Norveçli yazar Dag Solstad’ın 1999’da yayınlanan romanı. Bizde Deniz Canefe çevirisiyle 2021’de Jaguar’dan çıktı. Jaguar'dan ayrıca 2022’de Armand V. adlı bir romanı daha yayınlandı. YKY tarafından yayınlanan, tümü Banu Gürsaler Syvertsen tarafından çevrilen kitapları ise şöyle: Mahcubiyet ve Haysiyet (2018), Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı (2020), Profesör Andersen’in Gecesi (2021), On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap (2022). 2018'den beri yazarın kitapları yoğun şekilde dilimize kazandırılıyor, iyi de oluyor.
Kitap Singer’ın utanma probleminden bahsederek başlıyor. Aynı sayfada otuz dört yaşında olduğunu ve Notodden’e taşınmak üzere olduğunu öğreniyoruz. Ama karakterin aksiyonlarının kitapta o kadar da önemli olmadığını daha ilk andan anlıyoruz. Notodden’e taşınma meselesini bir kenara bırakıp Singer’ın bir çocukluk anısının aklına nasıl geldiğini ve o anın aklına gelmesiyle birlikte nasıl da utanç hissettiğini irdeliyoruz harıl harıl. Öncelikle bu girişle beni kazandı diyebilirim. Olay örgüsüne dalmadan önce yazar, karakter hakkında öyle bir şey anlatıyor ki, nasıl bir insanla karşı karşıya olduğumuzu daha ilk sayfalardan çözüyoruz bir bakıma.
Bu anıda Singer bir arkadaşıyla birlikteyken yapmacık kahkaha atıyor ve bu da amcası tarafından görülüyor. Yapmacıklığına tanık olunması onu aradan yıllar geçse de utandırmaya devam ediyor. Onun için önemli bir mesele belli ki. Yapmacıklık utanç verici olduğuna göre, demek ki doğrucu mahmut bir karakter ile karşı karşıyayız.
Bir başka utanç verici anısı da yakın arkadaşı K ile biraz daha uzak arkadaşı B’yi karıştırması, bir anlığına yalnızca yakın arkadaşına anlatmak isteyeceği bir şeyi B’ye anlatması. Aralarındaki mesafeyi yok sayıp teklifsiz bir yakınlık göstermesi, bu mahrem ana B’nin de tanık olması. Bu durum onu ölesiye utandırıyor. Öncelikle mesafenin kapanması, maskenin inmesi onun için dehşet verici şeyler. Diğer yandan yaptığı hatanın görülmesi de müthiş rahatsız ediyor karakterimizi.
Bu anıların ardından Singer’ın yaşından biraz bahsediyor yazarımız. Otuz dört yaşında olduğunu öğrendiğimiz karakterimizin o yaşına kadar ne yaptığını merak ettiğimizi bilen yazar, bize o ana kadarki yaşamından kesitler sunuyor, ancak bunu yaparken yine aksiyonlara değil kafasının içine odaklanıyor. Daha genç yaşlarındayken de yaşamın katılımcısı değil, gözlemcisi olduğunu öğreniyoruz. Edilgen bir genç adam olduğunu kendisi de biliyor. Bunun insanlar için iyi bir izlenim olmadığının farkında. İnsanların fikirlerini önemsemiyor.
Otuz yaşına kadar olan süreci dönemlik işlerde çalışıp biraz da okula giderek geçiriyor. Tarih, edebiyat ve sosyal antropoloji alanlarında dersler alıyor. Öğrenci olmayı seviyor ve bu hali sürdürmeyi hedefliyor, bu nedenle mezun olmak ilgisini çekmiyor. Derinlerde istediği şey yazmak, yazar olmak. Ama bu isteğinden en yakın arkadaşı Ingemann’ın bile haberi yok. Otuz bir yaşına geldiğinde hayatında aslında yedek bir planı olmadığını kendine itiraf ediyor, bu onu biraz amaçsız bırakmış olacak ki kütüphanecilik okuluna başlayıp kütüphaneci olarak sabit bir hayata geçmeyi kendisine hedef olarak belirliyor. Otuz dört yaşına geldiğinde bu okulu bitiriyor ve kütüphaneci olarak çalışmak üzere Notodden’e taşınıyor.
“Üç yıl sonra kütüphaneci eğitimini tamamladı. Şurada burada pek çok işe başvurdu ve ona teklif edilenlerden aklına ilk yatanı kabul etti. Bu Notodden Kütüphanesi’ndeydi. Böylece 1983 Temmuz’unun son günü, Güney Treni’Yle Hjuksebo’ye gitmek, oradan Notodden’e giden trene binmek için Vestbane İstasyonu’nda bekliyordu. Otuz dört yaşındaydı, yeni bir yaşama başlayacaktı. Hiçbir üzüntüsü ya da hayal kırıklığı yoktu çünkü neyse oydu; ama öte yandan böyle olduğu için, yeni bir yaşama başlayacağı için özel bir sevinç de duymuyordu.”
Otuz bir, otuz dört, otuz dokuz, kırk yedi, neredeyse elli… Yaşlardan sık sık bahsediyor yazar. Singer’in yaşamını yaş kesitlerine bölüyor. “O” dönemini bir olayla değil, bir mekanla değil, sayılarla dolayısıyla zamanla ilişkilendiriyor. Var oluşu zamanın yarattığını, zamanın da aktığını sık sık hissettiriyor. Yaptıkları değil, başına gelenler değil, akan zaman Singer’ın var oluşunun çekirdeğini oluşturuyor.
Notodden trenine bindiğinde, kendisini Notodden’deki Norsk Hydro’nun müdürü olarak tanıtan Adam Eyde ile tanışıyor. Şampanyalı bir toplantıdan döndüğü için evrak çantasında kadeh bulunan bu yabancı, başkahramanı Singer olan bu romanda en çok yer verilen ikinci kişi. Singer’ın karısından daha önemli bir yere sahip desek yeri. Tanışıklıkları bir günden kısa sürse de yazar, birlikte geçirdikleri vakte 30 sayfa yer ayırıyor. Adam Eyde’ın Notodden hakkındaki ideallerini uzun uzun dinliyoruz. Singer da ağzını açıp yorum yapmıyor üstelik, biz sadece adamın monoloğunu dinliyoruz. Singer’ın o güne kadar ve o günden sonra da etkilendiği tek kişi aslında. Büyük düşüncelere sahip, idealleri için çabalayan biri. Belki Singer’e yazar olmak istediği dönemki idealizmini hatırlattığı için bu kadar etkiliyor onu, bilemiyoruz sebebini.
Singer Notodden Kütüphanesi’ndeki yeni işine çabuk alışıyor, insanlara da kendini sevdiriyor üstelik. Kütüphane müdavimlerine karşı, yalnızca bir kez karşılaştığı insanlara özgü enerjik tavırlarını sergileyip popüler bile oluyor. Ancak insanlar kütüphaneye onun için gelir hale geldiğinde, bu enerjisi onu terk ediyor, insanlardan kaçmak için yine türlü numaralara başvuruyor.
“Singer’in politikaya özel bir ilgisi yoktu ama bunu elinden geldiğince gizliyordu. […] Politikanın önemli olduğunu anlayabiliyordu elbette; toplumun nasıl yönetileceğiyle ilgili olduğu için yeterince önemliydi, hepimizi toplumun biçimlendirdiğinden koşkusu yoktu Singer’in. Ama bunun kendisi için de geçerli olduğunu göremiyordu. Toplumsal sonuçlar onun en derinlerine ulaşmazdı. Yine de nadiren ulaşacak olurlarsa onlara karşı kayıtsız kalarak susturabiliyordu seslerini.”
“Tarihe karşı da benzer bir yaklaşımı bardı. İnsanın tarihsel bir varlık olduğunun tümüyle farkındaydı, yine de bunun kendisini temelden ilgilendirdiğini göremiyordu. Bu biraz dikkat çekici bir bakış açısı gibi görünebilir, çünkü politikanın tersine Singer tarihle yakından ilgileniyordu. Her zaman çok fazla tarih okumuş, insanın varoluşunu ilgilendiren belli bir olguyu anlamaya çalıştığında sık sık tarihe başvurmuştu. Ama kendisini tarihsel bir bağlama yerleştirmeyi başaramıyordu. Doğrusu ne toplumsal ne de tarihsel bir örnek sayılırdı.”
İnsanların iktidar ilişkisini biçimlendiren olaylar da, insanların geçmişteki eylemleri de Singer’i çok ilgilendirmiyor. Var oluşuna etkisi olan şeyler değil ikisi de. Var oluşunu zamanla ilişkilendirdiğini biliyorduk, toplumla ilişkilendirmeye yönelik bir çabası yokmuş gibi görünüyor. Olaylarla da o kadar ilgilenmediğini biliyoruz. Var oluşunu bir bütüne dönüştürmek, tamamlamak için çok düşünen, yazar olma hayalleri kurmuş olan (hayallerini gerçekleştiremese de) idealist karakterimizin olaylarla çok arası yok. Eyleme dökme konusunda edilgen. Var olanı gözlemlemek, analiz etmek daha çok ilgisini çekiyor.
“İki gün sonra bir şey oldu. Singer aşık olmuştu.”
Singer bir gün arkadaşıyla birlikte kütüphaneye gelen Merete’ye aşık oluyor. Evleniyorlar, birlikte yaşamaya başlıyorlar. Singer, Merete ve Merete’nin iki yaşındaki kızı Isabella’dan oluşan üç kişilik mutlu bir çekirdek aileye dönüşüyorlar.
“Singer bunları yaptı ama hiçbiri Singer için kolay değildi. Singer gibi bir adamın, kendisini ona sunan çıplak bir kadın karşısında çıplak bedeniyle ayakta durmasını içeren bu acımasız yakınlığa kendisini nasıl bırakabildiği pekala sorulabilir. […] Otuz dört yaşındaki kütüphanecinin içinde bunu yapmasına neden olan ne tür bir saat çalışmıştı? Ne yaptığının gayet farkında olarak doğruca bu kırılgan yakınlık alanına taşınmıştı. […] Bu Singer bizim tanıdığımız Singer’in güzelleştirilmiş bir versiyonu.”
K olduğunu sandığı için samimi ses tonunu B’ye sergilemekten on yıl sonra dahi aklına geldikçe utanan bir adamın, samimiyet alanında dolaşması anlaşılır değil elbette. Ama bir şekilde kendisini o pozisyona sokuyor. Varoluşunu Merete’yi hoşnut edecek şekilde biçimlendiriyor, onun için ehliyet alıyor, onun için yemekler pişiriyor, kızının güzel vakit geçirmesi için planlar yapıyor.
“Aşkın etkisi altında yaşadığı bu yaşamdan hoşnuttu. Buna bir de Notodden’e taşınma amacının, özlemini çektiği şeyin gerçekleşmesinin gizli hoşnutluğu ekleniyordu. Şimdi üç kişilik bir çekirdek ailenin, arabası evinin önünde sergilenen erkeği olarak Singer, Notodden’de tamamen gözlerden uzak bir yaşam sürüyordu. Amacı, kimsenin tanımadığı bir kütüphaneci olarak Notodden’e gelip burada gözlerden uzak yaşamak idiyse, şimdi bu şaşırtıcı gelişmelerle amacına tam ulaşmıştı. Burada kimse onu bulamazdı, tüm izleri silinmişti; bulmasını istemediği her kim varsa onun için ya da onlar için artık kaybolduğunu fark ediyordu derin bir hoşnutlukla.”
Derken büyünün yok olmasıyla birlikte Singer varoluşunu anlamlandırma savaşına geri dönüyor bir bakıma.
“Bu noktada ilişkinin sonraki iki yılda dikkat çekici ölçüde kötüleştiğini söylemekle yetineceğiz. Onlara birlikte geçirecekleri iki yıllık zaman verildiğini, iki yıllık bir rüya yaşadıklarını da söyleyelim. Ama Singer’in durumunda gördüğümüz gibi, bu ilişki Singer’e yapışmış gizli emeller, yan amaçlar içeriyor; onun bir ilişki, evet, bir evlilik örtüsü altında, gün yüzüne çıkanlardan çok daha başka projeleri ve tasarıları gerçekleştirmesini sağlıyordu.”
Artık odağını Merete’ye, yeni yaşamına, küçük kızlarına çevirirken eskisi gibi bir heyecan, hoşnutluk, tazelik hissetmediğini belli ediyor.
“aslında olur olmaz şeylere kafa yoran biri ve bu daha farklı; çünkü yanı başındaki yaşamın tadını çıkarmak yerine insanın kuşkular girdabına kapılıp içine kapanması demek oluyor. Böyle düşüncelerle boğuşmadığı, Merete ve Isabella’ya yakın olduğu zamanlarda bile, gündelik işlerde bir gölge gibi, üstelik de kendisinin gölgesi gibi görünüyor. Her zaman dostça davranıyor, onlar için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor ama bunu yapmak ona mutluluk vermiyor.”
Merete, hatalı sollama yapan bir araba nedeniyle öldüğünde 6,5 yaşındaki Isabella ve Singer baş başa kalıyorlar. Boşanma kararı aldıklarından kimseye bahsetmeyen Singer, Merete’nin ailesinin ısrarlarına rağmen Isabella’yı yetiştirme işini kendisi üstleniyor. Üstelik bunu yaparken Isabella’ya karşı özel bir sevgi beslemiyor. Tüm bu süreçte Isabella’dan daha çok düşündüğü tek bir şey var, Merete’yle ayrılma kararı almış olmaları. Bundan hiçkimseye bahsetmiyor, sebebini anlayamadığımız bir şekilde. Tüm kaygısı, bu gizemlerinin ortaya çıkması, insanların onu ayıplaması, Merete’nin ailesinin Isabella’yı derhal ondan çekip alması, vs. Bu kaygıların altında ezildiğini hissettiğinde Notodden’de daha fazla kalamayacaklarına karar veriyor, iş başvuruları yapmaya başlıyor. Oslo’da bir kütüphaneden kabul aldığında, Isabella’yla birlikte toplanıp Oslo’ya taşınıyorlar.
Bunca yıl değişmeyen, Singer’ın eski hayatından beri ona eşlik eden tek şey Ingemann oluyor. Singer’in Isabella’nın donukluğundan endişe ettiği dönemlerde ilaç gibi geliyor Ingemann. Bir şekilde Isabella ile bağ kurmanın yolunu bulup onu mutlu etmeyi başarıyor. Böylece Singer, kendisi başaramadığı, ancak olmasını istediği bir şeyin arkadaşı tarafından gerçekleştirilmiş olmasını memnuniyetle karşılıyor. Isabella’nın bu dönemi sona erdiğinde, Ingemann’ın artık Singer’in hayatında bir işlevi kalmadığında Singer arkadaşlıklarının sona erdiğini fark ediyor. Bunu beş sene sonra, kızlar yanlarındayken birden bire Ingemann’a söyler ve onu hayatından tümüyle çıkarıyor. Oslo’da edindiği çevreyi Notodden’e kaçarak, Notodden’de edindiği çevre ve aileyi de Oslo’ya geri kaçarak arkasında bırakan Singer, böylece hayattaki tek arkadaşı Ingemann’dan da kurtuluyor. Artık hayatında yalnızca Isabella var. Singer aslında oturup düşündüğünde kıza karşı bir bağlılık hissetmediği sonucuna varsa da gerçekte bazı anlar, Isabella’ya ne kadar bağlandığını güçlü bir şekilde hissediyor.
“bu sırada terbiyeli iki arkadaşına bezgin ve zafer dolu bir bakış fırlattı ve işte o anda Singer, Isabella’nın yedek ailesi ve bakcısı olarak yaşamının en parlak anlarından birini yaşadı. Sonunda kızın işine yaramıştı. […] Singer daha sonra kesinlikle anladı ki kendi varlığını silebilir, tanınmaz duruma getirebilirdi, yeter ki Isabella kendi gençlik dönemini normal yaşasın ve Singer’in de ona katılmasına izin versin.”
Varoluşçuluk deyince elbette akla gelen ilk karakter Meursault, onun kadar olmasa da absürd bir karakter Singer. Belirli konularda fikirleri var, okuma halini seviyor, öğrenmekle ilgileniyor. Öğrendiklerini eyleme geçirme konusunda hevesi yok. Kurduğu ilişkiler zaman zaman bağ ve sevgi içeriyor. Ancak organik bağın zayıflamasına neden olabilecek bir şeyle karşılaştığında (mesafe, iletişimsizlik, heyecansızlık, çıkar ilişkisinin sona ermesi) ilişkiyi sürdürme gereği duymuyor. İnsanlarla bağ kurmaya karşı özel bir ilgisi yok.
Sizi karmaşık meseleleri düşünmeye zorlayan yönleri var kitabın. Örneğin, boşanmaya karar verdikleri halde Isabella'nın bakımını üstlenmesi neden? Sevgi veya bağ yüzünden yapmıyor bunu. Neden kızı anneanne ve dedesine emanet edip kendi yoluna bakmıyor? Bunun sebebi muhtemelen, Singer'in Merete ile evliyken sahip olduğu "gizli emeller, yan amaçlar". Dışarıya verdiği düşünceli üvey baba imajının kendisine büyük bir konfor alanı yaratacağının farkında. Hayatında Isabella olmasa, içten içe yeni bir hayat amacı arayışına girmesi gerekecek belki de. Oysa Isabella ile artık varoluşu dışarıdan bakınca "tam". Kimse onu dışa dönük olmaya zorlamayacak. Aksine, bu hüzünlü ikiliye insanlar belki de yaklaşmayacak, Singer dilediği yalnız hayatı burada sürdürebilecek bu sayede.
1 yorum:
Anlatım tekniği çok güzeldi bence de, ara sıra anlatıcı susuyor yazar devreye giriyor :) Baş kişi olarak neden T. Singer'ı seçtiğini kendisi de anlamaya ve anlatmaya çalışıyor sanki. İyi okumalar!
Yorum Gönder