27 Aralık 2017 Çarşamba

Kitaptan Filme: Strange Case of Dr. Jekyll and Mr. Hyde

İskoç yazar Robert Louis Stevenson'ın 1886 yılında yayınlanan kısa romanı. İnsan doğasının ikiliğini alegorik biçimde anlatan bu klasik gotik hikaye 1900'lü yılların başından itibaren onlarca kez uyarlanır. Rouben Mamoulian yönetmenliğinde çekilen 1931 yapımı film en ünlülerinden bir tanesidir. Hays yasasının getirdiği sansürler nedeniyle kitabı uyarlamayan, bunun yerine 1931 tarihli filmi neredeyse birebir yeniden çeken 1941 yapımı, Ingrid Bergman'lı versiyon da bir o kadar ses getirir. 

Saygıdeğer ve tanınmış bir doktor olan Henry Jekyll'ın eski dostu Bay Utterson hikayenin anlatıcısıdır. Soruşturma tekniğiyle doğaüstü bir olay Bay Utterson tarafından çözülerek okura aktarılır. Londra sokaklarında çarpıştığı bir genç kızın üzerine basıp geçen Mr. Hyde gaddarlığıyla Bay Utterson'ın yürüyüş dostu Enfield'ın dikkatini çeker. Dehşet uyandıran bir görünüme sahip olan bu tuhaf adamın serbestçe Doktor Jekyll'ın evine girip çıkabildiği anlaşılır. Doktor Jekyll'ın vasiyetinde yazan "ortadan kaybolmam durumunda mirasım Mr. Hyde'a bırakılsın" maddesi Bay Utterson'ın şüphelenmesine neden olur ve dolandırıcı olduğunu düşündüğü Mr. Hyde'ın peşine düşer. Yaptığı soruşturmalar sonucunda bir tuhaflık fark eder. Doktor Jekyll artık eskisi kadar ulaşılabilir değildir, çoğunlukla ziyaretçi kabul etmez, üstelik Mr. Hyde ile hiçbir zaman birlikte görünmemelerine rağmen bu tuhaf adamı koruması altına almıştır. Doktor Jekyll'ın uşağı Poole'un dikkatli gözlemlerinin yardımıyla Bay Utterson olanların iç yüzünü aydınlatmak için bir gün zorla eve girer. Burada ortak dostları Doktor Lanyon'ın mektubunu bulur. Metafizik yöntemlere inanmadığı için Doktor Jekyll'la büyük tartışmalar yaşamış olan Doktor Lanyon, mektubunda tanık olduğu dehşet verici olayı detaylarıyla anlatır. Mektuba göre Mr. Hyde gözleri önünde bir sıvı içerek Doktor Jekyll'a dönüşür. Mr. Hyde'ın yerde yatan cansız bedenini keşfeden Bay Utterson yaşadığı şaşkınlığın üzerine Doktor Jekyll'ın ona bıraktığı mektubu açıp okur. Doktor Jekyll, insan doğasında bir değil en az iki ruh olduğunu, sürekli olarak birbirleri üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştıklarını, çatışmalar ve sorgulamalar nedeniyle iyinin iyiliğini tam olarak yaşayamadığını ve kötünün dilediği gibi hareket edemediğini, bunların ayrılması halinde tüm sorunların ortadan kalkacağını yazmıştır. Uzun süren deneyler sonucunda içindeki kötüyü iyiden ayıracak karışımı bulur ve kendisi üzerinde dener. Başarılı olan deneyin sonucunda heybetli bir görünüme sahip olan Doktor Jekyll, ufak tefek, tam olarak gelişmemiş gibi duran, zayıf ve çirkin Mr. Hyde'a dönüşür. İçindeki iyinin kötüyü bunca senedir baskıladığı için kötü tarafının yeterince gelişemediği sonucunu çıkarır. Başlarda içine yayılan özgürlük ve zincirleri kırma hissi nedeniyle çok güzel görünen bu deneyim, daha sonraları Mr. Hyde'ın Sir Danvers Carew'ı öldürmesiyle bir vicdani çatışmaya dönüşür. İçindeki kötüyü zorla bastırmaya çalışıp başarılı olamayan Doktor Jekyll sonunda Mr. Hyde'a tamamen teslim olur ve kendini öldürür.

Türkçeye ilk olarak 1942 yılında İki Yüzlü Adam ismiyle çevrilen roman, daha sonra pek çok yayınevi tarafından yeniden çevrilir. Genellikle Dr. Jekyll ve Mr. Hyde ismi kullanılır.

İnsan benliğinin ikiliğini, iyiyle kötünün her zaman yan yana yaşadığını, soyluların bile bu ikiliğe sahip olduğunu söyler roman. Doktor Jekyll'in içindeki kötüyü bunca senedir bastırmasını zorunlu kılan şey geniş ve saygıdeğer çevresidir. Dışarıdan bakıldığında görülen başarılı ve ahlaklı yaşantısında içten içe, içindeki kötüyü serbest bırakma arzusu hakimdir. Özgürlüğün tadını alan kötü gittikçe daha gaddarlaşır, en sonunda zevk için cinayet işler. Bastırılan kötülük tehlikeli bir şekilde patlak verir. 

Yüzündeki gölgeler, korku atmosferi, karanlık dekorlar, kötülük, vs. öğeleri içeren Mr. Hyde tasviri, Alman Dışavurumculuk akımını fazlasıyla hatırlatır. Kullanılan sorgulama anlatım tekniği bakımından ve içerdiği gotik unsurlar itibariyle Dracula (1897) romanıyla da birçok paralellik tespit etmek mümkündür.

Rouben Mamoulian yönetmenliğinde çekilen 1931 yapımı film serbest bir uyarlamadır. Hikayenin anlatım tekniği, karakterler ve mekanlar neredeyse tamamen farklıdır. Ancak insan benliğinin ikiliğini sinematik dille çok zekice çözümler bularak anlatmayı başarır, bu bakımdan diğer uyarlamaların bir adım önüne geçer. 

Kitaptakinin aksine genç olan başarılı ve saygın Doktor Jekyll, filmin başında verdiği bir konferansta iyiyle kötünün ayrılması üzerine yaptığı çalışmaları anlatarak büyük bir sarsıntı yaratır. Kitabın aksine, izleyici doktorun amacını ve birazdan olacakları en baştan öğrenir. 

İçindeki iyi ve kötüyü ikili bir aşk hikayesi üzerinden geliştirir. Soylu bir aileden gelen güzel, akıllı, iyi huylu, affedici nişanlısı Muriel içindeki iyiyi harekete geçirirken, bir gece sokakta dayak yemekten kurtardığı şuh, güzel, basit, hafif, gece kulübünde çalışan Ivy Pearson içindeki kötüyü uyandırır. Ivy Pearson'ın geceyi kendisiyle geçirmesi için takındığı baştan çıkarıcı hallere zar zor karşı gelen Doktor Jekyll soluğu laboratuvarda alır ve uzun zamandır üzerinde çalıştığı karışımı deneme cesaretini gösterir. 

1931 yılı için mükemmel bir yaratıcılık içeren bir sahneyle, yakışıklı Doktor Jekyll'dan çirkin Mr. Hyde'a dönüşümüne kendi gözünden aynaya bakarak anbean tanık oluruz. Filmin belki de tek eleştirilecek yönü Mr. Hyde'ın boyutunun aynı tutularak adeta bir maymuna dönüştürülmesidir. Kitapta vurgulanan, kötülüğün cılız kalmış olması bölümü tamamen atlanmıştır. Tavırları da karikatürize denilebilecek seviyede vahşi ve hayvani gösterilir. 

İksiri alarak istediği zaman tekrar Doktor Jekyll'a dönüşen karakter, General Carew'in kızı Muriel ile olan ilişkisini de bir yandan sürdürür. İçindeki kötüyü belki de tamamen bastırmak için evlilik tarihlerini erkene almayı önerir. Bu önerisi nihayet General tarafından kabul edildiğinde artık bir daha Mr. Hyde'a dönüşmeyeceğine dair kendisine söz verir. Ancak kendisini görmeye gelen Ivy'den sonra bastırmaya çalıştığı kötülüğü, bu kez iksiri kullanmadan kendiliğinden ortaya çıkar. Bu noktadan sonra Doktor Jekyll tamamen yenilir ve Muriel'e gidip artık evlenemeyeceklerini söyler. 

İki farklı yapıdaki kadına kapılarak ikiye ayrılan, bir daha toparlayamayan bir adam olarak tasvir edilir, 1930'lar sinemasına olabilecek en yaratıcı biçimde uyarlanır. 

O kadar dikkat çeken bir filmdir ki, on yıl sonra 1941 yılında, Victor Fleming yönetmenliğinde bu film birebir tekrar çekilir. Yine de Ingrid Bergman'ın Ivy'yi canlandırdığı filmde ufak tefek farklar vardır. Örneğin bu versiyonda Doktor Jekyll fareler ve tavşanlar üzerinde deney yaparak karışımı bulacaktır. Lanyon ile aralarında çatışma değil, adeta uysal bir dostluk vardır. Nişanlısının ismi bu filmde Beatrix'tir ve Muriel'den daha silik bir karakter olarak çizilir. Beatrix'in babası, General Carew kadar gaddar değildir, erken evlenmelerine kolayca razı olur. Doktor Jekyll, Ivy'ye gönderdiği 50 pound'un üzerine ismini yazmaz. Yine Hays yasası nedeniyle Ivy bir hayat kadını yerine bir barmeni canlandırır. Bir önceki filmdeki komik Mr. Hyde görüntüsünü törpüleyerek abartısız bir Mr. Hyde tasviri ortaya koyar. Dönüşüm sahnelerinin bir kısmını anbean gösterirken bir kısmında ekrana gelen iki kadının imgesiyle geçiştirilir. Önceki filmde tek bir sahnede Bay Utterson'a yer verilirken bu versiyonda ismi hiç geçmez. 

1931 versiyonu kadar akılda kalıcı olmaz, daha silik bir remake olarak akıllarda kalacaktır.

Kitap ve film arasındaki farkları kısaca özetlemek gerekirse: 
  • Kitapta ikisinin aynı kişi olduğu sonda açıklanır, filmde en baştan itibaren izleyiciye gösterilir. 
  • Kitapta Doktor Jekyll yaşlı ve iri bir karakterdir, Mr. Hyde ise belirgin bir fiziksel kusuru olmadığı halde insanda dehşet uyandıran cılız, küçük bir adamdır. Filmde boyutlar aynı tutulur, 1931 versiyonunda abartılı bir çirkinlik katılır. 
  • Kitapta Mr. Hyde, Sir Danvers Carew'i öldürürken filmde böyle bir karakter yoktur. Yalnız tesadüfen, Muriel'in babasının ismi de Carew'dir. 
  • Kitapta kadınlardan hiçbirisi yoktur. 
  • Kitapta Mr. Hyde sokakta bir genç kıza çarparak düşürdükten sonra yardım etmek yerine üstüne basarak geçer. Filmde böyle bir detay yer almaz. 
  • Kitapta ilk dönüşüm sırasında odada ayna yoktur, Doktor Jekyll ellerine bakarak bir değişiklik olduğunu anlar ve daha sonraları odasına bir ayna koyar. Filmde ilk dönüşümden itibaren her şey ayna karşısında yaşanır. İyi bir sinematik çözümdür. 
  • Kitapta karışımı alan Mr. Hyde Lanyon'a olacakları öğrenip öğrenmek istemediğini kendisi sorar. Filmde ise Lanyon onu silahla tehdit eder. 
  • Kitapta dönüşümü kendi gözleriyle gören Lanyon çok büyük bir dehşete kapılarak kısa sürede sağlığını yitirir, filmde neredeyse tamamen soğukkanlıdır. 
  • Kitapta anlatıcı Bay Utterson olayı çözdüğü için önemli bir karakterken, filmde adı bile geçmez. 
Kitabın ardından izlenecek 1931 versiyonu film şiddetle tavsiyedir. 

İyi okumalar, iyi seyirler.

25 Aralık 2017 Pazartesi

Kitaptan Filme: Kırmızı Pazartesi

Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez'in 1981 yılında yayınlanan, büyülü gerçekçilik akımından öğeler taşıyan ve 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanan kısa romanı. 1987 yılında Francesco Rosi yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır.

1927 doğumlu Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez, kalabalık bir ailenin en büyük çocuğudur. Hukuk eğitimini yarıda bırakarak gazetecilik yapmaya başlar. Kariyeri boyunca çeşitli ülkelerde, şehirlerde yaşar. Gazetecilik ve edebiyat deneyimleri sürekli olarak birbirini besleyecektir. Edebiyat bilgisi daha iyi haberler yapmasına, gazetecilik tekniği de romanlarındaki anlatımı geliştirmesine yardımcı olur.

Kırmızı Pazartesi (Cronica de Una Muerte Anunciada) romanını 1951 yılında, Sucre kentinde meydana gelen gerçek bir cinayet vakasından esinlenerek yazar. Maktulü anne tarafından tanımaktadır ve genç yaştan itibaren bu hikayeyi yazmak ister. Annesi, maktulün ailesinin üzüleceğini söyleyerek bir süre hiçbir şey yazmasını istemez. Marquez, verdiği sözü tutarak maktulün annesinin ölümünü bekler ve 1981 yılında hikayeyi yayınlar. Yayınlandıktan sonra çok popüler olan bu roman sayesinde, bir sürü gazeteci gerçek cinayetin yaşandığı Sucre kentine akın eder ve cinayet hakkında soruşturmalar yürütür.

Hikaye Kolombiya'nın bir kasabasında geçer. En baştan itibaren okura meydana geleceği belli edilen bir cinayetin 27 yıl sonra, maktulün bir arkadaşı tarafından sürdürülen soruşturmasını konu alır. Orijinal ismi "Bir Ölümün Kronolojisi" olsa da, anlatım kronolojik gitmez. Cinayetin gerçekleştiği andan başlayarak bir ileri bir geri zaman atlamalarıyla devam eder. Çeşitli tanıklar odağında, cinayet öncesi yaşananlar farklı bakış açılarından tekrar tekrar anlatılır. "Bu X'in Santiago'yu son görüşüydü..." cümlesiyle adeta sekanslar halinde bir anlatım söz konusudur. Zaman zaman anlatıcının şimdiki zamanına, cinayetten 27 yıl sonrasına atlanarak tanıkların yaşlanmış halleri de okura gösterilir.

Marquez'in adıyla bağdaştırılan büyülü gerçekçilik akımının izlerini bu romanda da görmek mümkündür. Motifleri açıklamayan ketum anlatıcı, düz çizgide gitmeyen kronolojik sıralama, yer yer ironi, gerçekliğe uymayan birtakım masalsı öğeler, kullanılan tekrarlar... 

İlk olarak akımın en belirgin özelliği olan zikzak şeklinde ilerleyen kronoloji okurun gözüne çarpar. Daha sonra örneğin, birçok karakter olsa da hiçbirisinin ruhsal tasviri yapılmaz, kimsenin motifleri uzun uzadıya incelenmez, karakterlerin derinine inilmez. En çok adı geçen iki karakter olan Angelo Vicario ile Santiago Nasar'ın arasında gerçekten ilişki olup olmadığı kitabın sonunda dahi belirsizdir. Okur karakterlere belirli bir mesafede tutulur ve daha çok olayların akışına vurgu yapılır. Bunun yanı sıra, olay akışına iyice yedirilmiş ancak gerçeğe aykırı birçok detay vardır. Annenin son anda Santiago'ya kapıyı kapatması, Santiago'nun tesadüfen o gün diğer kapıyı tercih etmesi, Angela'nın ablaları tarafından verilen bekaretini ispatlama taktiklerini son anda  kullanmamaya karar vermesi, anlatıcının annesi Santiago'ya haber vermek üzere yola çıktığında o öldü lafını duyunca durup yoluna devam etmemesi, Santiago'nun suçlu olup olmadığını sonuna kadar öğrenemeyişimiz... Bir şekilde gerçeklikten çok uzak olmayan, ama olması da çok fazla olası olmayan bir sürü detay söz konusudur. Bunlar, anlatımın gerçeklik tonunu biraz zedeleyen ama tam olarak ortadan kaldırmayan detaylardır. Anlatıma bir çeşit ironi katma görevine sahiptir. Bunca kalabalığın içinde herkesin bilgisi dahilinde bir cinayet gerçekleşir ve herkesin bir şekilde bunu engellememesinin bir bahanesi vardır. Tanıkların bahanelerine, gerçek olabilecek ama gerçekliğe bir o kadar aykırı olan bu açıklamalar eşlik eder. Okura bir bakıma durup düşünmesi gerektiği mesajı verilir. Tüm bu bahaneler gerçekten akla yatkın mıdır yoksa "masum olma ihtimali olan" bir adamın cinayetine bir şekilde göz yuman insanların, vicdanlarını rahatlatmak için okudukları birer masaldan mı ibarettir? Öte yandan, gerçeklikle bir şekilde bağdaşan bu gibi öğelerin aksine, birtakım tamamen doğaüstü öğe görmek de mümkündür. Santiago'nun annesi rüya yorumculuğu yaparak para kazanır; Bayardo'nun yaşlı bir duldan zorla satın aldığı evin eşyaları, ev terk edildiğinde tek tek kaybolacaktır, albay bir gün dulun ölen karısının ruhunu spiritüel bir törenle çağırarak eşyaların kaybolma nedenini kadına sorar; Angelo büyülenmişçesine aslında evlenmeyi hiç istemediği ve beğenmediği Bayardo'ya kendisini küçük düşürdükten sonra aşık olur ve 17 sene boyunca hiç yanıt almamasına rağmen bir tür ritüel gibi her hafta 1-2 kez ona mektup yazar... 

Bir keresinde sürrealizmle ilgili görüşleri sorulduğunda şu meşhur cümleyi söyler: “Surrealism runs through the streets. Surrealism comes from the reality of Latin America.” Sürrealizm sokakta. Sürrealizm Latin Amerika'nın gerçekliğinden gelir... Ona göre bu tip ucu ucuna tesadüfler, trajik yanlış anlamalar, esrarengiz kronolojiler hayatın kendisinde yaygın bir şeydir. 

Masum olduğu varsayılan bir adamın gözler önünde haksız yere öldürülüşüne yakılmış geç bir ağıt tonunda ilerleyen roman, sonlara doğru bu anlamını yitirerek absürt bir metne dönüşür. Okur ve anlatıcı, tüm merakıyla Angela'nın asıl tecavüzcüyü itiraf edip Santiago'yu aklayacağı anı iple çekerken dilediğimiz şey gerçekleşmez. Başından beri güvenilir bir imaj çizen Angela bir kez daha Santiago'nun ismini verir. Bunun da ötesinde Santiago'nun cinayetinin merkeze yerleştirildiği roman, sonlarda odağını tamamen kaybederek "masum" adamı ölüme sürükleyen kadının mutlu sonla biten bir aşk hikayesine dönüşür. Absürt derecede acımasız, ama bir o kadar gerçekçi bir sonla biter. Gerçek hayattaki bencillik, umarsızlık, tepkisizlik olduğu gibi romana aktarılır. İnsanlar suçlu olup olmadığından emin olmaksızın bir gencin ölümüne tepkisizce izin verirler, çeşitli bahanelerle bu durumdan vicdanlarını sıyırırlar ve yıllar sonra tamamen unutup kendi hayatlarına devam ederler. 

Roman 1987 yılında, Cronaca di una morte annunciata ismiyle Francesco Rosi tarafından sinemaya uyarlanır. Güzeller güzeli Ornella Muti, Angela karakterini canlandırır. Anthony Delon tam olarak kitapta tasvir edilen Santiago Nasar karakterini başarıyla oynar. Harem Suare'den tanıdık gelen Lucia Bosé, Nasar'ın karizmatik, soğukkanlı ve güzel annesi Placido Linero'yu canlandırır. Son derece sadık bir uyarlamadır. Zengin bir kasaba tasviri sunar. Romanın gerçeküstü tonunu mekan aracılığıyla bir parça gerçekliğe dönüştürür. Zaman atlamalarına tamamen sadık kalır. 

Kitapla film arasındaki farklar

Kitapta Pedro ve Pablo Vicario'ya daha çok yer verilir. Pablo'nun bir nişanlısı vardır, Pedro ise askere gitmiştir ve orada bel soğukluğuna yakalanmıştır. Pedro daha ciddi olandır ve cinayete o karar verir. Cinayeti işledikten sonra 3 yıl hapis yatarlar. İlk gözaltı sırasında Pedro zehirlenerek ishal geçirir, gözaltı süresini albayın evinde tamamlar. Hapisten çıktıklarında Pablo kendisini bekleyen nişanlısıyla evlenir, Pedro tekrar orduya döner. Filmde bu detaylardan bahsedilmez. Sadece cinayet gününde yaptıklarını görürüz.

- Kitapta Bayardo gizemli bir karakter olarak anlatılır. Gökten inmiş, ne idüğü belli olmayan, kimseye benzemeyen, varlığı hakkında günden güne söylentiler dolaşan, açıklanmayan bir karakter şeklinde tasvir edilir. Fakir kasabalılar zengin yabancıya bir bakıma gerçeküstü özellikle atarlar. Tüm kızların hayalini kurduğu zengin, gizemli karakter olarak nam salar. Kasabadaki en görkemli düğünü yaparak evlenir. Angela'yı annesine teslim ederken bile dokunulmaz, ulaşılmaz duruşunu bozmaz. Tüm kitap boyunca da bu imajı devam eder. Filmde ise neredeyse yıpranmış kıyafetler giyen, son derece sıradan bir karakter olarak yansıtılır. Etrafında bir meraklılar çemberi yaratan, karizmatik adam tasvirinde birtakım eksiklikler vardır. Buradaki gerçeküstü öğeler biraz bu özellikten uzaklaşır.

- Kitapta Vicario ailesinden birisi, varlığını kanıtlaması için Bayardo'nun ailesini kasabaya davet eder. Heybetli general babasıyla güzel annesi kasabada boy gösterip varlıklarını ispatlarlar. Filmde bu karakterlere yer verilmez. 

- Kitapta tüm kasabanın genç erkeklerinin ilki olan güzel, karizmatik fahişe Maria Alejandrina Cervantes'in adı sık sık geçer. Santiago Nasar'ın ilk aşkıdır, bir dönem aralarında tutkulu bir ilişki gelişmiştir. Santiago daha sonra babasının dayaklarıyla tutkusundan vazgeçecektir. Filmde fahişeden hiç bahsedilmez.

- Kitapta son anda öldürüleceği haberini vermek üzere kendisine koşan doktor arkadaşı, Santiago nişanlısının evine girdiği için ona ulaşamaz. Filmde ise doktoru birileri hasta var diye kolundan çekiştirdiği için ulaşamaz.

- Kitapta Angela'nın evlenmeden önce bakire olmadığını ablalarına anlattığını öğreniriz. Bunu Bayardo'ya itiraf etmek ister ama ablaları onu durdururlar. Gerdek gecesi Bayardo'yu bakire olduğuna ikna etmek için birtakım malzemeler ve tarifler verirler. Angela bunları yanına alır ama son anda uygulamamaya karar verir. Filmde bunlardan bahsedilmez. 

- Kitapta anlatıcı, yıllar sonra Angela'yı evin penceresinde, annesiyle birlikte görür ve eve girer. Annesi hala huysuzdur. Filmde evin önünde karşılaşırlar, Angela'nın annesi yanında değildir. 

- Kitapta Angelo'yla Bayardo'nun evlerindeki mobilyaların çalınmasıyla ilgili olarak, daha sonra albay bir spiritüel seans yaparak dul adamın ölen karısıyla iletişime geçer ve eşyaların onun lanetiyle kaybolduğunu öğrenir. Filmde böyle bir şeye hiç yer verilmez.

- Kitapta Santiago öldükten sonra iç organlarının dağıldığından, otopsi yapma kararı alındığından, cenazesinin koktuğundan ve insanların akın akın görmek istediklerinden bahsedilirken filmde bunların hiçbiri yoktur.

- Kitapta Santiago'nun annesinin rüya yorumculuğu yaptığı söylenir. Oğlunun son gecesinde gördüğü kuşlu rüyayı iyiye yormuştur. Yıllar sonra kuşun anlamını başka bir şeyle karıştırdığını itiraf edecek ve olacakları önceden göremediği için kendisini suçlayacaktır. Filmde son gece gördüğü rüya ve annenin yaptığı yorum yer alsa da, yıllar sonra yaşadığı bu vicdan azabına yer verilmez.

- Kitapta anlatıcı aslında yazarın kendisidir. Anlatıcının karısının, yazarın gerçek karısıyla aynı isimde olması gibi ipuçlarıyla bu okura hissettirilir. Filmde ise Cristo Bedoya isimli bir anlatıcı karakter yer alır.  

Marquez'in anlatım tekniği itibariyle en çok içine sinen kitabıdır, okunmalıdır. Filmi de bazı şeylere açıklık getirmenize yardımcı olabilecek, aslına sadık bir uyarlama olarak izlenebilir. 

İyi okumalar, iyi seyirler.

19 Kasım 2017 Pazar

Kitaptan Filme: The Chronicles of Narnia: The Lion, The Witch and the Wardrobe

1898 İrlanda doğumlu Clive Staples Lewis'ın 1950'de yayınlanan alegorik çocuk romanı serisinin çıkan ilk kitabıdır. 

Biyografi

C.S. Lewis, 10 yaşındayken annesini kaybeder. 13 yaşında Cherbourg House'da eğitim görür, burada o ana kadar inandığı Hristiyanlık inancını bırakır ve 13 yaşında ateist olur. 19 yaşındayken Oxford Üniversitesi'nde öğrenim görmeye başlar. İngiltere'de Birinci Dünya Savaşı çıktıktan üç sene sonra İngiliz ordusuna katılır. 20 yaşındayken savaşta yaralanır, 21 yaşındayken ordudan ayrılır. 27 yaşında Oxford Magdalene College'da İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde dersler verir, buradaki kariyeri 29 sene sürecektir. 31 yaşındayken Tanrı'nın varlığını tekrar kabul eder. 33 yaşındayken, yakın arkadaşı ve meslektaşı, Roma Katolik kilisesi mensubu J.R.R Tolkien'le yaptığı bir konuşmanın ardından Hristiyanlığa geri döner. Yazarlık kariyeri için önemli bir dönüm noktasıdır. İsmini duyurduğu 7 kitaplık The Chronicles of Narnia serisi Hristiyanlık üzerine kurulu, oldukça belirgin atıflar içeren alegorik bir seridir. 34 yaşındayken, aralarında yine Tolkien'in de bulunduğu "The Inklings" topluluğuna katılır, burada eserler üretirler ve birbirlerinin eserlerini eleştirirler. 43 yaşındayken BBC'de Hristiyanlıkla ilgili kısa radyo konuşmaları yapmaya başlar. 52 yaşındayken Narnia serisinin, yazımıza konu olan ilk kitabını yayınlar. 56 yaşındayken Cambridge Üniversitesi'ne geçer. 66 yaşındayken, Kennedy ve Aldous Huxley ile aynı günde ölür.

J.R.R Tolkien ve C.S. Lewis

C.S. Lewis biyografisinin en şaşırtıcı kısmı şüphesiz Tolkien'le yakın dost olmalarıdır. Dostlukları 1926 yılında başlayıp Lewis'in öldüğü yıla kadar devam eder. Her ikisi de Dünya Savaşları'nın getirdiği karanlık atmosfere ve vahşete tanık olur, bunu fantastik edebiyat aracılığıyla, yarattıkları hayali evrenlere yansıtırlar. Haftada bir iki kez toplandıkları The Inklings grubu sayesinde ikili birbirlerine din, edebiyat, mitoloji gibi konularda birçok katkıda bulunur. Kitaplarını yazarken birbirlerine okuyup eleştiri yaparlar. Örneğin konuşan ağaçlar her iki seride de bulunur, bu Inklings grubunun sıkça tartıştığı doğanın uyanışı temasından ilham alınarak oluşturulan bir öğedir. Tolkien Narnia Günlüklerini genel olarak olumsuz eleştirir. İçindeki göndermelerin çok belirgin olduğunu, hikaye akışının önüne geçtiğini iddia eder. Ayrıca hem mitolojiden, hem İncil'den, hem de pagan dinlerinden alınan temaların hep birlikte kullanılmasını karmaşık bulur. Lewis ise yazdığı eserin tam anlamıyla bir "alegori" olması için çok uğraşmadığını, ilk bakışta kolayca okunabilen ve aradaki mesajlar görmezden gelinince bile keyif alınabilen bir hikaye yazmayı amaçladığını söyler.

Narnia Günlükleri Okuma Sıralaması

Tamamı Türkçeye çevrilen serinin tüm kitaplarını Doğan Egmont'tan bulmak mümkün. 7 kitaptan oluşan serinin okuma sıralaması şu şekilde: 

- The Magician's Nephew / Büyücünün Yeğeni (1955)
- The Lion, the Witch and the Wardrobe / Aslan, Cadı ve Dolap (1950)
- The Horse and His Boy / At ve Çocuk (1954)
- Prince Casbian / Prens Casbian (1951)
- The Voyage of the Dawn Treader / Şafak Yıldızının Yolculuğu (1952)
- The Silver Chair / Gümüş Sandalye (1953)
- The Last Battle / Son Savaş (1956) 

Özet

Alman hava saldırısı altındaki Londra'da yaşayan 4 çocuk, güvenlikleri için aileleri tarafından bir süreliğine Londra dışında yaşayan bir profesörün yanına gönderilirler. Profesör bir sürü odası bulunan kocaman ve ünlü bir evde yaşamaktadır. Çocuklar odalarına yerleştikten sonra evi keşfe çıkarlar ve en küçükleri Lucy, tesadüfen bir dolabın içinden Narnia ülkesine geçilebildiğini keşfeder. Bir büyüğü Edmund ile birlikte tekrar girerler. Lucy iyi karakter Faun ile dost olurken, Edmund kötü karakter Beyaz Cadı'nın cazibesine kapılır. Daha sonra diğer iki çocuk da Narnia'ya geçmeyi başarır ve burada Beyaz Cadı tarafından yakalanıp dondurulan Faun'u kurtarmak için maceraya atılırlar. Yardım almak için Narnia'nın en güçlü karakteri olan Aslan'a giderler ve olaylar gelişir. 

Türkçe Atıflar

Narnia Günlükleri'ni okuyan Türk okurun gözüne ilk olarak çarpan şey şüphesiz kilit bir öneme sahip Türk lokumudur. Filmi izleyenler veya orijinal dilinden okuyanlar, aslan karakterinin isminin Aslan olduğunu da bilirler. Bazı yorumculara göre Beyaz Cadının ismi (Jadis), "Cadı" kelimesinden gelir. [Başka bazı yorumculara göreyse Jadis Fransızcadan gelir (once upon a time, bir zamanlar)].  Ayrıca "Tash", "Tarkan" gibi başka tanıdık kelimeler de mevcuttur. Türklüğe yapılan bu atıflar Türk okuru heyecanlandırıp yazarın geçmişinde Osmanlı'ya hayranlık duyduğu şeklinde çıkarımlar yapmasına sebep olsa da durum tam olarak öyle değildir. Daha doğrusu bu konuyla ilgili çeşitli varsayımlar var. Şöyle sıralayalım: 

1- Bazıları J.R.R. Tolkien'in çeşitli kültürleri araştıran bir dilbilimci olduğuna ve Türk kültürüyle ilgili araştırmalarını C.S. Lewis ile paylaşmış olabileceğine dikkat çeker. Fantastik edebiyat eseri üreten bu iki yazarın, yarattıkları hayali dünyalara serpiştirmek için doğudan birtakım "otantik" öğeleri bilinçli şekilde topladığını, bunun altında herhangi bir hayranlık yattığını söylemenin yanlış olduğunu iddia eder; edebiyatta o dönemde yaygın olarak faydalanılan "oryantalizmin" yansıması olduğunu söylerler. Bu iddiaya sahip kişiler genellikle C.S. Lewis'in daha önce Osmanlı'ya hiç gitmediğini varsayarlar. Türk kültürüne yapılan atıfları yine Hristiyanlıkla bağdaştırırlar. İstanbul-Constantinopolis-Hristiyanlık bağlantısından yola çıkarak çıkarımlar yaparlar.

2- İkinci bir iddiaya göre C.S. Lewis daha önce Osmanlı'yı ziyaret etmiştir. Burada, Sultan'ın cesaretlerini vurgulamak için "aslan" ismiyle anılan korumalarını görüp etkilenmiş ve karakterine bu nedenle bu ismi takmıştır. Araştırmacı Cara Strickland'in lokum hakkındaki araştırmasında, lokumun Avrupa'ya 1800'lü yıllarda geldiği, dünya savaşı başlayınca kıtlık ortamı olduğu, bu ortamda lokumun yalnızca bir lüks olduğu belirtilir. Bir grup insana göre C.S. Lewis lokumu Osmanlı'yı ziyaret ettiğinde tadıp çok beğenmiştir. Bu kişiler genellikle C.S. Lewis'in Türk kültürüne ilgi duyduğunu varsayarlar.

Greimas'ın Eyleyenler Modeli'ne göre hikayenin kısa analizi

Hikayeyi Greimas'ın Eyleyenler Şeması ışığında kısaca değerlendirecek olursak, iyi adam ve kötü adamın çekiştiği, bir amaca ulaşmak üzere kahramanın tüm engelleri aştığı klasik kurgulu, kafa yormayan ve analizi kolay bir hikaye olduğunu göreceğiz. Metnin yapısal şemasına biraz daha yakından baktığınızda ise yazarın basit kurguya birtakım yan karakterlere vurgu yaparak farklı bir katman eklediğini fark edeceksiniz. 

Greimas'ın eyleyenler şemasını kısaca açıklamak gerekirse; klasik bir kurguda bir kahraman (özne), bir gerekçeyle (gönderici), kendisini destekleyenlerin yardımıyla (yardımcı) kötü adamlarla (engelleyici) savaşarak bir amaca (arzu edilen şey) ulaşır ve sonunda ulaştığı amaçtan faydalanacak birisi/birileri mevcuttur (alıcı). Aslan, Dolap ve Cadı'nın şeması kabaca şöyledir: 

 Özne
Peter, Susan, Edmund, Lucy
 Nesne
Narnia'yı Beyaz Cadı'dan kurtarmak
 Gönderici
Dört kardeşin Faun'u ve Narnialıları kurtarma isteği
 Alıcı
Faun, Narnia sakinleri
 Engelleyenler
Beyaz Cadı'nın ordusu
 Yardımcılar
Aslan, Aslan'ın destekçileri

Şemadaki Yardımcılar maddesi incelendiğinde yalnızca bir yardımcı karakter olan Aslan'a hikayede fazlaca vurgu olduğunu görmek mümkün. Salt kötülüğü yenebilecek olan, Narnia'nın en güçlü karakteri olarak tasvir edilir. Dört kardeşin Beyaz Cadı ile olan mücadelesinde kilit role sahiptir, Aslan olmadan çocukların Cadı'yı yenmesi olası değildir. Her şey yolunda giderken Edmund'u Cadı'dan kurtarmak için ölmeyi kabul eder. Sonra tekrar dirilecek ve mücadeleye tekrar destek vererek iyilerin kazanmasını sağlayacaktır. 

Aslan, İsa'yı temsil eder. Mutlak gücü, etrafına saçtığı ışık, ormanın kralı olması, halkın günahını üstlenerek can vermeyi ve tekrar dirilip mücadeleye katılarak zafer kazanması İsa'nın Dirilişi mitiyle paralellikler taşır niteliktedir. 

Yine şemadaki Gönderici maddesini incelendiğinde, dört kardeşin tek amaçlarının dostlarını Beyaz Cadı'dan kurtarmak olduğunu görmek mümkün. Narnia macerasına atılmalarının tek sebebi iyi hayvanları, özelde Faun ve kunduz ailesini kendilerinin yol açtığı beladan kurtarıp evlerine dönmek. Yalnız hikayenin sonunda amaçlarına ulaşmanın yanı sıra bir mükafat da elde ederler. Tahta oturup uzun yıllar boyunca Narnia'yı yönetirler. 

Burada iyilik için mücadele edenlere, kapının diğer tarafındaki dünyada hiç beklemedikleri güzel mükafatlar verileceği anlamını çıkarmak mümkündür. 

İlk katmandaki dolambaçsız kurgu yapısı birtakım vurgularla ikinci bir katmanı doğurmuş ve burada alegorik öğeler devreye girmiştir. 

Aslan, Dolap ve Cadı'daki Hristiyanlık göndermeleri 

Yukarıdaki diriliş miti ve diğer dünyada iyiliğin ödüllendirileceği mesajı dışında, romanda birkaç belirgin gönderme daha bulunur. 

Bunlardan ilki, Edmund'un Türk lokumuna karşı duyduğu karşı konulmaz arzusudur. Bir bakıma bu oburluğu onu Cadı karşısında zayıf düşürmüş ve kardeşlerine ihanet etmesine sebep olmuştur. Narnia serisindeki her kitap 7 ölümcül günahtan birine karşılık gelir. Aslan, Dolap ve Cadı oburluğa gönderme yapar. 

İkinci olarak; Peter ve Susan başta Lucy'nin anlattığı Narnia hikayesine inanmaz, bunun çocukça bir hikaye olduğunu sanıp ona kötü davranırlar. Lucy'nin ısrar ettiğini görünce tedirgin olup bunu bir yetişkinle paylaşmaya karar verirler ve her şeyi Profesöre anlatırlar. Lucy'nin bu aptalca hikayesini gülünç bulacağını düşünseler de, Profesör beklenmedik bir tepki vererek Peter ve Susan'ın Narnia'ya neden inanmadıklarını sorgular. Ona göre var olmadığı kanıtlanamayan bir şeyi direkt olarak yok saymak mantıklı değildir. Burada bilimi temsil eden profesör karakteri aracılığıyla teizme ilişkin bir yorum gizlidir. 21. yüzyıl bilim insanlarından farklı olarak, Lewis'in kurgusal dünyasındaki bilim insanları, inancın bilimle çatışmadığını iddia ediyor gibi görünmektedir. J.R.R. Tolkien, bilimin Tanrı'dan uzaklaşmasına ve insanoğlunun eline geçerek insani hırslara alet olmasına (atom bombası, vs.) dair endişelerini sürekli dile getirir. Görünen o ki, Lewis de Tolkien'in endişesini paylaşmaktadır. Görmüş geçirmiş, tecrübeli ve bilgili Profesör karakterini inanca yakın tasvir ederek bir bakıma bilimi inançla ilişkilendirir. 

Üçüncü olarak; Edmund, Lucy ile birlikte Narnia'yı görmesine rağmen, Peter ve Susan karşısında gördüklerini inkar eder. Burada, Lewis'in Hristiyanlıktan ateizme, ateizmden deizme, deizmden tekrar Hristiyanlığa geri dönme deneyimiyle paralellik kurmak mümkündür. Bir Hristiyan olarak yetiştirildikten sonra 13 yaşında gittiği okulda Tanrı'yı reddeden, daha sonra 30'lu yaşlarında Hristiyanlık inancına geri dönen Lewis, belki de aradaki süreyi bir "inkar" olarak nitelendirmektedir. Tıpkı Edmund gibi, (vicdanen) varlığını çok iyi bildiği bir şeyi inkar ettiği şeklinde bir paralellik kurmak mümkündür. Edmund'un inkar ettiği süre boyunca kötü, boyun eğdikten sonra ise iyi olarak tasvir edilmesi, yazarın bakış açısını yansıtır.

Aslan, Cadı ve Dolap Film Uyarlaması

2005 yılında Andrew Adamson yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır. Disney'in prodüktörlüğünü yaptığı filmde Tilda Swinton gibi bir isim olmasına rağmen ve aslına oldukça sadık bir uyarlama olmasına rağmen birtakım Disneysel dokunuşlar nedeniyle saçma sapan bir film olmuş ne yazık ki. 

Saçma Sapan Farklar

- Yıllarca çizgi filmlerin sağına soluna sinsi sübliminal mesajlar yerleştiren Disney söz konusu olunca, öküzün altında buzağı aramak kaçınılmaz oluyor. Filmi izleyen çoğu kişinin dikkat edip rahatsız olduğu bir detay var: pedofili çağrışımları. Kitapta tamamen sıcak bir dostluk olarak tasvir edilse de, filmde 150 yaşındaki Faun ile 8 yaşındaki Lucy arasındaki ilişki yeni yeni alevlenen bir aşk gibi gösterilmiş. Faun'un Lucy'yi bayıltırkenki bakışları, karşılaştıklarında flörtöz bir şekilde konuşması, en sonunda elini tutması aşırı derecede yoruma açık olmuş. Her ne kadar McAvoy konuyla ilgili şu açıklamayı yapsa da insan tatmin olmuyor.
Back Stage: Speaking of Mr. Tumnus, Keira says you made a brilliant choice to play that character as if he were a pedophile.
McAvoy: What? No! Not as a pedophile. But he is creepy and kidnapping her. I made a deliberate choice to toy with modern perception of that situation, I suppose. You don't have to be too on-the-nose to make people feel uncomfortable with someone 150 years old inviting an 8-year-old girl back to their apartment. In this day and age, I think, pedophile paranoia taints that entire scene in a brilliant way that makes it very interesting. But no, he's not a pedophile; I didn't play him as a pedophile. I played him as someone trying to kidnap a little girl. Because that's exactly what he did.
- Bir çocuk romanı uyarlamasının bile ataerkil şekilde yorumlanması sizce de çok saçma değil mi? Kitapta dişi karakterlerden çıkan iki akıllıca ve cesurca fikir saçma sapan bir şekilde erkek karakterlere mal edilmiş. İlk olarak, kitapta dört çocuk hep birlikte Narnia'ya geçtiklerinde çok soğuk olduğu için Susan dolaptaki kürkleri giymeyi akıl eder. Hatta Peter eblekçe "Bizim değil ki!" diye tepki verir. Peter'a aldırmayan Susan sayesinde çocuklar macera boyunca üşümezler. Filmde bu fikir Peter'ınmış gibi gösterilmiş, Susan ise beyinsiz bir saksı çiçeği gibi tasvir edilmiş. Hayır neden? İkincisi de, kitapta çocukları evlerine kabul eden kunduzlar, Beyaz Cadı'nın peşlerinde olduğunu anlayınca Bayan Kunduz'un sakince yaptığı detaylı planı sayesinde çocuklarla birlikte kaçarlar ve saklandıkları ağaç kovuğunun etrafından tuhaf sesler gelince yine cesur Bayan Kunduz atılıp neler olduğunu kontrol eder. Filmde plandan bahsedilmemiş, çıkıp etrafı kolaçan eden cesur kunduz ise elbette Bay Kunduz olarak gösterilmiş. Hayır neden? Üçüncüsü de, Faun'un başının dertte olduğunu düşünen çocuklar ilk önce yardım etmekte tereddüt ederler. Kitapta Susan başta kararsız olsa da Faun'a yardım etmeleri gerektiğini söyler ve Peter da aynı fikirde olduğunu belirtince maceraları başlar. Bilin bakalım filmde ayak direten, geri dönmeleri gerektiğini söyleyen korkak kim? Susan, evet. Hayır N-E-D-E-N?

Önemsiz Farklar

  • Kitapta çocukların anneleri ve babalarından bahsedilmiyor, filmde babaları ölmüş, anneleri çocukları trene binip profesörün evine gönderiyor. 
  • Filmde Mrs. Mcready çocuklara çok katı kurallar koyuyor ve profesörü rahatsız etmemelerini söylüyor. Kitapta böyle bir korkutma yok. 
  • Kitapta Lucy ilk kez evi keşfe çıktıklarında, ikinci kez saklambaç oynarlarken ve üçüncü kez Mrs. Mcready'den kaçarken Narnia'ya geçiyor. Filmde ise ilk kez saklambaç oynarken, ikinci kez gece kendi kendine dolaşırken, üçüncü kez camı kırdıkları için Mrs. Mcready'den kaçarken dolaba giriyor.Saklambaç oynadıklarında Lucy ilk olarak dolaptan giriyor. 
  • Kitapta Faun'un babasının resmi şöminenin üstünde, filmde ise sehpanın üstünde. Kitapta Faun onun babası olduğundan bahsetmezken filmde lafı geçiyor.
  • Kitapta çocuklar Lucy'nin durumundan endişelenip Narnia hikayesini Profesöre kendi istekleriyle anlatıyorlar, filmde ise profesöre yakalanıyorlar ve anlatmak zorunda kalıyorlar. 
  • Kitapta kaldıkları ev çok ünlü ve dışarıdan insanlar ziyaret etmek için akın akın geliyor. Filmde böyle bir şey yok. 
  • Kitapta dört kardeş hep birlikte Narnia'ya geçtiklerinde, Edmund'un buraya daha önce geldiği hemen anlaşılmıyor. Filmde geçer geçmez Edmund'u suçlayıp azarlıyorlar. 
  • Kitapta kunduza güvenmeleri için Lucy'nin beyaz mendilini görmeleri yeterli oluyor. Filmde mendili göstermesine rağmen ilk anda güvenmiyor. 
  • Filmde Edmund'la Tumnus aynı zindana giriyorlar, kitapta böyle bir şey yok. 
  • Kitapta kunduzlarla birlikte bir ağacın kovuğunda saklanırken Noel baba geliyor. Filmde ise donmuş buzun üstünde yürürken peşlerinden geliyor.
  • Kitapta çocuklar doğrudan eve geliyor ve hikaye oradan başlıyor. Filmde çocukları tren istasyonundan Mrs. Mcready alıyor. 
  • Kitapta Noel baba kunduzlara aldığı hediyelerden de bahsediyor, sağlam bir dikişi makinesi ve tüm arızaları giderilmiş evleri. Filmde ise bunlara yer verilmemiş. 
  • Kitapta Cadı, Edmund'un pazarlığını yapmak için Aslan'a geldiğinde yanına direkt çıkmıyor, adamını gönderiyor. Aslan asasını bırakıp girmesi şartıyla Cadı'yı kabul ediyor. Filmde direkt giriyor. 
  • Kitapta dolaptan çıkınca olanları profesöre anlatıyorlar, filmde anlatsak inanmazsınız diyorlar, profesörün gülümseyerek söylediği "Try me!" cümlesi ile film bitiyor.

1 Kasım 2017 Çarşamba

Kitaptan Filme: Ağrıdağı Efsanesi

1970 yılında Cem Yayınevi'nden çıkan Yaşar Kemal romanıdır. 1975 yılında Memduh Ün yönetmenliğinde sinemaya uyarlanır. Gülbahar Fatma Girik, Ahmet'i Hakan Balamir canlandırır. Cem Yayınevi'nden sonra birkaç yayınevi daha baskısını yapsa da en çok Yapı Kredi Yayınları baskıları akılda kalmıştır. YKY baskısını okuyanlar, Abidin Dino'nun güzel çizimlerini de görme fırsatına sahip olurlar.
Ağrıdağının yamacında, dört bin iki yüz metrede bir göl vardır, adına Küp gölü derler. Göl bir harman yeri büyüklüğündedir. Çok derinlerdedir. Göl değil bir kuyu. Gölün dört bir yanı, yani kuyunun ağzı, fırdolayı kırmızı, keskin, bıçak ağzı gibi ışıltılı kayalarla çevrilidir. [...] küçücük bir kuş dönmeye başlar. Sivri, uzun, kırlangıca benzer bir kuştur. Gölün üstünde çok hızlı döner. Uzun, ak halkalar çizer üst üste. Ak halkalar tel tel gölün som mavisine düşer, tam günün battığı anda kavalcılar çalmayı keserler.
Küp gölünden bahseden, anlatım için kritik bir role sahip olan bu giriş paragrafı, pastoral detaylar, sembolik hayvanlar, "Ağrıdağının öfkesi" gibi doğaüstü kuvvetler, hangi zamanda geçtiğine dair herhangi bir ipucunun ve romanlara özgü olay örgüsünün olmaması bakımından efsane anlatım özelliklerine sahiptir. Kitabın ismine uygun olan bu giriş, kapak sayfasında yer alan "roman" ibaresine aykırı olduğu için okurun kıpırdanmasına neden olur. Yüz küsur sayfa boyunca böyle doğaüstü bir anlatım okuyup okumayacağını merak eden okura, bu paragraftan hemen sonra Ahmet, kırat ve Sofi karakterlerinin hikayeye dahil olmasıyla yanıt verilir. "Roman okurunun" daha çok kabul edebileceği, bir olay örgüsü olan, birden çok karakterin tasvir edildiği, zamanı az çok belli olan, bir iyi adamın, bir kötü adamın, bir amacın ve o amaç için verilecek bir mücadelenin var olduğu klasik yapılı bir kurgu anlatılır. Ahmet'in kapısına gelen, töreler gereği artık Ahmet'in sayılan beyaz atı, töreleri yerine getirmek için canı pahasına geri vermeyen köylüleri, bu arada Ahmet ile Gülbahar arasında gelişen aşkı okumaya koyulmuşken,"iyi güzel de niye böyle eski püskü bir hikaye okuyorum" diyen okur yine kıpırdanmaya başlar. İşte tam bu anda kitabın başındaki Küp gölüyle ilgili paragrafa çok benzer bir paragraf araya girer ve okura "tıpkı ilk başta olduğu gibi hikaye birazdan daha gerçekçi bir yöne doğru akacak, sabret" şeklinde bir mesaj verilir. 
Ağrıdağının doruğuna yakın yerinde, güneybatı yamacında bir göl vardır, adına Küp gölü derler. Bir harman yeri büyüklüğündedir göl. Som mavi bir sudur. Kuyu gibi. Kırmızı, keskin, ışıltılı kayalıkların dibindedir.
Kitabın tam ortasında gelen bu paragrafın hemen ardından hikayeye yeni bir karakter, demirci Hüso girer. "Ramazanda oruç tutmaz, hiç namaz kılmaz, hiç dua etmezdi. Bazıları Hüsonun ateşe taptığını söylüyolardı. Bazı geceler körüğünü çekiyor çekiyor, dükkanın içi, kapısı kıvılcımlar içinde kalıyor, Hüso bu ateşin önünde dize gelip, ellerini ateşe açıyordu." Tarihsel bağlama ve metin içinde verilen ipuçlarına bakınca Zerdüşt olduğu çıkarımını yaptığımız Demirci Hüso, bir dağlıya aşık olan han kızı Gülbahar'a, zalim babası karşısında yardım etme sözü verip dini bir figür olan Kervan Şeyhi'ne başvurur. Daha sonra Ahmet'i, Sofi'yi ve Musa Bey'i zindandan kurtarmak için kır atı bulup Han'ın karşısına çıkar. Atın kendisine ait olmadığını iddia eden, yalan söyleyen Han'a karşı çıkar. Kalabalıkları arkasına alır. Hikayenin bu noktasına kadar artarak süren Han zulmü, bu noktadan sonra kırılmaya başlayacaktır, Demirci Hüso bunun habercisidir.

Han babasının yalan ve inkarı karşısında çaresiz kalan ve Ahmet'in kaçması için zindancı Memo'yu ikna eden Gülbahar, yaptıkları öğrenilince zindana atılır. Demirci Hüso'nun ilk adımını attığı otoriteye başkaldırma hareketi Kürt beyleri arasında, çobanlar arasında dalga dalga yayılır. Olanları duyan herkes sarayın kapısına toplanır. Artık Mahmut Han bu kalabalıktan tedirgin olmaya başlamıştır. Gülbahar'ı tıkıldığı zindandan çıkaran kalabalık, kendisine zulmeden Han'ın da korkudan dengesini yitirmesini sağlar.
Her yıl, bahar Ağrıdağının üstüne yürürken, dağın yamacındaki Küp gölünün kıyısına o yörenin tekmil çobanları gelirler, kepeneklerini gölün bakır rengi toprağının, kırmızı çakmaktaşı kayalıklarının üstüne serip haka olup otururlar. Çobanların her yıl sayısı değişir. Tanyelleri ışırken bellerindeki kavalları çıkarıp Ağrıdağının öfkesini hep birden çalmaya başlarlar. 
Her seferinde metni kronolojik ve tematik olarak okurun günceline daha da yaklaştırma fonksiyonuna sahip Küp gölü paragrafı, gerilimin zirveye ulaştığı kurgunun tam bu noktasında tekrar devreye girer. "İmana geldi kafir, korku onu imana getirdi. O altın sarayının, mermer, gümüş sarayının yerle bir edileceğini anladı. Anladı da dize geldi kafir. Biz hep böyle, her şeyde birlik olsak, kimse bize diş geçiremez. Bize dağlar, şahlar dayanamaz. Hiç kimse... Yeter ki böyle birlik olalım." Okur yüz küsur sayfanın sonunda yazarın aslında ne anlatmak istediğini, Demirci Hüso'nun dilinden dökülen bu cümlelerle anlar. Metin, bitimine son birkaç sayfa kala artık tamamen güncel meseleleri eleştiren, muhalif bir bakışa sahip, modern bir metne dönüşür. Efsane olarak başlayıp bir halk masalı olarak devam eden anlatım, bu paragrafın üçüncü kez belirdiği noktada, artık tamamen güncele odaklı, eleştirel bir romana dönüşmüştür.
Ağrıdağının yamacında bir göl vardır. Bir harman yeri büyüklüğündedir. Suları som mavidir. Her yıl, bahar dünyaya yürüdüğünde, bir sabah, daha gün doğmadan Ağrıdağının tekmil çobanları bu göle gelirler. Gölün kırmızı kayalıklarına, bakır toprağına kepeneklerini atar, bin yıllık sevda toprağına otururlar ve Ağrıdağının öfkesini kavallarıyla, hep bir ağızdan çalarlar. 
Artık mesaj verilmiş, anlatım amacına ulaşmıştır. Anlatımın yüzeyindeki aşk hikayesi tekrar Küp gölü paragrafıyla birlikte dramatik ve hatta biraz belirsiz bir şekilde sonlandırılır.

Metni iki katmanlı kabul edersek, derin katmanında bir otorite eleştirisi, yüzeysel katmanında da umutsuz bir aşk hikayesi anlatılır. Zulmeden otoriteye birlik olup karşı çıkmanın mümkün olduğunu söyleyen alt katman, mesajını bu kadarla sınırlı tutmuş, herhangi alternatif bir otorite önerisinde bulunmamış veya Han'ı devirmekle ilgili herhangi bir plandan bahsetmemiştir. Meriç Kurtuluş'un Ağrıdağı Efsanesi'nden Sözlü Edebiyata "Metinlerarası" Bir Yolculuk makalesinde belirttiği gibi: "Başka bir deyişle, roman kişileri Mahmut Han’ın otoritesine ve dolayısıyla onun temsil ettiği Osmanlı otoritesine karşı çıkarken, metnin sonuna gelindiğinde otoritenin el değiştirmediği ve karakterlerin bunun için artık çaba sarf etmediği görülür. Başka bir deyişle, metnin sonunda otorite kavramının yerine farklı bir kavram önerilmemiş, ya da otoriteyi devralacak yeni bir kişi ortaya çıkmamıştır." Dolayısıyla muhalif olmakla birlikte yıkıcı olmayan bir anlatım söz konusudur. Yazıldığı dönemin ve coğrafyanın politik bağlamı bakımından düşünüldüğünde, bu metin belki de henüz bir alternatif öneriden bahsetmek için erken olduğunu, ilk önce birlik olmayı öğrenmek gerektiği mesajını vermeyi amaçlamıştır.

Yüzey katmanındaki aşk hikayesi de paralel özellikler taşır ve mutlu sona değil, zorlu yola odaklanır.  Kurgunun klasik yapıda olduğunu, bir iyi adam, bir kötü adam, bir amaç, o amaç için gidilecek bir yol olduğunu söylemiştik. Kurgunun sonunda iyi adam kötü adamı zorlu bir mücadeleyle ve diğerlerinin desteğiyle alt eder, ancak gerçek amacına, yani sevdiği kadına çeşitli dış engeller nedeniyle ulaşamaz.

Küp gölünde klasik bir efsane anlatımıyla başlayan bu aşk hikayesi, yine aynı anlatımla sona erer. Küp gölüyle ilgili paragrafların ilk cümlelerinde sırasıyla şu ifadeler kullanılmıştır: Ağrıdağının yamacında, Ağrıdağının doruğuna yakın yerinde, bahar Ağrıdağının üstüne yürürken, Ağrıdağının yamacında. Burada kurgunun temposu, hikayeye adını veren Ağrıdağı'nın fiziksel özelliğiyle bağdaştırılabilir. Hikaye nötr durumdan başlar (yamaç), zulüm tırmanır (doruğa yakın yer), Demirci Hüso liderliğinde başlayan başkaldırılarla birlikte zulüm etkisini azaltır (bahar Ağrıdağının üstüne yürürken) ve yine nötr, aslında hikayenin başlangıcına göre pek bir şey değişmemiş, başlangıçtaki durumla sona erer (yamaç). Ağrıdağı'nın karanlığa bakan tarafı, zulmün belirip tırmandığı taraf, güneşi gören tarafı da zulmün bastırılıp ortadan kaldırıldığı taraf olarak yorumlanabilir. Buradan daha net görüleceği gibi, mevcut gidişatı hikayenin ilk başındaki halinden farklı bir noktaya taşıyan bir muhaliflik değil, hikaye içinde tırmanan zulmü bastırıp hikayenin ilk başındaki düzene geri döndürmeyi amaçlayan bir muhaliflik söz konusudur. Tıpkı aşk hikayesinde olduğu gibi, sona değil sürece, yürünen yola odaklanılmıştır. Kurgu yapısının dağın coğrafi yapısına benzetilmesiyle, kurguya Ağrıdağı'nın bir takım nitelikleri transfer edilmiştir: durgunluk, tanıklık, eskilik... Ağrıdağı'nın bin yıllardır büyük medeniyetlerin doğuşuna ve yitişine sessizce tanık oluşu gibi hikaye de bir zulmün doğuşuna ve yitişine sessizce tanık olmamızı sağlar.

FİLM VE KİTAP ARASINDAKİ FARKLAR

Film sonu bakımından kitaptan farklıdır. Sonunda Mahmut Han asılarak ölür, yine alternatiflerden bahsedilmemekle birlikte zulmeden Han figürü tamamen ortadan kaldırılır. Dolayısıyla hikayenin ilk halinden daha farklı bir son hal vardır. Film, kitabın bilge ve durgun atmosferinden farklı olarak, yıkıcı sonla biter.

Kitapla film arasındaki diğer minik farklar şöyledir:

- Kitapta Sofi ve Ahmet'le birlikte Musa Bey de zindana girer, filmde bu üçüncü karakter gösterilmez.
- Kitapta Sofi ölmez. Filmde asılarak öldürülür.
- Kitapta Gülbahar'ın suçu öğrenildiğinde kuyuya atılır. Filmde zindana götürülür.
- Kitapta Mahmut Han'ın karısı da hikayenin bir noktasında belirir. Filmde hiç gösterilmez.
- Kitapta Mahmut Han'ın 3 kızı vardır: Gülistan, Gülriz ve Gülbahar. Filmde yalnızca 2 kız kardeştir.
- Kitapta Gülbahar'ın kız kardeşlerinden neredeyse hiç bahsedilmez. Filmde kız kardeşi kötü karakter olarak görünür.
- Kitapta Ahmet'in sonunda ölüp ölmediği belirsizdir. Filmde Gülbahar önce Ahmet'i sonra kendisini öldürür.

Yusuf karakterini Tecavüzcü Coşkun'un oynaması, Fatma Girik'in donuk bakışları, Keloğlan filmlerini aratmayan rengarenk parlak kıyafetler, Ahmet'in Ağrıdağı zirvesinde yaktığı ateşin neredeyse bir volkan kadar devasa gösterilmesi, aynı diyalog içinde Gülbahar'ın eşarp bağlama şeklinin üç kere değişmesi gibi itici detaylar, kitabı sevip de uyarlamasını izlemek isteyenler için seyri zorlaştırır. Memo ve kırat filmin en başarılı ve en aslına sadık karakterleridir.

6 Ekim 2017 Cuma

Kitaptan Filme: Metropolis

Fritz Lang yönetmenliğinde çekilen 1927 yapımı Metropolis, Alman Dışavurumculuk akımının en iddialı yapımlarından biri olmanın yanı sıra, birçok modern bilim kurgu filmine ilham veren, dünyada çekilen ilk büyük bütçeli ve iddialı bilim kurgu filmi olma özelliğini taşır. Örneğin Makine Adam, Star Wars'taki C-3PO'ya; uçan mekikler, yüksek binalar Blade Runner başta olmak üzere birçok bilim kurgu filmine ilham olur. 

Savaş döneminden geçen Almanya, iddialı filmler çekerek Hollywood'un tekeline aldığı sinema sektöründe sesini duyurma çabasındayken, korku türünün atası niteliğinde, kendine özgü karanlık dışavurumcu bir dil geliştirir. Genellikle çarpık perspektiflerin, korkutucu makyajların, amatörce yapılmış dekorların kullanıldığı bu türe ait filmler daha çok düşük bütçeyle yapılmış bir görünüme sahiptir. Metropolis de Almanya'nın iddialı filmler yapma sürecinden doğduğu için ve karamsar, distopik bir atmosfere sahip olduğu için Alman Dışavurumcu sinema türüne dahil edilir ama türün diğer filmleriyle karşılaştırıldığında çok daha farklı özellikleri vardır, çağının ötesindedir. Metropolis 5.1 milyonluk dev bir bütçeyle çekilir. UFA bunun altından kalkabilmek için Paramount'la iş birliği yapar ve uluslar arası gösterime sunmak üzere çekimlere başlarlar.

Filmin Ortaya Çıkışı ve Kitap Uyarlaması

Fritz Lang 1924 yılında New York'u ziyaret eder. Burada gördüğü yüksek binalar, köprüler ve ışıltılı hayattan çok fazla etkilenir. Evine döndüğünde, önemli bir Alman yazar olan karısı Thea von Harbou'ya, dev bir şehri konu alan bir film çekmek istediğini söyler ve ona bunu romanlaştırması görevini verir. 

Harbou romanı 1925 yılında bitirir, Illustriertes Blatt dergisinde seri halinde yayınlanmaya başlar, ayrıca dergide yayınlanan hikayeye, çekilecek olan film uyarlamasından da ekran görüntüleri eklerler. Nihayet 1926 kitap şeklide basılır. Film için yazılan bu kitap H.G. Wells hikayelerinden ilham alır.[1Wells, daha sonra film uyarlamasını izlediğinde filmin çok kötü olduğunu söyleyecektir.[2]

Kalabalık oyuncu kadrosu, Art Deco'dan ilham alan fütüristik setler, yeni teknikler kullanılarak zor şartlar altında çekilen ve 1927'de yayınlanan film, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle sansür yer ve 90 dakikaya düşürülür. Yeni hali Lang'in hiç beklemediği iki kişiden büyük övgü alır: Adolf Hitler ve Joseph Goebbels. Goebbels bir konuşmasında filme atıf yaparak burjuvazi politikasının öldüğünü, onun yerine bastırılmış "ellerin ve başların" tarih sahnesindeki yerini alacağını söyler. Biraz da beklemediği bu iki hayranının etkisiyle, Lang daha sonra çektiği filmi artık beğenmediğini söyleyecektir. Filmi çektiği dönemde yeterince politik düşünmediğini, toplumsal bilince sahip bir filmin "eller ile beyin arasında kalp ara buluculuk yapmalıdır" argümanının gerçekçi olmadığını, bir masaldan ibaret olduğunu ve bu nedenle yaptığı işi artık saçma bulduğunu söyler. Nazi Partisi'nin büyük bir destekçisi olan karısıyla birkaç sene sonra ayrılacaklardır. 

Filmdeki Distopik Öğeler

Bitişik düzenle inşa edilmiş tek tip dev gökdelenler, yer altında insanlık dışı koşullarda çok çalıştırılıp köleleştirilen işçiler, yerin üstünde geniş bahçelerde gezip, dersliklerde eğitim alıp, parklarda oyun oynayan, yalnızca zenginlerin çocuklarına ayrılmış "oğullar kulübü", asma köprülerden geçen trenler, iki kişilik küçük uçaklar, yerde gezen yüzlerce araba, bir kötü adam figürü olarak mutlak gücü elinde tutan Joh Fredersen ve çok zeki bir doktorun imza attığı Makine Adam icadı.

İlk olarak işçi sınıfıyla zenginleri çok kalın bir çizgiyle ikiye ayırıp aralarındaki zulüm/çile ilişkisinin anlamsızlığını gösterdiği için toplumsal bir roman/filmdir. Bu ayrımı uzak gelecekte (kitaba göre 2026 yılında) karamsar bir atmosfer içinde tasvir ettiği için de distopik bir romandır. Fabrikanın bir anda ağzını açıp kurbanları yutan Tanrı Moloch'a dönüşmesi gibi kölelik eleştirisi sahneleriyle çok sağlam mesajların sizi beklediği umuduna kapılırsınız. Ama genel olarak distopik romanlardan alışık olduğumuz gibi, bu eşitsizliğe ezilenin gözünden bakmaz. Lang'in kendisinin de sonradan fark ettiği gibi, toplumdaki bu anlamsız sınıf farkına filmin verdiği yanıt çok zayıf kalmıştır. Zenginlerin ezdiği, fakirlerin de ezildiği bir toplumda iki tarafın iletişim kurmasının tüm sorunu ortadan kaldıracağını iddia etmek bir bakıma fazla "elitist" bir çözüm önerisidir. Head denilen, romandaki zengin kesimin nüfuzuna ve otoritesine hiçbir zarar vermeyecek ve bu nedenle de toplumda değişime neden olmayacak, zayıf bir çözümdür.

Çoğu kaynağa göre filmde pentagram, tek göz, insan görünümüne sahip olmasına rağmen insanlıkla hiçbir ortak özelliği olmayan tamamen yönetilebilir robot gibi İlluminati sembolleri ve yozlaştırılan ahlak, zihin kontrolü gibi atıflar yer alır.[3]

Filmle Kitap Arasındaki Farklar 

Film için yazılmış olmasına rağmen filmin eklemediği birtakım küçük detaylar ve değişen bazı kısımlar vardır. 

- Kitapta Joh Fredersen, oğlu kendisini terk ettiğinde tavsiye almak için annesine gider. Gaddarlığı ve hırsı nedeniyle artık kendi yolundan sapan ve kendisini dinlemeyen oğluna tavsiye vermeyi reddeder. 

- Filmde Joh'tan talimat alır almaz Freder'in izini bulan Slim'in aksine, kitapta her yere bakmasına rağmen Freder'i ilk başta bulamaz. 

- Kitapta Josaphat, Slim evlerini bulduktan sonra uçakla uzaklara gönderilir. Yardım edeceğine söz verdiği halde Freder'i yarı yolda bırakmanın vicdanıyla havadayken pilotu bayıltır ve paraşütle atlar. Bir tarlaya düşüp bir kadın tarafından iyileştirildikten sonra derhal Freder'in yanına koşar. Filmde elbette bu kadar atraksiyona girilmez. 

- Filmin sonundaki "Beyin ile Ellerin ara bulucusu Kalp olmalıdır" sahnesi kitapta yer almaz.

-----

Slim ya da Thin Man'i oynayan Fritz Rasp'ın şahane bir oyunculuk çıkardığını söyleyelim. Talimat alınca gözlerini kapatıp itaat etme ve işine konsantre olma mimiğini tam da kitapta açıklandığı gibi gerçekleştirir. Ayrıca Joh Fredersen ve Rotwang karakterleri de efsanedir.

Açıkçası Maria'nın ve Freder'in oyunculukları abartılıdır. Sessiz filmlerde mesajı aktarabilmek için belirgin jest ve mimik yapma gerekliliğini fazla abartarak yerine getirdikleri için bir parça rahatsız edicidir.

Son olarak, birçok İncil atıfının, Tanrı göndermelerinin toplumsal mesajın, sistem eleştirisinin (!), dini öğenin sığdırıldığı bu hikayeyi kırpılmış sessiz film versiyonunu izleyerek tam anlamıyla anlamak imkansız olduğu için, referans amaçlı romanı okumak kesinlikle gereklidir.

İyi okumalar/izlemeler.

2 Ekim 2017 Pazartesi

Kitaptan Filme: La Piel Que Habito / Mygale

Thierry Jonquet'nin Mygale (Tarantula) romanı ilk olarak 1984'te Fransa'da yayınlanır. Yaşar Avunç'un Türkçe çevirisiyle Kırmızı Kedi'den 2012 yılında "Tarantula İçinde Yaşadığım Deri" adıyla çıkar. Kitap kapağında Antonio Banderas, Elena Anaya'nın yüzünü görürüz. Ne yazık ki böyle kapaklar, altında Kırmızı Kedi etiketi olsa bile kitabı otomatik olarak bayağılaştırıyor, markette ne alırsan 3 tl sepetinde satılan uyduruk aşk hikayelerinden biri izlenimi veriyor ilk bakışta.

2011 yılında La Piel Que Habito (İçinde Yaşadığım Deri) adıyla sinemaya uyarlanır. Senaryonun üzerinde neredeyse on yıl çalışan Almodóvar, başlarda kitabı aslına sadık biçimde uyarlama çabasındayken, nihayetinde ortaya daha serbest bir iş çıkar. Birçok metinler arası göndermeyle, hikayeyi derinleştirir. Bu yazıda hem Jonquet'nin kariyerine ve kitaptaki anlatım tekniğine, hem filmdeki Louise Bourgeois atıflarına değineceğiz. Ayrıca kitap ve film arasındaki farkları da yazının sonunda inceleyeceğiz.

Yazıda karışıklık olmaması için; kitaptaki karakterlerin filmdeki isimleri şöyledir: Richard Lafargue (Robert), Eve (Vera Cruz), Vincent (Vicente).

Thierry Jonquet'nin Neo-Polar Transgresyonel Kurgusu ve Başarılı Anlatım Tekniği

1954 doğumlu Fransız yazar, azınlıkların yaşadığı bir banliyöde komünist geleneğe sahip bir ailede doğup erken yaşlarda politik bir bilinç geliştirir. 14 yaşındayken Lutte ouvrier'ye katılır, Troçki'den etkilenir. Daha sonra LO'yi bırakıp Ligue communiste révolutionnaire'e katılır fakat çeşitli sebeplerle eski idealizmini sürdüremez. Bir hastanede stajyer olarak çalışmaya başlar. Burada kendini yaşam kurtarmaya adar. İçindeki isyan isteği devam eder ve bunu dışavurmanın başka bir yolunu ararken, Gallimard'ın ünlü Série noire (Kara Seri) yazarlarıyla tanışır ve neo-polar adı verilen yeni polisiye roman türüyle haşır neşir olmaya başlar. Atmış sekiz kuşağı solcu yazarların ortaya çıkardığı bu tür, Fransa'nın sosyo-ekonomik sorunlarını ele almayı amaçlaması, toplumsal ve politik eleştiri niteliği taşıması, öfke, cinsel istismar, şiddet, intikam gibi temaları içermesi bakımından kara romandan ayrılır.* 
Le militantisme, ça donne un regard acéré sur la société. On avait tous beaucoup réfléchi à cette question fon damentale aussi bien pour ma génération que pour le roman noir en général : celle de la violence. 
Militanlık topluma keskin bir bakış sağlar. Hem benim jenerasyonum için hem de genel olarak kara roman için hepimiz şu temel sorun üzerinde çok düşündük: şiddet.
Roman, kızına tecavüz eden adamı kendi yöntemleriyle cezalandıran bir protagonisti konu alır. Ünlü ve prestijli bir doktor olan Richard Lafargue, tecavüzcü Vincent'i yakalayıp geniş ve lüks evinin bir kenarındaki mahzene hapseder, ilaçlar verip birtakım küçük ödüllerle direnmesini engeller, sonunda yine evinin altındaki ameliyathanede ameliyat ederek cinsiyetini değiştirir ve daha çok acı çektirmek adına ona çeşitli adamların tecavüz etmesini sağlar. İnsan bedeninin sınırlarını ihlal eder, yıkıp yeniden oluşturur. Transgresif sanat eserlerinde olduğu gibi, etik iyiliğin sınırlarını yıkarak estetik yenilik, güzellik yaratır. İstismar eder ve kurbanın acılarını gösterir. Başlangıçtaki intikam motifi insani ve anlaşılabilir olarak düşünülse bile, hiçbir yasanın desteklemediği ve hiçbir ahlak sisteminin kabul etmeyeceği "uç" bir eylemle intikam alır. Bu bakımdan doktor karakteri, buz gibi acımasız ve cani bir karakterdir.

Anlatım tekniğine gelince, hikayenin en azından yarısına kadar okurun aralarında bağlantı kuramadığı farklı olayları anlatıp en sonunda tamamını birbirine kusursuz bir şekilde bağlaması bakımından sürükleyicidir. Bunu hem bakış açısı, hem de zaman atlamaları tekniğiyle başarır. 150 küsur sayfalık romanda toplam 2 bakış açısı kullanılır: Doktorun ve Alex'in hareketlerini anlatan, nesnel dış bakış açısı (point de vue externe) ile Vincent'i anlatan öznel iç bakış açısı (point de vue interne). Yani bir tarafta bir gözlemcinin anlattığı Eve-Richard ve Alex hikayelerini okurken diğer tarafta olayı kendi gözünden anlatan Vincent'i okuruz. Romanın yarısına kadar bu 4 kişinin bağlantılı olduğunu bilmesek de, olayı kendi gözünden anlatan Vincent'in merkezde olduğunu anlarız ve ona odaklanırız. Zaman kullanımına gelince; dış bakış açısı hikayenin şimdiki zamanını anlatırken, iç bakış açısı aslında yalnızca bir flashback'tir. Seyirci yarıya kadar elbette bunu bilmez ve Vincent ile Eve'in farklı karakterler olduğunu düşünür. Bu ikisinin aynı kişi olduğuna dair ipuçları (azalan cinsel istek, iğneler, ilaçlar, feminen eşyalar) başladığında hikayenin temposu bir anda yükselir. İç bakış açısı geçmişten gelip hikayenin şimdiki zamanını yakaladığında hikayedeki tüm düğümler çözülecektir. 

Louise Bourgeois'nın Maman Heykeli ve Diğer Eserlerindeki Temaların Filmle Paralleliği

1911 doğumlu Fransız asıllı Amerikalı heykeltraş ve ressam Bourgeois, 60 yılı aşkın süren kariyeri boyunca cinsiyetçi şiddet, kadının evcilleştirilmesi, fiziksel-zihinsel-mental acı gibi temalarla eserler verir. Genç yaşındayken babasının annesini aldattığına, annesinin buna normal bir tepki verdiğine tanık olarak uzun süre boyunca babasına karşı öfke taşır. Travmasını ve gizlediği duygularını dışavurmanın bir yolu olarak gördüğü heykelde soyut dışavurumcu, varoluşçu ve kimilerine göre sürrealist bir üslup benimser.

Bourgeois'nın filmdeki önemine gelince; hatırlayacağınız gibi Vera yalnız başına odaya kilitlendiğinde öfkesini bastırmak için heykel ve yoga yapmaya başlar. Louise Bourgeois'nın bir kitabına bakarak, kendisi için alınan elbiselerden yırttığı parçaları yaptığı heykellerin üzerine yapıştırır. Robert'in öfkesini göstermek için Vicente'yi yeni ve yabancı bir derinin içine hapsetmesi gibi, Vera da kendisine alınan kadın elbiselerini giymeyi reddedip onları keserek heykelleri bu elbiselere hapseder. Belki de içine düştüğü belirsiz ve absürd durumda yolunu kaybetmemek, büyük resme bakabilmek için kendisini temsil eden heykeller yapar ve bu şekilde yabancı derinin içindeki varoluşuna bir yanıt arar.

En çok ses getiren, dev bir örümcek şeklindeki Maman heykel çalışmasının neyi temsil ettiğini Bourgeois şöyle açıklar: 
The Spider is an ode to my mother. She was my best friend. Like a spider, my mother was a weaver. My family was in the business of tapestry restoration, and my mother was in charge of the workshop. Like spiders, my mother was very clever. Spiders are friendly presences that eat mosquitoes. We know that mosquitoes spread diseases and are therefore unwanted. So, spiders are helpful and protective, just like my mother.**
Örümcek anneme yapılmış bir göndermedir. O benim en iyi arkadaşımdı. Annem de tıpkı bir örümcek gibi örüyordu. Ailem halı tamirat işindeydi ve annem atölyedeki tüm işçiliği yapıyordu. Annem de örümcekler gibi zekiydi. Örümcekler, fareleri yiyen zeki varlıklardır. Farelerin hastalık yaydığını ve istenmediğini biliyoruz. O halde örümcekler tıpkı annem gibi yardımcı ve koruyucudur.
Babasına duyduğu öfkenin aksine, annesine büyük bir sevgi besler. Eserlerinde sıkça anne temasını görmek mümkündür. Tıpkı Bourgeois eserlerindeki gibi, Almodovar'ın filminde de anne önemli bir yere sahiptir. Vicente'nin annesi, tıpkı Bourgeois'nın annesi gibi bir elbise tamirat dükkanında çalışır, dikerek ve örerek hayatını kazanır. Oğlu kaybolduğunda 6 sene boyunca arayıp ilanlar vermeye devam edecek kadar azimlidir. Sonunda gazeteye verdiği bir ilan, dolaylı olarak oğlunun kurtulmasına yardımcı olur. Çoğuna göre filmde hiçbir işlevi ve mantığı olmayan Marilia karakteri de benzer "güçlü" bir anneyi temsil eder. Yıllarca hizmetçi kılığında oğlunun yanında durup onu korumaya çalışır ve ona gerçeği söylemez.

2003'te yaptığı Spiral Woman isimli, malzemeyi bükerek spirallerden meydana gelen, hem kadına hem de erkeğe benzeyen heykel çalışmasında, Bourgeois öfkesine yoğunlaşır. Bu eserde, babasının metresine karşı içinde beslediği şiddet arzusunu dışavurur. Küçükken onun boynunu tıpkı bu şekilde bükmek istediğini söyleyecektir. 1968'te yaptığı Fillette isimli çalışmasında, kadın ve erkek anatomisini bir eserde birleştirir. Hem erkek yumurtalıklarına hem de kadın göğüslerine benzeyen heykelde kadın bedenini metamorfoza uğratarak erkeğe dönüştürür. Kendisine ve kardeşlerine karşı zihinsel olarak sürekli saldırgan olan babasına daha yakın olabilmek ve onun tarafından beğenilmek için küçükken hep erkek olmayı istemiştir. Bu eseriyle kadın bedenini bir erkek bedenine dönüştürerek bakıma uktesini yerine getirir. Kısacası yarattığı sanat eserleri aracılığıyla çocukluk problemlerinin üstesinden gelir.

Filmin bu hususla paralellik gösteren bir yönü vardır: Robert, büyük bir öfkeyle Vicente'yi yakalayıp cinsiyetini değiştirerek ona işkence etmesine rağmen, Kaplan Adam'ın yaptıklarını gördüğünde içini büyük bir acıma, sahiplenme, belki de kıskançlık duygusu kaplar ve Kaplan Adam'ı öldürür. Aslında erkek olduğunu ve kızına tecavüz ettiğini bildiği Vera'ya karşı tüm gardını indirir, duygusal yakınlık hissetmeye başlar ve ona aşık olur. Olay bir anda intikamın dışına çıkar. Belki de bir deney olarak gördüğü cinsiyet değiştirme ameliyatının başarısı, Robert'e sanatsal yaratımın verdiği tatmin hissini yaşatmıştır. Böylece öfke motifiyle çıktığı intikam yolunda ameliyat onun için bir tür öfke dışavurumu olmuş ve ameliyatın başarısından sonra öfkesiyle olan işi artık bitmiştir. 

Burada aslında biraz absürdden bahsetmekte de fayda var. Bourgeois'nın varoluşçuluğu benimsediğini söyledik, hatta eserlerinden birine Sartre'ın Huis-Clos eserinin ismini verir. Çoğu insanın ona yakıştırdığı Sürrealist etiketinin aksine bir Varoluşçu olduğunu söyler. Sartre ve Camus okur. Çocukluk travmalarını ve öfkesini sanat aracılığıyla yenmek ve bunların kurbanı olmak arasından seçimini yapar ve yaptığı seçimin sonucunda başarılı bir kariyere sahip olur.*** Filmde de seçim yapıp cinsiyet değiştirerek işkence eden, öfkesi geçtiğinde yaptığı işin absürdlüğüyle baş başa kalıp ne yapacağını bilemeyen bir protagonist söz konusudur. Romanın aksine, film bu absürdlüğü fazlaca vurgular. Şiddetli bir intikam hikayesini varoluşçu bir intikam filmine dönüştürmek gibi incelikli bir başarıya imza atar. 

Kitapta Olup Filmde Olmayanlar

Şiddet ve Tecavüz: Kitapta Richard Eve'i sürekli tartaklar ve ona hakaret eder. Ayrıca canını daha çok yakmak için çeşitli müşteriler bulup ona fuhuş yaptırır. Almodovar, bu sahneleri genç Almodovar'ın sevebileceğini, ama olgun Almodovar'ın "gereksiz" bulduğunu söyleyerek filmden çıkarır. Onun yerine Kaplan Adam gibi ikonik ve absürd bir karakterle daha az vahşi, daha çok sinematik bir tecavüz sahnesi ekler. Halihazırda tuhaf olan bu Kaplan Adam karakterine, bilinmeyen üvey kardeş, karısının aşığı gibi neredeyse "komik" etiketler ekleyerek bir bakıma izleyiciyi oyalar ve tecavüz sahnesini olabildiğince yumuşak bir şekilde atlatmalarına yardımcı olur.

Karakterden Önce Nefret Edip Sonra Acıma: Almodovar nefret ve aşağılama sahnelerini atıp doğrudan ikisinin yakınlaştığı bölümden başlatır hikayeyi. Kitapta böyle değildir. Başlarda aralarında çok soğuk bir köle-sahip ilişkisi bulunur. Daha sonra Alex tarafından kaçırılınca Richard acıma hissine kapılır ve bu ona tüm kinini unutturur. Bundan sonra Eve'e iyi davranacaktır. 

Alex: Kitapta doktorun kızına Vincent ile birlikte tecavüz etmişlerdir. Ayrıca banka soymuştur ve saklanmaktadır. Televizyonda gördüğü estetik doktoru Richard Lafargue'ın derhal yüzünü değiştirmesini sağlamak için doktorun karısı sandığı Eve'i kaçırarak şantaj yapar. Filmde Alex yoktur, onun yerine hırsız olarak Kaplan Adam karakterini izleriz. 

Mutlu Son: Kitapta Richard tarafından affedilen Eve de Richard'ı affeder ve onu öldürmez, hatta o Stokholm Sendromu'nda o kadar öteye gider ki kendi arkadaşı olan Alex'i öldürür. Filmde ise Vera gazetede erkek halinin resmini kayıp aranıyor sayfasında görerek bir anda kinini hatırlar ve Robert'i öldürür. 

Cinsiyet Değiştirme Süreci: Bu süreç kitabın neredeyse yarısına yayılır. Vincent, her seferinde çok ufak ödüllerle ve kadınsı eşyalarla, ilaçlarla, hormon ve iğnelerle kadınlığa alıştırılır. Filmde ise çok ani bir geçişle bir anda erkek olur. Neye uğradığını şaşırmıştır. 

Müzik: Kitapta The Man I Love şarkısı kilit önem taşır. Vincent ve Alex, Vivian'a tecavüz ederken bu şarkı çalar. Eve, Richard'ı sinirlendirmek istediğinde piyanonun başına geçip şarkıyı çalmaya başlar. Filmde daha kritik bir müzik kullanımı vardır. Bir sonraki maddeye bakınız.

Norma/Vivian'a Tecavüz: Kitapta olay gerçekten bir tecavüzken filmde aslında böyle bir şey yoktur. Filmin genel absürd vurgusu burada da kendini hissettirir. Kendisi bahçede oturup şarkı söylerken bir anda annesinin intihar ettiğini görüp travma geçiren Norma, daha sonra babasıyla katıldığı davette yakınlaştığı Vicente'yleyken de aynı şarkıyı duyup çığlık atmaya başlar ve bayılır. Başta istekli olup sonra travmatik nedenlerle çığlık atması, izleyiciye de tıpkı Vicente'nin söylediği gibi, bunun aslında bir tecavüz olmadığını düşündürür. Kitaptakinin aksine filmde işlemediği bir suçtan dolayı cezalandırılan, hayatıyla oynanan bir karakterdir Vicente

Filmde Olup Kitapta Olmayanlar

Tablolar+Heykel+Yoga: Kadın bedenini temsil eden iri tablolar, absürd bir varoluşa hapsedilme travmasını yenmek için yatıştırıcı olarak kullanılan heykel ve yoga filme özgüdür ve Almodovar dokunuşlarını hissettirir.

Marilia: Robert'in bilmediği annesidir, yıllardır evin hizmetçiliğini yapmaktadır, aynı zamanda Kaplan Adam'ın da annesidir. Vicente-Vera dönüşümünde Robert'in yanında olup bu sırrı onunla birlikte saklar. Yine filme özgü, karmaşık entrikaların bir parçasıdır. 

Eski Karısı: Robert'in eski karısı Kaplan Adam'la kaçmaya çalışırken araba kazası geçirip yanmıştır, Robert bu gizli ilişkiyi bilmeksizin onu kurtarmaya çalışır, evde tüm aynaları kaldırarak kendisini görmesini engeller. Kadın bir gün camı açarken gördüğü kendi yansıması karşısında dehşete düşüp intihar edecektir. Robert, Vera'nın yüzünü ölen karısınınkine benzetir. Yine filme özgü bir entrikadır. 

Tıpta Etik: Robert'in Vera'ya yaptıkları, başta soğukkanlı ve etik tanımayan bir estetik cerrahının tehlikeli bir deneyi gibi lanse edilir. Domuzdan aldığı dokularla yapay deri yapıp naklederek tıp etiğine aykırı hareket eder. Bunun aslında bir işkence hikayesi olduğunu anlayana kadar, izleyici yapılanın tıbben etik olup olmadığı üzerinde düşünür.

Dipnot: Fark etmeyenler için ilk sahnede, Marilia asansöre biraz yemekle birlikte bir kitap koyacaktır. Bu, Alice Munro'nun daha sonra Julieta'ya uyarlanacak olan Kaçış kitabıdır. Almodovar, Munro hayranlığını ilk olarak bu filmde gösterir.

KAYNAKÇA
*http://www.lemonde.fr/disparitions/article/2009/08/12/thierry-jonquet-figure-emblematique-du-neo-polar-francais_1227929_3382.html
**https://en.wikipedia.org/wiki/Maman_(sculpture)
***http://nigelwarburton.typepad.com/art_and_allusion/2010/06/louise-bourgeois-notes-from-a-tate-modern-course-2007.html

21 Eylül 2017 Perşembe

Kitaptan Çizgi Romana: L'Ecume des Jours

Boris Vian'ın 1946 yılında yayınlanan sürrealist dramatik aşk romanı L'Ecume des jours (Günlerin Köpüğü) hatırlayacağınız gibi 2013 yılında Michael Gondry yönetmenliğinde sinemaya uyarlanmıştı. Audrey Tautou etmeni sayesinde, romanın bugüne kadar en çok konuşulan uyarlamasıydı bu film. Beklenti çok büyük olduğu için ne yazık ki fazla tatmin etmemişti. Özellikle Chloé ve aşçı Nicolas karakterleri kitap okurunu memnun edememişti. Romanın yakın zamanda çıkan popüler bir çizgi roman uyarlaması da var. Kitabın hissini görsele dökme konusunda filmden bin kat daha başarılı bir çizgi roman üstelik. Jean David Morvan ve Frédérique Voulyzé'nin uyarlamasıyla ve Marion Mousse'un çizimleriyle 2012 yılında yayınlanan bu uyarlama Türk okuruna da E Yayınları tarafından 2014 yılında, ne yazık ki aynı sene vefat eden Elif Ertan çevirisiyle sunuldu. Zaten E Yayınlarından çıkan romanın çevirisi de kendisine aitti. 

Tüm fizik kurallarının çarpıtıldığı, yeni bir gerçekliğin yaratıldığı böyle bir romanı görselleştirmek hiç de kolay bir iş değil. Çizgi roman yaratırken herhangi bir vraisemblance (gerçeğe benzeme) kaygısı olmadığı için hem karakter tasvirinde hem de romana özgü o tuhaf alet edevatın tasvirinde Mousse'un daha özgür davranma şansı vardı ve bundan layıkıyla faydalanmış.

Chloé ve Nicolas karakterlerini tam da okurun hayal ettiği gibi çizmesi bakımından film uyarlaması karşısında bir sıfır öne geçmeyi başardı. Chloé tıpkı kitaptaki gibi zarif, kırılgan; Nicolas ise tipik bir Fransız aşçısı olarak tasvir edilmişti. 

Jean-Sol Partre konusunda filmin hakkını vermek gerekiyor, gözlükleriyle şahane bir karakter yaratmayı başarmışlardı. Yalnız filmin bu başarısı bile, çizgi romandaki aşırı komik Partre tasvirinin yanında sönük kalıyor. 

Filmde ünlü komedyen Gad Elmaleh tarafından canlandırılan ve bu bakımdan çok dikkat çeken Chick karakteri, çizgi romanda zayıf kalmıştı. Çizimini beğenmediğim tek karakter oldu. 

Piyanokteylin çizgi roman versiyonu yine filme göre daha zayıftı. Filmde uzun uzadıya gösterilmesi izleyiciyi hazdan hazza sürüklemişti, hayal gücünden gerçeğe dönüştürüldüğünü görmek keyif vericiydi, film bunu çok iyi başarıyordu. Hayal ürünü bir ürünün yine hayal ürünü çizimlerle tasvir edilmesi o kadar da etkileyici değildi. 

Buz patenindeki vahşet ve Biglesanabana dansı, koridorun iki tarafında Chloé'nin hastalığı ilerledikçe küçülüp kirlenen camlar da yine çizgi romanda iyi yansıtılmamıştı, bu kısımları filmde büyük bir keyifle izlemiştik. 

"Sizi Duke Ellington mı düzenledi?" esprisini yapıp, arkasını dönerek kaçtığı kısım ve ormandaki öpüşme kısmı, çizgi romanın en sevimli bölümlerindendi. Colin'in kurşun yetiştirme merkezinde çalıştığı bölüm de başarılıydı. Chloé'nin akciğerinde çıkan çiçek çizimi ise, çizgi romanın belki de en vurucu bölümüydü.

Çalışmakla ilgili bakış açısı 2 sayfaya yayılarak anlatılmıştı. Anlaşılan, iki senaristin en çok üzerinde durduğu noktalardan biri buydu, çünkü çizgi romanda uzun uzadıya anlatılan başka pek bir şey yok.

Kitapta sürreal, 'patafizikçi yönüyle dikkat çeken bu hikaye, çizgi romanda görsellerin de yardımıyla leziz sürreal bir drama, hatta ağır romana dönüşmüş. Çok aşık, zengin, huzurlu bir adam aşkına karşılık bulur. Duke Ellington'ın şarkılarından fırlamışçasına güzel ve neşeli kadın da adama aşık olmuştur, kavuşurlar. Derken bu mutlu hikayeye bir hastalık (çiçek) dahil olur. Hastalıkla birlikte para tükenir, umut tükenir, hikayede bu mekanın tükenip yok olması şeklinde tasvir edilir. Öte yandan Jean-Sol Partre hayranı Chick ve Alise ilişkisi hikayeye bir polisiye yön katar. Çizgi romanla birlikte hikaye sürükleyici, sürreal bir kaybedenler hikayesine dönüşmüştür.

Yine de söylemek gerekiyor, kitabı bilmeden çizgi romandan cok da zevk almayı beklememek gerekiyor. Önce kitap sonra çizgi roman şeklinde ilerlemeniz şiddetle tavsiyedir. 

19 Eylül 2017 Salı

Kitaptan Filme: From Morn to Midnight


Georg Kaiser'ın 1912 yılında yazdığı, 7 perdeden oluşan From Morning to Midnight oyunundan uyarlanan, Alman Dışavurumculuğunun en ikonik örneklerinden biridir. 1920 yapımı filmi, aynı zamanda tiyatro oyununu da yöneten, aslında bir tiyatro yönetmeni olan Karl-Heinz Martin yönetir. The Cabinet of Dr. Caligari'den sonra, çarpık perspektifleri ve derme çatma dışavurumcu dekoruyla türün en çok dikkat çeken yapımlarından biridir. Tiyatro sahnelerine benzeyen, tamamen el yapımı setler ve ışık ve konturlarla vurgulanmış rahatsızlık hissi uyandıracak kadar abartılı kostüm ve makyajlar söz konusudur.

Oyunun özeti

Kredi çekmek isteyen, kürkler içindeki İtalyan bir kadın, Kasiyerin çalıştığı bankaya girer. Kadının bir dolandırıcı olduğunu düşünen banka müdürü, tavsiye mektubu olmadığını bahane ederek kredi vermeyi reddeder. Kadın telegram çekerek bankasından tavsiye mektubu istemiştir, kaldığı otelin adresini bırakarak mektup geldiğinde kendisine bildirmelerini ister. Bu krediyi, bir şarap satıcısından oldukça değerli bir tabloyu düşük fiyata bağlamış olan koleksiyoner oğlu için çekmek isteyen kadın, işleri hızlandırmak için bankaya geri döner ve kasiyerle tekrar konuşur.

Kadının dolandırıcı olduğunu düşünen ve ona kur yaptığını sanan kasiyer, cazibesine karşı koyamayıp şeytana uyar ve kahramanlığa soyunur. Çalıştığı bankadan 60.000 mark çalarak kaçar ve kadının kaldığı otele gider. Orada kadının bir oğlu olduğunu, aslında dolandırıcı olmadığını ve kendine kur yapmadığını, kendisiyle kaçmayacağını fark eden kasiyer adeta bir çöküş yaşar, uğruna çalışıp çabaladığı parayı elde etmiş ama amacını kaybetmiştir. Bitkin bir şekilde evine döner. Kendisini bekleyen, mükemmel ailesi kasiyeri karşılarlar. Burada kendiyle bir içsel çatışma yaşayan kasiyer, henüz kaybettiği tutkuyu yeniden aramak üzere ailesini terk eder ve yollara koyulur. Kendisini bağlayan tüm ipleri koparmış olan kasiyer, artık zengindir, geri dönüşü yoktur ve parasını harcayacak bir şeyler bulması gerektiğini düşünür. Bu arada banka müdürü soygunu fark etmiş ve harekete geçmiştir. İlk olarak bisiklet yarışlarına gidip büyük bahisler oynayarak seyircinin coşkuyla hareketlenmesini sağlayan kasiyer, bu geçici heyecanı çabuk tüketir. İkinci durağı bir kabaredir, burada kendisine özel bir oda tutar, pahalı içkiler ve yemekler söyler, maskeli kızları getirtir, ne yazık ki aradığı heyecanı ve tutkuyu onlarda da bulamaz. Arayışla yoluna devam ederken bir kadın tarafından Kurtuluş Ordusu salonuna girmeye ikna edilir, burada günah çıkaran insanları seyreder, en sonunda kendi sırrı ona ağır geldiği için, kadının da ısrarlarıyla günah çıkarmak üzere platforma çıkar, her şeyi itiraf eder. Kendisini salona girmeye ikna eden kadın tarafından polise ihbar edilir ve yakalanır.

Film, oyunun büyük ölçüde sadık bir uyarlaması olsa da birtakım farklar içerir. Bunlardan bölümlerin sayısıdır. Oyun şu şekilde 7 perdeden oluşur: 
  1. The Interior of a Provincial Bank (Bir Bankanın İçi)
  2. The Writing Room of a Hotel (Bir Otelin Yazı Odası)
  3. A Field in the Cashier's Home (Kasiyerin Evinde bir Alan)
  4. The Parlor in the Cashier's Home (Kasiyerin Evinin Salonu)
  5. The Steward's Box at a Velodrame during Bicycle Races (Bisiklet Yarışları Sırasında Veledromdaki Görevlilerin Platformu)
  6. A Private Supper Room in a Cabaret (Bir Kabarede Özel Akşam Yemeği Odası)
  7. A Salvation Army Hall (Bir Kurtuluş Ordusu Salonu)
Film ise 5 bölümden oluşur. 
  1. Bir Bankanın İçi
  2. Bir Otelin Yazı Odası
  3. Kasiyerin Evinde bir Alan + Kasiyerin Evinin Salonu
  4. Bisiklet Yarışları Sırasında Veledromdaki Görevlilerin Platformu
  5. Bir Kabarede Özel Akşam Yemeği Odası + Kağıt Oyunu + Bir Kurtuluş Ordusu Salonu
Kasiyerin evden kaçışı ve monoloğu tek bir bölüme sıkıştırılmıştır. Sessiz filmde monolog sahnesini uzun uzadıya işlemek mümkün olmadığı için akıllıca bir seçimdir. Başrol oyuncusunun abartılı jest ve mimikleri ne de olsa adamın iç dünyasındaki delirme belirtilerini göstermeye yetmez. 

Aynı şekilde, oyunda 3 perdede verilen hikayenin sonu, filmde tek bir bölüme sığdırılmıştır. Adamın arayışı ve delilik hali, yoğun bir tempo ve heyecanla aktarılır. Filmin en hareketli bölümüdür. Her türlü imkanı olan ama amacı olmayan bir kişinin hayatına nasıl anlam katacağı, nasıl bir mutluluk ve tatmin çözümü bulacağı merak konusudur. Umutsuzca ve saldırgan bir şekilde aradığına tanık olursunuz.

Filmin bir başka ve hatta en önemli farkı, kasiyerin her bölümde gördüğü Ölüm'dür. Filmdeki kadın karakterlerin yüzünde beliren Ölüm maskesi, arayıştaki kasiyerin korkulu rüyasıdır. Bulduğu her fikirde Ölüm gelip onu rahatsız eder ve kaçıp başka bir şeyler aramasına neden olur. 

Oyunda çok fazla vurgulanmasa da, filmde bariz bir sınıf eleştirisi vardır. Bisiklet yarışlarında, izleyicinin bulunduğu platformlardan bunu anlamak mümkündür. En zengin olan aristokratlar geniş alanda tek başlarına izlerken, onun bir altında bulunan burjuvalar pahalı kıyafetleri ve aksesuarlarıyla nazikçe izlemekte, en alttaki halk ise tıklım tıkış, buna ters orantılı olarak büyük bir coşku ve heyecanla yarışları takip etmektedir. Kasiyer orta sınıfı temsil eder. Yırtık kıyafetleri ve bakımsız görüntüsü, halk sınıfına mensup olduğunu hissettirse de, evde piyano çalan ve dikiş diken iki kızı, huzurlu bir annesi ve mutlu bir karısı vardır. Ayrıca çalıştığı bankada müdürden sonraki en yetkili kişidir. Tam olarak alt sınıf olmasa da, üst sınıf olmadığı da aşikardır. İki arada bir derede bir yaşantısı vardır. Kısarak huzurlu ve mutlu olabileceği, bunun için birçok şeyden, özellikle heyecan ve tutkudan ödün verdiği bir hayat sürdürmektedir. Kasiyerle karısı arasında şöyle bir diyalog geçer.  
- Banka kapanmadı mı?
- Asla, Hanım. Hapishaneler asla kapanmaz. Sonsuz bir geçit. Ölümsüz bir hac ziyareti. Akın akın mezbahaya giden koyun sürüsü gibi. Kaynayan bir kalabalık. Arka pencereden atlamazsan kaçışı yok, asla.
Elde ettiklerinden vazgeçemeyen ama daha fazlasını da elde edemeyen sınıfsal sıkışmışlığı yıllardır sürdüren kasiyer, bankaya gelen kadın sayesinde hatırladığı tutkunun peşine düşmeye karar verdiği andan itibaren tamamen isyan havasına girer ve birden hayatında yolunda gitmeyen her şeyi çıplak gözle görmeye başlar. Bu sebeple sakin ve rutin aile yaşantısına artık dayanamayacağına karar vererek her şeyi bırakır ve evi terk eder. 
- Peki nereye gidiyorsun?
- [...] Yanıt çok açık. Bu benim yolculuğumun sonu değil, yalnızca bir işaret. Yol devam ediyor.
1. Dünya Savaşı döneminde pesimist, hatta nihilist bir bakış açısıyla yazıldığı söylenebilir. İnsanoğlu ölümün soğuk nefesini ensesinde hissederken, geri dönüşü mümkün olmayan bir yıkıma sürüklenmişken, tutunacak bir dal aramakta, ne bulursa bulsun, hayatın zıttı olan ölüm gerçeği bu kadar yakında olduğu için zevk alamamakta ve heyecan duyamamaktadır. Film bir bakıma kasiyer karakteriyle bunu tasvir eder. Toplumda elde ettiği yeri, sistem içindeki rolünü, sınıfsal ayrıcalıklarını geri dönmemecesine terk eden ve attığı her adımda ölümü hatırlayan birey, artık sadece hayatını anlamlı kılabilecek birkaç değer bulabilmek adına çabalamaktadır. Kasiyerin seyirciyi sürüklediği bu meraklı arayışın sonu ne yazık ki ihanet ve intiharla sonuçlanır. 

Açıkçası herkesin zevk alacağı türden bir film ve oyun değil. Ağır edebi metinleri sevenler ve sinema tarihini kurcalamaktan hoşlananlar okuyup izlemeli. Alman Dışavurumculuğu deyince büyük bir öneme sahip olan bu filmi beğeneceğinizi iddia edemiyorum. Filmi izlemiş veya oyunu okumuş kişiler varsa yorumları büyük bir merakla ve heyecanla bekliyorum. Sizce Ölüm neyi ifade ediyordu? Kasiyer sonunda neden kendisini çarmıha gerdi? Ecce Homo ile ne mesaj verilmek istendi?