Bildungsroman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bildungsroman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ekim 2016 Cuma

Kitaptan Filme: Jane Eyre - En İyi Film Uyarlamaları


İngiliz yazar Charlotte Brontë'ın yazdığı, 1847 yılında Smith, Elder & Co. yayınevi tarafından İngiltere'de, bundan bir sene sonra da Harper & Brothers yayınevi tarafından Amerika'da yayınlanan roman. Orijinal ismi Jane Eyre: An Autobiograpy (Jane Eyre: Bir Otobiyografi).

Ben Can Yayınlarından çıkan Nihal Yeğinobalı çevirisini okudum. 1927 doğumlu çevirmenin daha önce birçok klasik roman çevirisi var, kullandığı dil de klasik romana yakışır, hafif ağır bir dil. Bazı betimlemeleri buram buram eskilik kokuyor. Tavsiyem, eğer şansınız varsa kitabı İngilizce okumanız. Türkçesi fazlasıyla eski, geleneksel, kaba şeyleri çağrıştıran kelimelerin orijinalini okumak daha iyi bir formül olabilir. 

Roman, anne babası olmadan sevgisiz bir şekilde büyüyen Jane Eyre karakterinin hayatını anlatıyor, isminden anlaşılacağı gibi. Karakterin çocukluktan yetişkinliğe kadar anlatılıdığı Bildungsroman türüne giriyor. To Kill a Mockingbird ile birlikte, türün iyi örneklerinden biri olduğunu söylemek gerek.

Kitapta zaman zaman kadınların özgürlüğüne değiniliyor, feminist düşünce izleri bulmak mümkün. Bununla birlikte çok fazla dini ve ahlaki motif var. Karakter bunları da kabul ederek kadın özgürlüğünü savunabiliyor ancak. Dönemine göre yine de cesur bir duruş olmakla birlikte devrim olarak tanımlanamaz. Örneğin, Jane çok zengin ve romantik bir erkek olduğu halde, sırf toplumun kötülediği bir konuma düşmemek, metres olmamak için Mr. Rochester'a hayır diyebiliyor. Ya da Tanrıyı aradığı ve ona hizmet etmek istediği için Hindistan'a gitmeyi kabul ettiği halde St. John'un evlilik teklifini reddediyor. Kadının özgürlüğü, erkeğe karşı seçme şansını eline alması anlamına geliyor; topluma karşı özgürlükten bahsedilmiyor.

Gotik ve romantik öğelerin birleşmesi sonucu ortaya çıkan bu şahane klasik eserin bugüne kadar 30'un üzerinde sinema, tiyatro, müzikal ve opera uyarlaması yapılmış. Bazı sinema ve dizi uyarlamalarından kısaca bahsedelim.

1- Jane Eyre (2011) - IMDB: 7,4

İzlediklerim arasında en çok içime sinen uyarlama oldu. Jane Eyre ile Mr. Rochester arasındaki tutkuyu en iyi şekilde yansıtan filmdi. Jane Eyre karakterini Crimson Peak'te benzer bir makyaj ve görüntüyle izlediğimiz Mia Wasikowska çok başarılı bir şekilde canlandırmış. Afişe bakınca çirkin ve sönük olması gereken Jane'i güzel bir kadına oynattıkları için kızmıştım ama filmde nasıl olduysa çirkinleştirmeyi başarmışlar, gayet mütevazı ve sade bir karakter söz konusu. Mr. Rochester'ı ise Michael Fassbender canlandırmış, en beğendiğim Mr. Rochester oldu. Bunun dışında TURN dizisinde dikkat çeken Jamie Bell, zaten beğendiğimiz bir oyuncuydu, açık ara farkla en iyi St. John karakterini canlandırdığını söyleyebilirim. Mrs. Fairfax tam hayal ettiğim gibi biri olarak karşıma çıktı. Çoğu önemli bölümü, duygusunu doğru bir şekilde vererek ve hatta tüm detaylarıyla güzel işlemişler. Atladığı iki önemli kısım var: Duvağın parçalanışı ve St. John ile Jane'in kuzen olduğunun ortaya çıkış sahnesi. Bu kadar eksiklik kadı kızında da olur diyor ve tadı damağımda kalan bu güzel uyarlamanın ardından ikinci favorime geçiyorum.

2- Jane Eyre (2006) - IMDB: 8,4

Birer saatlik 4 bölümden oluşan bir mini dizi olarak çekilmiş. Aslına son derece uygun. Süresi uzun olduğu için kitabı rahat rahat uyarlamışlar. En iyi uyarlama hangisiydi derseniz bu versiyondu derim. Listemde ikinci sırada yer almasının nedeni, kaliteyi düşüren bir takım detaylar. Öncelikle, benimle birlikte binlerce insanı da şaşkınlığa uğrattığını düşündüğüm bir ayrıntı var: küçük olması gereken Adèle karakterinin 1.50 metre boyunda ve 15 yaşında olması. Bu şekilde daha sinir bozucu olduğu doğru, ama keşke küçük bir kız oynatsalarmış. Jane Eyre karakterini canlandıran Ruth Wilson ve Mr. Rochester rolünde izlediğimiz Toby Stephens (en azından dizi boyunca) hakikaten çirkin, oyuncu seçimleri ve makyajlar beğenimi kazandı. Yalnız her ikisi de olmaları gerektiğinden daha yumuşak karakterler yaratmış. Mr. Rochester'ın şömine karşısındaki konuşmalarda sinirli olması gerekirken dizide sürekli gülümsüyor. Jane Eyre de aynı şekilde her soruya gülerek yanıt veriyor. İlk bölüm neredeyse sıradan bir pembe dizi aşkına çevrilmiş. Kameranın yukarıdan birden inip karakterin yüzüne yaklaştığı çekimler, gotik sahnelerde ve aşk sahnelerinde arkada beliren çiğ müzikler de bu pembe dizi imajını güçlendirmiş. Jane Eyre'ın çizmiş olduğu, kitapta tasvir edilen resimleri çok iyi bir şekilde kağıda döktüklerini söylemeliyim, çizimler üzerinde çok uğraşıldığı belli. Romandaki neredeyse her şey anlatılmış. Grace Pool ile yangın sabahı yaşanan gerginlikten, yıllar sonra Bessie ile buluşmalarına kadar her şey var. Hikayeyi tekrar okuyormuş gibi hissedeceksiniz ve bu saydığımız pürüzleri görmezden gelirseniz bu başarılı uyarlamadan çok keyif alacaksınız.


3- Jane Eyre (1970) - IMDB: 6,5

Başrollerini George C. Scott (Mr. Rochester) ve Susannah York'un (Jane Eyre) paylaştığı film, 1970'ler atmosferini müzikleriyle, saçı ve makyajıyla hissettiriyor. Her iki karakter de olmaları gerektiğinden 10 yaş büyük görünüyorlar. Açıkçası Mr. Rochester rolünde yaklaşık 50 yaşında bir adam gördüğümde şaşırmıştım. Kitapta anlatılan çekiciliği onda hissetmedim. O sert ancak aşık ve tutkulu, kadın ruhunu çok iyi anlayan karakteri tam yansıtamamış. Ortaya sert bir adam çıkmış yalnızca. Kitabını okumamış olsam çok leziz bir aşk hikayesi olduğunu düşünmeyecektim bile. Örneğin düğün gecesi Jane'inin kapısının önünde sessizce yatmıyor, aksine nedense Jane onun ayağına gidip dizinin dibine oturuyor, sanki az önce adamın evli olduğunu öğrenen kendisi değilmiş gibi. Charlotte Bronte'ın o feminist duruşunu tamamen çiğnemişler, Mr. Rochester'a daha fazla eğilme bükülmez bir anlam yüklemişler. Dediğim gibi özellikle aşk sahnelerinde beliren müziklerle tam bir yetmişler etkisi var. Hikayenin zerafetini alıp biraz çiğlik katmışlar. Nedense Jane'in Mrs. Reed'in evindeki hayatı hiç gösterilmemiş. St. John da beklediğimden 10 yaş yaşlı ve ne yazık ki esmer. Jane ise daha olgun olması bir yana, gayet mutlu, güzel ve sağlıklı bir kadın. Kısacası oyuncu seçimi olmamış. Gözlerini kapatarak kör adamı canlandıran George C. Scott hakkında daha fazla yorum yapmadan dördüncü favorime geçiyorum.

4- Jane Eyre (1943) - IMDB: 7,6

1,5 saat süren siyah beyaz filmde Orson Welles, Joan Fontaine, Aldous Huxley, Elizabeth Taylor gibi efsane isimler var, bu yüzden filmi izlemek kayıp değildi. Bütün yıldızları bir araya koyunca mutlaka mükemmel bir film çıkacak değil ya, ben bu versiyonu kendi sıralamamda ancak dördüncü sıraya yerleştirdim. Gelişme ve sonuç kısımlarında daha tutkulu bir hikayeye dönüşse de, ne roman tam uyarlanmış ne de karakterler iyi yansıtılmış. Jane Eyre fazla güleryüzlü ve mutlu; Mr. Rochester ise gereğinden fazla sert, hatta biraz "odun". Jane'i çağırmak için parmak şıklattığı ve ayağına su döktürdüğü sahneyi hatırlatsam yeterli olacaktır. Filmde en çok içime sinen karakter muhtemelen Mr. Brocklehurst. Uzun boylu ve gaddar bir adam, tam da olması gerektiği gibi. Jane'in Mr. Rochester'ı yangından kurtardığı sahne gayet ruhsuz, halbuki kitabın neredeyse en romantik kısmı bu. Jane'in resim yeteneğinden hiç bahsedilmiyor. Mrs. Reed ile olan geçmişinden de hiç bahsedilmiyor. Hikayenin yaşattığı hisleri yaşatamıyor ne yazık ki. Helen Burns'ü oynayan güzeller güzeli Elizabeth Taylor dışında aklımda çok bir şey kalacağını sanmıyorum. Bir de giriş anında kitaptan giriş paragrafını okumak hoş bir espri olmuş. Yazanlar kitabın ilk paragrafı değil, senaryonun giriş paragrafı diyelim.
My name is Jane Eyre... I was born in 1820, a harsh time of change in England. Money and position seemed all that mattered. Charity was a cold and disagreeable word. Religion too often wore a mask of bigotry and cruelty. There was no proper place for the poor or the unfortunate. I had no father or mother, brother or sister. As a child I lived with my aunt, Mrs. Reed of Gateshead Hall. I do not remember that she ever spoke one kind word to me.
Listeyi şimdilik 4 uyarlamayla sınırlandırıyorum, muhtemelen bir devam yazısı gelecek.

Henüz okumamış olanların Jane Eyre dünyasına bir an önce giriş yapmaları dileğiyle.

4 Nisan 2016 Pazartesi

Kitaptan Filme: To Kill A Mockingbird


Bugün birisi size iki şüpheli arasından zenci olanın mutlaka suçlu olması gerektiğini, beyaz olanın elbette masum olduğunu söylese, bu kadar çiğ bir ırkçılık karşısında dehşete düşer ve savunmaya geçersiniz. Ama bunu 1950'li yılların sonunda, Amerika'da yapmak çok kolay değildi.

Avukat bir babanın kızı olarak 28 Nisan 1926 tarihinde doğan Harper Lee, Montgomery'de gittiği kolej zamanlarında, türlü dergilere ırkçılığa ve haksızlığa karşı yazılar yazıyordu. Daha kolej yıllarından itibaren sağduyusunu sergileyen ve ırkçılığın aşılması gereken bir engel olduğunu anlatmak isteyen Lee, 1950'li yılların sonunda bir sene boyunca inzivaya çekilecek ve kitap yazacaktı. Kitabın ham halini beğenmeyen yayıncı Tay Hohoff'un yönlendirmeleriyle, kitap 2,5 senede şu anki halini alacak, kısa bir süre sonra Pulitzer Edebiyat Ödülü kazanacak, daha sonra da sinemaya uyarlanarak 3 tane Oscar ödülü alacaktı. Lee bu başarıyı asla tahmin edemezdi.

Dünya çapında dikkat çeken hikayenin anlattığı şey aslında çok basit: Empati kurun ve ırkçılıktan vazgeçin.

Bu basit mesajı, tertemiz bir kurguyla, zekice hazırlanmış bir anlatım tekniğiyle aktarmak ise Harper Lee'nin kişisel başarısı.

Kurgu ve tema üzerinde anlatacak çok fazla şey var. Kısaca değinelim.

Öncelikle belirtmekte fayda var, kolay akan bir hikaye değil. Anlatıcı, abisi Jem’in bir kolunun diğerinden kısa kalmasına neden olan kazayla ilgili konuşan yetişkin Scout karakteri. Bu sorunun cevabını vermek için 6 yaşında olduğu o yaza geri dönüyor ve o 9 yaşına gelene kadar sorunun yanıtına erişemiyoruz. Hikaye anlatıcı açısından başladığı yerde bitse de, okur 3-4 yıllık bir öyküye maruz kalıyor, bu da biraz yorucu.

Bu noktada Bildungsroman akımından bahsedelim. Ana karakterin çocukluğundan yetişkinliğe kadar geçirdiği değişimi sergileyen roman anlamına geliyor. To Kill A Mockingbird bunun tipik bir örneği. 3 karakteri çocukluk zamanlarından itibaren tanımaya başlıyoruz ve hikaye ilerledikçe nasıl olgunlaştıklarını görüyoruz. Onların olgunlaşmasına yardımcı olan iki karekter ve bu iki karakter üzerinden anlatılan iki tema var: Boo Radley ve Tom Robinson, empati ve ırkçılık.

Boo Radley, Finch'lerle aynı mahallede yaşayan bir ailenin oğlu. Çocukluğunda akli dengesini yitiriyor, akıl hastanesini ailelerinin konumuna yakıştıramayan babası tarafından eve kapatılıyor ve yıllar boyunca orada kalıyor. Çocukların kulaktan kulağa yaydıkları ve gitgide daha da korkunçlaşan efsaneler sayesinde küçüklerin gözünde yıllar geçtikçe canavara dönüşüyor. Evin önünden geçen çocuklar ancak köşedeki elektrik direğine kadar yaklaşabiliyor, bir adım ötesine gitmek için büyük bir cesarete ihtiyaç duyuyorlar. Çocuklar, hiçbir kötülüğünü görmedikleri bu adamı kendilerinden önceki jenerasyonun anlattığı birkaç öyküden yola çıkarak canavarlaştırıyorlar. Boo Radley'nin Tom Robinson ile paralelliği burada başlıyor.

Tom Robinson, Ewell'ların evinin önünden geçerken bir gün genç beyaz bir kız olan Mayela'ya tecavüz edip dövdüğü suçlamasıyla mahkemeye çıkarılan, evli ve çocuklu bir zenci. Avukatlığını Scout ve Jem'in babası Atticus yapıyor. Bir zencinin mutlaka suçlu olduğunu düşünen, onu savunmanın utanç verici olduğunu ileri süren kasaba halkı elbette Finch ailesine karşı ayaklanıyor. Yalnızca Atticus vicdanını dinliyor. Mayela'nın kendi isteğiyle bir zenciyle beraber olduğunu ve dayağı babasından yediğini biliyor. Bunu da mahkemeye kanıtlamaya çok yaklaşıyor. Yalnız insanları ikna edemeden Tom kaçmaya çabalıyor ve öldürülüyor.

Bir tarafta hiçbir şey yapmadığı halde canavarlaştırılan, evde yaşadığı ve gün ışığı görmediği için bembeyaz bir tene sahip olan Boo, diğer tarafta yine hiçbir şey yapmadığı halde canavarlaştırılan, siyah tenli Tom.

Hikaye, özetle, birbirine paralel bu iki karakter üzerinden empatiyi öğrenerek olgunlaşan iki çocuğun hikayesi. Babaları Atticus'un deyimiyle başkalarını anlamak için onların elbiselerinin içinde dolaşmayı keşfediyorlar. Empati yapabildikleri gün, ayrımcılığın, ötekileştirmenin saçma olduğunu fark edip çevrelerindeki önyargı bulutundan sıyrılabilmeyi başarıyorlar. Çocukluklarında yaşadıkları bu durağan kasaba ve babaları sayesinde tanık oldukları bu mahkeme, iki çocuğun karakterlerini kökten değiştiriyor.

Yazarın kendi hayatıyla da benzerlikler taşıyan romanı otobiyografik roman kategorisine sokmak da mümkün. Örneğin yazın gelen Dill karakteri, Harper Lee'nin çocukluk arkadaşı Truman Capote'nin ta kendisi. Harper Lee'nin babası da hukukçu, ırkçılık davalarına katılıyor. Ancak bu kadar benzerliğe rağmen Lee, romanın otobiyografik olmadığını ileri sürüyor. Bu nedenle kurgu kategorisinde değerlendirmek daha doğru olur.

Filme gelince, 1962 yılında, yani kitap basıldıktan iki sene sonra çekiliyor ve büyük bir başarı yakalıyor. Gregory Pack'in başrolde oynadığı film 3 tane Oscar almayı başarıyor: En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu.

Kitap gibi düşük bir tempoya sahip olan filmde süre kısıtlaması nedeniyle elbette bazı karakterlere ve sahnelere yer verilmemiş. Bana kalırsa mahkemede, normal şartlar altında bir zenciyi 5 dakika içinde suçlu bulan jürinin 2 saat boyunca karar veremediği detayına yer verilmeliydi. Jürideki bir beyazın önyargıları kırdığını ve Tom'u savunduğu detayı, mahkemenin insanların önyargısını kırmaya yardımcı olduğunu gösteriyor. Atlanan en önemli detay buydu. Bunun dışında En İyi Uyarlama ödülüne kesinlikle layık olduğunu söyleyebilirim.

Filmin bir başka başarısı da oyuncu seçimi. Özellikle Atticus, Dill, Scout, Tom ve Boo karakterleri için olabilecek en uygun oyuncular seçilmişti. Kitabın direkt canlandırmasını izliyorum hissini yaşadım.

Zaman zaman çok zor ilerleyen bu hikayeyi, Çavdar Tarlasında Çocuklar gibi çocuk bir anlatıcının ağzından hikayeler dinlemeyi seviyorsanız mutlaka okuyun derim.