15 Şubat 2017 Çarşamba

Kitaptan Filme: Fences (2016)

Oyunlarında Afrika-Amerikalıları, onların değişen hayatlarını, adaptasyon sürecini, ilişkilerini işleyen 1945 doğumlu August Wilson, The Pittsurgh Cycle diye adlandırılan, toplam 10 eserlik bir oyun dizisi yazar. Oyunlardan her biri, 20. yüzyılın bir on yılını ele alır. Örneğin, Pulitzer ve Tony Award ödüllerinin sahibi Fences (1985), 1950’li yılları ele almaktadır.

Fences, ilk olarak 1987-88 yılında sahnelenir ve 525 performansın ardından büyük bir ilgi toplar. Daha sonra 2010 yılında Broadway‘de tekrar sahnelenir. Troy karakterini Danzel Washington ve Rose karakterini Viola Davis oynar. 2013 yılında bir kez daha yeniden sahnelenecektir.

2016 yılında, Danzel Washington‘ın yönetmenliğinde filme uyarlanır. Yine Viola Davis ile başrolü paylaşacaktır. Bu kısım ilginç. Wilson‘a daha önce Fences‘ın film haklarını satın almak için gelenler olmuştur, ancak Wilson bunları reddeder. Filmin mutlaka siyahi bir yönetmen tarafından çekilmesinde ısrarcıdır. Beyaz yönetmenleri, ırkları nedeniyle değil (belirtelim, kendisi bir beyaz) kültür farkı nedeniyle kabul etmez. Bunun üzerine daha önce defalarca bu oyunu oynayan Washington ve Davis, göz dolduran bir performansla 2016 yılının en dikkat çekici filmlerinden birine imza atarlar. Fences, 89. Oscar Ödülleri’ne En İyi Film kategorisi başta olmak üzere çeşitli kategorilerde aday gösterilmiştir. 

Gelelim film yorumlarına. Film tamamen diyaloğa dayalıdır, bu nedenle sinema izleyicisinin alışık olmadığı bir anlatımı vardır. Troy karakterinin gençliğinde ırkçılık nedeniyle çok sevdiği baseball sporundan nasıl koptuğunu, hayatla başa çıkmak için ne kadar büyük bir mücadele verdiğini, kazançlarını, kayıplarını, hayat felsefesini uzun diyaloglar aracılığıyla öğreniriz.  

Troy kendisine ayrımcılık yapılan, birçok haktan mahrum bırakıldığı acımasız bir dünyada hırsla tutunmayı başarır. Harcadığı çabanın boyutuna oranla elde edebildiği şeyler azdır. Hayatı boyunca mücadele ederek elde edebildiği tek şey, çöp kamyonu şoförü olmaktır. Sadece beyazlara verilen bu görevi, inadı ve hırsı sayesinde kapar.

Hayat ona acımasız davrandığı için, o da 2 farklı evlilikten olan 2 oğluna karşı son derece acımasızdır. Filmin büyük bir çoğunluğu, Troy ile Cory arasındaki baba-oğul çatışmasını anlatır. Troy, kendi baseball kariyerindeki başarısızlıkların acısını yaşamaması için Cory‘nin baseball oynamasını var gücüyle engeller. Cory, üzerinde kurduğu bu baskı nedeniyle babasından nefret ederek ve korkarak büyür. Troy, Cory‘nin üzülmesini istememektedir ama bir yandan da onun başarmasından bir parça korkmaktadır. Çünkü kendini bildi bileli mücadele eden ve az şey elde edebilen bir insan olduğu için, Cory‘nin daha az çabayla çok şey elde etmesini içten içe istememektedir.

Siyahilerin 20. yüzyılda sürekli evrilen bir duruşları olduğunu söyledik. Her geçen on yılda, toplumda daha fazla rol elde eden, daha fazla kabul edilen bir deneyime sahipler. Troy‘un gençliği ile Cory‘nin gençliği arasında yaklaşık 20 yıl olduğunu göz önünde bulundurursak, şartların siyahilere karşı daha kolaylaştığı çıkarımını yapmak zor değil. Dolayısıyla Troy‘un karşılaştığı acımasızlıkların Cory için geçerli olmaması, bir bakıma Troy‘un ayrımcılığa karşı içinde beslediği öfkeyi tekrar alevlendirir. Herkesin sahip olabildiği küçük şeylere sahip olmak için hayatını adamış olması gerçeği Troy‘u sarsar. Bunu belki de Cory aracılığıyla bu haksızlık hissini daha vurgulu bir şekilde hisseder.

Geçen yıllarla birlikte kaybettiklerini, bu yeni -daha rahat- ortamda bir parça olsun telafi edebilme dürtüsüyle evlilik dışı bir ilişki yaşamaya başlar. Kendisini iyi hissettiren, genç bir kadınla ilişkiye girip tekrar baba olur. Bu ilişki, onu kendi zor gerçekliğinden bir parça uzaklaştırıp kendini rahatlamış hissettirir. Bir tür illüzyon olan bu ilişki, kadın doğum sırasında öldüğü için çok uzun sürmez ve Troy aile hayatına geri döner.

Kendisi son hamlesinde de başarısız olduğu için, Cory‘nin baseball konusundaki çabaları karşısında iyice öfkelenir. Gözünün önünde kendi çabalarının getirisinden faydalanarak rahat bir şekilde başarılı olan bir çocuğu görmeye -belki de- katlanamayarak Cory‘yi evden kovar. Daha sonra pes eder ve ölümü beklemeye başlar.

Filmde Rose‘un bu kadar arka planda kalması, Troy‘a muhtaç bir görüntü çizmesi, aldatıldıktan sonra bile Troy‘dan psikolojik şiddet görmeye devam etmesi, filmin bana göre rahatsız edici yanlarından biriydi. Troy gibi egoist, kendini beğenmiş, zor bir insanı izlemek de hiç kolay değildi. Filmi izledikten hemen sonraki hisle, birkaç gün sonra hissettiğiniz şey arasında fark var. İyi bir karakter tasviri sunulmuş. Günler sonra, Rose‘un ve Troy‘un gerekçelerini düşünürken buldum kendimi. Ama yine de Rose’un bu kadar silik olmasını kabul edemem. Çok güçlü ve karakterli bir kadın, neden çok kısa bir süre sonra tekrar Troy‘a boyun eğsin ki?

Oyun filme uyarlanırken açıkçası çok değişiklik yapılmamış. Broadway performansını olduğu gibi beyaz perdeye taşımışlar desek doğru olur mu acaba?

Yalnız bir oyun uyarlaması olduğu için, dediğim gibi sinema izleyicileri tarafından garipsenebilir gibi geldi bana. Ben açıkçası ilk yarım saatte geçen o aralıksız diyaloğu seyrederken kendimi çok boşlukta hissettim. Hikayenin nereye gidiyor olabileceğini, neden dakikalardır konuştuklarını, tam olarak ne anlattıklarını anlamakta zorlandım. Çitlerin ne anlama geldiğini çözümlemeye başladığımız ana kadar hikaye bana hiçbir şey ifade etmedi. Farklı bir yol seçmişler. Bu sene Oscar’ın en deneysel adaylarından biri olmuş diyebiliriz. Jüri’nin nasıl bir karar alacağını gerçekten merak ediyorum. Bence benim gibi hafif boşlukta kalan, bir parça zorlanan izleyicilerin sayısı az değil. Bu sene en iyi film ödülünü alacağını sanmam. En iyi uyarlama ödülünü alabilir, olduğu gibi aktarmışlar zira.

Tüm oyuncuların çok iyi olduğunu eklemeden geçmeyelim.

İyi seyirler/okumalar.

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Merhabalar 2017 yılında yazdığınız bu yazıda Fences isimli eserin yazarı August Wilson'dan bahsederken kendisinin de bir beyaz olduğunu ifade etmişsiniz ancak şunu belirtmekte fayda var sanıyorum. Zira zihinlerde pur-pak bir Amerikalı beyaz canlanabiliyor oysa ki August Wilson babası Alman annesi ise Afrika kökenli bir melez yani kendisi de bir Afro-Amerikan aslında.