30 Mart 2022 Çarşamba

Kitap: Mühendis Menni

Aleksandr Bogdanov'un Kızıl Yıldız II olarak yazdığı devam romanı. Açıkçası ilk kitabı okumadan dan diye bu kitaba girebilirsiniz, hayatınızda hiçbir şey değişmez. Sadece şu soruyu ilk kitabı okuyan insandan daha çok sorarsınız kendinize? E hani neresi bilim kurgu bunun? 

İlk kitapta görevinin sonlarına doğru saçma sapan tavırlar sergilemeye başladığı için dünyaya geri gönderilen kahramanımız Leonid, bu kitapta karşımıza çevirmen olarak çıkıyor. Leonid'in söylediğine göre Marslılar artık Dünya'dan çekilmiş, sadece gözlemlemeye ve kolonileştirmeye odaklanmış durumda. Dünya'da Yeni Kültürü Yayma Grubu aracılığıyla kapitalist toplumu ufak ufak sosyalizme hazırlıyorlar. Leonid, önceki kitaptan hatırladığımız ex manitası, Menni'nin eski karısı Enno'nun, Mars'ta kapitalizmin son dönemini ele aldığı romanını Dünya diline çevirme görevini üstlenmiş.

Öncelikle hikaye tam olarak yazıldığı dönemde, yani 1900'lerin başında geçiyor. Mars'ta 1900'lerin başında artık gezegenin yarısı suymuş. Ama bu yeni bir şeymiş, Galileo döneminde teleskopla baksak su falan göremeyecekmişiz. 250 yıl önce Mühendis Menni denen adam bir çalışma başlatarak gezegenin su kaynaklarını artırmış. Gezegen geniş denizlerle ve okyanuslarla bölünmediği için genel olarak Marslılar arasına bir birlik ve bütünlük anlayışı hakimmiş. 1620 yılına gelindiğinde gezegendeki son bağımsız devlet, Taumasia Felix (Şanslı Mucizeler Ülkesi) yaşlı dük Aldo tarafından yönetilmektedir. Feodal Cumhuriyet Taumasia'ya savaş ilan ettiğinde Aldo fazla direnç gösteremez. Mirasçıcı Ormen Aldo Federal Cumhuriyet tarafından Merkezkent'te tutulur, ancak topraklarına el konulmaz. Politikaya dahil olmaksızın, toprak sahibi olmaya devam eder ve olanları bir kenardan izler. 20 sene süren çalışmasının sonunda ayaklanma için gerekli atmosferi yakalar. Ancak işler yolunda gitmez. Ormen'in ayaklanması beklediği gibi ses getirmez. Taumasia'da feodal düşünce tamamen ortadan kalkar. Geride Ormen'in mirasçıcısı, oğlu kalmıştır. Onun adı da Ormen olmasına rağmen aynı anlama gelen Menni ismiyle imza atar. Büyük bir mühendis olan Menni, bir iç deniz olan Güneş Gölü'nü yaratmıştır. Kendisinin ve ondan sonra gelen Netti'nin çalışmalarıyla gezenegene bugünkü kanallar, denizler kazandırılmıştır. "Çevirmenin notu" kısmından sonra Leonid susar, çevirisini okumaya koyuluruz. 

1667 yılında Mühendis Menni, Aldo'nun yarattığı kanal projesini resmi bir toplantıyla kamuoyunun, büyük çıkar sahibi sanayi tröstlerinin, özel işletmelerin, bilginlerin, mühendislerin, politikacıların bilgisine sunar. Lybia'da bir iç deniz yaratılırsa bölgenin kurtarılacağı fikri tüm tarafları bir araya getirir, kanalı kabul ederler. Böylesine dev bir projenin maliyetini karşılasa karşılasa devlet karşılayabilecektir. Devlet iş masraflarını ve tahvilden doğacak faizleri ödemek için her yıl özel borç tahvili çıkaracak, proje tamamlandığında verimli toprakların satılması ve kiraya verilmesi yoluyla yavaş yavaş faizler ve tahvil ödenecektir. Menni, tüm projenin tek bir adam tarafından yönetilmesi gerektiğini savunur. Kamuoyu da, Dük Ormen Algo'nun oğlu olduğu için ona güven duyar ve destek verirler, böylelikle proje hayata konur. Bu sırada Menni, Nella ismideki kıza aşık olur. Sevip de kavuşamama hikayesi sıkıştırılır kurgunun başlarına. Dev inşaat projesi ilerleyedursun, devreye açgözlü işadamları ve politikacılar girer. Daha iyi koşullarda çalışmak isteyen işçi isyanları nedeniyle ortalık karışır. Mühendis Maro ile Mühendis Menni arasında bir gerilim yaşanır, bunun sonucunda Menni Maro'yu öldürür ve mahkeme süreci başlar. Menni avukat istemez, dik durur, pişman olmadığını söyler ve kendini savunmak için fazla çaba sarf etmez. Mahkemede 12-13 yaşında bir erkek çocuğunun elini tutan bir kadının sesi yükselir: Yavrum, kahramana iyi bak ve... unutma! Evet, Nella. Menni hapse girer. Aradan bir 12 yıl daha geçer. İşçi lideri Arri, gizli saklı yaptıkları toplantıda topluluğa şöyle seslenir: Kardeşler, konuşma yapmak üzere sözü oğlum, Mühendis Netti'ye vermeyi öneriyorum. Nella'nın üvey kardeşi, sonradan muhtemelen partneri Arri, yıllarca Menni'nin oğlu Netti'ye babalık yapmıştır. Netti de tıpkı Menni gibi iyi bir mühendis olmuştur. Yıllarca Menni'ye karşı bilenen işçilere farklı şeyler söyleyecektir Netti. Tüm yaşananların, aslında dinamit tröstünün işi olduğunu öne sürer. Daha düşük kalitede dinamitleri üç katı fiyatına satıp köşeyi dönmüştür dinamit lobisi. Bu esnada da işçi yaşamları yitirilmiştir. Yani olanların arkasında aslında büyük patron Menni değil, tröster vardır. Bir de proje müdürü gibi bir şey olan Feli Rao'nun proje süresince servetine servet kattığını kanıtlar. Menni'nin yönettiğini sandığı projeyi başkaları kirli emellerine alet etmiştir, Netti bunları bir bir ortaya çıkarır. Böylece dolandırıcılara karşı bir mücadele başlar. Olan biteni içeriden takip eden Menni bir gün Netti'yle tanışır. Onun teknik yönünü çok yeterli görür. 12 yıl önce geçen mahkeme sahnesini hatırladıklarında, baba oğul olduklarını keşfederler. Projenin başına Netti'yi getirir. Buradan itibaren, kitabın sonuna kadar çeşitli toplumsal, politik olaylar yaşanır. Menni ölür. Zafer kazanılır. Bir sürü de mesajlar verir yazarımız. Ama hepsini buraya taşıyacak gücüm yok açıkçası.

Öncelikle Menni'nin kafası işle dolu olduğu için evliliğini bitirmek zorunda kalan Enno'nun kitapta Nella gibi bir karakter yarattığı gözümüzden kaçmadı. Kendi yaşayamadıklarını Nella'yı aşırı drama boğarak okuruna hissettirmiş. Bunu yaparken yine Menni'yi övüp yine Menni'nin zekasını her şeyden üstte tutmuş. Menni çalışsın, vatanına faydası dokunsun da ben oğlumuzu az ötede tek başıma büyütürüm gibi bir cengaverliğe kalkışmış. Kadınlar bu kitapta da erkeklerin kafasını karıştırmasın diye köşesine çekilen, fedakar, edilgen canlılar olarak tasvir edilmiş. Kadınlar dedim ama kitapta tek kadın var muhtemelen. Tröstler, sanayi devleri, mühendisler full erkek. 

Olayın Mars'ta geçtiği, jeolojik tasvirlerle sık sık hissettirilse de karakterlerin Marslı olduğuna neredeyse hiç değinilmemiş. İnsanlarla aralarında çok minik nüanslar var. Bunların hiçbiri fiziksel değil. Kültürel farklar. Bu bakımdan kitabı bir bilim kurgu gibi okumak asla mümkün olmuyor. Bitirdiğinizde 12 Eylül romanı okumuş gibi hissediyorsunuz. Sansür deseniz var, gizli toplantılar, işçi grevleri, ayaklanmalar. Hepsi mevcut. Uçan daire, yok. Hologramlarla iletişim, yok. Boğaza yapıştırınca söylediklerinizi her dile çeviren ultra gelişmiş google translate cihazı, yok. Bakınca G.O.R.A.'dan daha az bilim kurgu diyebiliriz. 

İlk yarısı, Selvi Boylum Al Yazmalım'dan hallice bir aşk hikayesi ile bir şekilde akıyor. İkinci yarıda o da yok. Tamamen MÜCADELE DE MÜCADELE. Akmıyor. Mesajlar uçuşuyor havada. Kızıl Yıldız, türünün öncülerinden olduğu için tüm gülünçlüğüne rağmen okunası bir kitap, ancak Mühendis Menni pek öyle değil. Bilsem devam kitabı diye tuttumaz, tadında bırakırdım ben de.

25 Mart 2022 Cuma

Kitap: Kızıl Yıldız

Rus yazar Aleksandr Bogdanov'un 1908'de yayınlanan bilim kurgu romanı. Mars'ta yaşayan sosyalist bir toplumu konu alıyor. Bilim kurgunun bu kadar geri planda kaldığı başka bir kitap daha okumadınız muhtemelen. Bir yandan türe yeni bir yaklaşım getiriyor, yaratıcı; diğer yandan da türü boğup bambaşka bir şeye dönüştürüyor. Kızıl Yıldız, serinin birinci kitabı. İkinci kitap Mühendis Menni'de bu durumu daha net hissetmek mümkün.

Yordam Edebiyat'tan Ayşe Hacıhasanoğlu çevirisiyle yayınlanan kitap 160 sayfa, epey ince. Dünyanın en hızlı giriş bölümüne sahip. Toplam 1 sayfalık bir girizgahtan sonra Marslı ile Dünyalıların teması başlıyor.  Kitle mücadelesinde aktif, partinin kıdemli üyelerinden 27 yaşındaki Leonid ikinci sayfada Menni kod adlı ilginç gençten bahsetmeye başlıyor. Fiziksel görünümü biraz tuhaf bir genç, kafası normalden büyük, gözlerini her zaman gözlüklerin arkasında saklıyor, ifadesi donuk. Kendisi son derece zeki, yumuşak ve dikkatli ancak bir o kadar keskin ve derin. Kitaba dahil olduğu gibi Leonid ve sevgilisi Anna Nikolayevna'nın ideolojik gerekçelerle ayrılmalarına yol açıyor. Daha sonra Leonid'in odasına gelerek, çekme gücü yerine itme gücüne sahip bir madde üzerine yaptığı buluşla ilgilendiğini, yalnız bu buluşun yeni olmadığını, daha önce de bu buluşla ilgilenen bir topluluk olduğunu söyleyerek Leonid'i bu topluluğa dahil olmaya davet ediyor. Topluluğa girdiği takdirde, kendisine verilen görevi yerine getirmek gibi bir sorumluluğu da önden kabul etmiş olacağını belirtiyor. 

"Yolculuk ne kadar sürecek?"

"Belli değil. Oraya gidiş dönüş en az beş ay sürer. Hiç geri dönmemek de mümkün."

"Bunu biliyorum; mesele bu değil. Yürüttüğüm devrimci çalışmayı ne yapacağım? Siz de galiba sosyal demokratsınız ve durumumun zorluğunu anlarsınız."

[...]

Herhangi bir parti görevlisinin ortadan kaybolması, geniş kitlelerin sahneye çıkmasıyla birlikte, bir bütün olarak ele alındığında, meselenin taşıdığı önem saçısından son derece küçük bir olaydı. Üstelik de bu geçici bir kaybolmaydı ve çalışmaya geri döndüğüm zaman yeni bağlantılarımla, bilgilerimle ve olanaklarımla çok daha yararlı olacaktım. Kararımı verdim.

Leonid bu gizemli ve tehlikeli uzay yolculuğu davetini, kitle mücadelesinin her zaman her şeyden önemli olduğunu vurguladığı didaktik birkaç cümleyi aklından geçirdikten sonra 3 saniyede filan kabul ediyor, tası tarağı topluyor. Ertesi gün yola çıkmak üzere o akşamı Menni'nin dairesinde geçiriyor. Fakat o da ne! Menni bir anda maskesini çıkarıyor ve aşağıya doğru sivrilen tuhaf yüzü ortaya çıkıyor.

"Demek beni aldattınız," dedim sert bir ifadeyle. "Bir bilim topluluğu değil, başka bir şey o zaman bu?"

"Evet" dedi Menni sakin bir şekilde. "Bizler başka bir gezegenin sakinleri, başka bir insanlığın temsilcileriyiz. Biz Marslıyız."

"Peki beni neden aldattınız?"

Uzaylılarla ilk temas gibi bir deneyimi, en ufak bir şaşkınlık emaresi göstermeden derhal normalleştiriyor ve Marslıya haklı olarak aldatılışının hesabını soruyor Leonid. Sen Marslı olabilirsin, ona okeyim, ama peki ya beni aldatmak? Bunu nasıl yaparsın gibi bir çıkışta bulunuyor. Bu hezeyanını da hızlıca atlattıktan sonra gemi son hazırlıklarını yapıyor ve Mars'a doğru yola çıkıyorlar. Geminin kaptanı ve her şeyin sorumlusu Menni. Doktoru Netti, Mars hesabıyla 16, dünya hesabıyla 30 yaşında, çok tecrübeli bir doktor. Hesap kitap, matematik işlerinden sorumlu kişisi, salt mantığın temsilcisi Sterni. Leonid yol boyunca, seyahat arkadaşlarının yanına uğrayarak teknik, kültürel konularda onlardan yardım alıyor. Öncelikle "Neden ben?" sorusuna yanıt arıyor, aradığı yanıt şu şekilde: 

"Yapısında mümkün olduğunca daha fazla sağlık ve esnekliği, daha fazla akıllıca çalışma yeteneğini, Dünya'da mümkün olduğunca daha az kişisel bağımlılıkları, daha az bireyciliği bir araya getiren biri gerekliydi bize. Fizyologlarımız ve psikologlarımız, ezeli bir iç savaşla paramparça olmuş toplumunuzun yaşam koşullarından sizin deyiminizle sosyalist bakımdan örgütlü toplumumuza geçişin, bir insan için çok ağır ve zor bir geliş olduğunu ve çok elverişli bir düzenleme gerektirdiğini düşünüyorlardı. Menni, sizi diğerlerinden daha uygun buldu."

Bireycilik anlayışını aşmış olmanın, uzaya kabul ön şartı olarak önümüze sunulduğu sosyalist mi sosyalist dünya görüşüyle yazılmış hikayemizde ilerlemeye devam ediyoruz. Leonid bir yandan Mars dilini öğrenmeye, bir yandan bilimsel sorularına yanıt bulmaya devam ederken yolculukları nihayet sona eriyor ve Mars'a ayak basıyorlar. 

Mars'ın doğasında beni ilk etkileyen ve en zor alıştığım şey, bitkilerin kırmızı rengiydi. [...] Dikkatli biri olan Netti, gözlerimi tahriş olmaktan korumak için koruyucu gözlük takmamı önerdi. Kabul etmedim. "Bu, bizim sosyalist bayrağımızın rengi," dedim. "Sizin sosyalist doğanıza da alışmalıyım." 

"Eğer öyleyse, sosyalizmin Dünya florasında da olduğunu, ama gizli bir biçimde bulunduğunu itiraf etmek gerekir," dedi Menni. "Yeşil bitkilerin yaprakları kırmızı tona sahipler. Ancak bu kırmızı ton çok daha güçlü olan yeşille maskelenmiş durumda. Sizin ormanlarınızın ve tarlalarınızın da bizimkiler gibi kızıl olması için yeşil ışınları tümüyle emen ve kırmızı ışınları geçiren camdan yapılmış gözlük takmak yeterli olacaktır."

Mesaj kaygısı mı dersiniz, analojiler mi dersiniz, sembolizm mi derseniz, ne ararsanız var. Elinden gelse daha sosyalist bir görüntü elde etmek uğruna ormanlarımızı kırmızıya boyayacak olan karakterimiz Mars'taki keşiflerine ve gözlemlerine devam ediyor 

Önce bir fabrikayı ziyaret ediyor. Sistem şu şekilde ilerliyor: İnsanlar ömürlerini yalnızca bir mesleğe ve zanaate adamazlar, becerilerine ve ilgi alanlarına göre iş saati açığı olan sektölere geçip biraz çalışarak o açıkları kapatırlar. Sonra yine sektör değiştirebilirler. Bazen bir sektöre odaklanmak isteyen kişiler çıkabilir. Bazen bazı sektörlerde iş saati fazlalığı olabilir, ancak totale vurunca bunlar zamanla dengelendiği için bu sistem tıkır tıkır yürümektedir Marslı kardeşlerimizin beyanına göre. 

Daha sonra bir müzeye gidiyorlar, böylece yazarımızın sosyalist sanat anlayışı hakkında fikir ediniyoruz. İlk izlenimi, resim ve heykel galerileri olmasına şaşırmak oluyor. Galerileri, zenginlikleri kaba biçimde üst üste yığmaya meraklı kapitalist kültüre özgü bir şey olarak görüyor. Sosyalist toplumda sanatın yaşamın her tarafına yayılıp yaşamı güzelleştireceğine, yaşamla yan yana duracağına dair bir beklentisi var. Bu bakımdan galeri diye bir mekanın olması onu şaşırtıyor. Enno durumu şu şekilde açıklıyor: 

"Bizde sanat yapıtlarının büyük bölümü her zaman kamu binaları için, yani ortak işlerimizi konuştuğumuz, eğitim gördüğümüz, araştırma yaptığımız, dinlendiğimiz binalar için yapılır. Fabrikalarımızı ve atölyelerimizi daha az süsleriz: Güçlü makinelerdeki ve onların düzgün çalışmasındaki estetikten yalın bir estetik olarak hoşlanırız, bu estetiğin etiklerini hiç dağıtmadan ve zayıflatmadan onunla uyum içinde bulunan sanat yapıtları çok azdır. Genellikle içinde çok az oturduğumuz evlerimizi de çok az süsleriz. Sanat müzelerimiz ise bilimsel-estetik kurumlardır; sanatın nasıl geliştiğini, daha doğrusu insanlığın, yürüttüğü sanatsal etkinlik içinde nasıl geliştiğini inceleyen okullardır."

İşlevsel ve yalın bir estetiği destekliyorlar. Gösterişin aksine, yalınlık; yalnızca sergilemenin aksine hem işlevinden faydalanma hem de estetik haz verme öne çıkıyor. Erken dönem heykelleri tek renkliyken, geç dönem heykelleri doğal renklerde. Onlar da sanatta doğruyu bulmuşlar Leonid'e göre, yani gerçeklik akımını benimsemişler. Kendisi "gerçeklikten sapmanın, zenginliği azalttığı zamanlar sanat karşıtı bir şey olacağını, bu durumda da yaşamı yoğunlaştıran sanatsal idealleştirmeye yardım etmeyeceğini, tam tersine engel olacağını" düşünüyor. Kendisinin sosyalist sanat anlayışı gerçekçiliğe dayanıyor. Eski dönem yapıtlarında zerafete, genellikle rahatlıktan fedakarlık edilmek suretiyle ulaşılırken, yakın dönem yapıtlarında nesnelerin güzelliği uğruna kullanım yetkinliğinden sapmaya izin verilmediğini gözlemliyor. Marslıların uyak ve ritimli şiirden büyük keyif aldığını öğrenince şaşırıyor. Dünya'da biçimin toplumun egemen sınıflarının zevkleriyle oluşturulduğunu, onların sanatsal sözün özgürlüğünü zincire vuran kurallara olan düşkünlüğünün ifadesi olduğunu, bu nedenle geleceğin sosyalizm dönemi şiirinin bu zincirlerden kurtulacağını umduğunu söylüyor. Marslılar ise uyak ve ritimi bir zincir ve egemen kültür dayatması olarak görmüyorlar, bunların yaşantımızdaki ve bilincimizdeki süreçlerin ritmik doğruluğuyla uyumlu olduğu için kabul edilebilir olduğunu düşünüyorlar. Uyağın, poetik düşüncenin ifadesini kısıtladığını kabul etseler de bunu olumsuz algılamıyorlar; aksine daha özgün eserlerin çıkmasına yardımcı olan bir sıçrama tahtası olarak görüyorlar. 

Ardından kliniğe geçiyorlar. Burada, intihar etmeyi seçen kişilere özel olarak hazırlanmış odaları görünce şaşırıyor. Mars'ta bu insanlara ağrısız ölüm için her türlü araç sağlanıyor. Özellikle yaşama duygusu körelen yaşlılar arasında ölümü beklememeyi tercih etmek oldukça yaygın. 

Karakterimiz bu gözlem gezilerinin ardından bilimsel çalışmalarında yol kat etmek için köşesine çekiliyor. Ancak üzerindeki baskı ve durumun tuhaflığı onu zamanla dibe çekiyor. Halüsinasyonlar görmeye başlıyor. Bu noktada kitapta enteresan bir şey oluyor. Ruhsal durumuyla ilgilenen Netti ile aralarında enteresan bir çekim olduğunu kitabın başından beri hisseden Leonid, Netti'nin kadın olduğunu nihayet fark ediyor ve birbirlerine bir anda kör kütük aşık oluyorlar. Tabi bu aşk sonsuzluğa uzanamıyor bir türlü, Netti bir görev için gezegenden ayrılınca Lenoid gidip kızın en yakın arkadaşı olan Enno ile sevgili oluyor. Enno'nun Menni'nin eski karısı olduğunu, Netti'nin de Sterni'nin eski karısını öğrenince karakterimiz sarsılıyor. Neyse ki bunun devrelerini yakacağını öngören Netti, durumu açıklayan bir mektup bırakıyor gitmeden önce. 

"Hastalıktan sonra çalışma gücünü hızla toplamıştın, ama ruhsal dengene henüz tamamen kavuşamamıştın. Oysa konuşmalarında ve hareketlerinde her an ve her durumda soğukkanlı olman buna bağlıydı. Eğer her zaman insan ruhunun derinlerinde gizlenen geçmişten kalma içgüdülerin etkisiyle bir kadın olarak bana karşı eski dünyada hüküm sürmekte olan kabalık ve kölelikten kaynaklanan kötü bir davranış göstermiş olsaydın, bunun için kendini hiçbir zaman bağışlamazdın."

Böyle über saçma bir açıklamayı bir kadın nasıl yapmış ki diye düşünürken yazarın erkek olduğunu hatırlıyoruz. Kadınlar gelecekteki sosyalist toplumda mücadele edip eşitliği normalleştirmeyi başarsalar bile, gelinen noktada sürekli olarak erkeğin ilkel güdülerine yenik düşüp kendilerini dövmesi ihtimaline karşı tetikte bekliyorlar anlaşılan. Sanki çok normal bir şeymiş gibi bir de adamın suyuna gidiyor falan. Neyse. 

Bu noktadan sonra kitap ufaktan finale bağlanıyor. Marslıların Dünya'ya gelip yanlarında Leonid'i götürmelerinin sebebi itme maddesini elde edebilecekleri bir gezegen arayışında olmaları. Kendi aralarında bir Kongre düzenleyerek gelinen noktayı değerlendirip bir karara varıyorlar. Burada Sterni, son derece katı görüşler savunuyor. Dünya'da bu maddenin olduğunu, ancak Dünyalıların mülkiyet anlayışı nedeniyle ellerindekileri yabancılara direnmeden vermeyi reddedeceklerini söylüyor. Dünyalıları, sosyalizmi benimsemeleri, böylece mülkiyet anlayışının yıkılması için eğitmeleri yıllarca süreceğinden ve sonuçta yine de herkes bunu benimsemeyebileceğinden, tek çarenin tüm dünyalıları yok edip dünyayı kolonileştirmek olduğunu iddia ediyor. Mars'a getirdikleri en gelişmiş Dünyalı bile bir noktadan sonra devreleri yaktığı için, Dünya'daki vasat insanların bu gelişimi gösterebileceğine inanmıyor. Netti ve Menni Dünya'yı kendi haline bırakmak gerektiğini, sonunda doğru yolu bulacaklarını iddia edince çoğunluk oluşturuluyor ve Sterni'nin görüşleri reddediliyor. Ancak bunları öğrenince yine çıldıran karakterimiz gidip Sterni'yi öldürüyor ve bir çuval inciri berbat ediyor. Apar topar Dünya'ya geri yollanıyor. Netti'nin onu gelip dünyada bulması ama kavuşamamaları gibi çok da anlam veremediğim bir son ile tamamlanıyor. 

Bogdanov, Proletkült anlayışının kurucusu, malum. Proletkült'ü salt proleter ideolojisinin bir laboratuvarı olarak tanımlıyor. Saf bir proleter kültürü yaratmayı amaçlıyorlar. Daha sonraları bu yaklaşım aşırılığa kaçarak dönüşüyor. 1928'de Bolşevik Parti Merkez Komitesi, edebiyatın yazarları inşaat alanlarını ziyaret etmeye gönderen ve sistemi göklere çıkaran romanlar üretmelerini isteyen partinin çıkarlarına hizmet etmesi gerektiğini öne sürüyor. Daha sonraları ise bunların en abartılı şekli olan "sosyalist gerçekçilik" görüşü 1934'teki Sovyet Yazarları Kongresi'nde resmi olarak benimseniyor ve sansür dönemi başlıyor. Edebiyat tamamen taraflı bir hal alıyor. 

Bogdanov'un yaptığı, bu aşırılıklar silsilesinin ilk adımını atmak oluyor bir bakıma. Tamamen ideolojiyi öne çıkarmayı ve savunmayı hedefleyen, edebi yönünü oldu bittiye getiren bir edebiyat eseri Kızıl Yıldız. Romanın bilim yönü epey kuvvetli esasında, bir sürü teknik açıklama yapılmış. ancak kurgu kısmı, poetik yönü zayıf. Yukarıda verdiğim alıntıların tamamı metinde fazlasıyla sırıtan, metnin gidişatına oturmayan, mesaj kaygısı taşıdığı için Marslı sosyalist kardeşlerimizin (yani yazarın) dahi savunduğu doğal ritmi, poetik yönü bozan unsurlar. Biçimi reddetmek, içeriği yüceltmek ince bir ayarı tutturmayı gerektiriyor, ayar kaçarsa ortaya çıkan metin yer yer gülünç olabiliyor. Bu kitapta da durum bu. Zaten yıllar yıllar sonra reddedilen biçimin aslında edebi yapıtların olmazsa olmazı olduğunu yüksek sesle söylemek, hem edebiyatçılar hem de sosyalistler arasında normalleşiyor çok şükür.

Kitabın bir de, kendisiyle hiç alakası olmayan sözde devam kitabı var. O, bundan beter. Olayın Mars'ta geçtiğine ve tüm karakterlerin Marslı olduğuna neredeyse hiç vurgu yapmayan bir bilim kurgu kendisi. Onu da gücüm yeterse bir sonraki yazıda anlatırım.

24 Mart 2022 Perşembe

Kitap: Amerikana

Chimamanda Ngozi Adichie'nin 2013'te yayınlanan hacimli romanı. Bizde Can Yayınları'ndan Zeynep Çiftçi Kanburoğlu çevirisi ile yayınlandı. 640 sayfa müthiş akıcı, bitmesini hiç istemeyeceğiniz bir metin.

Kitap, genç Nijeryalı kadın Ifemelu'nun ABD'ye göç etmesi, orada büyüyüp yetişkin olması ve 15 yıl sonra başladığı yere geri dönmek gibi radikal bir karar alması ekseninde geçiyor. Ifemelu'nun Nijerya'ya dönmeden önce kuaföre gidip saçını ördürmesi ile başlıyor hikaye. Buradaki göçmen Afrikalı kadınların halinden tavrından, geçmişlerinden, hikayelerinden bile başlı başına müthiş gözlemler çıkarıyor Adichie. Kendinizi uzak hissettiğinizi sandığınız bir durumu, Adichie'nin müthiş gözlem ve aktarma yeteneği sayesinde tümüyle kavrayabiliyorsunuz. Saçını ördürmek uzun bir süreç olduğu için kuaförde olduğu tüm zaman boyunca Ifemelu'nun geçmişine gidiyoruz. Hikayesinin başladığı Nijerya'ya döndüğümüzde, genç kızlığında hayatında büyük bir etkiye sahip olan Uju hala ile tanışıyoruz. Kendisi evlenmeden General ile sevgili olup ondan bir çocuk yapan, mal varlığından faydalanıp bir süre refah içinde yaşayan, General öldüğünde ise kendi ayakları üzerinde durmak zorunda kaldığı için hayatı gittikçe karamsarlaşan bir karakter. ABD'ye göçüp tıp eğitimi alarak kendine bir hayat kuruyor. Ifemelu Uju halasının bu erkeğe bağımlı yaşamını her zaman içten içe eleştiren, çok daha bağımsız ve başına buyruk bir karakter. Nijerya'da Obenzi ile ilk aşkını yaşıyor, güzel bir gençlik geçiriyor. Ancak üniversitelerin grev nedeniyle sürekli olarak eğitime ara vermesi onu ABD'ye göçe yönlendiriyor. Obinze'nin de okulu bitirince ABD'ye gelmesini ve vize almasını planlıyorlar. Ancak göç ettikten sonra işler yolunda gitmiyor. Fırsatlar önüne çıkmıyor tabii, kapılar kendiliğinden açılmıyor. Nijerya'dayken yaşamına özendiği Uju halanın aslında sefalet içinde bezgin bir yaşam sürdürdüğünü gördüğünde yaşayacaklarının farkına varıyor. Çaresiz iş arayışları sonuç vermeyince istismarcı bir işverenin teklifini kabul ederek kendisinde büyük bir travmaya neden olacak bir deneyim yaşıyor. Bu deneyimin ardından iç dünyasında yaşadığı birtakım bunalımlar, onu Obinze'den uzaklaştırıyor. Aramalarına dönüş yapmıyor, bağlarını koparıyor. Mükemmel aşkı bulmuşken her şeyi yıktığı ilk an bu. İfemelu bunu kitap boyunca daha pek çok kez yapacak. 

Tüm ümidini yitirdiği anda mükemmel bir işverenin yanında çocuk bakıcılığı işine giriyor. Daha sonra işvereninin erkek kardeşi, müthiş zengin ve yakışıklı, enerjik Curt ile tutkulu bir aşk yaşıyorlar. Curt aracılığıyla maddi kaygıları gittikçe azalıyor, çevresi genişliyor ve kapılar ona çok da çabalamasına gerek kalmadan açılmaya başlıyor. Ifemelu'muz bir noktada mükemmel giden her şeyi bozmaya karar vererek Curt'ü aldatıyor ve bunu ona açıklıyor. Ayrılıyorlar. Tabi bunun altında yatan, belirsiz ve mantıksızmış gibi görünen sebepleri bize teker teker açıklıyor. Beyaz, zengin ve aşık bir adamla birlikteliğini hiçbir gerekçe yokken yıkmak, onun sağladığı imkanları ve konforu reddetmek bizde belli belirsiz bir öfke uyandırsa da aslında Adichie tam da bunların üzerine gitmek istiyor. Refah neden beyaz ve zengin bir erkeğe atfedilmeli? Nijeryalı, siyahi bir kadın neden doğuştan "aşağı" konumda olduğunu kabullenmeli? Elindekini kaçırmamak için mücadele etmeye mi çalışmalı? Burada Obinze'nin karısıyla tamamen zıt bir karakter çiziyor Ifemelu. Zengin adamı elinden kaçırmamayı mutlu evlilik/beraberlik olarak görecek biri değil. Kendisinin aşağı konumda olduğunu reddediyor. Aşk arıyor, tutku, zeka arıyor.

Curt'le ilişkisi bittiğinde depresyondan depresyona sürüklenirken bir kez daha turnayı gözünden vuruyor. Siyahi bir akademisyen olan Blaine ile ilişki yaşıyorlar. Aralarında müthiş bir çekim var. Blaine'in akademisyenlerden, sanatçılardan oluşan çevresine giriyor. Bir yandan yazmakta olduğu blogu sayesinde bu kişilerin dikkatini çekiyor. Ama bir yandan da tuhaf akademik dilden, mükemmeliyetçiliklerinden, örneğin organik meyve haricinde meyve tüketmeme gibi, hayatlarının her alanına yansıyan bilinçli olma hallerinden bunalıyor. Tam ABD'de tutunmuşken, her alandan bolca çevre edinip maddi durumunu epey toparlamışken ve tam olarak adapte olmuşken Blaine'i, ona büyük paralar kazandıran blogunu ve her şeyi bırakıp Nijerya'ya geri dönüyor. 

Son derece boğucu bir yüzleşme süreci geçiriyor. Ardında bıraktığı kördüğümlerle, boğucu kültürel geleneklerle yeniden yüzleşmek kolay değil. Adaptasyon sürecinde kendine uygun işler aramaya koyuluyor. Bir kadının moda dergisinde çalışmaya başlıyor ve orayı epey dönüştürüyor. Derken kadının otoritesini reddedip oradan da ayrılıyor. Obinze ile tekrar buluşuyorlar. Eskisi gibi tutkulu bir ilişki yaşamaya başlıyorlar.  Başladığı noktaya geri dönüp yarım bıraktığı ilişkiye kaldığı yerden devam ediyor. Onca çevrelere girip, onca statüler edinip sonra bunları teker teker reddetmek gibi cesaret gerektiren bir şeyi hiç çekinmeden gerçekleştirebilen, geçmişiyle yüzleşmekten çekinmeyen bir karakter. Aslında gittiği her yerde kavgasını sürdürüyor. Elindekine razı olup sürdürmektense, kafasını kurcalayan, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunda yaşamının rotasını değiştirebiliyor. Etrafında gerçekleşen cinsiyet, kültür, ırk meselelerinin sebep olduğu tüm çatışmaları fark eden, sürekli tetikte olan gözlemci bir kadın. Ifemelu sayesinde örneğin aslında kadına yönelik ayrımcılığın, ırka yönelik ayrımcılık ile tamamen aynı şekilde işlediğini öğreniyorsunuz. Bir beyazın, ırkçı eylemin aslında siyahlara yönelik olmadığını iddia etmesi gibi, kadınlar da yaşamları boyunca erkeklerin "kadın olmasıyla hiç alakası yok ki" dediği ayrımcılıklara maruz kalıyorlar. Sistem her iki durumda da aynı işliyor.

Aksan meselesine geniş yer veriyor Adichie. Ifemelu başlarda, siyahi bir Nijeryalı olmasıyla "normal" olmak yani beyaz Amerikalı olmak arasındaki mesafeyi biraz olsun azaltabilmek için Amerikan aksanını benimsemeye çalışıyor. Daha sonra bunun gereksiz bir çaba olduğunu, insanların kafalarındaki önyargılarını yıkmak için uğraşmanın, o önyargıları meşrulaştırmak anlamına geldiğini fark ediyor ve aksanını değiştirmekten vazgeçiyor. Kendi kimliğini değiştirmeye çalışmaktan vazgeçiyor, siyahi Nijeryalı kadın kimliğiyle barışıyor.

Kitapta bizi ilgilendiren minik bir kısım da var. Ifemelu'nun bir arkadaşının arkadaşı olan Siyahi bir Amerikalı, Siyahken Seyahat isminde bir kitap yazıyor ve ülkelerin siyahilere tepkisini anlatıyor. İstanbul ve Tokyo'da insanların siyahlara karşı rahat tavırlar sergilediğinden bahsediyor. 

"Dalga mı geçiyorsun?" diye sordu Shan, hafif sarhoş, hafif dramatik, yerde yoga yapar gibi otururken. "Bu ülkede ırk hakkında dürüst bir roman yazamazsın. İnsanların ırk meselesinden nasıl etkilendiklerini yazarsan çok bariz olur. Bu ülkede gerçek edebiyat yapan siyah yazarların sayısı bir elin parmağını geçmez, tabii parlak kapaklı boktan getto kitapları yazan on binleri saymıyorum; hepsi de iki seçeneğe sahip: Narin ya da kibirli olabilirler. İkisi de olmazsan kimse seninle ne yapacağına karar veremez. Yani ırk meselesi üzerine yazacaksan, bunu lirik ve ince bir şekilde yap ki okur satır aralarını çözemesin ve bunun ırkla ilgili olduğunu bile anlamasın. Bilirsiniz, Proustvari bir tefekkür, her şey öyle ıslak ve bulanık ki nihayetinde siz de kendinizi ıslak ve bulanık hissediyorsunuz." Ya da beyaz bir yazar bul. Beyaz yazarlar ırk konusunda dobra olabiliyor ve eylemci gibi davranabiliyorlar çünkü onların öfkesi tehdit edici değil."

Adichie tam da bu ikiyüzlülüğün üzerine giderek kapağında kocaman AMERICANAH yazan, ırkçılık ile derdi olan bir roman yazıyor. Alıntıda bahsedilen Proustvari bulanık üsluptan eser yok, aksine tertemiz betimlemeler, detaylı gözlemler, açıklamalar. Ifemelu'yu sevmeyebiliyorsunuz ama davranışlarının ardındaki motifleri anlamamanız imkansız. 

"Pek çok kadın bu tür ilişkilerde kendini kaybetmiş durumda. Asıl düşündüğüm Uju Hala'yla generaldi. O ilişki halamı mahvetti. Generalyüzünden başka bir insan oldu, kendisi için hiçbir şey yapamadı ve general öldüğünde o da kayboldu.

Bunu yargılamak sana mı kaldı? Sen ve Amerika'da birlikte olduğun zengin beyaz çocuğun bundan farkı ne peki? ABD vatandaşlığını onun sayesinde almadın mı? Amerika'da nasıl iş buldun? Bu saçmalığa bir son vermen gerek. Kendini böyle üstün görmekten vazgeç! 

Ifemelunamma, senin sornun duygusal hüsran. Lütfen git ve Obinze'yi bul."

Yakın arkadaşı Ranyinudo'nun gösterişli ilişkilerle ilgili bir deneyimini isim vermeden blogunda paylaşması üzerinde bu şekilde azarı yiyor Ifemelu. Ranyi sayesinde, ilişkilerindeki saçmalamalarının kaynağında Obinze'den uzaklaşması olduğunu keşfedip onu arıyor. Bu kısım çok anlaşılır değil. Gençliğinden beri, yani beş parasızken Nijerya'da yaşadığı zamanlardan beri Uju halanın zengin bir erkek karşısında kendisini düşürdüğü duruma tepkili Ifemelu, Ranyi'ye de tepki göstermesi son derece tutarlı. Burada, hırçınlığının kökeninde duygusal hüsran olduğunu kabullenmiş gibi oluyor. Aslında hırçınlığı, kadının edilgenliğe mahkum edilmesini reddetmekten kaynaklanıyor ve haklı bir duruş. Ranyi'nin dediklerini kabullenerek, mücadelesini de değersizleştirmiş olmuyor mu? Bu kısım bana anlamsız geldi açıkçası. Zaten Obinze'ye dair şeylerin çoğu biraz fazla abartılmış gibiydi. Tam bir Byronic hero gibi geldi bana. Ifemelu'nun duymaya ihtiyacı olduğu şeyleri noktası virgülüne söyleyen bir karakter. Jane Eyre'daki Mr. Rochester neyse bu kitaptaki Obinze oydu.