinden üçlük bir roman. Bunun iki sebebi var.

Birincisi korkutmadı. Ama bu King'in hatası değil. Kitapla aramızda 30 sene gibi bir fark var, dolayısıyla 30 senelik bir korku romanını bugünün gözüyle eleştirince illa ki o roman zayıf kalıyor. Çünkü korku türünde yayınlanan kitaplarda birbirinden ilham alma olayı çok fazla. Mesela yıllardır vampirler, palyaçolar, aynada beliren karanlık yüzler, dev örümcekler birçok kitapta kullanıldı. Özellikle şu anda doğaüstü konuları işleyen milyarlarca dizi olduğundan piyasada çılgın bir korku öğesi yaratma yarışı var. Çok da yaratıcı şeyler çıkıyor ortaya. Bu kızışmış rekabet ortamında Stephen King'in 30 sene önce yazmış olduğu roman biraz zayıf kalıyor elbette: palyaço, kan ve örümcek. Onca sayfa okuyup yaratığın aslında dev bir örümcek olduğunu öğrendiğimde şöyle bir esneyip kitabı kapatmaktan kendimi alamadım. Stephen King korku türünün atası (olmasa da), abisi olduğu için King yorumunun biraz old-school kalması çok normal. Küçük bir çocukken ya da yeni çıktığı zamanlarda okuyup izlemiş olsaydım belki de aklım çıkacaktı ama bugünün şartlarında bu kitap bence zayıf.

İkincisi de sonu zayıftı ve yaratığı sadece bu arkadaş grubunun sevgileriyle ve bağlılıklarıyla öldürebileceğine ilişkin bölümler biraz saçmaydı. Aynı yorumu Kubbenin Altında romanı için de yaptığımı hatırlıyorum, sanırım Stephen King'in tarzı (ve zayıflığı) bu. 300 sayfa kadar gerip heyecanlandırdıktan sonra yaratığı dev örümcek olarak göstermenin tatmin etmeyeceğini kendisi de anlamış olacak ki, örümcekten yayılan aşırı korkunç, açıklanamaz ölüm ışığı gibi bir korku öğesini de ekleyivermiş. Bana komik geldi açıkçası. Halbuki kaldırımın ızgarasından çocukları kandırıp öldüren Pennywise karakteri ne kadar da orijinal ve korkunçtu. Keşke palyaço olarak kalsaydı. Belki uzun versiyonda, arkadaş grubunun birbirlerine bağlılıkları ve sevgileri daha derinlemesine anlatılmıştır ve kulağa daha mantıklı geliyordur. Ama kısa versiyonda saçmaydı.

1990 yılında, Tommy Lee Wallace yönetmenliğinde 2 bölümlük bir TV dizisi olarak uyarlanıyor. Tim Curry, çok başarılı bir şekilde Pennywise karakterini canlandırıyor. Altın Kitaplar'ın kısa versiyonunun kapağında gördüğümüz palyaço ta kendisi. Bunun dışında Eddie karakterinin yetişkin halini canlandıran Dennis Christopher da dikkat çekici isimlerden biri. The Lost Room'daki performansından sonra burada da gayet iyi. Richie'nin çocuk halini canlandıran Seth Green ve o korkunç saçlarıyla Henry karakterini canlandıran Jarred Blancard diğer dikkat çekici oyuncular. 

Filmin gayet başarılı bir uyarlama olduğunu söyleyebilirim. Beni hayal kırıklığına uğratan birkaç minik ve (mesela George'u sarışın bir çocuk olarak hayal etmem gibi) önemsiz detayı saymazsak, kitabı okurken kafamda canlandırdığım ne varsa ekranda gördüm. Ehh, o son örümcek sahnesinde hamilelikten ve etrafa saçılan yumurtalardan bahsedilmemiş ya da Eddie'nin kolunun koptuğunu göstermemiş, ama olsun. 

Andrés Muschietti yönetmenliğinde, Eylül 2017'de çıkması planlanan yeni filmin çekimlerinin devam ettiğini hatırlatalım.

İyi okumalar/seyirler.

11 Ekim 2016 Salı

Kitaptan Filme: Devil Wears Prada


Amerikalı yazar Lauren Weisberger'in 2003 yılında yayınlanan ve kısa sürede bestseller olan kitabı. Kitap kurgusal olmakla birlikte, yazar Vogue dergisinde Anna Wintour'ın asistanı olarak çalıştığı zamanlardan esinlenerek oluşturmuş hikayeyi. 

2006 yılında David Frankel yönetmenliğinde çekilen uyarlama filmde Andrea'yı Anne Hathaway, Miranda Priestly'yi ise Meryl Streep canlandırıyor. Ayrıca Emily rolünde Emily Blunt, Nigel rolünde Stanley Tucci ve Christian Thompson rolünde Simon Baker dikkat çeken isimler. 

Ben kitaba İngilizce başlamıştım, daha sonra çevirisini merak edip Altın Kitaplar'dan çıkan Pınar Öcal çevirisiyle devam ettim. Çevirmen, daha önce Nemesis'ten çıkan Kuzuların Sessizliği serisini çevirmiş. Herhangi bir hata dikkatimi çekmedi, temizdi. Yalnız şansınız varsa İngilizcesini tercih edin. Bu hafif snob ve ironik, esprili, bestseller kitap üslubu Türkçeye ne kadar doğru çevrilirse çevrilsin tam oturmuyor.

Kitap kafa boşaltmak için okunacak türden. Yalnız bunun için biraz fazla uzun, yaklaşık 450 sayfa. 430 sayfa kadar psikopat bir direktörle çalışan bir asistanın düştüğü zor durumları ve stresli anları spontane olarak yaşıyoruz. Telefonun çalışıyla biz de panik atak oluyoruz. Deadline'ları yetiştirmesi gereken yerde elinde kahve on dakika telefonda konuştuğu için bizzat biz kanser oluyoruz. Ve ilk sayfasından itibaren çok bariz olan sonunu okumak için 450 sayfa bekliyoruz. Bu açılardan biraz yorucu, film daha keyifli.

Anne Hathaway'i gördüğümde hayalkırıklığına uğradım, oyunculuğunu da çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Abartılı bir şapşallık, aşırı mimikler sinir bozucuydu. Meryl Streep mükemmeldi. Kitaptaki Miranda Priestly'yi okurken aklımda daha genç ve Victoria Beckham'sı bir kadın canlandırmıştım, beyaz saçlı bir kadın görünümü beni ilk başta biraz şaşırttı. Fakat kitaptakinden daha makul ve etkileyici bir karakterle karşılaşınca tüm bu ilk şaşkınlığımı unuttum. Streep, karakterin köşelerini biraz daha yumuşatmış, ama karizmasından ödün vermemiş. Kitaptakinden daha ulaşılabilir bir portre çizmesine rağmen, daha mantıklı bir kadın. Andrea ile aralarındaki ilişki de daha keyifli olmuş filmde. Emily Blunt rolünü çok iyi canlandırmış. Yüzü ve ifadesini dramatik rollere yakıştırırdım, tepeden bakan kıskanç kıdemli asistan rolünün altından da çok iyi kalkmış. Onun çıktığı sahneleri iple çektim. Stanley Tucci her zamanki görünümünü koruyarak her role yakışmayı nasıl başarıyor, bilemiyorum. Siman Baker'ı ilk gördüğümüzde aşırı sarı kaşları ve saçları nedeniyle zor tanısak da Mentalist olduğunu anladığımız an şaşkınlık ve sevinç çığlığını bastık. Yine de itiraf etmeliyim, kitaptaki Christian kadar karizmatik değildi. 

Aradan 10 yıl geçti, dolayısıyla moda algımız da değişti. Filmde çok çarpıcı olduğu vurgulanan kıyafetler ve görünümler artık demode oldu. Meryl Streep haricindeki hiçbir kadın duruşu etkileyici gelmedi. Filme biraz geç kaldım sanırım. 

Boş vaktiniz varsa okunacak ve izlenecek türden bir uyarlama. Keyifli okumalar/seyirler. 

7 Ekim 2016 Cuma

Kitaptan Filme: Jane Eyre - En İyi Film Uyarlamaları


İngiliz yazar Charlotte Brontë'ın yazdığı, 1847 yılında Smith, Elder & Co. yayınevi tarafından İngiltere'de, bundan bir sene sonra da Harper & Brothers yayınevi tarafından Amerika'da yayınlanan roman. Orijinal ismi Jane Eyre: An Autobiograpy (Jane Eyre: Bir Otobiyografi).

Ben Can Yayınlarından çıkan Nihal Yeğinobalı çevirisini okudum. 1927 doğumlu çevirmenin daha önce birçok klasik roman çevirisi var, kullandığı dil de klasik romana yakışır, hafif ağır bir dil. Bazı betimlemeleri buram buram eskilik kokuyor. Tavsiyem, eğer şansınız varsa kitabı İngilizce okumanız. Türkçesi fazlasıyla eski, geleneksel, kaba şeyleri çağrıştıran kelimelerin orijinalini okumak daha iyi bir formül olabilir. 

Roman, anne babası olmadan sevgisiz bir şekilde büyüyen Jane Eyre karakterinin hayatını anlatıyor, isminden anlaşılacağı gibi. Karakterin çocukluktan yetişkinliğe kadar anlatılıdığı Bildungsroman türüne giriyor. To Kill a Mockingbird ile birlikte, türün iyi örneklerinden biri olduğunu söylemek gerek.

Kitapta zaman zaman kadınların özgürlüğüne değiniliyor, feminist düşünce izleri bulmak mümkün. Bununla birlikte çok fazla dini ve ahlaki motif var. Karakter bunları da kabul ederek kadın özgürlüğünü savunabiliyor ancak. Dönemine göre yine de cesur bir duruş olmakla birlikte devrim olarak tanımlanamaz. Örneğin, Jane çok zengin ve romantik bir erkek olduğu halde, sırf toplumun kötülediği bir konuma düşmemek, metres olmamak için Mr. Rochester'a hayır diyebiliyor. Ya da Tanrıyı aradığı ve ona hizmet etmek istediği için Hindistan'a gitmeyi kabul ettiği halde St. John'un evlilik teklifini reddediyor. Kadının özgürlüğü, erkeğe karşı seçme şansını eline alması anlamına geliyor; topluma karşı özgürlükten bahsedilmiyor.

Gotik ve romantik öğelerin birleşmesi sonucu ortaya çıkan bu şahane klasik eserin bugüne kadar 30'un üzerinde sinema, tiyatro, müzikal ve opera uyarlaması yapılmış. Bazı sinema ve dizi uyarlamalarından kısaca bahsedelim.

1- Jane Eyre (2011) - IMDB: 7,4

İzlediklerim arasında en çok içime sinen uyarlama oldu. Jane Eyre ile Mr. Rochester arasındaki tutkuyu en iyi şekilde yansıtan filmdi. Jane Eyre karakterini Crimson Peak'te benzer bir makyaj ve görüntüyle izlediğimiz Mia Wasikowska çok başarılı bir şekilde canlandırmış. Afişe bakınca çirkin ve sönük olması gereken Jane'i güzel bir kadına oynattıkları için kızmıştım ama filmde nasıl olduysa çirkinleştirmeyi başarmışlar, gayet mütevazı ve sade bir karakter söz konusu. Mr. Rochester'ı ise Michael Fassbender canlandırmış, en beğendiğim Mr. Rochester oldu. Bunun dışında TURN dizisinde dikkat çeken Jamie Bell, zaten beğendiğimiz bir oyuncuydu, açık ara farkla en iyi St. John karakterini canlandırdığını söyleyebilirim. Mrs. Fairfax tam hayal ettiğim gibi biri olarak karşıma çıktı. Çoğu önemli bölümü, duygusunu doğru bir şekilde vererek ve hatta tüm detaylarıyla güzel işlemişler. Atladığı iki önemli kısım var: Duvağın parçalanışı ve St. John ile Jane'in kuzen olduğunun ortaya çıkış sahnesi. Bu kadar eksiklik kadı kızında da olur diyor ve tadı damağımda kalan bu güzel uyarlamanın ardından ikinci favorime geçiyorum.

2- Jane Eyre (2006) - IMDB: 8,4

Birer saatlik 4 bölümden oluşan bir mini dizi olarak çekilmiş. Aslına son derece uygun. Süresi uzun olduğu için kitabı rahat rahat uyarlamışlar. En iyi uyarlama hangisiydi derseniz bu versiyondu derim. Listemde ikinci sırada yer almasının nedeni, kaliteyi düşüren bir takım detaylar. Öncelikle, benimle birlikte binlerce insanı da şaşkınlığa uğrattığını düşündüğüm bir ayrıntı var: küçük olması gereken Adèle karakterinin 1.50 metre boyunda ve 15 yaşında olması. Bu şekilde daha sinir bozucu olduğu doğru, ama keşke küçük bir kız oynatsalarmış. Jane Eyre karakterini canlandıran Ruth Wilson ve Mr. Rochester rolünde izlediğimiz Toby Stephens (en azından dizi boyunca) hakikaten çirkin, oyuncu seçimleri ve makyajlar beğenimi kazandı. Yalnız her ikisi de olmaları gerektiğinden daha yumuşak karakterler yaratmış. Mr. Rochester'ın şömine karşısındaki konuşmalarda sinirli olması gerekirken dizide sürekli gülümsüyor. Jane Eyre de aynı şekilde her soruya gülerek yanıt veriyor. İlk bölüm neredeyse sıradan bir pembe dizi aşkına çevrilmiş. Kameranın yukarıdan birden inip karakterin yüzüne yaklaştığı çekimler, gotik sahnelerde ve aşk sahnelerinde arkada beliren çiğ müzikler de bu pembe dizi imajını güçlendirmiş. Jane Eyre'ın çizmiş olduğu, kitapta tasvir edilen resimleri çok iyi bir şekilde kağıda döktüklerini söylemeliyim, çizimler üzerinde çok uğraşıldığı belli. Romandaki neredeyse her şey anlatılmış. Grace Pool ile yangın sabahı yaşanan gerginlikten, yıllar sonra Bessie ile buluşmalarına kadar her şey var. Hikayeyi tekrar okuyormuş gibi hissedeceksiniz ve bu saydığımız pürüzleri görmezden gelirseniz bu başarılı uyarlamadan çok keyif alacaksınız.


3- Jane Eyre (1970) - IMDB: 6,5

Başrollerini George C. Scott (Mr. Rochester) ve Susannah York'un (Jane Eyre) paylaştığı film, 1970'ler atmosferini müzikleriyle, saçı ve makyajıyla hissettiriyor. Her iki karakter de olmaları gerektiğinden 10 yaş büyük görünüyorlar. Açıkçası Mr. Rochester rolünde yaklaşık 50 yaşında bir adam gördüğümde şaşırmıştım. Kitapta anlatılan çekiciliği onda hissetmedim. O sert ancak aşık ve tutkulu, kadın ruhunu çok iyi anlayan karakteri tam yansıtamamış. Ortaya sert bir adam çıkmış yalnızca. Kitabını okumamış olsam çok leziz bir aşk hikayesi olduğunu düşünmeyecektim bile. Örneğin düğün gecesi Jane'inin kapısının önünde sessizce yatmıyor, aksine nedense Jane onun ayağına gidip dizinin dibine oturuyor, sanki az önce adamın evli olduğunu öğrenen kendisi değilmiş gibi. Charlotte Bronte'ın o feminist duruşunu tamamen çiğnemişler, Mr. Rochester'a daha fazla eğilme bükülmez bir anlam yüklemişler. Dediğim gibi özellikle aşk sahnelerinde beliren müziklerle tam bir yetmişler etkisi var. Hikayenin zerafetini alıp biraz çiğlik katmışlar. Nedense Jane'in Mrs. Reed'in evindeki hayatı hiç gösterilmemiş. St. John da beklediğimden 10 yaş yaşlı ve ne yazık ki esmer. Jane ise daha olgun olması bir yana, gayet mutlu, güzel ve sağlıklı bir kadın. Kısacası oyuncu seçimi olmamış. Gözlerini kapatarak kör adamı canlandıran George C. Scott hakkında daha fazla yorum yapmadan dördüncü favorime geçiyorum.

4- Jane Eyre (1943) - IMDB: 7,6

1,5 saat süren siyah beyaz filmde Orson Welles, Joan Fontaine, Aldous Huxley, Elizabeth Taylor gibi efsane isimler var, bu yüzden filmi izlemek kayıp değildi. Bütün yıldızları bir araya koyunca mutlaka mükemmel bir film çıkacak değil ya, ben bu versiyonu kendi sıralamamda ancak dördüncü sıraya yerleştirdim. Gelişme ve sonuç kısımlarında daha tutkulu bir hikayeye dönüşse de, ne roman tam uyarlanmış ne de karakterler iyi yansıtılmış. Jane Eyre fazla güleryüzlü ve mutlu; Mr. Rochester ise gereğinden fazla sert, hatta biraz "odun". Jane'i çağırmak için parmak şıklattığı ve ayağına su döktürdüğü sahneyi hatırlatsam yeterli olacaktır. Filmde en çok içime sinen karakter muhtemelen Mr. Brocklehurst. Uzun boylu ve gaddar bir adam, tam da olması gerektiği gibi. Jane'in Mr. Rochester'ı yangından kurtardığı sahne gayet ruhsuz, halbuki kitabın neredeyse en romantik kısmı bu. Jane'in resim yeteneğinden hiç bahsedilmiyor. Mrs. Reed ile olan geçmişinden de hiç bahsedilmiyor. Hikayenin yaşattığı hisleri yaşatamıyor ne yazık ki. Helen Burns'ü oynayan güzeller güzeli Elizabeth Taylor dışında aklımda çok bir şey kalacağını sanmıyorum. Bir de giriş anında kitaptan giriş paragrafını okumak hoş bir espri olmuş. Yazanlar kitabın ilk paragrafı değil, senaryonun giriş paragrafı diyelim.
My name is Jane Eyre... I was born in 1820, a harsh time of change in England. Money and position seemed all that mattered. Charity was a cold and disagreeable word. Religion too often wore a mask of bigotry and cruelty. There was no proper place for the poor or the unfortunate. I had no father or mother, brother or sister. As a child I lived with my aunt, Mrs. Reed of Gateshead Hall. I do not remember that she ever spoke one kind word to me.
Listeyi şimdilik 4 uyarlamayla sınırlandırıyorum, muhtemelen bir devam yazısı gelecek.

Henüz okumamış olanların Jane Eyre dünyasına bir an önce giriş yapmaları dileğiyle.