Elle Fanning etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Elle Fanning etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2016 Perşembe

Kitaptan Filme: The Curious Case of Benjamin Button


F. Scott Fitzgerald tarafından yazılan Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi ilk önce 1921 yılında Colliers dergisinde, bundan bir sene sonra da Fitzgerald'ın diğer öyküleriyle birlikte Caz Çağı Öyküleri kitabının içinde yayınlanır. Yaklaşık 40 sayfalık bir kısa öyküdür. 

2008 yılında Eric Roth tarafından senaryoya uyarlanır ve David Fincher yönetmenliğinde pek de kısa olmayan, 2 saat 40 dakikalık filmi çekilir. Başrollerde Brad Pitt, Cate Blanchett, Tilda Swinton'ı izlediğimiz film 13 dalda Oscar'a aday gösterilir, fakat bunların yalnızca 3'ünü toplar. 

Kitabın Türkçesi 2009 yılında Profil Yayıncılıktan Zeynep Ertan çevirisiyle çıkar. Çeviri gayet temiz, ben memnun kaldım. Zeynep Ertan'la daha önce beraber çalıştığım için zaten titiz bir çevirmen olduğunu biliyordum. Türkçesini okumak isteyenlere tavsiyedir. Kitabın e-kitap versiyonunun da satışta olduğunu ekleyeyim. Ayrıca Everest Yayıncılıktan çıkan Caz Çağı Öyküleri kitabının içinde Ülker İnce çevirisiyle de okuyabilirsiniz.  

40 sayfalık bir hikaye olduğu için elinize aldığınız gibi bitiriyorsunuz. Kendi başına çok çarpıcı, keyifli bir öykü ve hızlı akıyor. Film ise bunun aşırı derecede ağırlaştırılmış versiyonu. Ben kitabı filmden daha çok beğendiğim için filme karşı pek olumlu yorumlar yapamayacağım. Kadın oyuncuları olumsuz yorumlardan muaf tutuyorum. 

Tilda Swinton, Taraji P. Hanson ve Cate Blanchett'in oyunculuğunu izlemek çok keyifli, makyajları çok çok başarılı. Daisy'nin küçüklüğü rolünde izlediğimiz Elle Fanning yine iyi, burada da geleceğinin parlak olduğunu adeta haykırmış. Brad Pitt, Benjamin Button karakterini canlandıran oyunculardan yalnızca bir tanesi, yaşlı versiyonları farklı oyuncular tarafından oynanmış. Açıkçası Brad Pitt'in makyajını çok başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Kadın oyunculara karşı duyduğum hayranlığı kendisine beslemedim. 

Mesajını lafı fazla uzatmadan verebilen, okuru afallatmayı başaran kısa ve öz öyküye tezat biçimde, film son derece kalabalık, mesaj kaygısı içinde, uzun ve karmakarışık. Dünya savaşına, Pearl Harbour'a atıfta bulunulmuş, zencilerin ötekileştirilmesinden dem vurulmuş, içine aşk hikayesi katılmış, hatta bir hikaye de yetmemiş iki hikaye eklenmiş, artık spor yapamayacak olan bir balerinin dramı eklenmiş... Eklenmiş de eklenmiş. 

Kadın yaşlandıkça adam gençleşecek ve adam artık kadını beğenmediği için ve kadın artık adamı fazla toy bulduğu için birbirlerinden kopacaklar. Öykünün temel dramı bu. Bu kadar dram yetmemiş olacak ki yaşlanmanın dezavantajlarını iyice vurgulamak için kadını balerin yapmışlar ve kariyerinin zirvesinde pat diye bir arabanın altına atıp sakat bırakmışlar. Dediğim gibi çok kalabalık ve kafası karışık bir kurgu. 

Çekilirken izleyicinin değil de Oscar jürisinin beğenisine sunulmuş gibi bir izlenim yaratıyor. 

Geri geri uçabilen sinekkuşu ve geri geri işleyen saat imgelerinin hepsinin birden hikayeye yığılması yalnızca beni mi rahatsız etti ya da biraz abartıyor muyum, bilemiyorum. Biraz daha sade olsa şüphesiz baş tacı edeceğim filmin iyi kotarılamamasına kızgınım belki.

Son olarak gülümseten iki sahne. 

Benjamin'le her karşılaştığında kendisine 7 kez yıldırım çarptığını anlatan huzurevi sakini Mr. Daws aslında gerçek bir karakterden esinlenilerek oluşturulmuş. Roy Cleveland Sullivan gerçekten de 7 kez yıldırım çarpmasına maruz kalıyor ve Guinnes Rekorlar Kitabı'na giriyor. 

Daisy ve Benjamin yetişkinlik dönemlerinde tekrar karşılaştıklarında Daisy "Kısmet" kavramından bahsediyor ve onu şöyle tanımlıyor:
- I just can't believe we're both here. Must be fate. / İkimizin de burada olduğuna inanamıyorum. Kader gibi. 
- No, no, what do they call it? Kismet. Do you know about Edgar Cayce, the psychic? / Hayır hayır, nasıl derler? Kısmet. Medyum Edgar Cayce'yi tanıyor musun? 
- I don't believe l... / Ben sanmıyoru...
- He says that everything is predetermined, but I like to think of it as fate. / Her şeyin önceden belirlenmiş olduğunu söylüyor, ama bunun kader olduğunu düşünmek istiyorum.
- I'm not sure how it works, but I'm glad it happened. / Nasıl olduğunu bilmiyorum, ama iyi ki olmuş.
Kitabını mutlaka tavsiye ederim, filmini vaktiniz varsa izleyebilirsiniz.

İyi seyirler/okumalar. 

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Dizi: The Lost Room


The Lost Room, 2006 yılında Sci Fi Channel'da yayınlanmış ABD yapımı bir dizi. Toplam 3 bölümü var: The Key and The Clock, The Comb and The Box ve The Eye and The Prime Object.

Ben diziyi 6 bölüme ayrılmış şekilde izledim. Bölümlerin her biri ortalama 40 dakika sürdü. Örneğin ilk bölüm, The Key (Anahtar) ve The Clock (Saat) olarak ikiye ayrılmıştı. Her bir nesneyi bir bölümde yayınlamışlardı. Açıkçası 6 bölümlük versiyonu bana çok daha çekici geldi. En azından 3 tane çok güzel şey yerine 6 tane çok güzel şey izleyip zevki uzatıyormuşsunuz gibi bir illüzyona kapılıyorsunuz.

Nesneler dedik, konusundan biraz bahsedelim. Dizide meşhur Route 66'in üzerinde yer alan bir motelin, bildiğimiz zaman ve uzayda artık yer almayan, başka bir deyişle bizim algımıza göre kaybolan 10 numaralı odasıyla ilgili birtakım gizemler var. Kaybolduğu dönemde odanın içindeki nesneler dünyaya saçılıyor; her birinin alışık olmadığımız birtakım özellikleri var.

Örneğin Anahtar, her kapıyı açıyor ve açan kişiyi bu motel odasına götürüyor. Kapı içeriden açıldığında ise kişiyi istediği yere götürüyor. Otobüs bileti, dokunan kişiyi motelin bulunduğu Gallup kasabasının yakınlarına fırlatıyor. Tarak, zamanı 2 ile 10 saniye arasında durduruyor ve kişinin o süre içinde yer değiştirmesine yardımcı oluyor. Gözlük, takan kişinin etrafındaki ısıyı engelliyor, böylece kendisine ateş edilmesi ya da yanma ihtimali sıfıra iniyor. Kol saati, yumurta haşlıyor. Bu ve bunun gibi 100 tane ilginç özellikli nesne var.

1961 yılından bu yana, insanlar büyük bir hırsla bu nesnelerin peşine düşüyor. Yalnız nesnelerden herhangi birini ele geçirmek sanıldığı kadar keyifli değil. Bunun birtakım bedelleri var. Nesneleri ele geçiren kişi, nesnelerle ilgili daha büyük emellere sahip olan büyük balıkların hedefi haline geliyor ve sürekli kaçıp saklanarak yaşamak zorunda kalıyorlar.

Bu büyük balıklardan bir tanesi Düzen Birliği. Nesneler çevresinde toplanmış, nesnelere kutsal anlamlar yükleyip bunu bir din haline getirmiş elit bir kesim. Nesnelerin tanrının parçaları olduğunu, hepsini bir araya getirirlerse Tanrı ile doğrudan iletişime geçebileceklerini düşünüyorlar. Bu nedenle nesneleri ne pahasına olursa olsun ele geçirmeye çalışıyorlar.

Başka bir büyük balık da Karl Kreutzfeld. Kendini nesnelerin hepsini bir araya getirmeye adamış über zengin ve güçlü bir adam. 9 yaşındaki lösemi oğlunun hasta hücrelerini düzeltmek için Cam Göz'ün peşinde gibi görünse de, gerçeği sonunda anlıyorsunuz.

Başkahramanımız, Joe Miller adında eşinden boşanmış, kızıyla yaşayan ve kızının velayetini almak için elinden geleni yapan kızına çok bağlı bir dedektif. Bir gün bir cinayet vakasını incelemek için olay yerine gittiğinde ölüm şeklinin tuhaflığını fark ediyor ve işin peşine düşüyor. Araştırmaları sonucunda tuhaf nesnelerin en değerlilerinden biri olan Anahtar'ı ele geçiriyor. Anahtarın kullanımını keşfettiğinde, kendisini gizlice izleyen küçük kızı Anna da keşfetmiş oluyor. Derken bir gün Anna odanın içine elinde anahtar olmadan giriyor, bir daha çıkamıyor ve farklı bir uzay-zamanda kayboluyor.

Dizi, başka bir evrende kaybolan kızını bulmaya çalışan ve bunu başarmak için her şeyi göze alan Joe Miller'ın etrafında dönüyor kısacası.

Paralel evrene sıkışma teması hatırlayacağınız gibi, Doctor Who'nun David Tennant'lı bölümlerinde, Rose Tyler ve Doctor Who ayrılığı olarak işlenmişti. Bu dramın çok tuttuğunu fark etmiş olacaklar ki, Doctor Who'nun ilgili bölümünden hemen 1 sene sonra Lost Room'da da aynı temayı kullanmışlar. Kötü mü olmuş? Hayır. Peki Doctor Who'daki gibi içimiz yırtıldı mı? Hayır.

Genel olarak bakmak gerekirse dizinin konusu ve süresi son derece tatmin edici. Dahiyane bir konu bulunmuş ve sakız gibi uzatılmadan işlenerek 4 saatte sonuca bağlanmış. Sıkılmadım. Dizinin sonu, Jennifer Bloom ve Joe Miller karakteri hariç her şey çok yerindeydi.

Sonunu nereye bağladıklarını anlamadım bile açıkçası. Çok da kafa kurcalamadım. Konunun kendisi bence yeterince ilham vericiydi. Tadında bıraktım. Hiç sona ermemiş gibi.

Başroldeki Joe Miller karakteri çok iyi oturtulamamıştı. Bana son derece düz, rolünün hakkını pek verememiş bir oyuncu (Peter Krause) gibi geldi. Sanki mimikleri doğru şekilde iletememişti. Şaşırması gereken yerlerde yüzünde muzur bir ifade beliriyordu örneğin. Arkadan bulanık bir ışık hüzmesi gelirken kameranın yakınlarına boş boş bakıp konuşmayan biri olarak kaldı aklımda çoğunlukla. Jennifer Bloom (Julianna Margulies, Good Wife) da pek bir donuk oynamıştı, onu da pek içime sindiremedim. Fakat yan rollerdeki karakterlerin çoğunu izlemek çok keyifliydi.

Howard Montague (Roger Bart): Baştan itibaren gözüm bir yerden ısırıyor ama nereden şüphesiyle izledim. Nerelerde oynamamış ki... Law Abiding Citizen, CSI: Miami, Grimm, Desperate Housewives, How I Met Your Mother, Revenge, Trumbo... Epey bir karşı karşıya gelmişiz daha önce. Dizideki favori karakterlerimden biri oldu.

The Sood (Jason Antoon): New Girl ve Grey's Anatomy'de oynamış kendisi. Aşırı derecede sevdiğim başka bir karakter oldu. Çok kısa süreli olarak belirse de uzun süre aklımdan çıkmayacak.

Dr. Martin Ruber (Dennis Christopher): Dizinin en manyak karakteriydi. Baştaki o zarif bilimadamı duruşu sonraları nesneyi ele geçirme hırsıyla deliliğe dönüştü. Yaratmak istedikleri karakteri biraz abartılı buldum ama oyunculuk bence çok başarılıydı.

Wally Jabrowski (Peter Jacobson): Sevimli bir karakterdi. 

Karl Kreutzfeld (Kevin Pollak): Son derece başarılıydı. O donuk bakışları, zeka kokan keskinliği, acımasızlığı, rol kesme yeteneği, her şeyiyle ekranı doldurdu. 

Suzie Kang (Margaret Cho): İnsanlara nesnelerin yeriyle ilgili bilgi satan, bu işi bir kuru temizlemecinin arka ofisinde yapıp parayı kıran çakal bir karakter. Renkli tırnakları, Kreutzfeld ile yaptığı pazarlık çok hoştu. 

Anna Miller (Elle Fanning): Son olarak, paralel evrende kaybolan minik kız Anna. Kendisini de takibe aldım, çünkü sonradan öğrendim ki büyümüş halini en son Trumbo'da izlemişiz. Çok daha güzel işlere imza atacak gibi.

Kesinlikle tavsiyedir.

Not: Nesnelerin alışmadığımız amaçlara hizmet etmesi bana biraz Günlerin Köpüğü kitabını hatırlattı. Bu dizinin yapımcıları, hayatlarının bir noktasında 'Patafizik ekolünden etkilenmişler midir acaba?