31 Ağustos 2016 Çarşamba

Anime: Anohana The Flower We Saw That Day


Uzun ismiyle Ano Hi Mita Hana no Namae o Bokutachi wa Mada Shiranai (o gün gördüğümüz çiçek). 2011 yapımı bu anime toplam 11 bölümden oluşuyor. Bölümlerin her biri 22 dakika. 

6 tane çocukluk arkadaşının hikayesi. Jintan, Menma, Yukiatsu, Anaru, Poppo, Tsurumi daha küçük birer çocukken çok samimi arkadaşlar. Hatta kendilerini Super Peace Busters adıyla tanımlıyorlar, hep bir araya geldikleri bir kulübeleri bile var. Derken aralarından biri bir kaza sonucu ölüyor, çocukların geri kalanı bu olaydan sonra dağılıp birbirlerinden uzaklaşıyorlar. 

Lise çağına geldiklerinde Jintan bir gün ölen Menma'nın halüsinasyonunu görüyor. Bu tek bir seferle kalmıyor üstelik, daha sonra Jintan sürekli olarak Menma'yı görebiliyor, hatta geceleri aynı evde kalıyorlar. Jintan, Menma'nın dünyevi bir şeye takılmış olabileceğini, bu nedenle cennete gidemediğini düşünerek bunun ne olduğunu çözmeye çalışıyor. 

Bu arada Menma ölmeden önce bir dileği olduğunu, ama dileğinin ne olduğunu hatırlayamadığını söylüyor. Jintan, Menma'nın bu dileğini gerçekleştirirse onun cennete gideceğini düşünerek araştırmaya başlıyor. 

Eski grup tekrar bir araya geliyor, tabii hepsi değiştiği için başta tekrar uyum sağlamaları kolay olmuyor. Menma'nın çevresinde toplanarak geçmişleriyle yüzleşme sürecine giriyorlar ve olaylar gelişiyor. 

Dramatik bir anime olduğunu söyleyelim. Menma karakteri hayat dolu, canlı, neşeli bir ölü. Kendinden çok başkalarını düşünüyor, eski arkadaşlarının tekrar bir araya gelmesi için çabalıyor, herkesin mutlu olmasını istiyor. Böyle deli dolu bir karakterin aslında ölü olduğunu bilmek izleyici için son derece dramatik, son bölümdeyse bu dram tavan yapıyor.

Jintan'ın annesinin ölümü, Menma'nın ölümü karşısında annesinin güçsüzlüğü, aşklarına karşılık alamayıp acı çeken grup üyeleri gibi bir sürü dram öğesi var. Açıkçası bu öğeler bir yetişkin için çok çiğ, dolayısıyla anime bence 15-18 yaş aralığına daha çok hitap ediyor gibi.

Aşk hikayelerine bol bol yer verilmiş. Çoğu kişi gruptaki birine aşık ve açılamıyor. Böyle böyle beş altı tane aşk hikayesi var. Bu karşılıksız aşklar beşgeninin en umutsuz vakası Tsurumi. Soğuk ve ukala bir kız olduğu için insanda antipatiyle karışık bir acıma hissi uyandırıyor. Poppo ise bu beşgene hiç katılmadan, kendi halinde yaşayan tek kişi. Para biriktirip dünyayı gezme hayalini gerçekleştiriyor. Muhtemelen birçok kişinin favori karakteri, ben de dahil. Zaten Menma'nın Jintan'a göründüğünü hiç sorgulamadan heyecanla kabul eden tek karakter de kendisi.

Bölüm sayısı az olduğu için kısa sürede tüketilebilir bir anime. Konusu çok ahım şahım olmasa da karakterleri izlemek keyifli.

29 Ağustos 2016 Pazartesi

Kitaptan Diziye: Childhood's End


The Overlords, The Deceivers ve The Children adında toplam 3 bölünden oluşan 2015 yılında yayınlanmış ABD yapımı bir mini dizi.

Aynı ismi taşıyan Arthur C. Clarke romanından uyarlanmış. Ben Cep Kitapları'ndan Son Nesil adıyla yayınlanan Kayhan Şentin çevirisini okudum. Ayrıca İthaki Yayınları Çocukluğun Sonu adıyla Ekin Odabaş çevirisini yayınlamış. Ben okuduğum çeviriden memnun kaldım.

Öncelikle bilim kurgunun ustalarından biri olan Arthur C. Clarke'ın geçmişinden kısaca bahsetmekte yarar var. Yazar, 2. Dünya Savaşı'nda Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne radar teknisyeni olarak katılmış, King's College London'da fizik ve matematik derecesi yapmış, uzay seyahati hakkında bilimsel makaleler yazmış, sualtı canlıları hakkında araştırmalar yapmış bir bilim adamı, ayrıca fütürist bir bilim kurgu yazarı. Açıkçası kurguları hemen tüketilebilir, anlaşılabilir değil. Kafa patlatmalısınız. Ama şu çok net ki elinden geldiği kadar sadeleştirerek yazıyor.

Childhood's End, yazarın 3. kitabı. 1953 yılında yayınlanıyor. Bir gün dünyadaki bazı şehirlerin üzerine aynı görüntüye sahip uzay gemileri gelip park ediyor. Önceleri çok korkup panikleyen insanlar, daha sonra bu gemilerle gelen Karellen adındaki bir Tanrısalın Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Rick Stormgern aracılığıyla insanlıkla iletişime geçmesi sonucu durumu biraz kabulleniyorlar. Karellen dünyadaki kaos ve savaş haline bir son vereceklerini, dünyayı yaşanır bir yer kılacaklarını söylüyor. Uzun bir süre zarfında, karşılıklı güven kuruluyor ve Karellen'in vaatleri gerçekleşiyor.

Tamamen farklı ve son derece çekici bir yeni dünya düzeni oluşturuluyor. Politik, dini, ekonomik değişimler titizce düşünülmüş ve sağlam bir tasvir yapılmış.

Örneğin, artık robot fabrikalar var. Üretimi insanlar değil, robotlar yapıyor. İhtiyaç duydukları her şeyi çalışmadan elde eden insanlar, ekonominin canlı olduğu metropolleri terk edip daha sakin yerlere yerleşiyorlar. Suç kavramı ortadan kalkıyor. Kimsenin eksiği olmadığı için insanlar çalmaya gerek duymuyorlar. Ve kendilerini görüp cezalandıran Tanrısallardan korkuyorlar. İnsanlar acelesiz yaşam sürdürüyor, Batı dünyası da dahil. 

Ömür boyu çalışma zorunluluğu ortadan kalkan insanoğlu, ömür boyu eğitime yöneliyor. Yüksek öğrenimini tamamlayan insanlar, ilgi duydukları konularda eğitim almaya devam ediyorlar, kurslara gidiyorlar. Hava araçları sayesinde trafik ortadan kalkıyor. İnsanların genellikle dünyanın ayrı yerlerinde 2 tane evi var. Kutup bölgeleri de açılmış, 6 ay yazı yaşamak isteyen insanlar kutuplara gidebiliyorlar. Bu yolculuklar çok kısa sürüyor. 

Kitapta bol bol din eleştirisine yer verilmiş. Tanrısallar dünyada bulunan yüzlerce dinin hepsinin birden doğru olamayacağını savunuyorlar. 5 bin yıl kadar geriye gidip o zamanlar yaşananları ekrana getirebilen bir mekanizma var, bu mekanizmayla dinlerin kökenine gidiliyor. Vahiy ve mucize dinlerinin tamamı bu mekanizma sayesinde çöküyor, yalnızca Budizm ayakta kalıyor. Eğitimde din sorunu ortadan kalkıyor. 

Tanrısallar çok ileri teknolojili bir gezegenden geldikleri için insanoğlunun aklındaki tüm gizemleri çözüyorlar, bu nedenle dinle birlikte bilimde de çöküş yaşanıyor. İnsanlar artık her şeyi Tanrısallar aracılığıyla bildikleri için bilimsel merakları yok oluyor. İnsanlar üretmedikleri, her şeyi tasasız bir şekilde çabalamadan elde ettikleri için yaratıcılıklarını kaybediyorlar ve sanatsal - kültürel faaliyetler duruyor. Londra tamamen değişiyor, sanayi kenti özelliğini yitiriyor, ancak Buckingham Sarayı'nın önündeki muhafızlar nöbet değiştirmeye devam ediyor (kitabın en komik kısmı olabilir). 

Bu arada söylemeye gerek yok elbette, savaşlar ve çatışmalar ortadan kalkıyor. Açlık sorunu dünyanın kaynaklarının eşit olarak insanlara paylaştırılmasıyla kökten çözülüyor. İnsanlar daha homojen hale geliyorlar, örneğin herkes İngilizce konuşuyor, ayrışma ve çatışmalar ortadan kalkıyor. Silahlı kuvvetler kaldırılıyor. Yemek bedava. Hollywood iyice gelişmiş. Profesyonel sporcu kavramı ortadan kalkmış, çünkü çok fazla başarılı amatör sporcu var. İnsanlar daha dinamik, daha kuvvetli.  

Elbette her şey bu kadar sütliman olmamalı. Her şeyin mükemmel bir şekilde ilerlemesinin ardında mutlaka daha büyük bir emelin yattığını fark eden insanlar da var. Bu insanlar Özgürlük Birliği adıyla bir çatı altında toplanıp özgürlüklerinin ellerinden alınmasına direniyorlar. Başka bir topluluk da sanatsal ve kültürel faaliyetleri sürdürmeyi amaçlayan Yeni Atina sakinleri. Bunlar Yeni Atina adıyla kurdukları şehirde özgürce sanatsal faaliyetlerde bulunuyorlar, çocuklarını eski düzene göre yetiştiriyorlar. Tanrısallar bu iki topluluğa da müdahale etmiyor.

Sonrasında Tanrısalların daha büyük bir düzene hizmet eden elçiler oldukları anlaşılıyor, asıl amaçlarını belli ediyorlar ve olaylar bir şekilde sonuca bağlanıyor. İçinde çok fazla şey barındıran bir kurgu olduğundan sonuca bağlama işi kolay olmamış. Tam her şey çözüldü dediğim anda kitap 40 kadar sayfa daha devam etti ve takip etmekte çok zorlandım. 

Kitap özetle böyle. Çok doyurucu bir kurgu. Ben kitap ve dizi olarak eşzamanlı ilerledim. Zevk almak için kitabı okumanızı, daha sonra cila amaçlı diziyi izlemenizi tavsiye ederim. 

Başrol sayılabilecek bir rolde, Under The Dome dizisinden hatırladığımız, orada Dale "Barbie" Barbara karakterini canlandıran Mike Vogel var. Yine bilim kurgu türünden devam etmiş, öncekine benzer bir rolde oynamış.

Diziyle kitap arasında birçok fark var, tek tek sıralamak çok sıkıcı olacak. Belki bir noktadan bahsedebilirim. 

Dizide sualtı çalışmaları yapan, sualtında kendine kurduğu karargahta araştırmalarını sürdüren Sullivan karakteri yok. Kitaptan en çok aklımda kalan karakterlerden biriydi. Sonradan Arthur C. Clarke'ın da sualtı çalışmalarıyla ilgilendiğini öğrenince kendisiyle özdeşleştirdiğini fark ettim. Bence dizinin en büyük eksikliklerinden biri bu.

İyi okumalar, iyi seyirler.

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Dizi: The Lost Room


The Lost Room, 2006 yılında Sci Fi Channel'da yayınlanmış ABD yapımı bir dizi. Toplam 3 bölümü var: The Key and The Clock, The Comb and The Box ve The Eye and The Prime Object.

Ben diziyi 6 bölüme ayrılmış şekilde izledim. Bölümlerin her biri ortalama 40 dakika sürdü. Örneğin ilk bölüm, The Key (Anahtar) ve The Clock (Saat) olarak ikiye ayrılmıştı. Her bir nesneyi bir bölümde yayınlamışlardı. Açıkçası 6 bölümlük versiyonu bana çok daha çekici geldi. En azından 3 tane çok güzel şey yerine 6 tane çok güzel şey izleyip zevki uzatıyormuşsunuz gibi bir illüzyona kapılıyorsunuz.

Nesneler dedik, konusundan biraz bahsedelim. Dizide meşhur Route 66'in üzerinde yer alan bir motelin, bildiğimiz zaman ve uzayda artık yer almayan, başka bir deyişle bizim algımıza göre kaybolan 10 numaralı odasıyla ilgili birtakım gizemler var. Kaybolduğu dönemde odanın içindeki nesneler dünyaya saçılıyor; her birinin alışık olmadığımız birtakım özellikleri var.

Örneğin Anahtar, her kapıyı açıyor ve açan kişiyi bu motel odasına götürüyor. Kapı içeriden açıldığında ise kişiyi istediği yere götürüyor. Otobüs bileti, dokunan kişiyi motelin bulunduğu Gallup kasabasının yakınlarına fırlatıyor. Tarak, zamanı 2 ile 10 saniye arasında durduruyor ve kişinin o süre içinde yer değiştirmesine yardımcı oluyor. Gözlük, takan kişinin etrafındaki ısıyı engelliyor, böylece kendisine ateş edilmesi ya da yanma ihtimali sıfıra iniyor. Kol saati, yumurta haşlıyor. Bu ve bunun gibi 100 tane ilginç özellikli nesne var.

1961 yılından bu yana, insanlar büyük bir hırsla bu nesnelerin peşine düşüyor. Yalnız nesnelerden herhangi birini ele geçirmek sanıldığı kadar keyifli değil. Bunun birtakım bedelleri var. Nesneleri ele geçiren kişi, nesnelerle ilgili daha büyük emellere sahip olan büyük balıkların hedefi haline geliyor ve sürekli kaçıp saklanarak yaşamak zorunda kalıyorlar.

Bu büyük balıklardan bir tanesi Düzen Birliği. Nesneler çevresinde toplanmış, nesnelere kutsal anlamlar yükleyip bunu bir din haline getirmiş elit bir kesim. Nesnelerin tanrının parçaları olduğunu, hepsini bir araya getirirlerse Tanrı ile doğrudan iletişime geçebileceklerini düşünüyorlar. Bu nedenle nesneleri ne pahasına olursa olsun ele geçirmeye çalışıyorlar.

Başka bir büyük balık da Karl Kreutzfeld. Kendini nesnelerin hepsini bir araya getirmeye adamış über zengin ve güçlü bir adam. 9 yaşındaki lösemi oğlunun hasta hücrelerini düzeltmek için Cam Göz'ün peşinde gibi görünse de, gerçeği sonunda anlıyorsunuz.

Başkahramanımız, Joe Miller adında eşinden boşanmış, kızıyla yaşayan ve kızının velayetini almak için elinden geleni yapan kızına çok bağlı bir dedektif. Bir gün bir cinayet vakasını incelemek için olay yerine gittiğinde ölüm şeklinin tuhaflığını fark ediyor ve işin peşine düşüyor. Araştırmaları sonucunda tuhaf nesnelerin en değerlilerinden biri olan Anahtar'ı ele geçiriyor. Anahtarın kullanımını keşfettiğinde, kendisini gizlice izleyen küçük kızı Anna da keşfetmiş oluyor. Derken bir gün Anna odanın içine elinde anahtar olmadan giriyor, bir daha çıkamıyor ve farklı bir uzay-zamanda kayboluyor.

Dizi, başka bir evrende kaybolan kızını bulmaya çalışan ve bunu başarmak için her şeyi göze alan Joe Miller'ın etrafında dönüyor kısacası.

Paralel evrene sıkışma teması hatırlayacağınız gibi, Doctor Who'nun David Tennant'lı bölümlerinde, Rose Tyler ve Doctor Who ayrılığı olarak işlenmişti. Bu dramın çok tuttuğunu fark etmiş olacaklar ki, Doctor Who'nun ilgili bölümünden hemen 1 sene sonra Lost Room'da da aynı temayı kullanmışlar. Kötü mü olmuş? Hayır. Peki Doctor Who'daki gibi içimiz yırtıldı mı? Hayır.

Genel olarak bakmak gerekirse dizinin konusu ve süresi son derece tatmin edici. Dahiyane bir konu bulunmuş ve sakız gibi uzatılmadan işlenerek 4 saatte sonuca bağlanmış. Sıkılmadım. Dizinin sonu, Jennifer Bloom ve Joe Miller karakteri hariç her şey çok yerindeydi.

Sonunu nereye bağladıklarını anlamadım bile açıkçası. Çok da kafa kurcalamadım. Konunun kendisi bence yeterince ilham vericiydi. Tadında bıraktım. Hiç sona ermemiş gibi.

Başroldeki Joe Miller karakteri çok iyi oturtulamamıştı. Bana son derece düz, rolünün hakkını pek verememiş bir oyuncu (Peter Krause) gibi geldi. Sanki mimikleri doğru şekilde iletememişti. Şaşırması gereken yerlerde yüzünde muzur bir ifade beliriyordu örneğin. Arkadan bulanık bir ışık hüzmesi gelirken kameranın yakınlarına boş boş bakıp konuşmayan biri olarak kaldı aklımda çoğunlukla. Jennifer Bloom (Julianna Margulies, Good Wife) da pek bir donuk oynamıştı, onu da pek içime sindiremedim. Fakat yan rollerdeki karakterlerin çoğunu izlemek çok keyifliydi.

Howard Montague (Roger Bart): Baştan itibaren gözüm bir yerden ısırıyor ama nereden şüphesiyle izledim. Nerelerde oynamamış ki... Law Abiding Citizen, CSI: Miami, Grimm, Desperate Housewives, How I Met Your Mother, Revenge, Trumbo... Epey bir karşı karşıya gelmişiz daha önce. Dizideki favori karakterlerimden biri oldu.

The Sood (Jason Antoon): New Girl ve Grey's Anatomy'de oynamış kendisi. Aşırı derecede sevdiğim başka bir karakter oldu. Çok kısa süreli olarak belirse de uzun süre aklımdan çıkmayacak.

Dr. Martin Ruber (Dennis Christopher): Dizinin en manyak karakteriydi. Baştaki o zarif bilimadamı duruşu sonraları nesneyi ele geçirme hırsıyla deliliğe dönüştü. Yaratmak istedikleri karakteri biraz abartılı buldum ama oyunculuk bence çok başarılıydı.

Wally Jabrowski (Peter Jacobson): Sevimli bir karakterdi. 

Karl Kreutzfeld (Kevin Pollak): Son derece başarılıydı. O donuk bakışları, zeka kokan keskinliği, acımasızlığı, rol kesme yeteneği, her şeyiyle ekranı doldurdu. 

Suzie Kang (Margaret Cho): İnsanlara nesnelerin yeriyle ilgili bilgi satan, bu işi bir kuru temizlemecinin arka ofisinde yapıp parayı kıran çakal bir karakter. Renkli tırnakları, Kreutzfeld ile yaptığı pazarlık çok hoştu. 

Anna Miller (Elle Fanning): Son olarak, paralel evrende kaybolan minik kız Anna. Kendisini de takibe aldım, çünkü sonradan öğrendim ki büyümüş halini en son Trumbo'da izlemişiz. Çok daha güzel işlere imza atacak gibi.

Kesinlikle tavsiyedir.

Not: Nesnelerin alışmadığımız amaçlara hizmet etmesi bana biraz Günlerin Köpüğü kitabını hatırlattı. Bu dizinin yapımcıları, hayatlarının bir noktasında 'Patafizik ekolünden etkilenmişler midir acaba?

23 Ağustos 2016 Salı

Kitap: M Train


Patti Smith üslubunu sanırım çoğumuz ilk olarak Çoluk Çocuk romanı sayesinde tanıdık. Mükemmel bir üslup, akıcı, oturmuş.

Anılarını ölümsüz kılmaya çalışarak onlardan bir bütün oluşturup bu bütüne tutunmaya çalışan bir kadın Patti Smith. Sürekli yanında bulundurduğu defter kalem, fotoğraf makinesi, tek tük eşyası, Cairo adında bir kedisi, sık sık çıktığı seyahatler, siyah beresi. Sahip olduğu hemen hemen her nesnenin bir hikayesi var. Anlamı ve hikayesi olan şeylerden bir yaşam kurmuş. Hayalinde kurduğu senaryoların peşinden gidebilecek kadar özgür ruhlu. Örneğin, Jean Genet'ye, zamanında Genet'nin isteyip de gidemediği bir ada hapishanesine gitmeye cesaret ederek oradan taşlar topluyor ve bunları Genet'nin mezarına bırakıyor.

Çoluk Çocuk, Patti'nin dostu Robert Mapplethorpe'u merkeze koyarken, M Treni romanında tamamen kendine odaklanmış. Ölen kocası Fred Sonic Smith'in anma günü yaklaşırken yaşadığı seyahatleri, rastladığı kurgu hikayeleri, hayranlık duyduğu kişileri, gezdiği yerleri, kafasında yarattığı ve gerçek yaşamın mucizelerini görme kabiliyeti sayesinde bir araya getirdiği senaryoları anlatıyor. Oğlan büyümüş, kızın boyu Patti'den uzun, babaları ölmüş. Yalnız bir kadın olarak, kaybettiklerinin hüznünü bastırmak için sahip olduklarına daha sıkı sarılan 66 yaşındaki bir kadının güncesi diyebiliriz.

Yine bilindik üslubunu görüyoruz. Aslında kahve içmeyi seven, takıntılı derecede sevdiği ve ona büyük anlam ifade eden mekanlara gitmekten hoşlanan, sürekli yazan ve bu nedenle çoğunlukla dağınık ve durağan bir ev hayatına sahip olan, ama sözcükleriyle nesnelerin durağanlığının ötesine geçebilen, hareketli bir anılar bütünü yaratabilen ilham verici bir kadın. Özgür bir ruhun hiçbir şey üzerine yazdığı bu kitabı keyifle okuyorsunuz.

Tahminen 2012 civarında yaşadıklarını kaleme dökmüş. O kadar çok güncel sanatçıya, diziye, filme, yazara referans var ki, kendi izlenimlerinizle onun coşkun izlenimlerine katılma heyecanı duymak kaçınılmaz oluyor.

Birkaç sayfa boyunca The Killing dizisinin son bölümünü, kendine özgü hayalci üslubuyla anlatıyor. Sylvia Plath'in intiharıyla ilgili yazıyor. Frida ve Diego'nun mavi evine gidip fotoğraflar çekiyor. Murakami'yi keşfediyor ve sayfalarca hakkında yazıyor. Person of Interest'in kendi kapısının önünde çekilen bir bölümünden bahsediyor. Hatta Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi? ve Roy Batty'de bile atıfta bulunuyor satır aralarında, sanırım koptuğum nokta bu oldu.

Bu kadar kült bir kadının, yaşayan ve şu anda paylaştığımız şeyler hakkında yorum yapması insana ekstra bir keyif veriyor nedense. İstersek Patti'yle karşılıklı oturup Beat Kuşağı'ndan bahsedebiliriz, hevesle katılacağımız ortak yorumlar yapabiliriz gibi bir his uyandırıyor.

Robert Mapplethorpe ile çağdaş olmuş, 2016'da yaşayan herkesle çağdaş olmaya devam eden coşkulu, yaşayan bir kadın. 10 yıllar geçiyor, onun hevesi geçmiyor gibi.

263 sayfalık ve Domingo Yayınları'ndan çıkan bu kitap, kitaplarda üslubu önemseyenlere şiddetle tavsiyedir.

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Kitaptan Diziye: A Country Doctor's Notebook


Kiev Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun olan Rus yazar Mikhail Bulgakov'un 1920'lerde kendi ilk doktorluk deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı ve tıbbi ortamlarda yayınlanan birkaç hikayesi, daha sonra derlenerek kitaplaştırılır. 

İlk kez 1975 yılında Michael Glenny tarafından İngilizceye çevrilen A Country Doctor's Notebook, Türkiye'de iki farklı isimle yayınlanmıştır. İlk olarak Haluk Erdemol çevirisiyle Bir Köy Doktorundan Öyküler adı altında Notos'tan, daha sonra Ergin Altay çevirisiyle Genç Bir Köy Hekimi adı altında Can Yayınları'ndan çıkacaktır.

Ben doğrudan İngilizcesini okudum, dolayısıyla çeviriler hakkında yorum yapamayacağım. Ama günün birinde iki çeviriye de göz gezdirmek isterdim. Üslubun nasıl yansıtıldığını merak ediyorum. Bence çok açık değil ama inceden inceye komik bir üslup vardı, bunun nasıl yansıtıldığını görmek isterim.

Şunu söylemek gerekiyor ki, ben dahil birçok kişi bu şaheseri Daniel Radcliffe'in popülerliği sayesinde sonradan keşfetti. 2012-2013 yıllarında A Young Doctor's Notebook adıyla 2 serilik bir mini dizi olarak yayınlandı. Söz konusu doktoru, yani genç Vladimir Bomgard karakterini Daniel Radcliffe, olgun doktoru ise Jon Hamm canlandırıyordu.

Popüler bir oyuncu kadrosu olduğu doğru, ancak dizinin ilgi çekici özellikleri bununla sınırlı değil. Bence kitap kadar dizi de gayet başarılı, hakkını vermek gerekiyor. Prodüktör, senaryo yazarları, sahne ve kostüm tasarımcıları... Herkes işini titiz bir şekilde yapmış.

Hem Daniel Radcliffe (HP) hem de Jon Hamm (Mad Men), Mikhail Bulgakov seven iki oyuncu. Dolayısıyla iki oyuncunun seçilmiş olması mükemmel bir karar. Severek oynadıklarından mıdır nedir, ortaya çıkardıkları işe ellerinin lezzeti daha bir sinmiş gibi.

Sahnelerin tasarımı ve dekor son derece başarılı. Olay 1917 ve 1934 olmak üzere iki farklı zamanda geçiyor. Bu zamanların ambiyansı, kıyafetler ve tavırlarla güzel yansıtılmış. İngiliz aksanı da bu dekorun üzerine cuk oturmuş.

Bir Rus klasiğini İngiliz İngilizcesiyle yorumlamışlar, bunu başta garipsiyorsunuz elbette. Ama bunun garip olduğunun farkındalar ve dizinin başından itibaren adeta "bu bir Rus klasiği aslında, siz İngiliz aksanını Rusça gibi duyuverin" diyorlar. Kiril alfabesine benzetilerek yazılan İngilizce kelimeler size dizinin bu genel atmosferi hakkında en baştan fikir veriyor, dolayısıyla çok takılmamakta, dizi ekibinin bulduğu bu tatlı çözümü kabullenip izlemeye devam etmekte fayda var.

Senaryo yazarlarına bu eseri diziye uyarlarken çok fazla iş düşmüş. Dizide benim en çok dikkatimi çeken şey ve bence dizinin en çok göze çarpan başarısı, kullanılan anlatım tekniği oldu. 

Dizide, yukarıda da bahsettiğimiz gibi 2 zaman var: Bunlardan biri hikayenin şimdiki zamanı, yani 1934 yılı. Doktor Bomgard, kendisinin mesleğe ilk başladığı 1917 yılında yazmış olduğu anılarını okuyarak genç Doktor Bomgard ile yüzleşiyor. Dizi, Doktor Bomgard'ın genç ve olgun versiyonlarını aynı sahneye sokarak izleyiciye bu kendisiyle yüzleşme hissini somut bir şekilde yaşatıyor. Sahnenin birinde olgun doktor, kendi gençliğine bakıp "Geçmişi değiştiremezsin" diyor. Geçmişteki halinin yaptığı salaklıkları değiştiremeyeceğini bilse de, onun yanına gidip onu eleştiriyor, zaman zaman onunla dalga geçiyor, bazen de onu affettiğini söylüyor.

Bu dahiyane anlatım tekniği sayesinde birbirinden keyifli sahneler çıkmış ortaya. Bu nedenle dizi, en az kitap kadar takip edilmeye değer bence. Zaten tadına varmaya başladığınız anda ilk sezon bitiyor. Bir mini dizi, toplam 2 sezon, her sezonda 4 bölüm var ve bölümler 20 dakikalık.

DEMYAN LUKICH - THE FELDSHER 

Genç doktor Bomgard'dan sonra hastanedeki en yetkili ve bilgili kişi olan Feldsher, Suits dizisini seyretmiş olan kişileri çok mutlu edecek bir oyuncu tarafından canlandırılıyor: Adam Godley. Suits'te Nigel Nesbitt karakterine doyamayanların A Young Doctor's Notebook'ta The Feldsher'ı izlemeleri şiddetle tavsiyedir. Nigel Nesbitt'e benzer bir karakter Feldsher karakteri. Nigel'ın takıntılı çamur banyosu sevgisi, kedi düşkünlüğü, zerafeti ile Feldsher'in atlas okuma merakı, şarap ve turşu sevgisi birbirine paralel. İkisi de tipik İngiliz komedisi karakterleri.

İNGİLİZ KARA KOMEDİSİ

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, bu dizi komik olmayan bir Rus hikayesinden uyarlandı. Uyarlama esnasında eserin türüyle oynanmış. Kitaptan birebir alınan birçok sahneye komedi öğeleri ve İngilizlik eklenmiş.

Kendi adıma, İngilizliği izlemek son derece keyifli fakat kara mizah... İğrenç sahneleri aşırı uzatarak ve karakterlerin başına aptalca şeyler getirerek yapılan komedi bana göre değil. Bu dizide çok fazla göreceksiniz bunu. 

Örneğin bacak kesme ameliyatı. Kitapta keskin bir bıçakla yapılıp hemen biten bu ameliyat dizide kör bir testereyle yapılıyor ve tahmin edeceğiniz gibi bol kanlı, uzun bir sahne çıkıyor ortaya. Aynı şekilde bebeğin gözündeki iltihap kitapta müdahalesiz geçerken, dizide patlayıp doktorun suratına geliyor. Dizinin her anı bu tip iğrenç sahnelerle dolu aslında. Bilemiyorum, sahneler bu kadar iğrenç olmasaydı dizi yine de başarılı olur muydu? Yoksa bu diziyi başarılı yapan şey kara komedi öğeleri mi? 

KİTAP DİZİ KARŞILAŞTIRMASI

Dizi toplam iki sezondan oluşuyor. Bunlardan birincisi kitapla birebir aynı hikayelere ve hatta benzer diyaloglara sahip. Karakterler, hatta hikayelerin özneleri dizide değiştirilmiş ancak yaşanan vakalar son derece iyi uyarlanmış diziye.

İkinci sezon ise kitaptan tamamen bağımsız. Fazladan bir güzel kadın karakter eklenmiş örneğin, bir kadın fazladan öldürülmüş dizide. Biraz daha reytinglere oynanmış gibi bir his bırakıyor. Farklara tek tek örnek vermek gerekirse:

- Dizide doktorun kendisi morfin bağımlısı. Bu bağımlılığın kendisini soktuğu acınası, bazen gülünç durumları izliyoruz. Kitapta ise böyle bir şey yok. Morfin diye ayrı bir hikaye var. Burada doktorun üniversiteden bir arkadaşı morfin bağımlısı olup yaşadıklarını bir günlüğe aktarıyor. Doktor bu günlüğü okuyor, hepsi bu. Dizi versiyonu çok daha can alıcı olmuş. Zira aslında Mikhail Bulgakov gerçekten de yaklaşık bir sene boyunca kendisine morfin enjekte ederek bu bağımlılığı yaşıyor. Kitapta bir arkadaş üzerinden anlatılan bu deneyimler, dizide otobiyografik öğeye dönüştürülerek aktarılmış, son derece başarılı olmuş.

- Dizide genç doktor, ebe Pelageya ile aşk yaşıyor. Sonunda Pelageya ölüyor ve genç doktor içinde bulunduğu bağımlılık hali nedeniyle o kadar çok kendine odaklanmış halde ki kadının ölümünden hiç mi hiç etkilenmiyor. Yıllar sonra olgun doktor karakteri eskiden çalıştığı bu kasabaya geri dönüp Pelageya'nın mezarını ziyaret ediyor ve ona hak ettiği değeri vermediği için pişman olduğunu gösterip özür diliyor. Kitapta ise böyle bir aşk hikayesi yok. Morfin hikayesindeki karakter Anna isimli hastane çalışanıyla aşk yaşıyor, hepsi bu. Belki bu da yazarın gerçekten yaşamış olduğu ve "bir arkadaş" üzerinden anlattığı bir aşk hikayesidir. 

- Leopold Leopoldovic. Genç doktor hastaneye atanmadan önce hastanede çalışan tecrübeli ve etkileyici doktor. Kitapta dizideki kadar sık geçmiyor adı. Dizide ise tamamen karikatürize edilmiş ve bence çok yerinde kullanılmış. Diziyle ilgili en çok aklımda kalacak sahneler onun portresine bakarak gerçekleşen diyaloglar olacak.

Özetle dizide, kitapta okumuş olduğunuz vakaların birçoğunu görebileceksiniz ancak çoğu karakteri değişmiş bulacaksınız. Dizinin kendine özgü bir işleme tarzı var, ana hikayeleri olduğu gibi bırakıp geri kalan her şeyle oynamışlar. Değiştirilmiş halinden de zevk alacağınızı iddia ediyorum. 

Ben önce dizi sonra kitap sıralamasıyla gittim. Size tam tersini yapmanızı öneririm.